Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

bolum uc buyuculerin aciklamasi


--Naguala Üç Tanık


Eve döner dönmez, tuttuğum notları bir düzene koyma işine daldım. Yaşadıklarımı anımsadıkça, don Juan’la don Genaro’nun bana yaşattıkları giderek daha da etkileyici olmaya başladı. Ne var, bulaştığım şeylerden ötürü, aylarca korku ve şaşkınlık içinde düşkünlük gösterme biçimindeki tepkimin, eskiye oranla yoğunluğunu yitirmiş olduğunu ayrımsadım. Birçok kez önceden de yapmış olduğum gibi duygularımı bilerek kendime acımaya ve çıkarsama yapmaya doğru yönlendirmeye çalıştıysam da, bir şeylerin eskisi gibi olmadığını anladım. Bunun yanı sıra, don Juan’a, don Genaro’ya, hatta Pablito’ya soracağım bir dolu soruyu yazma niyetindeydim. Bu tasarı daha başlamadan sona erdi. İçimde, araştırma ve şaşkınlık konumuna girmemi önleyen bir şey vardı.

Don Juan’la don Genaro’nun yanma gitme arzusunda değildim. Ama bu olasılıktan kaçınıyor da değildim. Bununla birlikte, bir gün, bu konu hakkında önceden düşünmeden onları görme zamanının geldiğini hissettim.

Geçmişte, Meksika’ya doğru yola çıkmadan önce, don Juan’a sormak istediğim binlerce önemli soru doluşuyordu kafama; bu kez aklıma bir tane bile gelmiyordu. Sanki notlarım üzerinde yaptığım çalışmalarla geçmişten arınmış, don Juan’la don Genaro’nun dünyasının şimdi ve buradasına hazırlanmış gibiydim.

Don Juan’ın beni, orta Meksika’nın dağlarında bir kasabanın pazaryerinde “bulması” için yalnızca birkaç saat beklemek yetmişti. Beni büyük bir muhabbetle selamlayıp sıradan bir öneride bulundu. Don Genaro’nun yerine gitmeden önce, don Genaro’nun çömezleri Pablito ile Nestor’u ziyaret etmek istediğini söyledi. Otoyoldan çıkar çıkmaz, yolun yanında ya da yolun üzerinde herhangi alışılmadık bir görüntüye karşı gözümü açık tutmamı istedi. Kafasındakilere ilişkin düşünceleri daha açık bir biçimde dile getirmesini istedim.

“Yapamam,” dedi. “Nagualın kesin ipuçlarına gereksinmesi yok.”

Yanıtına düşünmeden karşılık verircesine arabayı yavaşlattım. Yüksek sesle gülerek eliyle, arabayı sürmemi imledi. Pablito’yla Nestor’un yaşadıkları kasabaya yaklaştığımızda, don Juan arabayı durdurmamı istedi. Çenesini, sezilmeyecek bir biçimde kımıldatıp, yolun solunda yer alan bir küme orta boy kaya parçasını gösterdi.

“İşte Nagual,” dedi, fısıltıyla.

Çevrede kimse görünmüyordu. Don Genaro’yu göreceğimi ummuştum. Kaya parçalarına bir kez daha bakarak aralarındaki bölgeyi taradım. Görünürde bir şey yoktu. Herhangi bir şey, küçük bir hayvan, bir böcek, bir gölge, kayalarda küçük bir oluşum, beklenmedik bir şey ayırt edebilmek amacıyla, gözlerimi kısıp baktım. Bir süre sonra vazgeçerek yüzümü don Juan’a çevirdim. Bakışlarımı gülümsemeden karşıladı, ardından yeniden kaya parçalarına bakmamı sağlamak amacıyla, kolumu elinin tersiyle yavaşça itti. Yeniden onlara bakmaya başladım. Bir süre sonra arabadan çıkan don Juan, kendisini izlememi taşları dışarıdan inceleyeceğimizi söyledi.

Kayaların altmış ya da yetmiş metre yakınına gelinceye dek yavaşça, sakin adımlarla yürüdük. Don Juan orada bir süre durarak sağ kulağıma, “nagual”ın beni tam o noktada beklediğini söyledi. Ona, ne denli zorlanmış olsam da kayalardan, birkaç kaktüsten, bir iki de çalılık meyvesinden başka bir şey görmediğimi söyledim. Ama o, “nagual”ın, orada beni beklediğinde diretti.

Sonra, oturmamı, içsel söyleşimi susturmamı, gözlerimi odaklamaksızın kayaların tepelerinde gezdirmemi buyurdu. Yanıma oturdu, ağzını sağ kulağıma yaklaştırarak “nagual”ın orada olduğunu ve sorunumun, içsel söyleşimi tümüyle susturamamamdan kaynaklandığını fısıldadı. Söylediği her sözcüğü içsel suskunluk halindeyken duydum. Her şeyi anlamıştım ama yanıt veremiyordum; düşünmek, konuşabilmek için çaba harcayamıyordum. Yorumlarına verdiğim tepki, tam anlamıyla düşünce biriminden çok, genellikle düşünceyle bağdaştırdığım tüm anlam imlerini içeren, eksiksiz his birimlerini andırıyordu.

“Nagual”ın yolunda tek başıma yürümemin çok zor olduğunu, benim ise bu işe güveyle ve onun şarkısıyla atılmış olmamdan ötürü pek talihli olduğumu fısıldadı. “Güvenin çağrısının anısını aklımda tutarsam, onu, bana yardımcı olması için geri getirebileceğimi söyledi.

Sözleri, ya erk veren bir etki yaratmış olmalı, ya da ola ki onun “güvenin çağrısı” adını verdiği o sezgisel görüngüyü ben çağırmış olmalıyım ki, don Juan fısıltılı sözlerini bitirdiği anda o olağandışı, tükürük saçarcasına çıkan sesi duymaya başladım. Ses renkleri öylesine zengindi ki kendimi bir an yankı odasında sandım. Tını yükseldikçe, rüya halindeymişim gibi bir konuma geçtim, kayaların tepesinde kımıldayan bir şey olduğunu saptadım. Bu devinim beni yoğun bir biçimde korkutmuştu, o anda berrak farkındalığıma dönüverdim. Gözlerimi kayalara odakladım. Don Genaro onların tepesinde oturuyordu! Ayakları sallanıyor, ayakkabılarının altıyla kayalara vururken, “güvenin çağrısıyla” eşzamanlı olduğu anlaşılan tartımlı bir tını çıkartıyordu. Sonra bana gülerek el salladı. Mantıklı düşünmek istedim. Onun, buraya nasıl gelmiş olduğunu ya da onu orada nasıl gördüğümü bulgulama hissi ya da arzusu içindeydim, ama mantığımı hiçbir biçimde yönlendiremiyordum. O koşullar altında yapabileceğim tek şey, orada oturmuş gülüp el sallarken, ona bakmaktan ibaretti.

Bir süre sonra, oturduğu yuvarlak kaya parçasından aşağı doğru kaymaya hazırlanır gibi oldu. Bacaklarını berkittiğini, ayaklarının sert toprağa doğru inişe hazırlandığını ve kayarken ivme kazanmak amacıyla sırtını kayalara değene dek gerdiğini gördüm. Ama inişinin tam ortasında bedeni durdu. Bir yere sıkıştığı duygusuna kapıldım. Sanki suyun üstündeymiş gibi birkaç kez bacaklarını çırptı. Kendisini pantolonunun oturma yerinden yakalamış bir şeyden kurtulmak istermiş gibi bir hali vardı. Sinirli devinimlerle, kaba etlerini iki eliyle sıvazladı. Bana, acı verici bir biçimde yakalanmış hissi veriyordu. Koşup, ona yardımcı olmak istedim, ama don Juan kolumdan tutup bir yandan da gülüşünü yarım ağızla saklayarak bana, “İzle onu! İzle!” dediğini işittim.

Don Genaro tekmeledi, bedenini gerdi, kendini sağa sola attı; sanki bir çiviyi gevşetmeye çalışıyordu. Birden bir patlama sesi duyuldu ve tam don Juan’la benim durduğumuz yere kadar kaydı. İki ayağı üzerinde bir, bir buçuk metre önüme indi. Kalçalarını sıvazladı, acıdan dans edermiş gibi zıpladı ve yakası açılmadık küfürler savurdu.

“Kaya beni bırakmak istemedi, kıçımdan yakaladı,” dedi, utangaç bir sesle.

Benzersiz bir neşe duygusu içindeydim. Yüksek sesle güldüm. Neşemin, zihin berraklığıma eşit olduğunu ayrımsadım. O anda, her şeyi kaplayan engin bir farkındalık durumuna girmiştim. Çevremdeki her şey kristal gibi berraktı. Daha biraz önce uyuşukluk, dalgınlık içindeydim. Ama, don Genaro’nun birden belirmesi, görkemli bir berraklık durumuna sokmuştu beni.

Don Genaro kaba etlerini sıvazlayarak zıplamayı bir süre daha sürdürdü; sonra arabama yöneldi, kapıyı açarak emekleye emekleye koltuğa geçti.

Konuşmak amacıyla don Juan’dan yana dönmüştüm. Görünürde bir yerde değildi. Yüksek sesle onu çağırmaya başladım. Don Genaro da arabadan çıktı, don Juan’ın adını tiz, çılgınca bir sesle çağırarak, arabanın önündeki düzlükte daireler çize çize koşmaya başladı. Beni taklit ediyordu kuşkusuz. Kendimi don Genaro’yla tek başıma bulmanın getirdiği yoğun korkuyla arabanın çevresinde birkaç kez bilinçsizce koşarak bağıra bağıra don Juan’ı çağırmıştım.

Don Genaro, Pablito’yla Nestor’u almamız gerektiğini, don Juan’ı yolun bir yerinde bulacağımızı söyledi.

İlk korkumun üstesinden geldikten sonra, onu görmekten mutluluk duyduğumu belirttim. Tepkim nedeniyle azarladı beni. Don Juan’ın babam gibi değil, annem gibi davrandığını söyledi. “Annelerle” ilgili çok gülünç kimi benzetmeler, şakalar yaptı. Öylesine eğleniyordum ki, Pablo’nun evine geldiğimizin farkına varamadım. Don Genaro durmamı söyledi, sonra arabadan indi. Pablito, evinin kapısında bekliyordu. Koşarak geldi, arabaya girip yanıma oturdu.

“Hadi, Nestor’un evine gidelim,” dedi, çok acelesi varmışçasına.

Dönüp don Genaro nerede diye bakındım. Ortalıkta yoktu. Pablito yalvarırcasına acele etmemi söyledi.

Nestor’un evine doğru yola koyulduk. O da kapıda bekliyordu. Arabadan çıktık. İkisinin de neler olup bittiğini bildiklerine dair bir kanı vardı içimde.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordum.

“Genaro söylemedi mi sana?” diye sordu Pablito, inanmıyormuşçasına.

Ne don Juan’ın, ne de don Genaro’nun bana hiçbir şey söylemedikleri konusunda güvence verdim onlara.

“Bir erk yerine gidiyoruz,” dedi Pablito.

“Ne yapacağız orada?” diye sordum.

İkisi de bir ağızdan bilmediklerini söylediler. Nestor, don

Genaro’nun ona beni erk yerine götürmesini söylediğini ekledi.

“Sen, don Genaro’nun evinden mi geliyorsun?” diye sordu, Pablito.

Don Juan’la birlikte olduğumu, don Genaro’yu yolda bulduğumuzu, sonra don Juan’ın beni onunla bıraktığını söyledim.

“Don Genaro nereye gitti?” diye sordum, Pablito’ya.

Ama Pablito neden söz ettiğimi anlayamadı. Don Genaro’yu arabamda görmemişti.

“Benimle, senin evin oraya kadar geldi,” dedim.

“Nagual arabandaydı, galiba,” dedi Nestor, korkulu bir sesle.

Arkada oturmak istemediğinden, önde Pablito’nun yanına sıkıştı.

Nestor’un yolu belirtmek için verdiği kısa buyruklar dışında hiç konuşmadan ilerledik.

Sabahleyin olanlar hakkında düşünmek istedim, ama bunları açıklama çabasının, bir biçimde, yararsız bir düşkünlükten başka bir şey olmayacağını biliyordum. Nestor’la Pablito’yu konuşturmaya çabaladım; arabanın içindeyken çok sinirli olduklarını, onun için konuşmayacaklarını söylediler. Alçakgönüllü yanıtları öylesine hoşuma gitmişti ki, konuşmaları için daha fazla zorlamadım onları.

Bir saat bekledikten sonra, arabayı bir yan yola park edip sarp bir dağın yamacını tırmanmaya başladık. Hiç konuşmadan bir saat kadar yürüdük; Nestor önden gidiyordu. Büyük bir tepenin dibinde durduk. Neredeyse altmış metre yüksekliğindeydi ve dimdik göğe uzanıyordu. Nestor, yarı kapalı gözleriyle toprağı tarayıp oturacak doğru dürüst bir yer aradı. Tarama devinimlerinin çok zayıf olduğunu üzüntüyle ayrımsamıştım. Yanımda duran Pablito birkaç kez onun hareketlerini düzeltmeye yeltendiyse de kendini tutarak üstüne düşmedi. Sonra, Nestor bir anlık tereddüdün ardından bir yer seçti. Pablito, rahatlamış biçimde nefesini koy verdi. Nestor’un seçtiği yerin doğru yer olduğunu biliyordum, ama bunu nasıl bildiğimi anlayamıyordum. Böylece, ben önder olsaydım neresini seçerdim diye bakınmaya başladım. Ne var, izlemem gereken yöntem hakkında bir karara bile varamadım. Pablito ne yaptığımın kesinlikle ayırdındaydı.

“Beceremezsin bunu,” diye fısıldadı. Beni yasal olmayan bir şeyle yaparken yakalamış gibi sıkıntıyla güldüm. Pablito da gülerek don Genaro’nun daima onlarla birlikte dağlarda yürüdüğünü, önderliği zaman zaman birine ya da ötekine bıraktığını, bu yüzden kişinin, seçiminin ne olacağını bilmesinin mümkün olmadığını bildiğini söyledi.

“Genaro der ki, bunu yapamamanın nedeni, yalnızca doğru ve yanlış seçimlerin var olmasıdır,” dedi. “Yanlış bir seçim yaparsan bedenin bunu bilir; oradaki başka herkesin bedeni de bilir bunu; ama doğru bir seçim yaptığında beden bunu anlayıp, gevşer—seçim falan yaptığını hemen unutur. Bedenini, gelecek seçim için yeniden doldurursun, anlıyor musun, tıpkı bir silah gibi. Bedenini aynı seçim için yeniden kullanmak istersen, yapamazsın bunu."

“Nestor bana baktı; not tutmam onu meraklandırmış gibiydi. Pablito’nun söylediklerini onaylamasına başını sallarken ilk kez güldüğünü gördüm. Üst dişlerinden ikisi eğriydi. Pablito, Nestor’un kaba ya da asık suratlı olmadığını, sadece dişleri yüzünden utandığını, hiç gülmemesinin nedeninin de bu olduğunu açıkladı. Nestor ağzını örterek güldü. Dişlerini düzelttirmesi için onu bir dişçiye gönderebileceğimi söyledim, ona. Bu önerimi şaka sanıp çocuklar gibi güldüler.

“Genaro, utangaçlığının üstesinden tek başına gelmesi gerektiğini söylüyor,” dedi Pablito. “Üstelik Genaro onun şanslı olduğunu da söylüyor; herkes aynı biçimde ısırırken, Nestor bir kemiği uzunlamasına ayırabilir, ısırarak insanın parmağında, çiviyle deler gibi delik açabilirmiş.”

Nestor ağzını açarak bana dişlerini gösterdi. Sol kesici dişiyle köpek dişi yana doğru çıkmıştı. Dişlerini birbirlerine vurarak takırdatıp köpek gibi hırladı. Yalandan üstüme saldırır gibi yaptı. Pablito güldü.

Nestor’u böylesine rahat görmemiştim. Geçmişte birkaç kez birlikte olmuştuk, bende orta yaşlı bir adam izlenimi bırakmıştı. O anda orada öylece oturup dişlerini gösterirken, ne kadar genç olduğunu anladım. Yirmili yaşlarının başındaki genç bir adam gibiydi.

Pablito yeniden yetkinlikle düşüncelerimi okudu.

“Kendine önem vermeyi bırakma üzerinde uğraşıyor,” dedi. “Onun için böyle genç duruyor.”

Nestor olurlarcasına başını öne doğru salladı, tek bir söz söylemeden gürültülüce osurdu. Şaşırmış, kalemimi düşürmüştüm.

Pablito’yla Nestor, gülmekten handıysa öleceklerdi. Dinginleştiklerinde, Nestor yanıma gelerek bana, elde sıkılınca özel bir ses çıkaran kendi yapmış olduğu bir düzeneği gösterdi. Bunu yapmayı ona don Genaro’nun öğrettiğini açıkladı. Düzenek küçük bir körükten, iki parça tahta arasındaki yuvaya yerleştirilmiş, titreşici işlevi gören bir yapraktan oluşuyordu; tahta parçaları ise sıkmaç gibi çalışıyordu. Nestor, oluşturulan tınının, kullanılan yaprağın cinsine göre değiştiğini söyledi. Denememi isteyerek belirli bir ses oluşturmak için sıkmaçlarının nasıl sıkılacağını, bir başka ses içinse nasıl açılacağını gösterdi.

“Ne için kullanıyorsun bunu?” diye sordum?

Birbirlerine kısaca baktılar.

“Bu onun tin tuzağı, aptal!” dedi Pablito, sertçe.

Sesinin titremi hırçınca, ama bakış dostçaydı. Bu ikisi, don Juan’la don Genaro’nun yabansı, insanı sindiren bir karışımı gibiydiler.

Dehşet verici bir düşünceye daldım. Yoksa don Juan’la don Genaro bana gene oyun mu oynuyorlardı? Bir an müthiş bir ürküye kapıldım. Ama karnımın içinde bir yerlerde bir şeyler koptu da yeniden dinginleştim. Pablito’yla Nestor’un, don Juan’la don Genaro’yu davranış modeli olarak kullandıklarını biliyordum. Ben de gün geçtikçe onlar gibi davrandığımı bulgulamıştım.

Pablito, Nestor’un bir tin tuzağının olmasının uğurlu olduğunu, kendisinin henüz bir tane edinemediğini söyledi.

“Burada ne yapacağız?” diye Pablito’ya sordum.

Nestor soruyu kendisine sormuşum gibi, yanıt verdi.

“Genaro bana dedi ki, burada bekleyecekmişiz, beklerken de gülüp eğlenecekmişiz,” dedi.

“Ne kadar beklememiz gerekir, sence?” diye sordum.

Yanıtlamadı; başını sallayıp, sorarcasına Pablito’ya baktı.

“Bir fikrim yok,” dedi Pablito.

Böylece, Pablito’nun kız kardeşleriyle ilgili koyu bir söyleşiye daldık. Nestor en büyük kızın çok kötü bakışları olduğunu, gözleriyle bitleri bile öldürebileceğini söyleyerek Pablito’yla dalga geçti. Pablito’nun ondan çok korktuğunu, çünkü kavga ederken, kız kardeşinin kızgınlıkla onun koca bir tutam saçını tavuk yolar gibi bir çekişte koparacak denli kuvvetli olduğunu anlattı

Pablito ablasının bir canavar olduğunu kabul ettiğini, ama “nagual”ın onu düzene sokup, hizaya getirdiğini söyledi. Kızın nasıl yola getirildiğinin öyküsünü anlatmasının ardından, Pablito’yla Nestor’un don Juan’ın adını hiç anmadıklarını, ondan, sürekli biçimde “nagual” diye söz ettiklerinin ayırdına vardım. Görünüşe bakılırsa, don Juan, Pablito’nun yaşamına girmiş, bütün kız kardeşlerini, daha uyumlu bir yaşam sürmelerini sağlamak amacıyla, biraz zorlamıştı. Pablito, “nagual”ın onlarla işini bitirmesinin hemen ardından kızların birer azizeye döndüğünü anlattı.

Nestor notlarımın ne işe yaradığını öğrenmek istedi. Onlara işimi açıkladım. Anlattıklarımla gerçekten ilgileniyorlarmış gibi tuhafça bir hisse kapılıp, insanbilimden girdim, felsefeden çıktım. Kendimi sonuçta gülünç bularak susmak istedim, ama anlatıma öylesine dalmıştım ki, kısa kesemiyordum. İkisi bir takım gibi, beni bu uzun açıklamayı sürdürmeye zorluyorlardı sanki. Gözleri üstüme kilitlenmişti. Sıkılmış ya da yorulmuşa benzemiyorlardı.

Bir yorumun tam ortasındayken, “güvenin çağrısının” belirsiz tınısını duydum. Bedenim gerildi—sözümü asla bitiremedim.

“Nagual burada,” dedim, düşünmeden.

Nestor’la Pablito dehşet dolu bakışlarla birbirlerini süzdüler, yerlerinden fırlayıp yanıma geldiler; bana adeta yapıştılar. Ağızları açılmıştı. Ürkmüş çocuklar gibi bakıyorlardı.

Sonra, anlaşılmaz bir duyusal deneyim yaşadım. Sol kulağım kımıldamaya başladı. Bir biçimde kıpırdıyordu. Bu kıpırtı başımı yüz seksen derece dolayında döndürüp doğu olduğumu sandığım yöne bakmama yol açtı. Başım hafifçe sağa doğru titredi; bu konumdayken, “güvenin çağrısının” tükürük saçan tınısını rahatlıkla yakalayabiliyordum. Uzaktan, kuzeydoğu yönünden geliyormuş gibiydi. Yönü saptadıktan sonra, kulağım inanılmaz zenginlikte bir tını sağanağı yakaladı. Ne var, bunlar duyduğum tınıların anıları mıydı yoksa o anda mı oluşuyorlardı, bilemiyordum.

Bulunduğumuz yer, bir dağ sırasının sol yamacında yer alıyordu. Kuzeybatı’ya doğru ağaç kümeleriyle yer yer dağ fundalıkları vardı. Kulağım, o yönden gelen, kayaların üzerinde yürüyen ağır şeyin sesini yakalamışa benziyordu.

Nestor’la Pablito, ya tepkilerime yanıt veriyor ya da aynı tınıları kendileri de işitiyorlardı. Bunu onlara sormak isterdim, ama gözüm yemedi; ya da, ola ki yoğunlaşmamı durduramıyordum.

Tını yakınlaşıp yükseldikçe, Nestor ile Pablito iki yanıma yapıştı. Nestor bundan en çok etkilenenimizdi; bedeni denetlenemez biçimde titriyordu. Bir an geldi, sol kolum sallanmaya başladı. İstemim dışında yüzüme dek yükselerek fundalıkların bulunduğu bölgeyi gösterdi. Titreşen bir tını ya da kükreme duydum; bu, bildik bir tınıydı. Yıllar önce, psikotropik bir bitkinin etkisi altındayken duymuştum. Fundalıkların arasındaki devasa bir karaltıyı saptadım. Fundalıkların kendileri kararıyormuş da, sonunda tam bir siyaha dönüştürüyormuş gibiydi. Karaltının belirli bir biçimi yoktu, ama kımıldıyordu. Nefes alıyor gibiydi. Pablito’yla Nestor’un korku dolu bağırışlarına karışan, kan dondurucu bir çığlık duydum; ardından, fundalıklar ya da dönüştükleri karaltı bize doğru uçmaya başladı.

Artık kendimi tutamaz duruma gelmiştim. Nasıl oldu bilmiyorum, içimde bir şey sarsıldı. Karaltı önce üstümüzde dolandı, ardından bizi içine aldı. Çevremizdeki ışık karardı. Güneş batmış, ya da alacakaranlık birden bastırmış gibiydi. Nestor’la Pablito’nun, başlarını koltuklarımın altına soktuklarını hissettim; bilinçsiz bir koruma içgüdüsüyle kollarımı başlarına doladım—yuvarlanarak arkaya doğru düştüm.

Ne var ki, taşla kaplı yere ulaşmamıştım— bir an sonra, iki yanımda Pablito’yla Nestor, kendimi ayakta bulmuştum. İkisi de benden uzun idilerse de, çekmiş gibi duruyorlardı; sırtlarını eğip bacaklarını bükerek koltuklarımın altına sığacak boya gelmişlerdi.

Don Juan ile don Genaro önümüzde duruyorlardı. Don Genaro’nun gözleri geceleyin parıldayan kedigözleri gibiydi. Don Juan’ın gözlerinde de aynı parıltı vardı. Don Juan’ı hiç bu biçimde görmemiştim. Gerçekten korkutucuydu. Don. Genaro’dan da öte: Her zamankinden daha genç ve güçlüydü. Onlara baktıkça benim bildiğim anlamda insan olmadıkları yolunda çılgın bir düşünceye kapıldım.

Pablito’yla Nestor sessizce inliyorlardı. Don Genaro tam bir Üçlü Birlik tablosu oluşturduğumuzu söyledi. Ben, Baba’ymışım, Pablito Oğul, Nestor’da Ruhülkudüs. Don Juan’la don Genaro gümbürdercesine güldüler. Nestor’la Pablito ise utangaçça gülümsediler.

Don Genaro, birbirimizden ayrılmamız gerektiğini, zira bu tür sarılmalara yalnızca kadınla erkek arasında, ya da bir erkekle tokmakçısı arasında destur verildiğini söyledi

Hâlâ aynı noktada durduğumu, sandığım gibi yere düşmemiş olduğumu gördüm. Aslında Pablito’yla Nestor da eski noktalarında duruyorlardı.

Don Genaro, başıyla imleyerek Nestor’la Pablito’yu uyardı. Don Juan da onları izlememi imledi. Nestor önümüzden giderek Pablito’yla bana oturacak birer yer gösterdi. Don Juan’la don Genaro’nun kımıldamadan durdukları kaya dibinden elli metre kadar uzakta, tek sıra halinde oturduk. Onlara bakınca, gözlerimi odaklayamaz oldum. Gözlerimi şaşı bakar duruma getirdiğimin ayırdındaydım, çünkü iki değil, dört kişi görüyordum. Sonra, sol gözümdeki don Juan görüntüsü, sağ gözümdeki don Genaro görüntüsüyle üst üste geldi; bu birleşimin sonunda, ortada, don Juan’la don Genaro’nun arasında yanardöner renklerde bir varlık belirdi; bildiğimiz insana değil, beyaz ateşten bir topa benziyordu. Her yanı, ışık telcikleri gibi bir şeylerle kaplanmıştı. Başımı salladım, çift görüntü birden yok oldu; ne var, don Juan‘la don Genaro’nun ışıldayan nesneler olarak görüntüleri sürdü. İki tuhaf uzunca nesne görmekteydim. Kendiliğinden ışıklı telcikleri olan, beyaz yanardöner futbol toplarını andırıyorlardı.

İki ışıldayan varlık titredi, telciklerinin sallandığını, sonra da yok olduklarını gerçekten gördüm. Uzun, örümcek ağına benzer ve tepenin üstünden fırlatılmış gibi görünen ipince bir telcik tarafından çekilmişlerdi sanki. Yaşadığım duyum, kayaların üstünden gelen beyaz bir ışık huzmesinin, onları çekip aldığı biçimindeydi. Bu olanları hem gözlerimle, hem de bedenimle algılamıştım.

Bunun yanı sıra, algılama konumunda devasa oransızlıkların olduğunun da ayırdındaydım, ama bunun hakkında her zamanki türden bir yorum getiremiyordum. Örneğin tepenin dibine bakarken don Juan’la don Genaro’yu, sanki gözümü kırk beş derecelik bir açıyla eğmişimcesine doruktayken görebiliyordum.

Korkmak, yüzümü kapayıp ağlamak ya da olağan tepkilerimin dahilinde başka bir şey yapmak istedim. Ama kilitlenmiş gibiydim. Düşüncenin ne olduğunu bildiğim kadarıyla, arzularım, düşünceye benzemiyorlardı, bu nedenle, dışa vurmaya alıştığım türden coşkusal tepkileri ortaya çıkaramıyordum

Don Juan’la don Genaro yere atladılar. Bunu, karnımda duyumsadığım bir düşme duygusuna dayanarak hissetmiştim.

Don Genaro atladığı yerde kaldı; don Juan ise bize doğru yürüdü, arkama geçip sağda bir yere oturdu. Nestor çömelmişti; ayaklarını karnına çekmiş, çenesini ellerinin arasına almıştı, kollarını dirsekleri üzerinde baldırına dayamış, başına destek veriyordu. Pablito ise elleri karnında, hafifçe öne eğik biçimde oturuyordu. Ben de kollarımın ön kısmıyla karın bölgemi kapattığımın ayırdına vardım. Omzumdan dirseğime kadar olan bölümleri bedenimin iki yanına yapıştırmıştım, öyle ki, basınç böğürlerimi acıtmaktaydı.



Don Juan tekdüze bir mırıldanmayla hepimize seslendi.

“Bakışınızı nagualın üzerine sabitlemelisiniz,” dedi. “Tüm düşünceler, tüm sözler ortadan kalkmalı.”

Bunları altı yedi kez yineledi. Sesi çok yabansıydı, bilmediğim bir sesti; kertenkele derisi üzerindeki pulları anımsattı bu ses bana. Bu benzetme bilinçli bir düşünce değil, bir duyguydu. Sözcüklerinin her biri, pul pul soyuluyor gibiydi; tartım hırı tekinsiz, öksürük gibi kuru, boğuk sözcükler—buyruğa dönüşen tartımlı mırıltılar.

Don Genaro hiç kımıldamadan durmaktaydı. Ona baktığımda görüntüyü dönüştürmeyi sürdüremedim. Gözlerim istemim dışında şaşı bakar duruma geldi. Don Genaro’nun bedenindeki yabansı ışıltıyı yeniden ayırt ettim. Gözlerim kapanmaya ya da yaşlarla kaplanmaya başlamıştı. Don Juan yardımıma koştu. Gözlerimi şaşı bakar duruma getirmemi buyurduğunu işittim. Başımda yumuşak bir darbe hissettim. Apaçık algıladım ki, bana ufak bir çakıl taşı atmıştı. Taşın etrafımdaki kayaların üzerinde birkaç kez sektiğini görmüştüm. Nestor’la Pablito’ya da atmış olmalıydı; kayalarda seken başka çakıl taşı sesleri de işitmiştim.

Don Genaro, yabansı bir dans durumuna geçmişti. Dizlerini bükmüş, kollarını yanlarına yapıştırmış, parmakları gerilmişti. Burgu hareketi yapmaya hazırlanıyormuş gibiydi; kendi çevresinde yarım bir dönüş yaparak yukarıya doğru çekildi. Dev bir tırtılın ipliğine takılarak, bedeninin kayalığın ta tepesine doğru çekildiğine ilişkin berrak bir algı yaşadım. Onun yukarıya doğru devinimiyle ilgili algım görsel ve bedensel duyuların son kerte yabansı bir karışımından oluşuyordu. Yukarı doğru uçuşunu yarı görmüş, yarı hissetmiştim. Onu, yukarı çeken, ipliğe ya da neredeyse görünmez bir ışık demetine benzeyen bir şey vardı. Onun uçuşunu, bir kuşun uçuşunu gözlerimle izleme biçiminde görmemiştim. Devinimlerinde doğrusal bir ardışıklık yoktu. Onu görüntü alanımda tutmak için gözlerimi kaldırmam da gerekmemişti. İpliğin onu çektiğini görmüştüm, ardından bunu bedenimle ya da bedenimde hissetmiştim ve bir an sonra otuz kırk metre yukarılarda, kayalığın ta tepesindeydi.

Birkaç dakika sonra kurşun gibi yere indi. Düşüşünü his setmiş, gayri ihtiyari inlemiştim. Don Genaro bu olağanüstü gösterisini tam üç kez daha yineledi. Her seferinde, sezgim daha da berraklaşıyordu. Son kezinde, karın bölgesinden çıkan bir dizi ipliği bile ayırt edebildim. Bu ipliklerin kımıldanışından, yukarıya mı yoksa aşağıya mı gideceğini bile anlıyordum Yukarıya doğru sıçramaya hazırlanırken iplikler de yukarı doğru deviniyorlardı; aşağıya doğru inmeye hazırlanırken de, iplikler önce dışarıya, ardından da aşağıya doğru deviniyorlardı.

Dördüncü sıçrayışın ardından, don Genaro gelip, Pablito’yla Nestor’un arkasına oturdu. Don Juan da öne doğru eğilip don Genaro’nun oturduğu yere geldi. Bir süre kımıldamadan durdu. Don Genaro, Pablito’yla Nestor’a kısa yönergeler verdi. Ne dediğini anlamamıştım. Onlara bir göz attım, don Genaro'nun her birine bir taş aldırıp, göbek deliklerinin üzerine koydurduğunu gördüm. Bunu benim de yapmam gerekir, diye düşünürken, don Genaro benim bu önlemi uygulamama gerek olmadığını, ama ne olur ne olmaz, diye ulaşabileceğim bir yere bir taş koymamı söyledi. Don Genaro, çenesini uzatarak don Juan’a bakmamı imledi, ardından anlaşılmaz bir şeyler söyledi; sözcüklerini bir kez daha yineledi; anlamıyor olsam da, yaptığı şeyin, aşağı yukarı don Juan’ın yöntemini yinelemek olduğunun ayırdına varmıştım. Sözcüklerin önemi yoktu; tartımı, tınısının sertliği, öksürüğümsü niteliğiydi önemli olan. Don Genaro’nun kullandığı dil her neyse, tartımının kısa kısa vurgulanma niteliği açısından İspanyolcaya oranla daha uygun düşmüştü.

Don Juan, don Genaro’nun daha önce yaptıklarının aynısını yaptıysa da, yukarıya doğru sıçramak yerine, bir jimnastikçi gibi olduğu yerde dönüp durdu. Yarı-farkındalıklı durumda, ayakları üzerine düşmesini bekledim. Bunu hiç yapmadı. Yerin bir metre kadar üstünde, kendi ekseni çevresinde dönmeyi sürdürdü. Taklaları önce epey hızlıyken, giderek yavaşlamıştı. Bulunduğum yerden, don Juan’ın bedeninin de, tıpkı don Genaro’nunki gibi, ipliksi bir ışığa asılı kaldığını görebiliyordum. Onu tümüyle görmemizi sağlamak istermiş gibi, yavaşça dönüyordu. Sonra, yükselmeye başladı; tepeye ulaşana dek yükselmesini sürdürdü. Don Juan, ağırlıksız immişçesine, yokmuşçasına havada uçmaktaydı. Dönüşleri, çok yavaştı, uzayda, ağırlıksız ortamda devinen astronotları anıştırıyordu. .

Onu izledikçe başım döndü. Kendimi kötü hissetmem onu tetiklemiş olmalı ki, birden büyük bir hızla dönmeye başladı. Tepeden uzaklaştı, o hız kazandıkça ben daha da kötüledim. Taşı kapıp karnıma yerleştirdim. Olabildiğince bastırdım. Taşın teması beni biraz kendime getirdi. Taşa ulaşma ve karnımı tutma edimi gözlerimi, bir an için don Juan’dan ayırmama neden olmuş, yoğunlaşmam kesilmişti. Taşa ulaşmadan hemen önce, uçmakta olan bedeninin kazandığı hızın, bedeninin biçimini bulanıklaştırdığını hissettim. Önce çevrilmekte olan bir diskin, ardından da dönen bir ışığın biçimini aldı. Taşı karnımın üzerine yerleştirdikten sonra, hızı azaldı; havada uçuşan bir şapkaya, ileri geri zıplayan bir uçurtmaya benzedi.

Uçurtmanın devinimleri daha da rahatsız ediciydi. Artık denetlenemez biçimde kötülemiştim. Çırpan kuşkanadı sesleri duydum, bir anlık bir belirsizliğin ardından, olayın sona erdiğini anladım.

Öylesine kötü, öylesine bitkindim ki, uyuyakalmışım. Bir süre horlamış olmalıydım. Birisi kolumu dürtünce, gözümü açtım. Pablito’ydu bu. Korkudan delilmişçesine bir sesle konuşuyor, uyumamam gerektiğini, çünkü uyursam hepimizin öleceğini söylüyordu. Dört ayağımızın üstünde emeklememiz gerekse bile o yöreden ayrılmamız konusunda diretti. Kendisi de bedensel bir bitkinlik içindeydi. Aslında, geceyi orada geçiririz, diye düşünmüştüm. Bu karanlıkta arabamın olduğu yere yürümek, berbat bir fikir gibi geliyordu bana. Gittikçe daha çok ürkmekte olan Pablito’yu ikna etmeye çalıştım. Nestor öylesine kötüydü ki hiçbir şey fark etmiyordu onun için.

Pablito tam bir umarsızlık içinde yere çöktü. Düşüncelerimi düzenlemeye çabaladım. Ortalık, çevremizdeki kayaları ayırt edecek kadar aydınlık ise de, hava o an epey kararmıştı. Nefis, insanı yatıştıran bir sessizlik vardı. O anın tadını tam olarak çıkarmaktaydım, ama bir anda bedenim irkildi; bir dalın uzaktan gelen çatırtısını işitmiştim. Hemen Pablito’ya döndüm. Bana ne olduğunu anlamış gibiydi. Nestor’u koltuk altlarından kavrayıp, neredeyse havaya kaldırdık. Onu aramıza alıp koşmaya başladık. Göründüğü kadarıyla yolu yalnızca Nestor biliyordu. Zaman zaman kısa buyruklar verdi bize.

Ne yaptığımızla ilgilenmiyordum. Dikkatim, tüm bedenimde bağımsız bir birim gibi çalışan sol kulağımın üzerinde yoğunlaşmıştı, İçimde bir his kısa aralıklarla durup çevreyi kulağımla taramamı söylüyordu. Bir şeyin bizi izlediğini biliyordum. Yoğun bir şeydi; ilerlerken küçük kayaları eziyordu.

Nestor, bir parça güç kazanmıştı, arada Pablito’nun kolunu tutarak tek başına yürümeye başladı.

Bir ağaç kümesinin yanına vardık. O anda hava tümüyle kararmıştı. Birden insanı sağır edici bir çatırdama sesi duydum. Sanki ağaçların tepesinde kocamam bir dal kırılmıştı. Başımızın üzerinde bir hışırtı işittim.

Pablito’yla Nestor çığlığı basıp tüm hızlarıyla koşmaya başladılar. Onları durdurmaya çalıştım. Karanlıkta koşabileceğimden emin değildim. Ama o anda tepemde bir dizi yoğun solumalar hissettim. Tanımlanamaz bir korkuya kapılmıştım.

Üçümüz de arabaya ulaşıncaya dek koştuk. Nestor anlaşılmaz biçimde önderlik etti bize.

Onları evlerine bırakıp kasabada bir otele gitmem gerektiğini düşünmüştüm. Hiçbir şey beni don Genaro’nun evine götüremezdi; ama ne Nestor, ne Pablito, ne de ben arabadan çıkmayı göze alamadık. Sonunda Pablito’nun evine gittik. Annesiyle kız kardeşleri bize yiyecek hazırlarken, Nestor’u da birayla kola almaya gönderdiler. Nestor, şakayla karışık, köpeklerden ve sarhoşlardan korktuğunu, Pablito’nun büyük kız kardeşinin kendisine eşlik etmesini istediğini söyledi. Pablito gülerek Nestor’un velisi olduğunu açıkladı.

“Kim seni onun velisi olarak atadı?” diye sordum.

“Erk, tabii!” diye yanıtladı Pablito. “Bir zamanlar, Nestor benden daha yaşlıydı, ama Genaro bir şey yaptı ona da, gördüğün gibi, şimdi benden çok daha genç. Sen de gördün ya!”

“Don Genaro ne yaptı, yani?”

“Bilirsin işte, yeniden çocuklaştırdı onu. Kendisine aşırı önem veriyordu, ağır mı ağırdı. Gençleşmeseydi, ölecekti.”

Pablito’nun gerçekten değerli, alçakgönüllü bir yanı vardı.

Açıklamalarındaki yalınlık benim açımdan çok şaşkınlık vericiydi. Nestor gerçekten daha küçüktü ondan. Yalnızca görünüşü değil, davranışı da masum bir çocuk gibiydi. Gerçekten de öyle hissettiğine kalıbımı basardım.

“Ona dikkat ediyorum,” diye sürdürdü Pablito. “Genaro, bir savaşçıyı çekip çevirmenin onur verici olduğunu söyler. Nestor iyi bir savaşçıdır.”

Gözleri don Genaro’nun gözleri gibi parladı. Yiğitçe sırtıma vurarak güldü.

"İyi dileklerini esirgeme ondan, Carlitocuk.” Çok yorgundum. Mutlu bir hüzne kapıldım. Ona, benim geldiğim yerde, insanların birbirlerine neredeyse hiç iyi dilekte bulunmadıklarını söyledim.

“Biliyorum,” dedi. “Aynı şey bana da olmuştu. Ama şimdi bir savaşçıyım ben. Bir dileğe gücüm yeter.”



--Büyücünün Stratejisi


Sabahın ilerleyen saatlerine doğru don Genaro’nun evine vardığımda, don Juan’ı orada buldum. Onu selamladım.

"Neredeydin yahu? Genaro’yla ben, seni bütün gece bekledik,” dedi.

Şaka yaptığını biliyordum. Kuşlar gibi hafif ve mutluydum. Gün boyu yaşadıklarım hakkında yorum yapmaktan kesinlikle kaçınmıştım. Ne var, o an duyduğum merak tüm denetimimi yok etmişti. Dayanamayıp, sordum.

“Yok canım, gördüklerin yalnızca bi gösteriydi; büyücülerin açıklamasını öğrenmeden önce bilmen gereken her şeyin yalın bi gösterisi,” dedi. “Dün yaptıkların Genaro’yu, sonuca ulaşmak için, yeterince erk biriktirdiğine inandırmış durumda. Onun tüm önerilerini izlemiş olduğu ortada. Dün, algının kanatlarını açabildin. Gergin olmana karşın, naftalin tüm geliş gidişlerini sezgiliye bildin; başka deyişle de, gönlün. Şu aşamada belki de görmekten daha önemli bi şeyin üstesinden gelebileceğini de kanıtladın; bölünmez dikkatini nagualın üzerine yoğunlaştırabildin. İşte bu da, nihai aşamanın, yani büyücülerin açıklamasının sonucunu etkileyecek.

“Pablito’yla sen buna aynı zamanda gireceksiniz. Böylesine yeğin bi savaşçının eşliği, erkin sana armağanıdır.” Kanımca, tüm söylemek istediği bu kadardı. Bir süre sonra da don Genaro‘yu sordum.

“Buralarda bi yerde,” dedi. “Çalılıkların oraya, dağları titretmeye gitti.”

O anda uzaktan gelen, bastırılmış gök gürültüsünü andıran bir ses duydum.

Don Juan bana baktı ve güldü.

Oturmamı söyleyerek aç mıyım diye sordu. Karnım toktu. Don Juan defterimi vererek beni don Genaro’nun noktasına, evin batı yanında, derin bir koyağa yukarıdan bakan yassı bir kayaya götürdü.

“İşte şimdi tüm dikkatini bana vermeni istiyorum,” dedi don Juan. “Savaşçıların bildiği anlamda dikkatten söz ediyorum; büyücülerin açıklamasının içine işlemesini istiyorsan, başka her şeye gerçek bi dur diyeceksin. Görevimizin sonuna vardık. Gerekli tüm yönergeleri aldın; şimdi durup geriye bakmalısın. Büyücüler, kazanılanları sağlam kazığa bağlamanın tek yolunun bu olduğunu söyler. Tüm bunları kesinlikle senin erk yerinde anlatmanı isterdim; ne var, Genaro senin velinimetindir, böyle bi anda onun noktası senin için belki de daha hayırlıdır.” Benim “erk yerimden” söz ederken, yıllar önce kuzey Meksika’da, bana “verdiğini” söylediği bir tepenin doruğunu kastediyordu.

“Seni not tutmadan mı dinlemeliyim?” diye sordum.

"Aslında bu çok alengirli bi vaziyet,” dedi. “Zira bi yandan tüm dikkatini bana vermen, öte yandan da dingin ve güvencede olman gerek. Yazmaksa, sana en iyi gelen şey, o halde tüm kişisel erkini topla da, kendin olmadan kendin olmak gibi imkânsız bi edimi yerine getir.”

Güldü ve kalçalarını tokatladı.

“Benim, senin temalından, Genaro’nun da senin nagualından sorumlu olduğumuzu sana daha önce de söylemiştim”, diye sürdürdü. “Tonalına yönelik her şey konusunda yardımcı olmak benim görevimdi; sana her ne yaptıysam tek bi şey içindi: tonal adanı temizlemek ve yeniden düzenlemek. Bi öğretmen olarak benim görevim buydu. Senin velinimetin olarak da Genaro’nun göreviyse, naguala ilişkin yadsınamaz gösteriler sergileyerek ona nasıl ulaşılacağını sana göstermekti.”

“Tonal adasını temizleyip, yeniden düzenlemekle neyi kastediyorsun?” diye sordum.

“Seninle tanıştığımız ilk günden bu yana sözünü ettiğim topyekûn değişikliği kastediyorum,” dedi. “Sana, sayısız kez söylemiştim, bilgi yolunda başarmak için kökten bi değişiklik gerekir. Bu değişim hal, tavır ya da dış görünüm değişimi değildir; bu değişim tonal adasının dönüşümünü gerektirir. Sen de bu edimi yerine getirdin.”

“Değiştiğime inanıyor musun?” diye sordum.

Önce bir durdu, ardından kahkahayı patlattı.

“Önceki kadar aptalsın,” dedi. “Ama gene de aynı değil. Ne demek istediğimi anladın mı?”

Yazı yazmamla dalga geçerek, keşke don Genaro burada olsaymış da, o zaman büyücülerin betimlemesini yazmamın saçmalığıyla ne biçim dalga geçer, bundan ne denli keyif alırdı, diye hayıflandı.

“Tam bu noktada, öğretmen öğrencisine son bi yol ayrımına gelmiş olduğunu söyler,” diye sürdürdü. “Aslında, böyle bi şeyi söylemek biraz yanıltıcı, Fikrimce son bi yol ayırımı, ya da atılacak son bi adım diye bi şey yok. Atılacak son bi adım olmadığına göre, ışıldayan varlıklar olarak geleceğimizin hiçbi yanında da bi gizlilik olmaması gerekir. Bi açıklamadan kimin yararlanıp, kimin yararlanmayacağına kişisel erk karar verir. Deneyimlerime göre, insan kardeşlerimden pek azı dinlemeye heveslidir; bu dinleyenlerin de pek azı dinledikleri uyarınca hareket ederler; bunların, edimlerinden yararlanacak kerte kişisel erke sahip olanı ise azın da azıdır. Böylece büyücülerin açıklamasının gizliliği meselesi de giderek bayağılaşır, ola ki tüm bayağılıklar gibi ayağa düşer.

“Her ne olursa olsun, büyücülerin açıklamasının kalbi demek olan tona/la nagual hakkında yeterince bilgiye sahipsin. Bunları bilmek oldukça zararsız görünüyor. Şurada oturmuş, bunlar sıradan konu başlıklarıymışçasına konuşuyoruz. Sen, yıllardır yaptığın gibi, dingince yazı yazıyorsun. Çevremizdeki sahne, dinginliğin resmi adeta. Öğleden sonrasının ilk saatleri, çok güzel bi gün, çevremizi saran dağlar, koruyucu bi koza oluşturuyor sanki. Genaro’nun erkini ve kusursuzluğunu anlatan böylesi bi yerin, kapıyı açmak için en uygun yer olduğunu anlamak için insanın büyücü bile olması gerekmez; bugün benim yaptığım da bu işte, sana kapıyı açıyorum. Ne var, bu noktanın ötesine ulaşmadan, küçük bi uyarıda bulunmam gerekecek; öğretmenden yalın sözcükler kullanarak, öğrencisini, bu anın dinginliğinin ve zararsızlığının bi serap olduğu, önünde dipsiz bi uçurumun yer aldığı, ve kapı açıldığında kapanmasının olanaksız olduğu yolunda uyarması beklenir.”

Bir an sustu.

Kendimi hafif ve mutlu hissediyordum. Don Genaro’nun yerinden bakıldığında nefes kesen bir manzara seriliyordu insanın gözlerinin önüne. Don Juan haklıydı, gün de manzara da, güzelin çok ötesindeydi. Yaptığı uyarılardan ötürü endişe duymak istedim; ne var, çevremin sakinliği tüm endişelenme gayretlerimi örttü de, kendimi herhalde mecazi tehlikelerden söz ediyordur, diye umarken buldum.

Don Juan birdenbire yeniden konuşmaya başladı.

“Yıllar süren zorlu çalışmaları, savaşçının bu noktanın ötesinde karşılaşacağı o müthiş ...”

Yine sustu, gözlerini kısarak bana bakarken kıkırdamaya başladı.

“... İşte her neyse onunla karşılaşmaya hazırlanmasından başka bi şey değildir,” dedi.

Ondan, bu uğursuz savını açıklamasını istedim.

“Hiç de bi açıklamaya benzemeyen büyücünün açıklaması, ölümcüldür,” dedi. “Zararsız ve çekici gibi gelir insana o, ama savaşçı kendisini buna açar açmaz, kimselerin kaçınamayacağı darbeyi de indiriverir.”

Gürültülü bir kahkaha koyuverdi.

"İyisi mi, en kötüsüne hazırlan sen, ama acele etme, paniğe de kapılma,” diye sürdürdü. "Bi yandan zamanın yok, öte yandansa sonsuzlukla çevrilmiş durumdasın. Aklın için ne paradoks ama!”

Don Juan ayağa kalktı. Düzgün, kâse şeklindeki bir çukurun tozunu toprağını temizleyip, yüzü kuzeybatıya dönük biçimde yeniden rahatça oturdu. Bana, benim de rahatça oturabileceğim bir yer gösterdi. Ben solunda kalmıştım, yüzüm de kuzeybatıya dönüktü. Ilık kaya, bana esenlik ve güvenlik hissi veriyordu. Sıcak bir gündü, yumuşak bir rüzgâr öğleden sonrasının güneşini pek hoş bir hale dönüştürmüştü. Şapkamı çıkarttım, ama don Juan giymem için diretti.

"Şu anda kendi erk yerine doğru bakıyorsun,” dedi. “Bu, seni koruyabilecek bi nesne. Bugün kullanabileceğin her türlü yardımcı nesneye gereksinmen var. Şapka da bunlardan biri olabilir.”

“Beni neden uyarıyorsun, don Juan! Ne olacak, gerçekten?” diye sordum.

“Bugün burada olacaklar, dağılmaz dikkatini sezginin kanatlarına odaklayabilecek kertede kişisel erkin olup olmamasına bağlı,” dedi.

Gözleri ışıldadı. Onu tanıdığımdan bu yana, bu denli heyecanlandığına tanık olmamıştım. Sesinde beklenmedik bir şey, belki de alışılmadık bir sinirlilik vardı.

İçinde bulunduğumuz durumun, tam orada, velinimetimin noktasında, “tona!” adamı temizleme ve yeniden düzenleme savaşımım sırasında öğrettiği her bir adımı yeniden özetlemesini gerektirdiğini açıkladı. Kılı kırk yaran bu özet tam beş saatimizi aldı. Görkemli, açık ve seçik bir biçimde, tanışmamızdan başlayarak benim için ne yaptıysa hepsini teker teker ele aldı. Sanki bir baraj yıkılmıştı. Açıklamaları, beni tümüyle savunmasız yakalamıştı. Saldırgan ve soruşturucu tarafın hep ben olmasına alışmıştım; bu kez don Juan’ı, öğretisinin önemli noktalarını bu denli akademik biçimde açıkladığını gözlemek, en az, Mexico City’de onu takım elbisesiyle görmek kadar şaşırtıcıydı. Dil denetimi, zamanlaması ve sözcük seçimi öylesine olağanüstüydü ki, buna mantıksal bir açıklama getirecek halim kalmamıştı. Bir öğretmenin, bu aşamada öğrencisiyle çok özel terimlerle konuşması gerektiğini, benimle bu konuşma biçimiyle konuşmasındaki açık seçikliğin bana çektiği numaraların son bölümünü oluşturduğunu, ve tüm bu yaptıklarının anlamını ancak sonunda bulgulayabileceğimi söyledi. Sunduğu özetin sonuna gelinceye dek hiç durmadan konuştu. Ben de, söylediği her şeyi bilinçli bir çaba harcamadan yazdım.

“Bi öğretmenin hiçbi zaman çömez peşine düşmediğini, hiç kimsenin de öğretileri talep edemeyeceğini söyleyerek başlamama izin ver,” dedi. “Bi çömezi daima bi yora imlemiştir. Öğretmen olma konumundaki bi savaşçı o bi santimetre küplük şansını kullanabilecek denli tetikte olmalıdır. Seni, karşılaşmamızdan hemen önce görmüştüm, Mexico City’de karşılaştığımız o genç kız gibi güzel bi tonalın vardı. Seni gördükten sonra, o akşam o kız için parkta beklediğimiz gibi bekledim seni. Kız bize dikkat etmeden geçip gitmek üzereydi. Ama sen, saçma sapan birkaç laf ettikten sonra çekip giden birisi tarafından bana getirilmiştin. Benimle yüz yüze bırakılmıştın, sen de saçmalamıştın. Çok çabuk davranıp seni yakalamam gerektiğini biliyordum. O kız seninle konuşsaydı senin de aynı şeyleri yapman gerekecekti. Benim yaptığım, seni istencimle yakalamaktı.”

Don Juan, onunla tanıştığımız gün bana yöneltmiş olduğu o olağanüstü bakıştan söz ediyordu. Gözünü bana diker dikmez anlatılmaz bir boşluk ya da sersemlik hissi yaşamıştım. Bu tepkiye hiçbir mantıksal açıklama getirememiş, bu bakışı takınak haline getirmiş olmam nedeniyle onu ikinci kez görmeye gitmiş olduğuma da hep inanmıştım.

“Bu seni yakalamak amacıyla kullanabileceğim en hızlı yoldu benim için,” dedi. Senin tonalına doğrudan bi darbeydi. İstencimi onun üzerine odaklayarak sersemlettim onu.”

“Nasıl yaptın bunu?” diye sordum.

“Savaşçının bakışı, öteki kişinin sağ gözüne yerleştirilir,” dedi, yaptığı şey de içsel söyleşiyi susturmaktır; ardından nagual devreye girer ki, bu manevranın tehlikesi de budur. İsterse bi saniye sürsün, Nagual duruma hâkim olduğunda, bu sadece bi anlık dahi olsa, bedenin duyumsadığı duyguyu tanımlayamazsın. Bunun ne olduğunu anlayabilmek amacıyla saatler boyu düşündüğünü ve şu ana dek bi sonuca ulaşmadığını bilmekteyim. Bense yapmak istediğimi becerdim— seni yakaladım.”

Ona, o bakışı hâlâ anımsadığımı söyledim.

“Sağ göze bakış, sıradan bi bakış değildir,” dedi. “Daha çok, kişinin, öbür kişinin gözü vasıtasıyla güçlü bi yakalama, bi ele geçiriştir. Başka bi deyişle, kişi, gözünün ardındaki bi şeyi yakalar. Kişi istenciyle bi şeyi tutmayı andıran, gerçek bedensel bi duyum yaşar"

Kafasını kaşıdı, şapkasını alnının üstüne kaldırdı.

“Sözün gelişi böyle dedim, elbet,” diye sürdürdü. “Yabansı bedensel duyguları açıklamanın yolu.” 4

Yazmayı durdurup, kendisine bakmamı buyurdu. “Tonal”ımı, “istenciyle” nazikçe “yakalayacağını” söyledi. Yaşadığım duyum, onunla ilk tanıştığımız gün hissettiklerimin ve don Juan’ın gözleriyle bana gerçekten dokunuyormuş hissini verdiği anların tıpatıp aynısıydı.

“Bana dokunuyormuş hissini nasıl yaratıyorsun, don Juan? Tam anlamıyla ne yapıyorsun?” diye sordum.

“Ne yaptığımı tam olarak betimleyebileceğimi sanmıyorum,” dedi. “Karın bölgesinin oradan bi şey fırlıyor; bu şey yönlendirilebiliyor, sonra da istediğin şeyin üzerine odaklanabiliyor.”

Yeniden, yumuşak, cımbızımsı bir şeyin belirsiz bir yerimi tutmasına benzer bir şey duyumsadım.

“Bu yalnızca, savaşçının, istencini odaklamayı öğrenmesinden sora harekete geçer,” diye açıkladı don Juan, gözlerini uzaklara çevirdikten sonra. “Bunu çalışarak yapamazsın, onun için seni bu konuda yüreklendirmiş değilim. Bu, savaşçının yaşamının belli bir anından başlayarak ortaya çıkar. Kimse nasıl olduğunu bilmiyor.”

Bir süre sustu. Birden endişelendiğimi hissettim. Don Juan birdenbire konuşmasını sürdürdü.

“Asıl giz sol gözde,” dedi. “Savaşçı bilgi yolunda ilerledikçe sol gözü her şeyi kavramaya başlar. Aslında bi savaşçının sol gözünün değişik bi görüntüsü vardır, kimi zaman kısıktır, kimi zaman da öbüründen daha büyük ya da daha küçüktür, ya da bi biçimde değişiktir.”

Bana bakarak, dalga geçercesine sol gözümü incelemeye başladı. Hayal kırıklığına uğramış gibi başını sallayıp kıkırdamaya başladı.

“Çömez yakalandıktan sonra eğitim başlar,” diye sürdürdü.

“Öğretmenin ilk edimi, gördüğümüzü sandığımız dünyanın yalnızca bi görüntü, dünyanın bi betimlemesi olduğu fikrini işlemektir. Öğretmenin her çabası bu fikri çömezine kanıtlamaya yöneliktir. Ne var, bunu kabullenmek kişinin üstesinden gelebileceği en zor iştir belki de, Kendimize özgü dünya görüşümüze öylesine kapılmışızdır ki, bu dünyayla ilgili her şeyi bildiğimizi sanırız. Öğretmen daha ilk ediniminden başlayarak bu görüşü değiştirme uğraşma girer. Büyücüler buna içsel söyleyişi susturma adını verirler, bunun bi çömezin öğrenebileceği en önemli teknik olduğuna inanırlar.

“Kişinin, beşikten başlayarak geliştirdiği bu dünya görüşünü durdurmak amacıyla azimle davranması yeterli değildir. Kişinin uygulamaya da gereksinimi vardır; buna doğru yürüme biçimi adı verilir. Zararsız ve anlamsız bi şey gibi görünür. İçinde erk taşıyan her şey gibi, doğru yürüme biçimi de pek dikkat çekmez. Bunu anladın, ya da en azından buna birkaç yıl boyunca değişik bi davranış biçimi olarak baktın ama içsel söyleşini susturmayı başardığın o yakın geçmişe kadar senin için pek bi anlam ifade etmedi.”

“Doğru yürüme, içsel söyleşiyi nasıl durdurur?” diye sordum.

“Belirli biçimde yürümek, tonalı doldurur?” dedi don Juan. “Hatta taşırır. Temalın dikkati, onun yarattığı şeylerin üzerinde olmalıdır, anlıyor musun? Aslında, dünyanın düzenini oluşturan da bu dikkattir; işte, tonal, dünyasını sürdürebilmek amacıyla onun nesneleri üzerinde dikkatini sürdürmelidir ve en önemlisi de, dünya görüşünü içsel söyleşi olarak desteklemelidir.”

Don Juan, doğru yürüme biçiminin bir bahane olduğunu açıkladı. Savaşçı, öncelikle parmaklarını kıvırarak dikkati kollarına çekermiş; ardından, gözü odaklamadan, doğrudan önünde, ayağının ucuyla, ufuk arasında oluşan yaydaki herhangi bir noktaya bakarak “tonal”ını gerçekten malumatla doldurup taşırırmış. “Tonal", betimlemesinin öğeleriyle bire bir ilişkiyi kesmek zorunda kalınca, kendisiyle konuşamaz, böylece kişi de sessiz kalırmış.

Don Juan parmaklarının konumunun önem taşımadığını, yapılacak tek şeyin parmakları alışılmadık biçimlerde kıvırarak, dikkati kolların üstüne çekmek olduğunu ve gözleri odaklamaksızın, sayısız dünya nesnesini, onlara anlam yüklemeksizin saptamanın önemini açıkladı. Bu konumdaki gözlerle, olağan görüntüden kaçan ayrıntıların da yakalandığını ekledi.

“Doğru yürüme biçiminin yanı sıra,” diye sürdürdü don Juan, “öğretmen, çömezine daha da incelikli bi şeyi öğretmekle de yükümlüdür: edimlerini onlara inanmaksızın, ödüllendirilmeyi beklemeksizin—salt yapmış olmak için yapmak. Bi öğretmenin başarısının, çömezine bu konuda ne ölçüde uyumlu ve iyi bi kılavuzluk etmesine bağlı olduğunu söylersem, abartmış olmanı.”

Don Juan’a, bana sırf “bir edimde bulunmuş olmak için edimde bulunmak” gibi özel bir yöntemi öğretmiş olduğunu hiç anımsamadığımı söyledim; tüm aklımda kalan, bu konuya ilişkin kimi rastgele yorumlardı.

Güldü. Manevrasının çok incelikli ayarlanmış olduğundan, ta bugüne dek bunun ayırdına varamamış olduğumu söyledi. Sonra bana, evine her gittiğimde vermiş olduğu kimi anlamsız görevleri anımsattı. Odunları şekillerine göre dizmek, parmağımı topraktan kaldırmadan çizdiğim bir eşmerkezli daireler zinciriyle tüm evini çevirmek, kimi döküntüleri bir yerden bir başka yere doğru süpürmek, vesaire gibi saçma sapan işler. Bu tür görevlere, kendi evimde tek başımayken yapmam gereken şeyler de eklenmişti: siyah bir şapka giymek, ayakkabılarımı bağlamaya sol tekinden başlamak, kemerimi sağdan sola doğru sıkmak gibi.

Bunları şakadan öte bir bağlamda görmememin nedeni de, her seferinde, verdiği görevi alışkanlık haline getirdiğim anda artık onları yapmayı bırakarak unutmamı, değişmez biçimde yinelemesiydi.

Bana yaptıklarını birer birer anımsattıkça, bunları bana yaptırarak karşılığında herhangi bir şey beklemeksizin edimlerde bulunma düşüncesinin bende yavaş yavaş yerleşmiş olduğunun ayırdına vardım.

“İçsel söyleşiyi susturmak, gene de büyücülerin dünyasının asıl anahtarıdır,” dedi don Juan. “Öbür edimler yalnızca bunu desteklemek, etkisini hızlandırmak amacıyla yapılır.” İçsel söyleşiyi susturmayı hızlandırmada kullanılan iki ana etkinlik ya da teknik olduğunu belirtti: kişisel tarihin silinmesi ve “rüya görme”. Çömezliğimin başlangıcında, “kişiliğimi” değiştirmem amacıyla bana belirli yöntemler vermiş olduğunu anımsattı. Bunları notlarımın arasına kaydetmiş, sonra, taşıdıkları önemin ayırdına varıncaya dek yıllar boyunca unutmuştum. Bu belirgin yöntemler bana önceleri, davranışlarımı değiştirmeye zorlayan son derece özel düzenlemeler gibi gelmişti.

Don Juan, öğretmenin sanatının, çömezin dikkatini temel konulardan ayırmada yattığını açıkladı. Bu sanatın en ilgi çekici bir örneğinin, o güne dek bana son derece önemli şu noktayı, hem de gözümden kaçırarak, öğrettiği gerçeği olduğunu yeniden anımsattı: yani, ödül beklemeksizin edimlerde bulunmak.

Bu mantık çerçevesinde, ilgimi, “görme” düşüncesi etrafında toplamayı başarmıştı. “Görme”, layıkıyla aralatılacak olursa, doğrudan “nagual”la temas etme edimiydi—öğretilerin kaçınılamaz sonucu olan bu edim, ayrı bir görev olarak ele alınacak olursa, ulaşılması imkânsız bir görevdi.

“Beni bu biçimde kandırmanın amacı neydi, peki?” diye sordum.

“Büyücüler hepimizin bi sürü enayi dümbeleği olduğumuza inanırlar,” dedi. “O mendebur denetimimizi elden bırakmaya bi türlü yanaşanlayız. Bu nedenle kandırılmamız gerekir.”

Dikkatimi uyduruk bir görev olan “görme”yi öğrenmeye odaklamamı sağlayarak iki şeyi başarıyla yerine getirmişti. Birincisi, adını bile anmaksızın, "nagual”la doğrudan karşılaşmamı hazırlamış, İkincisiyse, öğretisinin asıl meselelerini, önemsiz şeylermiş gibi göstermeyi başarmıştı. Kişisel tarihimi silme ve "rüya görme” bana asla, "görme” denli önemli gelmemişti. Bunlar, eğlendirici etkinliklerdi benim için. Hatta üstesinden en kolayca gelebildiğim etkinlikler olduklarını düşünmüştüm.

Don Juan, "En kolayca,” diye dalga geçercesine yineledi, yorumumu dinledikten sonra. "Bi öğretmen hiçbi şeyi rastlantıya bırakmamalıdır. Kandırıldığını hissetmekte haklı olduğunu söylemiştim. Sorun, bu kandırmacanın, aklını şaşırtmaya yönelik olduğuna inanmamda yatıyordu. Kandırmaca, benim için, senin dikkatini dağıtmak ya da gerektiğinde onu tuzağa düşürmek anlamına geliyordu.”

Kısık gözlerle bana bakıp, elinin tek devinimiyle, süpürürcesine tüm çevremizi gösterdi.

"Kişinin dikkatidir, tüm bunların altında yatan giz,” dedi.

"Ne demek istiyorsun, don Juan?”

"Tüm bunlar, dikkatimizden ötürü var. Şu üstünde oturduğumuz kaya bile, biz dikkatimizi bi kaya olarak ona yöneltmeye zorladığımız için kayadır.”



Bu düşünceyi açıklamasını istedim. Güldü, suçlarcasına parmağını bana doğru salladı.

“Bu, uzunca bi özet,” dedi. "Daha sonra yeniden döneriz.”

Kurnazca manevrası nedeniyle kişisel tarihi silme ve "rüya görmeyle” ilgilenmeye başladığımı öne sürdü. Bu iki tekniğin, kendi bütünlükleri içinde uygulanmaları durumunda yıkıcı bir etkileri olacağını söyledi. Bu bağlamda, tüm öğretmenlerin taşıdığı kaygıyı taşıyordu: çömezinin sapkın ve hastalıklı bir duruma düşmesine izin vermemek.

"Kişisel tarihi silme ve rüya görme, yalnızca bi yardımcı olmalıdır,” dedi. "Çömez, kendisini ölçülülükle, güçle desteklemelidir. Öğretmen, işte bu nedenle savaşçının yolunu, ya da savaşçı gibi yaşama öğretisini sunar. Bu, büyücünün dünyasındaki her şeyi bi araya getiren yapışkandır. Öğretmen bunu azar azar verip geliştirmelidir. Savaşçının yolunun sağlamlığı ve sağgörülülüğü olmaksızın, bilgi yolunda ilerlenemez.”

Don Juan, savaşçının yolunu öğrenmenin, çömezin dikkatinin saptırılmasından ziyade, yakalanmasını gerektiren bir olgu olduğunu, benim dikkatimi de, onu her görmeye gidişimde, beni olağan koşullarımın dışına iterek yakaladığını söyledi. Dağlarda, çöllerde dolaşmalarımız bunu başarmanın yollarından biriydi.

Olağan dünyamın bağlamını değiştirme manevralarından biri de, uzun yürüyüşlere çıkmak, avcılık yapmaktı ki, bunun da asıl nedenini atlamıştım. Bağlamın bozulması, bir şey bilmemem ve dikkatimin don Juan’ın yaptığı her bir şeye odaklanması anlamına geliyordu.

Don Juan, “Ne numara ama dimi?” diyerek güldü.

Ben de güldüm şaşkınlıkla. Böylesine farkındalıkla olduğunu anlayamamıştım hiç.

Sonra, dikkatimi yönlendirme ve yakalama sürecindeki adımları saymaya başladı. Anlatısını bitirdiğinde, öğretmenin, çömezin kişiliğini de dikkate alması gerektiğini, benim durumumda çok dikkatli olmasının gerektiğini, zira benim şiddet dolu bir kişiliğe sahip olduğumu, umarsız bir anımda kolaylıkla kendimi öldürebileceğimi de ekledi.

Ben, şaka yollu, “Ne deh adammışsın meğerse don Juan,” deyince, dev bir kahkaha patlattı.

Ardından, kişisel tarihin silinmesine yardımcı olacak üç tekniğin daha öğretildiğini söyledi. Bunlar: kendine önem vermeyi bırakma, sorumluluk alma ve ölümü bi danışman olarak kullanmaydı. Bunun amacı şuydu: bu üç tekniğin yardımı olmadan kişisel tarihi silmeye çalışmak, çömezi kaypaklığa, kaçamakçılığa ve kişiliğiyle edimleri üzerinde gereksiz yere şüpheciliğe sürükleyebilirdi.

Don Juan, benden, çömez olmazdan önce gerginlik, engellenme ve düş kırıklığı anlarında gösterdiğim en doğal tepkinin ne olduğunu söylememi istedi. Don Juan kendi tepkisinin gazaba gelme olduğunu söyledi; ben de kendi tepkimin kendime acımak olduğunu söyledim.

“Her ne kadar, ayırdında bile değilsen de, bu hissi doğallaştırabilmek için elinden geleni ardına koymamışsın,” dedi. “Şu an için, kendine açmayı, adacığının doğal bi nesnesi kılmak amacıyla harcadığın o inanılmaz çabayı anımsaman olanaksız. Kendine acıma, yaptığın her şeye tanıklık etmiş. Sana danışmanlık edebilmek amacıyla her an hazır ve nazırmış. Ölüm daha uysal bi danışmandır savaşçı için; kendine acıma gibi, gazap gibi, o da her şeye tanıklık edebilir. Ne var, sonu gelmez gibi görünen bi savaşımın ardından kendine acımayı öğrendin. Ama aynı biçimde, yanı başında duran kaçınılmaz sonunu hissetmeyi ve böylece kendi ölümün düşüncesini her an hazır ve nazır kılabilirsin. Bi danışman olarak, kendine acıma ölümle karşılaştırıldığında bi hiçtir.”

Bunun ardından, değişim konusunda bir çelişki varmış gibi göründüğünü söyledi; bir yandan, büyücülük dünyası devasa dönüşümleri gerektiriyordu, öte yandan, büyücülerin açıklaması, “tonal” adasının tam olduğunu ve en ufak bir nesneni bile oradan çıkarılamayacağını ileri sürüyordu. O halde, değişim, bir şeylerin yok edilmesi değil, bu nesnelere atanan kullanımın değiştirilmesi anlamına gelmekteydi.

“Kendine acımayı ele alalım, örneğin,” dedi. “Bundan ilelebet kurtulmanın bi yolu yok; adanda belirli bi yere ve yapıya sahiptir o, tanınabilir belirli bi görünümü vardır. Böylece her fırsatta, kendine acıma derhal etkinleşebiliyor. Bi tarihi var onun. O halde kendine acımanın görünümünü değiştirirsen, onun önemlilik sırasını kaydırmış olursun.”

Kullandığı mecazların, özellikle de görünümün değiştirilmesi düşüncesini açıklamasını istedim ondan. Ben bunu aynı anda birden çok rol oynama biçiminde anlamış olabilirdim.

“Kişi, görünümü, adadaki nesnelerin kullanımını başkalaştırarak değiştirir,” diye yanıtladı. “Gene kendine acımayı ele alalım. Sana yaradı, zira o senin kendini önemli hissetmeni, daha iyi koşulları ve daha iyi davranılmayı hak ettiğine inanmanı sağladı, zira sen, seni kendine acımaya iten durumun sorumluluğunu üstlenmek istemiyordun, ya da zira sen yanı başında duran ölümün senin edimlerine tanıklık ve sana da danışmanlık etmesi fikrini kabul etmekten acizdin.

“Kişisel tarihi silmek ve ona eşlik eden öteki üç teknik, büyücülerin, adadaki nesnelerin görünümlerini değiştirmede kullandıkları araçlardır. Örneğin, kişisel tarihini silmekle, kendine acımayı kullanmayı reddetmiş oldun; kendine acımanın işleyebilmesi için senin kendini önemli, sorumsuz ve ölümsüz olarak hissetmen gerekir. Bu duygular bi biçimde başkalaştırıldığında, artık kendine acımanın olanağı kalmaz.

“Adanda değiştirdiğin tüm öbür nesneler için de aynı şey geçerli. Bu teknikleri kullanmadan, onları değiştiremezdin. Ne var, görünümleri değiştirmek, daha önce önemli olan bi öğeye, ikincil bi yer vermek anlamına gelir, yalnızca. Kendine acıman, gene de adanın bi parçasıdır; gerilerde bi yerde, tıpkı yanı başındaki ölümünün, ya da alçakgönüllülüğünün, ya da edimlerin için duyduğun sorumluluğun orada hiç kullanılmadan durduğu gibi öylece duracaktır.”

Don Juan, tüm tekniklerin sunulmasının hemen ardından, çömezin bir yol ayrımına geldiğini söyledi. Çömez, anlayışlılığı oranında iki şeyden birini yaparmış. Ya öğretmenin ona verdiği öğütleri olduğu gibi kabul eder ve onları ödül beklemeksizin uygular, ya da tüm bunları bir şaka ya da sapıklık olarak değerlendirirmiş.

Benim, kendi hesabıma ‘'teknik” sözcüğü nedeniyle, kafamın karışmış olduğunu söyledim. Bunların bir dizi kesin yönergeler olacağını beklemiştim, oysa o bana belirsiz telkinlerde bulunmuştu; onun için bunları ciddiye alamamış, belli yönergelere uygun biçimde hareket edememiştim.

“Bu da senin yanlışındı,” dedi don Juan. “O zaman, erk bitkilerini kullanıp kullanmama kararını vermem gerekmişti. Bu dört tekniği kullanarak, tonal adanı temizleyip yeniden düzenleyebilirdin. Bunlar seni naguala götürmüş olurlardı. Ama kimilerimiz basit önerilere uygun olarak edimlerimizi yenileyemiyoruz. Senin de, benim de, bizi sarsacak bi şeylere ihtiyacımız vardı; bu erk bitkilerini gereksindik.”

Gerçekten de, don Juan’ın bu ilk telkinlerinin önemini kavrayabilmem yıllarımı almıştı. Bu psikotropik bitkilerin üzerimde yaptığı olağanüstü etkiler nedeniyle, bunların kullanımının, öğretilerin temelini oluşturduğu fikrine kapılmıştım. Bu inanışımı sürdürmüş ve büyücülerin anlamlı işleriyle bulgularını yalnızca ayık bilinçlilik durumlarında gerçekleştirdiklerini ancak çömezliğimin ileri yıllarında kavrayabilmiştim.

“Peki, öğütlerini ciddiye alsaydım ne olurdu?” diye sordum.

“Nagualına ulaşırdın,” diye yanıtladı.

“Ama naguala velinimetim olmadan mı ulaşacaktım?”

“Erk, senin kusursuzluğuna göre sağlar her bi şeyini,” dedi. “Eğer bu dört tekniği ciddiyetle uygulasaydın, bi velinimet bulacak kerte kişisel erk toplamış olurdun. Kusursuzlaşırdın, erk de sana tüm yolları açardı. Kural budur.”

“Neden bana biraz daha zaman tanımadın?” diye sordum.

“Gereken tüm zaman verilmişti, sana,” dedi. “Erk bana yolu gösterdi. Bi gece sana bi bilmece vermiştim. Kapımın önünde yer alan hayırlı noktanı bulacaktın. O gece, baskı altında iyi iş çıkardın, sabah olunca, benim oraya koymuş olduğum çok özel bi kayanın üstünde uyuyakaldın. Erk bana senin acımasızca zorlanmam gerektiğini, yoksa hiçbi şey yapamayacağını gösterdi."

“Erk bitkileri yardımcı oldu mu, bana?” diye sordum.

“Hiç kuşkusuz,” dedi. “Dünya görüşünü durdurarak, açılmana katkıları oldu. Bu bağlamda erk bitkileri, tonal üzerinde, doğru yürüme biçimiyle aynı etkiyi yapar. İkisi de tonalı malumatla doldurarak içsel söyleşinin durmasını sağlar. Bitkiler, bu iş için biçilmiş kaftandır; ne var, bedeli çok ağır. Bedene, anlatılmaz derecede zararlıdırlar. Bu da onların bedeli, özellik de şeytan otu.”

“Bu denli tehlikeli olduklarını biliyordun da neden o kadar çok miktarda, o kadar sık verdin bana bunları?” diye sordum. Don Juan bana, tüm ayrıntıların erk tarafından ayarlanmış olduğu konusunda güvence verdi. Her ne kadar öğretiler, tüm çömezler için hemen hemen aynı esasları kapsıyor olsalar da, bunların sıralarının her bir kişi için değişik olabileceğini ve benim herhangi bir şeye karşı ilgilenmemi sağlayabilmesi için bana baskı uygulaması gerektiği yolunda art arda belirtiler görmüş olduğunu söyledi.

“Ölümüne ve yaşamına karşı saygı duymayan küstah bi ilahla uğraşıyordum,” dedi, gülerek.

Bu bitkileri betimler ya da tartışırken insan biçimsel öğeler getirdiği gerçeğini öne sürdüm. Bitkilerin kişilikleri varmış gibi konuşurdu hep. Bunun, çömezin dikkatini asıl konu olan içsel söyleşiyi susturma ediminden uzaklaştırmak amacıyla, bilerek yapıldığını söyledi.

“Eğer yalnızca içsel söyleşiyi durdurmak için kullanılıyorlarsa, dostla ne ilişkileri var, peki?” diye sordum.

“Bu açıklaması güç bi nokta,” dedi. “Bu bitkiler, çömezi doğrudan naguala götürür, dost ise bunun bi aşamasıdır. Kim olduğumuza, nereden geldiğimize bakmaksızın, akıl merkezinden iş görürüz biz. Akıl da doğaldır ki her şeyi şu ya da bu şekilde kendi dünya görüşüyle açıklar. Dosta gelince, o, bu görüşün dışında, aklın eriminin dışında bi şeydir. Sıradan bakışımızın durduğu anlarda, yalnızca istencin merkezinde tanık olunabilir ona, bu nedenle tam anlamıyla nagualdır o. Ne var, büyücüler gayet dolambaçlı bi yolla dostu sezgilemeyi öğrenebilirler ve böylece yepyeni bi bakış açısının içine dalmış olurlar. Seni bu yazgıdan kurtarmak için, büyücülerin çoğunlukla yaptıklarının tersine, dostu öne çıkarmadım. Büyücüler kuşaklar boyunca bitki kullandıktan sonra, açıklanabilir her şeyi açıklayacak konuma gelmişlerdir. Başka deyişle, büyücüler istençlerini kullanarak dünya görüşlerini genişletmeyi öğrenmişlerdir. Benim öğretmenim ve velinimetim bunun en belirgin örneklerini oluşturuyorlardı. Büyük erk adamlarıydılar, ama bilgi adamı değildiler. O devasa görüşlerinin sınırlarını asla aşamadılar ve konuyu bilmelerine karşın asla özlerinin tamamına ulaşamadılar. Sapkın bi yaşantıları oldu ya da ulaşamayacakları şeyleri istediler demiyorum; treni kaçırdıklarını biliyorlardı; ya da gizemin tümü ancak ölümleri sırasında onlara açıklandı. Büyücülük onlara perdeyi biraz aralamıştı, özün tamlığına ulaşmanın gerçek yolunuysa asla bulamamışlardı.

“Büyücülerin görüşü hakkında sana yeterince bilgi verdim; hem de buna kapılmana izin vermeden. Kişi ancak iki görüşü birbirine karşı kışkırtarak aralarından sıyrılıp gerçek dünyaya ulaşabilir, demiştim. Kişi, ancak dünyanın bi görüntü olduğunu tam anlamıyla ayrımsayabildiğinde, özün bütünselliğine ulaşabilir demek istemiştim; bu görüntü ister sıradan bi insanın, isterse bi büyücünün görüşü olsun, fark etmez.

“İşte burada gelenekten ayrıldım. Yaşam boyu süren bi savaşımın ardından, önemli olanın, yeni bi betimlemeyi öğrenmek değil, özün bütünselliğine ulaşmak olduğunu biliyorum. Kişi, tonalına ve—her şeyin ötesinde de, bedenine zarar vermeksizin— naguala ulaşmalı. Bu bitkileri, benim izlediğim adımların aynılarıyla aldın. Tek fark şuydu: seni, onlara itmek yerine, yeterince nagual görüntüsü biriktirmiş olduğuna karar verir vermez durdurdum. Bitkilerle karşılaşmaların hakkında hiçbi zaman tartışmak istemememin, ya da senin onları takınaklıcasına anlatıp durmana izin vermememin nedeni de budur; zira konuşulamazın üzerinde fikir yürütmenin gereği yoktu. Bunlar, bilinmeyene, naguala yapılan gerçek yolculuklardı.”

Psikotropik bitkilerin etkisi altındayken ki algılamalarım hakkında konuşma gereksinmemin, kendime ait bir varsayımı açıklığa kavuşturma isteğinden kaynaklandığını belirttim. Bu tür bitkilerin de yardımıyla, beni, akıl almaz algılama anılarıyla doldurduğuna inanmıştım. Yaşadığım anda pek özel görünen ve kopuk kopuk bu anılar, daha sonraları anlam birimleri halinde birleştirilmişlerdi. Don Juan’ın, bana her seferinde, ustalıkla kılavuzluk ettiğini, oluşturulan anlamların onun rehberliği altında gerçekleştirildiğini biliyordum.

“O olayları tartışmak ya da açıklamak niyetinde değilim,” dedi, sertçe. “Açıklamalarla uğraşma edimi, bizi, bulunmayı hiç istemediğimiz o noktaya geri götürür; bi başka dünya görüşüne, bu kez daha da geniş bi görüş olsa bile.”

Don Juan, çömezin içsel söyleşisi erk bitkilerinin etkisiyle durdurulduktan sonra, önlenemez bir çıkmazla karşılaşıldığını söyledi. Çömez, tüm çömezliği hakkında birtakım kuşkulara kapılırmış. Don Juan’a göre en azimli çömez bile ciddi bir ilgi yitimine girermiş.

“Erk bitkileri tonalı sarsar, adanın sağlamlığını tehdit eder,” dedi. “İşte bu noktada çömez geriler ki akıllıca bi tutumdur bu; bütün o çalkantıdan sıyrılmak ister. Öğretmen işte bu noktada en ustaca tuzağını kurar: yaraşıklı bi düşman. Bu tuzağın iki amacı vardır. Birincisi, öğretmenin çömezi elinde tutmasını sağlar; İkincisi, çömeze ileride de kullanabileceği bi örnek oluşturur. Tuzak, yaraşıklı düşmanı sahneye çıkarmak için yapılan bi manevradır. Gerçek bi düşman değil de yaraşıklı bi rakip olan bu kişi olmadan, çömez, bilgi yolunda daha fazla ilerleyemez. Karar kendisine bırakılacak olsaydı, en iyi çömez bile o an her şeyi terk etmeye hazırdır. Sana; yaraşıklı düşman olarak, görüp görebileceğin en iyi savaşçıyı, la Catalina’yı seçtim.”

Don Juan yıllar öncesinden, beni Kızılderili bir kadın büyücüyle soktuğu o uzun mesafeli dövüşten söz ediyordu.

“Seni, onunla bedensel temasa sürükledim,” diye sürdürdü. “Bi kadın seçtim, çünkü kadınlara güveniyordun. Senin bu güvenini bozmakta epey güçlük çekmişti. Yıllar sonra, bana seni çok beğenmiş olduğu için üstlendiği işi bırakmasına ramak kalmış olduğunu itiraf etti. Ama büyük bi savaşçıdır o, sana olan duygularına karşın seni neredeyse dünyadan siliyordu. Tona linin düzenini öylesine bozdu ki, senin için her şey değişmişti artık. Aslında, adanın yüzündeki hatları öylesine derinlemesine değiştirdi ki, edimleri seni başka bi âleme sürükledi. Şayet senin yapın onun türünde bi büyücü haline gelmeye elverişli olmasaydı, la Catalina’nın senin velinimetin olması işten bile değildi, ikinizin arasında ters bi şey vardı. Ondan korkmak elinden gelmiyordu. Nihayet bi gece sana yaklaştığında keçileri kaçırıyordun handıysa, ama gene de sana çekici geliyordu. Seni ne kadar korkutsa da arzulamıştın o kadını. Biliyordu bunu. Bi gün onu göstermek için seni kasabaya götürmüştüm, korkudan altına ederken bile kuyruk sallıyordun kadına.

“Neyse, çömez yaraşıklı düşmanın edimleri sonucunda ya parçalanır gider ya da köklü bi değişime uğrar. La Catalina’nın seninle olan eylemleri, seni öldürmediğine göre—elbet elinden geleni ardına koymadığından değil ha, sen ayağını sağlam bastın da ondan— senin için hayırlı oldu, üstelik bi karar vermene yol açtı.

“Öğretmen yaraşıklı düşmanı, çömezini, hayatının seçimini yapmaya zorlamak amacıyla kullanır. Çömez bi savaşçının dünyasıyla, kendi sıradan dünyası arasında seçim yapmak zorundadır. Ne var, çömez seçenekleri anlamadan, bu seçim gerçekleşmez; bu nedenle, öğretmen sabırlı ve anlayışlı bi tutum sergilemeli, çömezinin, bi savaşçının dünyasını ve yaşamını seçeceğinden her şeyin ötesinde emin olmalıdır. La Catalina’nın üstesinden gelmeme yardım etmeni isteyerek, bunu başardım. Beni öldürmek üzere olduğunu, ondan kurtulmam için senin bana yardım etmen gerektiğini anlattım. Seçiminin sonuçları hakkında açıkça uyardım seni, kararını verebilmen için yeterince zaman tanıdım sana.”


Don Juan’ın beni salıverdiği o günü tüm ayrıntılarıyla anımsıyordum. Ona yardım etmek istemediğim takdirde, gitmekte ve bir daha oraya dönmemekte kesinlikle özgür olduğumu söylemişti. O an yolumu çizmekte özgür olduğumu, ona karşı bir yükümlülüğümün kalmadığını hissetmiştim.

Evinden ayrılıp, yarı hüzün, yarı mutluluk içinde arabamı sürdüm. Don Juan’ı bıraktığım için üzgündüm; ne var, tüm o sinir bozucu etkinliklerden kurtulduğum için de mutluydum. Los Angeles’i, dostlarımı, beni bekleyen günlük işlerimi, o her zaman beni mutlu kılan küçük rutin uğraşlarımı düşündüm. Bir süre aşırı neşelendim. Don Juan’ın da, yaşamının tekinsizliği de ardımda kalmıştı—artık özgürdüm.

Ne var, bu mutlu halim çok uzun sürmedi. Don Juan’ın dünyasını terk etme arzumun savunulması olanaksızdı. Günlük uğraşılarım eski güçlerini yitirmişti. Los Angeles’da yapmak istediğim bir şey düşünmek istedim. Hiçbir şey bulamadım. Don Juan, bir keresinde, insanlardan nefret ettiğim ve hiçbir şey istemeyerek kendimi korumayı öğrenmiş olduğumu söylemişti. Hiçbir şey istemememin, bir savaşçının en iyi hüneri olduğunu belirtmişti. Ben ise tüm aptallığımla, hiçbir şey istememeyi, hiçbir şeyden hoşlanmama kertesine vardırmıştım. Böylece, yaşamım sıkıcı ve boş bir hale gelmişti.

Don Juan haklıydı, otoyolda tüm hızımla kuzeye doğru ilerlerken, kuşku götürmez çılgınlığım tüm acımasızlığıyla, sonunda kafama dank etti. Seçimimin sonuçlarını kavramaya başladım. Sürekli yenilenen büyülü bir dünyayı geride bırakıyor, sıkıcı, hımbıl bir yaşamı sürdürmek için Los Angeles’a dönüyordum. Bomboş günlerim geldi aklıma. Bir pazar gününü özellikle anımsadım. Yapacak hiçbir şeyim olmaması nedeniyle sıkıntı içinde dolanıp durmuştum. Kimse beni görmeye gelmemişti. Hiç kimse beni bir toplantıya çağırmamıştı. Görmek istediğim kişiler evlerinde yoktu, işin kötüsü, kentteki tüm filmleri görmüştüm. Akşamüstüne doğru, tam bir umarsızlık içinde tüm filmleri yeniden araştırarak görmeyi hiç arzulamamış olduğum bir tanesini bulmuştum. Altmış kilometre uzakta bir yerde gösteriliyordu. Onu görmeye gittim ve nefret ettim, ama bu bile hiçbir şey yapmamaktan daha iyiydi.

Don Juan’ın dünyasının etkisi altında değişmiştim. Öncelikle, onu tanıdığım andan başlayarak sıkılmaya zamanım olmamıştı. Bu bile kendi içinde yeterliydi benim için; don Juan, savaşçının dünyasını seçeceğimden emindi. Geri dönüp, arabamı don Juan’ın evine doğru sürmeye başladım.


“Peki, ya Los Angeles’a dönmeyi seçseydim ne olurdu?” diye sordum.

“Bu imkânsızdı,”dedi. “Öyle bi seçim var olmadı. Sana tüm gereken, tonalının, büyücülerin dünyasına katılmaya karar verdiğini anlamasına izin vermekti. Tonal, bu tür kararların, nagualın ülkesinde yer aldığını bilmez. Biz karar verdiğimizi düşündüğümüzde, anlayışımızın ötesinde bi şeylerin, karar dediğimiz o şeyin çerçevesini hazırlamış olduğunu kabul etmekten başka bi şey yapmıyoruzdur, yaptığımız tek şey rıza göstermekten ibaret olur.

“Savaşçının hayatında karara bağlanmamış yalnızca tek bi şey, tek bi konu yer alır: kişinin erk ve bilgi yolunda ne denli uzağa gidebileceği. Bu, açıkta kalmış bi konudur, hiç kimse sonuçları hakkında fikir yürütemez. Bi zamanlar sana savaşçının sahip olduğu tek özgürlüğün, “kusursuzcasına” ya da “bi enayi dümbeleği gibi” davranmak arasında seçim yapmak olduğunu söylemiştim. Kusursuzluk aslında özgür olan tek edimdir, bu nedenle de bi savaşçının tininin gerçek ölçüsüdür.”

Don Juan, çömez, büyücülerin dünyasına katılma kararını aldıktan sonra, öğretmeninin kendisine, pratik bir iş, günlük yaşamında yapması gereken bir görev verdiğini söyledi. Çömezin kişiliğine uygun biçimde tasarlandığını söylediği bu görev, çömezin dünya görüşünü sürekli biçimde etkileyeceği varsayılan, zorlama bir durummuş. Ben, bunu ciddi bir durumdan ziyade, hoş bir şaka olarak ele almıştım. Ne var, zaman geçtikçe bu konuda ciddi olmam gerektiğini anladım.

“Çömez, büyücülük görevini tamamladıktan sonra başka bi yönerge için hazırdır,” diye sürdürdü don Juan. "O bi savaşçıdır, artık. Konu sen olduğunda, çömezliğin sona erdiği için, rüya görmeye yardımcı olacak üç teknik öğrettim, sana: yaşamın sıradanlığını kırma, erk tırısı ve yap-mama. Çok tutarlıydın doğrusu, çömezken de ahmaktın, savaşçıyken de ahmaktın. Sana söylediğim her şeyi, başına tüm gelenleri yazıp durdun da, sana nasıl anlattıysam öyle davranmayı bi türlü beceremedin. Erk bitkileriyle gümbürdetmem gerekti seni, yeniden.”

Bundan sonra, don Juan, dikkatimi, “rüya görme” den nasıl uzaklaştırdığını, adım adım açıkladı. Yap-mama adını verdiği, çözülmesinin çok güç olduğuna beni inandırdığı bu eylem, nesnelerin gölgeleri gibi genellikle ilgimizi çekmeyen şeyler üzerinde dikkatin yoğunlaştırılmasını gerektiren sezgisel bir oyundu. Don Juan’ın stratejisi, yap-mamaya bir gizlilik katarak, bunu ayrıca göstermeyi başarmaktı.

“Yap-mama, öbürleri gibi çok önemli bi teknikti ama en önemli konu değildi,” dedi. “Sen gizliliğine bayıldın onun. Peki, ya senin gibi bi boşboğaz nasıl sır tutacaktı, o da başka!”

Güldü ve ağzımı kapalı tutmak için ne zorluklar çektiğimi tahmin edebildiğini söyledi.

Yaşamın sıradanlığını kırma, erk tırısı ve yap-mamanın dünyayı algılamanın yeni yollarını oluşturmada yardımca olduklarını, savaşçının eylemlerine yepyeni olanaklar kattığını söyledi. Don Juan pratik ve farklı bir “rüya görme” âlemine ilişkin bilgilerinin, bu üç tekniğin kullanılmasıyla sağlanabileceği düşüncesindeydi.

“Rüya görme, büyücülerce tasarlanmış kullanışlı bi yardımcıdır,” dedi. “Adamlar aptal değildi; ne yaptıklarını biliyorlardı, tonallarını terbiye ederek bi an için naguala gidip dönmenin, başka bi deyişle, bi an için kendilerini bırakıp sonra yeniden yapışmanın yararını görmüşlerdi. ‘Yapışmak’, bu deyim senin için bi anlam taşımıyor, biliyorum. Ama senin hep yaptığın şeydi o: keçileri kaçırmadan kendini kapıp koyuvermek için kendini yetiştirmek. İşte, rüya görme de büyücülerin çabalarının doruğuna ulaşması, nagualın nihai kullanımıdır.”

Bana uygulattığı tüm yap-mama çalışmalarını, alışkanlıklarımı kesebilmem için günlük yaşamımda belirlediği rutin işleri ve beni erk tırısı yapmaya zorladığı tüm elverişli durumları sayıp döktü.

“Özetimin sonuna geliyoruz,” dedi. “Şimdi Genaro’dan söz etmemiz gerekiyor.”

Don Juan, don Genaro’yu gördüğüm gün çok önemli bir yoranın gerçekleştiğini söyledi. Ona olağandışı hiçbir şey görmediğimi söyledim. O gün birlikte, bir parkın sırasında oturmuş olduğumuzu anımsattı. Bana, daha önce hiç karşılaşmadığımı belirttiği bir dostunu bekleyeceğini söylemişti. Bu dost ortaya çıkınca hiçbir kuşkuya kapılmadan, büyük bir kalabalığın arasından onun beklenen adam olduğunu anlayabilmiştim. Bu, onlara, don Genaro’nun benim velinimetim olması gerektiğini gösteren kehanetti.

O söyleyince, orada öylece oturmuşken çevreme bakındığımı ve kısa boylu, sağlam yapılı, olağanüstü bir canlılık yayan, zarif ya da zevk sahibi bir insanın geldiğini gördüğümü anımsadım; tam parkın köşesinden dönüyordu. Şakayla karışık biçimde, don Juan’a arkadaşının gelmekte olduğunu, görünüşe bakılırsa onun da, hiç kuşkusuz bir büyücü olduğunu söylemiştim.

“Genaro, daha o günden itibaren sana neler yapılması gerektiğini önermeye başladı,” diye sürdürdü, don Juan. "Naguala giden yoldaki kılavuzun olarak sana kusursuz gösterilerde bulundu; bi nagual olarak sergilediği her bi uygulamada senin aklını hiçe sayıp onu sollayan yeni bi bilgi parçası aktardı sana. Dünya görüşünü parçaladı, ama sen bunun ayırdına varamadıydın o sıralar. Böylesi anlarda bile, sen, o erk bitkilerini aldığın zamanlardaki gibi davrandın—gerektiğinden fazlasını gereksindin. Nagualın birkaç saldırısı kişinin görüşünü bozmaya yeter; ama bugün bile, nagualın onca hücumlarının ardından bile, görüşün yara almışa benzemiyor. Ne tuhaf ki, senin en iyi yanın bu.

“Netice olarak, Genaro’nun işi seni naguala götürmekti. Ama burada garip bi soruyla karşılaşıyoruz. Naguala götürülen neydi?”

Gözlerinin bir devinimiyle soruyu yanıtlamaya yönlendirdi beni.

“Aklım mı?” diye sordum.

“Yo, akıl anlamsız kaçar bu bağlamda,” diye yanıtladı.

“Akıl, sığ ve esen sularından ayrıldığı anda şansını yitirir zaten.”

“Peki, temalım o halde,” dedim.

“Yo, tonal ve nagual özümüzün iki doğal parçasıdır,” dedi, sertçe “Birbirlerine götürülemezler.”

“Algılayışım mı?” diye sordum.

“Buldun işte!” diye bağırdı, sanki doğru yanıtı veren bir çocukmuşum gibi. “Ve şimdi de büyücülerin açıklamasına geliyoruz. Bunun pek bi şey açıklamayacağına ilişkin seni uyarmıştım—gene de...”

Sustu, pırıldayan gözleriyle bana baktı.

“Bu da bi başka büyücü numarası,’’dedi.

“Ne demek istedin? Ne kandırmacası,”diye sordum, hafif bir endişeyle.

“Büyücülerin açıklaması, elbet,” diye yanıtladı. “Bunu kendin de göreceksin. Neyse, biz devam edelim. Hepimizin bi baloncuğun içinde olduğumuzu söyler büyücüler. Doğum anımızda yerleştirildiğimiz bi baloncuktur, bu. Önceleri açıktır baloncuk, sonraları kapanmaya başlar ve mühürlenir. Bu baloncuk bizim algılamamızdır. Yaşamımızın tümünü bu baloncuk içinde geçiririz. Yuvarlak çeperlerinde kendi yansımamızı görürüz.”

Başını aşağı indirerek sorarcasına baktı. Kıkırdadı.

“Dalga geçiyorsun,” dedi. “Tam bu noktada bi soru sorman gerekirdi.”

Güldüm. Büyücülerin açıklaması hakkındaki uyarıları ve onun ürküntü veren farkındalığı sonunda beni derinden etkilemeye yeniden başlamıştı.

“Nasıl bir soru sormam gerekirdi, don Juan?” diye sordum.

“Eğer çeperlerde gördüğümüz kendi yansımamızsa, o takdirde yansıyan şey gerçeğin kendisi olmalıdır,” dedi gülerek.

“Gerçekten iyi bir nokta,” dedim, şaka yollu.

Mantığım bu saptamayı kolaylıkla izleyebiliyordu.

“Yansıyan şey bizim dünya görüşümüzdür,” dedi. “Bize doğum anımızda verilen bu görüş önce bi betimlemedir, tüm dikkatimiz onun tarafından çelinip de betimlemenin bi dünya görüşüne dönüşmesine dek de öyle kalır.

“Öğretmenin ödevi, bu görüşü yeniden düzenlemek, ışıldayan varlığı, velinimetin baloncuğu dışarıdan açacağı ana hazırlamaktır.”

Yine maksatlı bir suskunluğa dalıp, doğru dürüst bir soru ya da yorum getirme yetersizliği biçiminde nitelediği dikkatsizliğimle ilgili bir yorumda bulundu.

“Sorum ne olmalıydı?” diye sordum.

“Baloncuk, neden açılmalıdır?” diye yanıtladı.

Ben, “Bu iyi bir soru,” derken o kahkahalarla gülerek sırtımı tıpışlıyordu..

“Tabii, ya!” diye imledi. “Sana göre iyi bi soru olmalı, zira bu senin sorularından biri.

“Baloncuk, ışıldayan varlığın, bütünselliğine ilişkin bi fikir edinebilmesi amacıyla açılır,” diye sürdürdü. “Elbet biz buna sözün gelişi baloncuk diyoruz, ama bu sefer uygun da düşmüyor değil hani.

“Işıldayan varlığı bütünselliğine doğru yönlendirmek dikkat isteyen bi manevradır, onun için öğretmenin içeriden, velinimetin de dışarıdan çalışmasını gerektirir. Öğretmen dünya görüşünü yeniden düzenler. Bu görüşe tonal adası adını vermiştim. Bizi biz yapan her şeyin bu adanın üstünde olduğunu söylemiştim. Büyücülerin açıklamasına göre, bu tonal adası kimi öğelerin üzerinde odaklanmayı öğrenmiş olan algılamamız tarafından yapılmıştır; bu nesnelerin her biri ve tümü birlikte, bizim dünya görüşümüzü oluşturmaktadır. Çömezin algılaması söz konusu olduğunda, öğretmenin görevi tüm nesneleri, baloncuğun bi yarısında yeniden düzene sokmaktır. Sen artık şu anda, tonalı temizleme ve yeniden düzenlemenin, onun akıl taratmadaki tüm öğelerinin yeniden kümelendirilmesi olduğunu kavramışsındır. Benim ödevim senin sıradan görüşünü karıştırmaktı; ama parçalamak değildi bu, yalnızca yeniden akıl tarafında kümelenmesini sağlamaktı. Sen bunu, tanıdığım herkesten daha yetkin bi biçimde başardın.”

Kayanın üstünde imgesel bir daire çizdi, sonra bunu dikine bir çapla ikiye böldü. Öğretmenin ustalığının, çömezini, dünya görüşünü baloncuğun sağ yarısında yeniden kümelendirmeye zorlamak olduğunu söyledi.

“Neden sağ yarısı?” diye sordum.

“Orası, tonalın tarafıdır,” dedi. “Öğretmen kendini hep bu yöne doğru yöneltir, çömezine savaşçının yolunu tanıtırken onu mantıklı olmaya, ayıklığa, kişisel ve bedensel sağlamlığa doğru yönlendirir; öte yandan, çömezin baş edemeyeceği akıl almaz ama gene de gerçek birtakım durumları ona sunarken, aklının, hayret verici bi biçimde, yalnızca çok küçük bi alanı kavradığının ayırdına varmaya zorlar onu. Savaşçı, her şeyi mantığa vuramayacağını anladığında yenik düşmüş olur da, aklını güçlendirmek ve yenik aklını savunmak amacıyla olanca gücüyle çevresinde gördüğü her bi veriyi bi araya getirmeye başlar. Öğretmen de onu acımasızca dürtükleyerek, tüm dünya görüşünü tek bi yarım kürede toplamasına yardımca olur. Öteki, temizlenmiş yarım küre büyücülerin istenç dediği şeye ayrılmıştır.

“Öğretmenin görevinin, baloncuğun yarısını temizleyerek her şeyi tek bi yanda düzenlice toplamak olduğunu söylersek, bunu daha iyi açıklamış oluruz. Velinimetin göreviyse, baloncuğu, temizlenmiş tarafından açmaktır. Mühür bi kez kırılmaya görsün, savaşçı bi daha asla eskisi gibi olamaz. Bütünselliğinin yönetimi elindedir artık. Baloncuğun bi yarısı aklın, tonalın mutlak merkezidir. Öteki yarısı da istencin, nagualın mutlak merkezidir artık. Olması gereken düzen budur. Tüm öbür düzenlemeler anlamsızdır, boştur; doğamıza aykırıdır; zira onlar büyüsel mirasımızı yoksar ve bizi bi hiçe indirger.”

Don Juan ayağa kalktı, kollarını, sırtını gerdi, bir süre yürüyüp kaslarını gevşetti. Hava biraz soğumuştu.

“Sonuna geldik mi?” diye sordum.



“Neden, gösteri başlamadı bile daha!” diye ünleyerek güldü. “Bu yalnızca bi girişti.”

Sonra, gökyüzüne bakarak başının kayıtsız bir devinimiyle batıyı gösterdi.

“Bi saat içinde nagual burada olur,” diyerek güldü.

Yeniden oturdu.

“Bi tek meselemiz kaldı,” dedi. “Büyücüler buna ışıldayan varlıkların gizi adını verir, bizim algılayıcılımız da işte burada yatar. Biz insanlar da, tüm öteki ışıldayan varlıklar da algılayıcılaradır. Bu bizim baloncuğumuzdur, algı baloncuğu yani. Bizim hatamız, kabul edilebilir tek algının akıl süzgecinden geçen algı olduğuna inanmaktır. Büyücüler, aklın merkezlerden yalnızca biri olduğuna ve ona o kadar fazla güvenilmemesi gerektiğine inanırlar.

“Genaro’yla ben, algı baloncuğumuzun bütünselliğini oluşturan sekiz nokta hakkında bilgi vermiştik sana. Altı noktayı biliyorsun. Bugün, Genaro’yla ben baloncuğunu biraz daha temizleyeceğiz; böylece, geriye kalan o iki noktayı da öğrenebileceksin.”

Ansızın konuyu değiştirerek, don Genaro’yu yol kenarındaki kayanın tepesinde gördüğümüz andan başlayarak, önceki günle ilgili tüm algılamalarımı ayrıntılarıyla anlatmamı istedi benden. Ne bir yorumda bulundu, ne de sözümü kesti. Bitirdiğimde, bir gözlemimi de ekledim. Sabahleyin Nestor ve Pablito’yla konuşmuştum, onlar da benimkilere benzer algılamalarını anlatmışlardı. Oysa don Juan bana, nagualın yalnızca tanık olan kişinin gözlemleyebileceği bireysel bir deneyim olduğunu anlatmıştı. Önceki gün üç izleyici vardı, üçümüz de aşağı yukarı aynı şeylere tanık olmuştuk. Önemsiz farklılıklar da, tüm olayların belirli anlarına gösterdiğimiz değişik tepki ve duygulardı.

“Dün olanlar, sen, Nestor ve Pablito için yapılan bi nagual gösterisiydi. Ben onların velinimetiyim. Genaro ile ben üçünüzün de akıl merkezlerini iptal ettik. Genaro’nun ve benim, sizi tanık olduğunuz şeylere ilişkin fikir birliğine getirecek denli erkimiz var. Yıllar önce, sen ve ben bi gece birkaç çömezle birlikteydik. Ne var, tek başıma hepinizi aynı şeyi gördüğünüze inandıracak derecede erkim yoktu o zaman.”

Bir gün önceki olaylara ilişkin algıladıklarımı dinledikten sonra, bende “gördüklerini” de buna ekleyince, büyücülerin açıklamasına hazır olduğuma karar vermiş olduğunu söyledi. Pablito için de aynı şeyin geçerli olduğunu, ama Nestor hakkında tam karara varamadığını açıkladı.

"Büyücülerin açıklamasına hazır olmak başarılması zor bir iştir,” dedi don Juan. “Belki olmamalıydı, ama hâlâ, yaşam boyu süren dünya görüşümüz hakkında düşkünlük gösteriyoruz. Nestor, Pablito ve sen bu bakımdan birbirinize benziyorsunuz. Nestor utangaçlığının ve kederliliğinin ardına gizleniyor, Pablito dayanılmaz çekiciliğinin ardına, sen ise sözcüklerinle dalyaraklığının ardına sığınıyorsunuz. Tüm bu görüşler meydan okunamazmış gibi geliyor size; siz üçünüz bunları kullanmada direttikçe, baloncuklarınız tam anlamıyla temizlenemeyecek, büyücülerin açıklaması sizin için bi anlam taşımayacaktır.”

Uzun süredir aklımı şu büyücülerin ünlü açıklamasına takmış olduğumu, ama ne denli yaklaşırsam o derece uzaklaştığımı şaka yollu söyledim. Tam gülünç bir yorum bekliyordum ki lafı ağzımdan aldı.

“Şu büyücülerin açıklaması fos çıkmasın, sakın?” diye patlattı, kahkahalar arasında.

Sırtımı tıpışladı, neşeli bir olaya tanık olmuş bir çocuk gibi mutlu görünüyordu.

“Genaro kurallar konusunda aşırı titizdir,” dedi, sesinde güvence veren bir titremle. “Bu Allahın cezası açıklamada kafa karıştıran bi şey yok, ha! Bana kalsa yıllar önce vermiştim bile sana bunu. Kafanı fazlaca takmana gerek yok.” Yukarılara doğru bakarak gökyüzünü inceledi.

“Şimdi hazırsın,” dedi, ciddi ve tiyatrovari bir edayla. “Ama buradan ayrılmadan önce söylemem gereken son bi şey daha var: büyücülerin açıklamasının gizemi ya da gizi algının kanatlarını açmakta yatar.”

Elini not defterimin üzerine koydu, çalılığa gidip bedensel işlevlerimle ilgilenmemi, sonra da elbiselerimi çıkarıp bohça ederek, tam bulunduğumuz yere koymamı söyledi. Soru sorarcasına baktığımda çıplak olmam gerektiğini, ama ayakkabılarımla şapkamı çıkarmayabileceğimi ekledi.

Neden çıplak olmam gerektiğini öğrenmekte direttim. Don Juan gülerek bunun kişisel bir nedeni olduğunu ve kendimi o biçimde daha rahat hissedeceğimi söyledi. Dediğine bakılırsa böyle olmasını ben istemiştim. Açıklaması beni şaşkınlığa uğrattı. Bunun bir şaka olduğunu sandım, ya da bana anlattıklarına uygun bir biçimde dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu. Bunu niçin yaptığını sordum.

Yıllar önce, don Genaro, kendisi ve ben kuzey Meksika’nın dağlarındayken başıma gelen bir olayı anlatmaya başladı. O sırada, tek başına “aklın”, bu dünyadaki her şeyi açıklayamayacağını anlatıyorlardı. Don Genaro, bana yadsınamaz bir kanıt sunmak amacıyla, bir “nagual” olarak müthiş bir sıçrayış yapmış, altmış yetmiş kilometre uzaklıktaki tepelerin doruklarına doğru “uzatmıştı.” Don Juan o meseleyi ıskalamış olduğumu, “aklımın” ikna edilmesi açısından olayın başarısızlıkla sonuçlanıp, benim bedensel tepkim açısından tam bir hengâmeye dönüştüğünü söyledi.

Don Juan’ın sözünü ettiği bedensel tepkim bütün canlılığıyla zihnimde yaşıyordu. Don Genaro’nun gözlerimin önünde, yel üfürürmüşçesine yok olup gittiğini görmüştüm. Sıçraması, ya da her ne yaptıysa, üzerimde öylesine derin bir etki yaratmıştı ki, deviniminin bağırsaklarımda bir şeyleri söktüğünü duyumsamıştım. Dışkımı tutamamış, pislenen pantolonumla gömleğimi fırlatıp atmak zorunda kalmıştım. Duyduğum rahatsızlık ve utanç sınırsızdı; sadece başımdaki şapkayla trafiği yoğun bir otoyolda arabama varana dek çırılçıplak yürümüştüm. Don Juan böylesi bir durumda giysilerimi gene mahvetmemem için önlem almasını kendisinden istediğimi anımsattı.

Giysilerimi çıkarttıktan sonra, yüz metre kadar yürüyüp, aynı koyağa bakan genişçe bir kayanın yanına geldik. Aşağı bakmamı istedi. Kırk metrelik bir uçurum vardı. Sonra, içsel söyleşimi kesmemi, çevremizdeki sesleri dinlememi söyledi.

Bir süre sonra bir çakıl taşının kayalara çarpa çarpa uçurumun dibine doğru zıplayarak düştüğünü işittim. Çakıl taşının her zıplayışını inanılmaz bir berraklıkla işitebiliyordum. Sonra, bir çakıl taşının sesini, ardından bir çakıl taşının sesini daha işittim. Kafamı kaldırıp sol kulağımı sesin geldiği yere doğru tuttuğumda, dört beş metre uzağımızdaki bir kayanın tepesinde oturmuş olan don Genaro’yu gördüm. Çakıl taşlarını kayıtsızca fırlatıp durmaktaydı koyağın dibine.

Ben onu görünce, don Genaro bağırıp kıkırdayarak, orada gizlenip kendisini bulmamı beklediğini söyledi. Tam bir şaşkınlık anı yaşadım. Don Juan ha bire, “aklımın” bu olaya davetli olmadığını, her şeyi denetimim altına alma biçimindeki kahrolası arzumu boşlamamı fısıldayıp duruyordu, kulağıma. “Nagual”ın yalnızca bana yönelik bir algı olduğunu, bu nedenle de Pablito’nun arabamın içindeki “nagual”ı görmediğini söyledi. Seslendirmediğim hislerimi okuyormuşçasına, her ne kadar “nagual”a yalnızca ben tanık olmaktaysam da, karşımdakinin, don Genaro’nun kendisi olduğunu ekledi.

Don Juan kolumdan tutarak neşeli bir şekilde, beni don Genaro’nun oturduğu yere götürdü. Don Genaro ayağa kalıp bana yaklaştı. Bedeninden yayılan ısıyı görebiliyordum, hayret verici bir kızartıydı bu. Yanıma gelerek, bana dokunmadan, ağzını sol kulağıma yaklaştırıp fısıldamaya başladı. Don Juan da öbür kulağıma fısıldamaya başlamıştı. Sesleri eşzamanlıydı. İkisi de aynı şeyleri yineliyorlardı. Korkmamam gerektiğini, uzun, güçlü telciklerim olduğunu, orada beni korumak için onların, tıpkı gözlerimin doğal “tonal” algılamasına kılavuzluk ettiği gibi, “nagual”ı algılamama kılavuzluk etmek amacıyla bulunduklarını söylediler. Telciklerimin tüm bedenimi sarmaladığını, onların yardımıyla her şeyi derhal sezebileceğimi, tek bir telciğin bile bulunduğumuz yerden koyağın dibine, ya da koyağın dibinden bulunduğumuz yere sıçramam için yeterli olacağını söylediler.

Fısıldadıkları her şeyi dinlemiştim. Her sözcük bana benzersiz bir kavramı çağrıştırıyormuş gibiydi. İşittiğim her şeyi hiç unutmaksızın, bir kasetçalar imiş imcesine yeniden dinleyebiliyordum. İkisi birden, koyağın dibine atlamamı istiyorlardı. Önce telciklerimi duyumsamalı, sonra da uçurumun dibine kadar uzanan bir telciği belirleyip onu izlememi söylediler. Onlar komutlarını verdikçe, ben de onların sözcüklerini uygun düşen duygularla gerçekten eşleştirebiliyordum. Bir kaşıntının her yanımı kapladığını, özellikle kendi başına belirlenemeyen, ama “uzun kaşıntı” biçiminde dile getirebileceğim tuhaf buduyum hissetmekteydim. Bedenimle koyağın dibini hissedebiliyordum, bu duyumu, bedenimin belirleyemediğim bir yerindeki bir kaşıntı gibi algılamıştım.

Don Juan’la don Genaro bu duygu boyunca kaymam için ha bire beni tava getirmeye çalışıyorlardı, ama bunun nasıl yapılacağını bilmiyordum. Sonra, yalnızca Genaro’nun sesini işittim.

Benimle birlikte atlayacağını söylüyordu; beni yakaladı mı, itti mi, ya da kucakladı mı, bilemiyorum, benimle birlikte karanlık uçuruma atlayıverdi. Önce bedensel acıların en şiddetlisini duyumsadım. Sanki midem çiğneniyor ya da yutuluyordu. Acıyla zevkin öylesine bir karışımıydı, öylesine yoğun ve uzundu ki, yapabildiğim tek şey, ciğerlerim patlayıncaya dek bağırmak, bağırmak, bağırmak oldu. Bu duyum dindiğinde, birbirinden sökülemez birtakım kıvılcımlar, kara kütleler, ışık huzmeleri ve bulutumsu oluşumlar salkımı gördüm. Gözlerimin açık mı yoksa kapalı mı olduğunu, ya da gözlerimin nerede olduğunu, bırak gözlerimi, bedenimin bile nerede olduğunu bilemiyordum. Sonra, birincisi kadar şiddetli olmasa bile aynı bedensel acıyı duyumsadım, hemen ardından, uykudan uyanmışım hissine kapıldım; don Juan ve don Genaro’yla birlikte kayanın üstünde oturmaktaydık.

Don Juan gene çuvalladığımı, atlayışımı algılayışım karmaşıklıktan ibaret kalacaksa bunun bir yararı olmadığını söyledi. İkisi birden kulaklarıma, “nagual”ın tek başına yeterli olmayacağını, “tonal”la tavlanması gerektiğini defalarca fısıldadılar. İsteyerek atlamam ve edimimin ayırdında olmam gerektiğini anlattılar.

Korku değil, ama isteksizliğim yüzünden duraladım. Kararsızlığımı, bedenimin sanki bir sarkaç imişçesine bir sağa bir sola sallanması şeklinde hissettim. Ardından, yabansı bir hava beni sarmaladı ve tüm cismaniyetimle atladım. Atlayışa geçer geçmez düşünmek istediysem de, başaramadım. Bir sisin içinden bakıyormuşçasına, daracık koyağın çeperlerini, uçurumun dibindeki sivri taş çıkıntılarını gördüm. İnişimi, bir zaman akışı içinde cereyan ediyormuşçasına sezgileyememiştim, onun yerine, dipte yere varmışlık duyumunu taşıyordum; çevremdeki küçük bir dairenin içinde yer alan kayaların tüm özelliklerini ayırt edebiliyordum. Görüşümün göz seviyesinde tek yönlü ve stereoskopik olmadığını, düzlem şeklinde ve üç yüz altmış dereceyi kapsadığını fark ettim. Bir süre sonra paniğe kapıldım, bir şey beni yoyo gibi yukarıya doğru çekti.

Don Juan’la don Genaro, beni birçok kez atlattılar. Don Juan her atlayışımın ardından, suskunluğumu ve isteksizliğimi kırmam için uğraşıyordu. Büyücülerin “nagual”ı kullanmalarındaki gizin algılamada olduğunu, bu atlama uygulamasının bir algılama alıştırmasından başka bir şey olmadığını ve bunun yalnızca yetkin bir “tonal” gibi, koyağın dibinde ne olduğunu algılayabildiğim takdirde sona ereceğini birçok kez yineledi.

Bir an, akıl almaz bir duyuma kapıldım. Don Juan ve don Genaro’yla birlikte koyağın tepesinde durmakta olduğumun, onların kulaklarıma ha bire fısıldadıklarının son derece ve ayık bir biçimde farkındaydım ki, birden kendimi koyağın dibine bakarken buldum. Her şey kesinlikle doğaldı. Hava neredeyse kararmak üzereydi, ama gündelik yaşamımda olduğu gibi, her şeyi tanıyabilecek kadar aydınlıktı. Yuvarlanan bir taşın gürültüsünü duyduğum sırada bir çalılığa bakmaktaydım. Büyükçe bir kayanın, koyağın dibine, tam benim üzerime doğru yuvarlandığını gördüm. Bir an için, onu atanın don Genaro olduğunu da gördüm. Tam bir paniğe kapılmıştım ki, kayanın tepesindeki yerime çekiliverdim. Etrafıma baktım; don Genaro görünürlerde yoktu. Don Juan gülmeye başladı, don Genaro’nun benim iğrenç kokuma dayanamayıp gittiğini söyledi. O anda, her yanımın pislik içinde olduğunu utançla ayrımsadım. Don Juan giysilerimi çıkarmamı isterken, haklıymış meğer. Yakınlardaki bir pınara gittik; don Juan, şapkamı kullanarak üzerime boşalttığı sularla beni bir atı yıkarcasına yıkadı. Pantolonumu kurtarmış olduğuma ilişkin şen şatır şakalar yaptı.



--Algı Baloncuğu


Günü tek başıma don Genaro’nun evinde geçirdim. Çoğunlukla uyudum. Don Juan akşamüstüne doğru döndü, tam bir sessizlik içinde, yakınlardaki bir dağ sırasına doğru ilerledik. Alacakaranlığa doğru durduk, derin bir vadinin kıyısında hava iyice kararana dek oturduk. Sonra don Juan beni, yakınlarda bir başka yere, yamacı tümüyle bir kaya duvardan oluşmuş dimdik, devasa bir tepenin dibine götürdü. Yar, don Juan’ın bana burasını birçok kez göstermiş olmasına karşın, oraya giden patikada yürürken göze çarpmıyordu. Don Juan en aşağı yüz metre yüksekliğindeki bu yerin, özellikle de dibindeki derin kanyonun tam bir erk yeri olduğunu söylemiş, çeşitli fırsatlar oluşturarak buradan bakmamı sağlamıştı. Buradan her bakışımda içimi tedirgin bir ürperti kaplamıştı; bu kanyon her zaman karanlık ve ürkütücüydü.

O yere ulaşmadan önce, don Juan tek başıma gidip uçurumun kenarında Pablito’yla buluşmamı söyledi. Sinirsel yorgunluğumu gidermek ve gevşememi sağlamak amacıyla erk tırısı yapmamı önerdi.

Don Juan adımlarını yana, patikanın soluna doğru yöneltti, karanlık onu bir anda yutuverdi. Durup nereye gittiğini görmek istedim, ama bedenim bana itaat etmedi. Çok yorgun olmama, ayakta zor durmama karşın koşar adım gitmeye başladım.

Uçurumun kıyısına ulaştığımda kimseyi göremeyince, derin derin soluyarak yerimde saymaya başladım. Bir süre sonra, bir parça gevşedim; Sırtımı bir kayaya dayayıp sessizce durdum, birkaç metre ötemde, bir insan karaltısı gördüm. Başını ellerinin arasına almış oturmaktaydı. Bir an yeğin bir korku yaşadım, ama adamın Pablito olması ihtimalini düşününce, kuşku duymadan ona doğru ilerledim. Pablito, diye adını yüksek sesle çağırdım. Benim kim olduğumu ayırt edememiş olabileceğini ve onun da benim kadar korkarak yüzünü kapatmış olacağını tahmin ettim. Ama daha ona yaklaşmadan yabansı bir korku her yanımı sardı. Sağ elimi uzatmış ona dokunmak üzereyken bedenim olduğu yerde dondu kaldı. Adam başını kaldırdı. Pablito değildi, bu! Gözleri kaplan gözleri gibi, iki dev aynayı andırıyordu. Bedenim geriye doğru fırladı; kaslarım yay gibi gerildi de tümüyle benim istemim dışında boşalıp inanılmaz bir hızla geriye, çok uzağa sıçramamı sağladı; sıradan bir zamanda olsa bu konuda saatlerce düşünür mantıksal açıklamalar düzerdim. Korkum çok büyüktü, oyalanmaya hiç niyetim yoktu; hemen oradan uzaklaşmak üzereydim ki, birisi kuvvetlice kolumdan tuttu. Bu kez, birisinin beni kolumdan tuttuğu düşüncesiyle iyice paniğe kapıldım; çığlığı bastırdım. Gerçekte tepkim bir çığlık değil, uzun ve insanın tüylerini diken diken eden bir naraydı.

Yüzümü saldırgandan yana çevirdim. Pablito’ydu bu; benden bile daha çok titriyordu. Sinirliliğim doruğa ulaşmıştı. Konuşamıyordum, çenelerim birbirine vuruyor, ağzımdan anlamsız sözcük parçaları dökülüyor, sırtımdaki ürpertiler istemsizce sıçramama neden oluyordu. Ağızdan nefes almak zorunda kalmıştım.

Pablito, çatırdayan dişlerinin arasından, “nagual”ın kendisini beklediğini, bana çarptığı sırada keçileri tümüyle kaçırmak üzere olduğunu, bağrışımla onu öldürmeme handıysa ramak kaldığını söyleyebildi. Gülmek istedim, akla gelebilecek en tekinsiz sesleri çıkardım.

Dinginliğime kavuştuğumda, Pablito’ya hemen hemen aynı şeyin benim de başıma geldiğini söyledim. Bende yorgunluktan iz kalmamıştı; kendimde içime sığmayan bir güç, bir rahatlık hissediyordum. Pablito da aynı duyguları yaşıyor gibiydi; sinirli, aptal bir biçimde kıkırdamaya başladık.

Uzaktan gelen yavaş, ihtiyatlı ayak sesleri işittim. Sesleri, Pablito’dan önce yakalamıştım. Benim kendimi kasmama tepki verdi. Birisinin, bulunduğumuz yere doğru yaklaştığından emindim. Sesin geldiği yöne döndük; bir süre sonra, don Juan’la don Genaro’nun karaltıları göründü. Dingince yürüyorlardı. Birkaç metre önümüzde durdular; don Juan banim, don Genaro da Pablito’nun karşısındaydı. Don Juan’a bir şeyin beni fena halde korkuttuğunu söylemek üzereydim ki Pablito kolumu sıktı. Ne demek istediğini anlamıştım. Don Juan’la don Genaro’nun tavırlarında yabansı bir şeyler vardı. Onlara bakmayı sürdürdükçe, gözlerimi odaklayamaz oldum.

Don Genaro keskin bir komut verdi. Ne dediğini anlamamıştım, ama gözlerimizi şaşı bakar duruma getirmemiz gerektiğini “bilmiştim”.

“Karanlık, dünyanın üstüne yerleşti,” dedi don Juan, göğe bakarak.

Don Genaro yere bir yarımay çizdi. Bir an, ışıldayan bir tebeşir kullandı sandım; ne var, elinde hiçbir şey yoktu. Parmağıyla çizdiği imgesel yanmayı sezgiliye biliyordum. Pablito’yla beni dışbükey çemberin içine oturttu. Kendisiyle don Juan ise yarıçapın dışına, iki metre kadar uzağına bağdaş kurarak oturdular.

Önce don Juan konuştu; bize dostlarını göstereceklerini söyledi. Bize, sol taraflarına, kalçalarıyla, kaburga kemiklerinin arasına bakarsak, kemerlerine asılı bir çaput, ya da mendil gibi bir şey “göreceğimizi” söyledi. Don Genaro, çaputların hemen önünde düğmeye benzer iki nesne bulunduğunu, bu nesneleri ve çaputları “görünceye” dek kemerlerine bakmamız gerektiğini de ekledi.

Don Genaro henüz konuşmaya başlamadan önce, kemerlerine asılı, kumaş parçasına benzer düz bir şeyle; değirmi, çakıl taşına benzer bir nesnenin ayırdına varmıştım. Don Juan’ın dostları, don Genaro’nunkilere oranla daha koyu renkli, daha korkutucuydular. Merakla korku karışımı bir tepki vermiştim. Tepkilerimi karın bölgemle yaşıyor, mantıksal hiçbir yargı üretmiyordum.

Don Juan’la don Genaro ellerini kemerlerine attılar, koyu renkli kumaş parçalarını yerlerinden çıkarırmışçasına devinimlerde bulundular. Bunları sol elleriyle aldılar; don Juan kendisininkini başının üzerinden atıverdi; don Genaro’ysa yavaşça yere bıraktı. Kumaş parçaları atılma ve fırlatılmayla uçurtma gibi süzülüp yavaşça inerken ütülü birer mendil gibi açılıp yere serildiler. Don Juan’ın dostunun devinimleri, geçen gün üstümüzde dönüp durduğu sırada sezgilediklerimin tam bir kopyasıydı. Kumaş parçaları yere yaklaştıkça katılaştılar, yuvarlaklaştılar ve kütle kazandılar. Önce bir kapının tokmağına düşmüşçesine büküldüler, sonra da açıldılar. Don Juan’ınki oylumlu bir gölgeye dönüştü. Öne çıkıp, yerdeki küçük taşlarla toprağı eze eze bize doğru ilerlemeye başladı. Beş altı karış ötemize kadar geldiğinde, yanmayın tam dibinde don Genaro’yla, don Juan’ın arasında durdu. O anda duyduğum dehşet yakıcı bir alev gibi her yanımı sarmıştı. Önümüzdeki dev gölgenin boyutları beş metre yüksekliğe, iki metre genişliğe varmıştı. Çevresini gözleri olmadan hissedermişçesine devindi. Sallandı ve yalpalandı. Beni aradığını biliyordum. Pablito o an başını göğsüne gizledi. Onun bu deviniminin yarattığı duyum, gölgeye odakladığım dikkatimin bir bölümünü yok edivermişti. Gölgenin gelişigüzel devinimlerine bakınca, onun ayrıştığını düşündüm, ardından gölge karanlığa karışarak görünmez oldu gitti.

Pablito’yu sarstım. Başını kaldırdı ve boğuk bir çığlık koyuverdi. Yukarıya doğru baktım. Yabansı bir adam bana bakmaktaydı. Gölgenin hemen ardındaydı, ola ki saklanmaktaydı. Sırık gibi, zayıf bir adamdı, suratı da upuzundu saç namına bir şey yoktu, başının sol tarafı egzama ya da buna benzer kızıl bir lekeyle kaplıydı. Deli bakışlı gözleri parlamaktaydı; ağzı yarı aralanmıştı. Tuhaf, pijamamsı bir giysisi, ona çok kısa gelen bir pantolonu vardı. Ayağında ayakkabı var mıydı, bilmiyorum. Uzunca bir süre bize bakıp durdu; bir gedik bulur da içeri dalıp bizi parçalamak istermişçesine. Bakışlarında bir keskinlik vardı. Bu nefret ya da şiddet değildi; bir tür hayvansal güvensizlik alâmetiydi. Bu gerilime daha fazla dayanamadım. Don Juan’ın yıllar önce bana öğretmiş olduğu savaş duruşuna geçmek istedim, ama Pablito, dostun don Genaro’nun çizdiği çizginin ötesine geçemeyeceğini fısıldayıverdi. Gerçekten de, önümüzde duran her türden şeyin bize yaklaşmasını önleyecek ışıltı çizginin farkına vardım.

Bir süre sonra adam, gölgenin de yaptığı gibi, sola doğru devindi. Don Juan’la don Genaro’nun ikisini de geri çağırdıkları hissine kapıldım.

Kısa bir sessizlik oldu. Don Juan’la don Genaro’yu göremiyordum; artık yanmayın iki noktasında oturmuyorlardı. Birden oturduğumuz som kayaya çarpan iki küçük çakıl taşının çıkardığı sesi duydum; önümdeki alan bir anda sarımsı bir ışıkla aydınlandı. Önümüzde, yırtıcı bir hayvan, dev gibi, iğrenç bakışlı bir kurt ya da çakal duruyordu. Tüm bedeni, salya ya da tere benzer beyaz bir sıvıyla kaplıydı. Postu ıslaktı, berbat durumdaydı. Bakışları çok vahşiydi. Canavarca bir öfkeyle hırıldadı, tüylerim diken diken olmuştu. Çeneleri titredi, salyaları her yeri ıslattı. Zincirini parçalamak isteyen kuduz bir köpek gibi yeri pençeledi. Sonra, arka ayakları üzerine yükselerek ön pençeleriyle çenelerini hızlı hızlı devindirdi. Tüm öfkesini, aramızdaki bir engeli yok etmek amacıyla yoğunlaştırıyormuş gibi bir hali vardı.

Bu çılgın hayvana karşı duyduğum ürkünün, daha önce tanık olduğum iki görüntüye karşı duyduğum korkudan farklı olduğunun ayırdına vardım. Bu hayvana karşı bedensel bir iğrenme, bir dehşet duyuyordum. Öfkesi karşısında güçsüz düşmüştüm. Birden vahşetini yitirircesine, görüntümüzden çıkıverdi.

Ardından, başka bir şeyin bize doğru geldiğini işittim, ya da ola ki hissettim; birdenbire dev boyutlarda bir aslan ya da başka bir kedigil belirdi önümüzde. Karanlıkta parıldayan gözlerini gördüm önce; bunlar inanılmaz boyutlardaydı—ışığı yansıtan su dolu iki havuz gibi kıpırtısızdı. Homurdandı ve hafifçe hırladı. Soluk verip, gözlerini üstümüzden ayırmaksızın önümüzde dolanmaya başladı. Çakalın yaydığı elektriksel kızartı bunda yoktu; bedensel hatlarını açık seçik kestiremiyor idiysem de, bu hayvan ötekine nispeten kesinlikle çok daha dehşet vericiydi. Güç topluyormuş gibiydi. Öylesine saldırgan görünüyordu ki, sınırları aşacakmış hissini uyandırıyordu. Pablito da benimle aynı duyguyu paylaşıyor olmalıydı, zira fısıldayarak başımızı eğip dümdüz yere uzanmamızı önerdi. Bir saniye sonra hayvan hücuma geçti. Bize doğru koştu, pençelerini kaldırarak üzerimize atladı. Gözlerimi kapadım, başımı kollarımın arasına alıp toprağa yapıştım. Hayvanın, don Genaro’nun çizdiği koruyucu çizgiyi paraladığını hissettim; neredeyse tepem izdeydi. Ağırlığının beni yere çivilediğini hissettim; göbeğindeki tüyler ensemi yaladı. İki ön ayağı bir şeye takılmıştı sanki kendini kurtarmak için çırpındı. Titreyişlerini, çırpınışlarını ve çıkardığı şeytansı sesleri işitmekteydim. Sonum gelmişti demek. Belirsiz bir mantıksal seçim yaparak kendimi oracıkta ölmek şeklindeki yazgımın eline bırakmak istediğimi fark ettim; ne var, bu denli dehşet verici koşullarda bedensel acılar çekerek ölmekten korkuyordum. Birden, bedenimde yabansı bir güç yükseldi; bedenim ölmeyi reddediyor, tüm gücünü bir noktada, sol kolumda ve elimde topluyora benziyordu. Karşı koyulamaz bir dalgalanmanın kabardığını duyumsadım. Denetlenemez bir şey bedenimi ele geçiriyor ve beni, üzerimize çullanan bu ağır, netameli kütleyi üstümüzden atmaya itiyordu. Pablito da aynı şekilde tepki vermişti; ikimiz birden ayağa kalktık. İkimizin oluşturduğu enerji öylesine fazlaydı ki, hayvan bezden bir bebek gibi savrulup gitti.

Müthiş çaba harcamıştık. Yere yıkıldım, nefes almaya zorlanıyordum. Karın kaslarım solumamı önleyecek kerte gerilmişti. Pablito’nun yaptıklarına dikkat edemiyorum. Sonunda, don Juan’la don Genaro’nun beni oturtmaya çalıştıklarını ayrımsadım. Pablito yüzükoyun yere serilmiş yatmaktaydı. Bayılmışa benziyordu. Beni oturttuktan sonra, don Juan ile don Genaro Pablito’ya yardım ettiler. İkisi birden onun sırtını ve karnını ovdular. Onu ayağa kaldırdılar, bir süre sonra Pablito tek başına oturabildi.

Don Genaro’yla don Juan yanmayın iki köşesine oturdular, sonra, altlarında ileri geri, sağa sola kayabilmelerini sağlayan raylar varmışçasına devindiler. Devinimleri başımı döndürmüştü. Sonunda Pablito’nun yanında durup kulaklarına fısıldamaya başladılar. Bir süre sonra üçü birden ayağa kalkıp uçurumun kıyısına gittiler. Don Genaro, Pablito’yu bir çocuk imişçesine kaldırdı. Pablito’nun bedeni tahta gibi dümdüz ve sertti; Don Juan Pablito’yu ayak bileklerinden yakaladı. Ona ivme ve güç kazandırmak istermişçesine kendi çevresinde döndürdü, sonunda, bacaklarını koyuverip, tüm bedenini hızla uçurumdan aşağı, karanlığın içine savurdu.

Pablito’nun bedenini karanlık batı semasında gördüm. Günler önce don Juan’ın yapmış olduğu gibi, daireler çiziyordu—yavaş dönüşlerle çizilen daireler. Pablito yere düşecek yerde, giderek yükseliyor gibiydi. Sonra, dönüşleri hızlandı; Pablito’nun bedeni bir ara havada bir disk gibi dönmeye başladı, ardından parçalara ayrıldı. Havanın içinde yitip gittiğini sezgilemiştim.

Don Juan’la don Genaro yanıma geldiler, çevremi sarıp fısıldamaya başladılar. İkisi de ayrı şeyler söylüyorlardı, ama onların komutlarını izlemede hiç güçlük çekmedim. Daha ilk sözcüklerini söyler söylemez “yarılmış” gibi olmuştum. Pablito’ya yaptıklarını bana da uyguladıklarını anladım. Beni don Genaro çevirdi, bir an için dönüyormuş ya da uçuyormuşum hissine kapıldım. Hemen sonra, havada ilerliyor, inanılmaz bir hızla uçurumun dibine yaklaşıyordum. Düşerken önce giysilerimin parçalandığını, ardından etlerimin döküldüğünü, en sonunda da yalnızca başımın kaldığını hissettim. Bedenimin parçalara ayrılması nedeniyle gereksiz ağırlığımdan kurtulduğumu açık ve seçik biçimde anladım, böylece düşüşüm ivmesini yitirmiş, hızım azalmış oluyordu. Düşüşüm artık başımın dönmesine yol açmıyordu. Bir yaprak gibi ileri geri devinmekteydim. Ardından, başım da ağırlığını yitirmeye başladı da, sonunda “benden”, bir santimetre karelik bir külçe, küçük bir çakıl taşı büyüklüğünde bir posa kaldı. Tüm duygum burada yoğunlaşmıştı; sonra, bu da patlayınca kendimi bin parçaya ayrılmış hissettim. Bin parçanın da aynı anda farkında olduğumu biliyordum, ya da benim dışımda bir yerde bir şey bunu fark ediyordu. Farkındalığın ta kendisi olmuştum ben.

Ardından, farkındalığımın bir bölümü kaynaştı, yükseldi, büyüdü. Bir yere yerleşti, azar azar sınırlarımın mı desem, bilinçliliğimin mi desem, ayırdına yeniden vardım ve birden bildiğim, aşina olduğum “ben” bir volkan gibi patlayarak, düşlenebilecek tüm “güzel” sahnelerden oluşan görkemli bir gösteriyi, dünyanın binlerce insanlarının, nesnelerinin resimlerini aynı anda önümde sergiledi.

Daha sonra görüntüler bulanıklaştı. Gözlerimin önünden hızla geçiyorlardı, artık onları izleyemiyordum. Sonunda, dünyanın oluşumu kesiksiz, bitmeyen bir şerit gibi gözlerimin önüne serilmişti, sanki.

Birden, kendimi don Juan ve don Genaro’yla birlikte uçurumun kıyısında buldum. Beni geri çektiklerini ve hiç kimsenin hakkında konuşamayacağı bilinmezi yaşadığımı fısıldadılar. Beni bir kez daha savuracaklarını, ancak bu kez “tonal”dan “nagual”a geçmek yerine algımın kanatlarını açıp, birinden ötekine gidip geldiğimin farkına varmaksızın, ikisine de aynı anda dokunmam gerektiğini söylediler.

Yine aynı çevrilme, dönme ve büyük bir hızla aşağı fırlatılma duygularını yaşadım. Sonra, patladım. Zerrelere ayrıldım. İçimde bir şey boşandı; bu, tüm yaşamım boyunca kilitli tuttuğum bir şeyi açığa çıkarmıştı. Gizli hazinemin açıldığının ve durdurulamaz biçimde dışarı aktığının kesinlikle ayırdındaydım. “Ben” adını verdiğim o tatlı birlik kalmamıştı, artık. Hiçbir şey yoktu; ne var, bu boşluk dopdoluydu. Aydınlık ya da karanlık, sıcak ya da soğuk, güzel ya da çirkin değildi. Gidiyor, dalgalanıyor ya da duruyor değildim; alışageldiğim gibi, tekil bir birim, bir öz de değildim artık. Hepsi “ben” olan sayısız özdüm, birbiriyle özel bir biçimde bağıntılı bu ayrık birim kolonileri önünde sonunda birlemiyor, kaçınılmaz biçimde tek bir farkındalığa, benim insan farkındalığıma dönüşüyordu. Hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın “biliyordum” ki—zira bilecek olan bir şey de yoktu zaten—-gene de tüm ve tek farkındalığımla “biliyordum” ki, tanıdık dünyamın “ben”i, “kendim” i, hep bir koloni, birbirlerinden ayrı ve bağımsız ve birbirleriyle sarsılmaz bir dayanışma içindeki duyguların sağlam ve sarsılmaz bir topluluğuydu. Sayısız farkındalıklarımın sarsılmaz dayanışması, bu bölümlerin birbiriyle olan bağlantısı benim yaşam gücümdü.

Bu birleşmiştik duygusunu betimlemenin bir başka yolu da, bu farkındalık kütlelerinin saçılmış olduğunu söylemekti; her biri kendisinin ayırdındaydı ve hiçbiri ötekinden daha önemli değildi. Ardından bir şey bunları bir karıştırıyor ve her birinin bir kümede toplaştığı bir alana, bildiğim “ben’e dönüşüyordu. Bu durumda “ben”, ya da “kendim” olarak dünyasal etkinliğe özgü bir sahne izledim, ya da ola ki bu sahne başka dünyalara, salt imgeselliğe, yani “salt düşünce” dünyasına aitti. Entelektüel dizgelere ya da sözelleştirmeler olarak birbirine dizilmiş düşüncelere ilişkin görüntülerle karşılaştım. Kimi sahnelerde ağzım kuruyana dek konuştum da konuştum. Bu tutarlı görüntülerin her birinden sonra “ben" çözülüp gidiyor, bir hiçe dönüşüyordu.

Bu tutarlı görüntülere yaptığım yolculuklardan birinde, kendimi uçurumun kıyısında don Juan’la birlikte buldum. Bir anda, tanıdığım “ben”e dönüştüğümün ayırdına vardım. Bedenselliğimi gerçekmişçesine algıladım. Görüntülerden birinde değil de dünyadaydım.

Don Juan, beni bir çocuk gibi bağrına bastı. Bana baktı. Yüzü bana çok yakındı. Karanlıkta gözlerini görebiliyordum. Çok sevecendiler. Bir soru sorar gibiydiler. Ne olduğunu biliyordum bu sorunun. Konuşulamaz olan, gerçekten konuşulamazdı.

“Eee?” diye sordu sevecence, sanki onayımı beklemeye ihtiyacı varmış gibi.

Dilim tutulmuştu. “Aptallaşmış”, “şaşırmış”, “kafası karışmış” gibi sözcükler o anda hissettiklerimi dile getirmeye yetmezdi. Bir balon gibiydim. Don Juan’ın beni tutup yere doğru bastırması gerektiğini biliyordum, yoksa havada salınıp yeniden yok olacaktım. Yitmekten korkmuyordum. Farkındalığının birleşik olmadığı o “bilinmezi” özlemiştim.

Don Juan beni omuzlarımdan bastıra bastını yavaşça yürüterek don Genaro’nun evinin yakınında bir yere götürdü; orada beni yatırıp, önceden hazırlamış olduğu yumuşak bir toprakla tüm bedenimi boğazıma kadar örttü. Yapraklardan yaptığı bir yastığa başımı yaslayarak, kesinlikle kımıldamamı ya da uyumamamı tembihledi. Orada oturacağını, toprak bedenimi pekiştirene dek bana yoldaşlık edeceğini söyledi.

Kendimi çok iyi hissettim, uyumak isteğime karşı koyamıyordum, ama don Juan buna izin vermiyordu. Az önce yaşadıklarımın dışında istediğim her şey hakkında konuşabileceğimi söyledi. Önce konuşacak bir şey bulamadım; sonra, don Genaro’yu sordum. Don Juan, don Genaro’nun Pablito’yu alıp oralarda bir yere götürdüğünü, o anda onun bana yaptıklarının aynısını Pablito’ya uygulamakta olduğunu söyledi.

Söyleşmeyi sürdürmek istedim, ama içinde bir tamamlanmamışlık duygusu vardı; alışılmadık bir kayıtsızlık, sıkıntıya benzer bir yorgunluk içindeydim. Don Juan ne hissettiğimi anlıyor gibiydi. Pablito’dan, onunla yazgılarımızın nasıl birleştiğinden söz etmeye başladı. Don Genaro, onun öğretmeni olduğu zaman, kendisinin aynı zamanda Pablito’nun velinimeti olduğunu, erkin adım adım Pablito’yla beni bir araya getirdiğini anlattı. Pablito’yla aramdaki tek fark, onun bir savaşçı olarak dünyasına korku ve baskının, benimkine ise sevecenlik ve özgürlüğün hâkim olmasıymış. Don Juan böyle bir farkın, velinimetlerin özlerindeki kişilik farklılığından kaynaklandığını açıkladı. Don Genaro, tatlı, sevecen ve şakacı, kendisiyse sert, buyurgan ve dolaysızdı. Benim kişiliğimin zorlu bir öğretmeni, ama şefkatli bir velinimeti gereksindiğini, Pablito’nunsa bunun tam tersi olduğunu söyledi—yani müşfik bir öğretmenle haşin bir velinimetti onun gereksinmesi.

Bir süre daha konuştuk, sabah olmuştu. Güneş doğu ufkundaki dağların üzerinden görününce, toprağın altından çıkmama yardım etti.


Öğleden sonra uyandığım zaman, don Juan’la ben don Genaro’nun evinin kapısının önüne oturduk. Don Juan, don Genaro’nun hâlâ Pablito’yla birlikte olduğunu, onu son karşılaşmaya hazırladığını söyledi.

“Yarın Pablito’yla sen bilinmeze gidiyorsunuz,” dedi. “Şimdi benim de seni hazırlamam gerek. Oraya tek başınıza gireceksiniz. Dün gece atılıp çekilen yoyolara benziyordunuz; yarın kendi başınızın çaresine bakacaksınız.”

Birden meraklandım, aklıma bir gece önceki deneyimlerime ilişkin sorular üşüşüverdi. Ama bu hücumum onu hiç mi hiç tındırmadı.

“Bugün bi dönüm noktası teşkil edecek bi manevranın üstesinden gelmeliyim,” dedi. “Sana son bi numara daha çekmem gerek; senin de bu numarayı yutman.”



“Gülerek kalçalarını tokatladı.

“Geçen gece ilk alıştırma sırasında don Genaro sana büyücülerin nagualı nasıl kullandıklarını göstermek istemişti,” diye sürdürdü. “Kişi kendi isteğiyle nagualı kullanmadığı sürece, daha doğrusu, nagualdaki eylemlerinden bi anlam çıkarmak amacıyla kendi isteğiyle tonalını kullanmadığı sürece büyücülerin açıklamasına ulaşamaz. Tüm bunları açığa kavuşturmak amacıyla şöyle de diyebiliriz: kişi, nagualı büyücüler gibi kullanacaksa, tonalın görüşü etkili olmalıdır.”

Son söylediği şeyde bariz bir çelişki gördüğümü söyledim don Juan’a. Daha iki gün önce benimle yaptığı o inanılmaz özet konuşmasında, yıllar boyunca benim dünya görüşümü değiştirmek için yaptığı o amaçlı edimleri sayıp dökmüştü; şimdi de kalkmış, aynı dünya görüşünün etkili olmasını istiyordu.

“Birinin ötekiyle hiçbi alakası yok,” dedi don Juan. “Algılamamızın düzeni yalnızca tonalın alanına girer; eylemlerimiz yalnızca orada bi ardışıklık kazanabilir; bu eylemler yalnızca orada, basamaklarını sayabileceğin bi merdiven gibi dizilebilir.

Nagualda buna benzer bi şey bulamazsın. Anlayacağın, tonalın görüşü bi araçtır, bu bağlamda yalnızca en iyi araç değil, sahip olduğumuz tek araçtır da.

“Dün gece senin algı baloncuğun açıldı, kanatları da açılmış oldu. Hepsi bu kadar işte. Başına neler geldiğini açıklayabilmem olanaksız, bunu denemeyeceğim bile, ama sen de kalkışma böyle bi şeye. Algının kanatlarının, senin bütünlüğüne dokunması amacıyla yapıldığını söylemek yeterli. Dün gece sen nagualdan tonala sayısız kez gidip geldin. Seni iki kez savurduk, böylece hata olasılığını önledik. İkinci kezinde bilinmeyene yolculuğu olanca çarpıcılığıyla yaşadın. Algın, senin içindeki bi şey senin gerçek doğanı kavradığı an, kanatlarını açıverdi. Sen bi salkımsın.

“Budur büyücülerin açıklaması. Nagual konuşulmaz olandır. Tüm olası duygular, varlıklar, özler onun içinde salapuryalar gibi barışçıl, değişimsiz, sonsuza dek salınıp dururlar. Sonra, yaşam tutkalı birkaçını birbirine yapıştırıverir. Sen kendin bulguladın bunu dün gece, Pablito hakeza, tıpkı Genaro’yla benim, bi zamanlar bilinmeze yaptığımız yolculuklarda anlamış olduğumuz gibi. Yaşam tutkalı bu duyguların kimilerini yapıştırınca ortaya bi varlık çıkar; tonalın bölgesine doluşan tüm öbür varlıklarla birlikte o yerin şaşaası ve görkemi karşısında körleşip gerçek doğasını unutan bi varlık. Tonal, birleşik örgütlenmelerin yaşadığı yerdir. Yaşam gücü, tüm gerekli duyguları bi araya getirir getirmez, bi varlık, tonalda beliriverir. Sana bi keresinde, tonalın doğumda başlayıp, ölümde bittiğini anlattıydım; bunu dedim, zira yaşam gücü bedeni bırakır bırakmaz tüm o tekil farkındalıkların çözüşüp gelmiş oldukları yere, naguala döndüklerini biliyorum da ondan. Savaşçının bilinmeyene yaptığı yolculuklar, tıpkı ölmek gibidir, elbet onun salkımındaki tekil duygular ayrışmayıp, kendi birlikteliklerini yitirmeksizin bi parça genişler yalnızca. Oysa ölümdeyse, bunlar çok diplere batarlar ve daha önce hiç birim olmamışlarcasına bağımsızca devinirler.”

Ona, anlattıklarının, yaşadıklarımla inanılmaz derece örtüştüğünü söylemek istedim. Ama beni konuşturmadı.

“Bilinmezden söz edebilmenin yoktur bi yolu,” dedi. “Yalnızca tanık olabilirsin ona. Büyücülerin açıklaması der ki, her birimizin naguala tanık olabileceğimiz bi merkezimiz vardır: istenç. Böylece bi savaşçı nagualın içine dalıverir de, salkımının kendisini sonsuz olasılıklar içinde istediğince düzenlemesine izin verir. Sana, nagualın ifade edilme biçiminin kişisel bi mesele olduğunu anlattıydım. Bununla, savaşçının, salkımını istediği gibi düzenlemesinin tümüyle kendisinin bileceği bi iş olduğunu anlatmak istemiştim. İnsan biçimi ya da insan duyguları hepsi arasında özgün olanıdır, ola ki tüm biçimler arasında bize en tatlı gelenidir; ne var ki, salkımın benimseyebileceği sayısız başka biçimler vardır. Bi büyücünün istediği bi biçimi benimseyebileceğim anlattıydım sana. Doğrudur bu. Özünün bütünlüğüne sahip bi büyücü, salkımının kimi bölümlerini akla gelebilecek her bi şekilde birleşmeye yöneltebilir Tüm bu karışımları olası kılan şey, yaşam gücüdür. Yaşam gücü tükenince salkımı yeniden bi araya getiremezsin, artık.

“Ben bu salkıma, algı baloncuğu adını koymuştum. Onun mühürlenmiş ve sıkıca kapatılmış olduğunu, ölüm anımıza dek asla açılmadığını söylemiştim. Ne var, açılabilir de. Büyücüler aşikâr bu gizi öğrenmişlerdir, her ne kadar hepsi de özlerinin bütünlüğüne ulaşamazlarsa da, bunun mümkün olduğunu bilirler. Baloncuğun, yalnızca kişinin naguala fırlatılması durumunda açıladığını bilirler. Dün sana, senin bu noktaya ulaşmak amacıyla izlediğin tüm aşamaların bi özetini vermiştim.”

Bir yorum ya da soru beklermiş gibi süzdü beni. Anlattıkları, yoruma yer bırakmıyordu. Sonunda, tüm bunları bana on dört yıl önce ya da çömezliğimin herhangi bir aşamasında anlatmış olmasının, hiçbir şeyi değiştirmemiş olacağını kavramıştım. Önemli olan tek bir şey vardı; bu deneyimin tüm önermelerini bedenimle ya da bedenimde yaşamış olma gerçeği.

“Şu ünlü sorulardan birini bekliyorum,” dedi, ağır ağır konuşarak.

“Ne sorusu?” diye sordum.

“Aklının sormak için yanıp tutuştuğu soru.”

“Bugün bütün soruları bırakıyorum. Gerçekten hiçbir sorum yok, don Juan.”

“Hadi, hakça değil bu,” dedi gülerek. “Sormanı beklediğim özel bi soru daha var.”

İçsel söyleşimi bir an için kesebilirsem söz konusu soruyu bulgulayabileceğimi söyledi don Juan. Ani bir düşünce, bir iç görü anı yaşadım, ne istediğini anlamıştım.

“Başımdan tüm bunlar geçerken, bedenim nerelerdeydi, don Juan?” diye sorduğum an gülmekten iki büklüm oldu.

“İşte bu, büyücülerin numaralarının sonuncusudur,” dedi. “Şimdi söyleyeceklerim, büyücülerin açıklamasının sonuncusudur, diyelim. Şu ana dek, senin aklın iyi kötü benim yaptıklarımı izleye geldi. Senin aklın, dünyanın betimlendiği gibi olmadığını, gözle göründüğünden daha fazla bi şeylerin olduğunu kabul etmeye istekli. Senin aklın, algının uçurumdan bi inip bi çıktığına ya da senin içindeki bi şeyin, hatta tüm varlığının uçurumun dibine atladığına ve tonalın gözleriyle oradaki şeyleri, tıpkı bedeninle oraya bi ip ya da merdivenle inmişçesine incelediğine inanmaya handıysa istekli ve hazır. Gidip koyağın dibini inceleme edimin var ya, işte o senin yıllarca eğitilmenin bi sonucu. Bu işi iyi yaptın. Genaro, koyağın dibindeki sana kayayı atarken, o bir santimetre küplük şansı gördü. Her şeyi gördün sen. Genaro da ben de senin bilinmeze fırlatılmaya hazır olduğunu hiç kuşku duymadan anladık. O anda, çift hakkında, yani öteki hakkında her şeyi görmekle kalmamış, bilmişimde.”

Don Juan’ı durdurup, anlamadığım bir şey hakkında beni, hak etmediğim biçimde onurlandırmakta olduğunu söyledim. Don Juan tüm bu izlenimlerin yerine oturması için zamana gereksinim duyduğumu, bu başarılarımın ardından geçmişte sorular nasıl sel gibi geldiyse şimdi de yanıtların aynı biçimde döküleceğini söyledi.

“Çiftin gizi sezgi baloncuğunun içinde saklıdır,” dedi, “geçen gece aynı anda hem koyağın dibinde hem de uçurumun üstünde olduğun gibi. Duygular salkımı istenen anda, istenen yerde bi araya getiril i verir. Ya da şöyle diyebiliriz, kişi burasını ve orasını aynı anda algılayabilir.”

Don Juan, pek sıradan oldukları için unutmuş olabileceğim bir dizi ardışık eylemi düşünüp anımsamamı istedi.

Neden söz ettiğini anlayamamıştım. İyice düşünmeye çalışmamı söyledi don Juan.

“Şapkanı düşün,” dedi. “Genaro’nun şapkanla ne yaptığını düşün.”

Sarsıcı bir anımsama anı yaşadım. Gerçekten don Genaro’nun şapkamı, düşebileceğini ya da rüzgârın uçuracağını söyleyerek onu çıkarmamı istediğini unutmuştum. Şapkamı çıkarmak istememiştim. Çıplaklığımı aptalca buluyordum. Genelde hiç giymediğim bir şapkayı giymek bana tuhaf bir duygu veriyordu; tam anlamıyla kendim değildim ve bu durumda, giysisiz olmaktan o kadar sıkılmıyordum. Sonra, don Genaro şapkasını benimkiyle değiştirmek istemişti, ama onunki benim başıma çok küçük geliyordu. O da tuttu, başımın büyüklüğü ve bedenimin ölçüleriyle ilgili şakalar yaptı; sonunda şapkamı alıp eski bir pançoyu kavuk gibi başıma sardı.

Don Juan’a, o iki sözde atlayışım arasında geçtiğinden emin olduğum bu bölümü sonradan unuttuğumu söyledim. “Bu “atlamaların” belleğimde o ana dek bıraktığı iz, kesilmemiş bir bütünlük olarak kalmıştı.

“Kesilmemiş bi bütünlük olduğu kesin,” dedi. “Genaro’nun şapkanla oynamasının da kesin olduğu gibi. Bu iki anıyı art arda sıralayamazsın, zira ikisi de aynı anda oluştu.”

Sol elinin parmaklarını, sağ elinin parmak aralarına sokamıyormuş gibi yaptı.

“Bu atlamalar işin başlangıcıydı, yalnızca,” diye sürdürdü. “Sonra sıra, bilinmeze yaptığın gerçek geziye geldi; dün gece, konuşulamaz olanı, nagualı yaşadın. Aklın, senin isimsiz bi duygu salkımı olduğun şeklindeki fiziksel bi bilgiyle başa çıkamaz. Aklın, bu aşamada, istenç dediğimiz ve nagualın olağanüstü etkilerinin bunun sayesinde tartıldığı ve kullanıldığı başka bi birleştirme merkezinin varlığının bile kabul edebilir. Kişinin, nagualı istenç yoluyla yansıtabileceği, ama bunun yolunu asla açıklayamayacağı, sonunda aklına dank etti, sanırım.

“Şimdi de senin soruna gelelim: ‘Bütün bunlar olurken ben neredeydim? Bedenim neredeydi?’ Gerçek bi ‘sen’in olduğu inancı, sahip olduğun her şeyi aklının çevresinde toplama olgusuna dayanır. Aklın bu noktada nagualın betimlenemez olduğunu kabul eder; ne var, yaşadığı kanıtlar nedeniyle değildir bu, kabul etmek güvencelidir de ondan. Aklının ayağı güvenceli toprağa basar, tonalın tüm nesneleri kendi yanındadır.”

Don Juan durarak beni inceledi. Gülüşü içtenlikliydi.

“Hadi, Genaro’nun yeğlediği yere gidelim,” dedi, birden.

Ayağa kalktı, iki gün önce üstünde oturup konuştuğumuz kayaya doğru yürümeye başladık; gene aynı noktalarımızda oturup sırtımızı kayaya verdik.

“Aklı güvencede hissettirmek, öğretmenin görevi olmuştur, daima,” dedi. “Seni tonalın sorumlu olduğuna ve eylemlerinin önceden tahmin edilebilirliğine inandırarak, aklını tuzağa düşürdüm. Genaro’yla ben, sana, yalnızca nagualın açıklanamaz olduğu izlenimini verebilmek amacıyla çok çalıştık; tuzağın işlediğinin kanıtı, şu anda, yaşadığın her şeye karşın hâlâ sana kalan bi şeyin, aklının var olduğuna inanmandır. Serap bu, serap. Senin o değerli aklın yalnızca bi birleştirme merkezi, kendi dışındaki bi şeyi yansıtan bi ayna. Dün gece yalnızca betimlenemez nagualı değil, betimlenemez tonalı da yaşadın sen.

“Büyücülerin açıklamasının son parçası, aklın sadece dışsal bi düzeni yansıttığını ve aklın bu düzene ilişkin hiçbi şey bilmediğini söyler; bunu açıklayamaz, tıpkı nagualı açıklayamadığı gibi. Akıl anca, tonalın etkilerine tanıklık edebilir, ama onu anlaması, hatta açığa çıkarması mümkün değildir. Konuşuyor ve düşünüyor olduğumuz gerçeği, bize, izlediğimiz bi düzenin varlığını göstermektedir; ama bunu nasıl yaptığımızı da, o düzenin aslında ne olduğunu da bilmeksizin.”

Ona, batılı insanın, beynin çalışmasıyla ilgili araştırmalarının bu düzenin ne olabileceğine ilişkin kimi ipuçlarını açığa çıkarabilmekte olduğunu anlattım. Don Juan, tüm bu araştırmaların, bir şeylerin olageldiğini kanıtlamaktan öte gitmediğinin altını çizdi.

“Büyücüler aynı şeyi istençleriyle yaparlar,” dedi. “İstenç yoluyla, nagualın etkilerine tanıklık ettiklerini söylerler. Ben de şu an buna, akıl yoluyla—onunla ne yapıyoruz, nasıl yapıyoruz, hiç önemli değil—sadece tonalın etkilerine tanıklık ettiğimizi ekleyebilirim. Her iki durumda da, tanıklık ettiğimizin ne olduğunu anlama ya da açıklama yolunda en ufak bi umut bile göremiyorum.

“Dün gece algının kanatlarında uçtun, ilk kez. Gene çok çekingendin. Yalnızca insansal algı çizgisinde dolaştın. Bi büyücü o kanatları başka duyarlıklara dokunmak amacıyla da kullanabilir; bi karganınkine örneğin, bi çakalınkine, bi cırcır böceğininkine, ya da o sonsuz uzayın başka dünyalarının düzenine.”

“Öteki gezegenleri mi kastediyorsun, don Juan?”

“Tabii. Algının kanatları bizi, nagualın en gizli köşelerine ya da tonalın en akıl almaz âlemlerine taşıyabilir.”

"Bi büyücü, örneğin aya gidebilir mi?"

“Tabii ki gidebilir,” diye yanıtladı. “Ama oradan bi torba taş getiremez. Ya!”

Bununla ilgili gülüşerek şakalaştık, ama açıklamasını son kerte ciddi anlamda yapmıştı.

“Eveet, geldik büyücülerin açıklamasının son bölümüne,” dedi. “Dün gece, Genaro’yla ben size insanın bütünselliğini sağlayan son iki noktayı da gösterdik: nagual ve tonal. Sana bi keresinde bu iki noktanın insanın dışında yer aldığını, ama öyle de olmadığını söylemiştim. Işıltılı varlıkların ikilemidir, bu. Her birimizin tonalı, o düzenle dolu, betimlenemez bilinmeyenin bi yansımasından başka bi şey değildir; her birimizin nagualı, her şeyi içeren o anlatılamaz hiçliğin yansımasından başka bi şey değildir.

“Şimdi, Genaro’nun yerinde oturmalısın, ta alacakaranlığa dek; o ana kadar, büyücülerin açıklamasını yerli yerine koymuş olacaksın kuşkusuz. Şimdi burada otururken, o duygu salkımını bi arada tutan yaşam gücünden başka bi şeyin yok."

Kalktı.

“Yarınki görev, Genaro’yla ben işe karışmadan izlerken tek başına bilinmeze atlamak,” dedi. “Burada böylece otur ve içsel söyleşini durdur. Algının kanatlarını açıp sonsuzluğa uçmak için gereken erki biriktirebilesin diye.”



--İki Savaşçının Yeğlediği


Don Juan beni şafak sökerken uyandırdı. Elime su dolu bir sukabağıyla bir kurutulmuş et torbası tutuşturdu. İki gün önce arabamı bırakmış olduğum, üç dört kilometre uzaklıktaki yere doğru, konuşmadan yürüdük.

“Bu, birlikte yapacağımız son yolculuk,’’dedi alçak bir sesle, arabanın yanına vardığımızda.

Karnımda güçlü bir sarsıntı hissettim. Ne demek istediğini anlamıştım.

Ben kapıyı açarken o arka çamurluğa yaslandı, şimdiye dek rastlamadığım bir duyguyla bana baktı. Arabaya bindik, ama motoru çalıştırmadan önce üstü kapalı kimi uyanlarda bulundu; bunları da çok iyi anlamıştım. Arabada oturup kimi çok kişisel ve dokunaklı duygulara değinmek için birkaç dakikamız olduğunu söyledi.

Dingince oturdum, ama ruhum huzursuzdu. Ona bir şeyler söylemek istedim, aslında beni rahatlatacak bir şeyler yani. “Bildiğim” şeyi dile getirmeksizin ifade edebilecek en isabetli sözcükleri bulmak için boşuna çabaladım.

Don Juan, bir zamanlar tanıdığım bir çocuktan, onun hakkındaki duygularımın geçen zaman ve uzaktalığa karşın nasıl değişmemiş olduğundan söz etti. Don Juan, o küçük oğlan çocuğunu her düşünüşümde ruhumun neşeyle coştuğunu, en ufak bir övünme ya da bencillik payı çıkarmadan onun iyiliğini istediğimi söyledi.

Bana daha önce anlatmış olduğum o çocukla ilgili bir öyküyü anımsattı; çok beğendiği, derin anlamlar bulduğu bir öyküydü bu. Los Angeles çevresindeki dağlardan birine tırmanırken çocuk yürümekten yorgun düşmüştü, ben de onu omuzlarıma çıkarmıştım. Yoğun bir mutluluk dalgası ikimizi birden kaplamıştı da, çocuk bağıra bağıra güneşe, dağlara teşekkür etmişti.

“Bu, onun sana elveda deyişiydi,” dedi don Juan.

Boğazım düğümlendi.

“Elveda demenin birçok yolu vardır,”dedi. “En iyisi, belki de belirli bi mutluluk anını akıldan hiç çıkarmamaktır. Örneğin, bi savaşçı gibi yaşarsan eğer, omuzlarına aldığın o çocuğun yaydığı sıcaklık yaşam boyu taptaze, içine işlemiş olarak sürer. Savaşçının elveda demesidir bu.”

Motoru çabucak çalıştırdım; o taşlı yolda sürmeye alışmadığım bir hızla gaza bastım.

Kısa bir yol kat ettikten sonra, yolun gerisini yürüdük. Bir saat kadar sonra, bir ağaçlığa ulaştık. Don Genaro, Nestor ve Pablito orada bizi bekliyorlardı. Onları selamladım. Hepsi de mutlu ve capcanlı görünüyordu. Onlara ve don Juan’a bakınca, hepsine karşı derin bir duygudaşlık kapladı içimi. Don Genaro bana sarılıp, sevgiyle sırtımı tıpışladı. Nestor ve Pablito’ya, koyağın dibine atlarken çok başarılı olduğumu söyledi. Bir eli hâlâ sırtımda, yüksek sesle konuşmaya başladı.

“Evet beyler,” dedi, onlara bakarak. “Ben velinimetiyim onun, çok başarılı olduğunu söyleyebilirim. Bu, bir savaşçı olarak yaşanmış yılların doruk noktasıydı.”

Bana dönerek öteki elini de omzuma koydu. Gözleri parlak ve barışçıldı.

“Sana söyleyecek hiçbir sözüm yok, Cartilocuk” dedi, sözcüklerini ağır ağır seslendirerek. “Bağırsaklarında bolca bulunan dışkı dışında, yani”

Der demez, o da don Juan da bayılma kertesine gelinceye dek, ulurcasına gülmeye başladılar. Pablito’yla Nestor ne yapacaklarını pek bilemeden sinirli sinirli kıkırdadılar.

Don Juan’la don Genaro dinginleştiklerinde, Pablito “bilinmeze” tek başına gidebilme yeteneğinden pek emin olmadığını söyledi bana.

“Bunun nasıl yapılacağına dair en ufak bir fikrim bile yok, gerçekten,” dedi. “Genaro, kişinin kusursuzluktan başka hiçbir şeye gereksinmesi olmadığını söylüyor. Sen ne düşünüyorsun?”

Ben, ondan da az şey bildiğimi söyledim. Nestor iç geçirdi, gerçekten ilgilenmişe benziyordu; ellerini ve ağzını önemli bir şey söyleyecekmiş de bunu nasıl diyeceğini bilemiyormuş gibi kıpırdattı.

“Genaro, sizin ikinizin başaracağını söyledi,” dedi, sonunda.

Don Genaro, eliyle, gitmek üzere olduğumuzu imledi. O ve don Juan birkaç metre önümüzde yürüdüler. Hemen bütün gün boyunca aynı dağ yolunu izledik. Tam bir sessizlik içinde yürüdük—hiç durmamıştık. Hepimizde erzak olarak kuru et ve bir sukabağı dolusu su vardı— anlaşılan yürürken yiyecektik onları. Keçiyolu belirli bir yerde gerçek bir yola dönüştü. Bir dağ yamacının çevresinden dolandı, sonra birden, önümüzde bir vadinin manzarası beliriverdi. Nefes kesici bir manzaraydı bu, gün ışığıyla parıldayan yemyeşil bir vadi; üzerinde görkemli iki gökkuşağı, çevredeki tepelerde de yağmur serpintileri vardı.

Don Juan durarak, vadide gördüğü bir şeyi çenesiyle don Genaro’ya gösterdi. Don Genaro başını salladı. Ne olumlu ne de olumsuz bir devinimdi bu; daha ziyade başının bir silkinmesinden ibaretti. Uzun bir süre vadiyi süzerek kımıldamadan durdular.

Oradaki yolu bırakıp, kestirmeden gitmeye başladık. Dar, tehlikeli bir patikadan, vadinin kuzeyine doğru inmeye başladık.

Düz araziye ulaştığımızda öğleden sonra olmuştu. Her yanı nemli toprağın ve nehir söğütlerinin keskin kokusu kaplamıştı. Yağmur bir ara sol yanıma düşen ağaçların üzerindeki yeşil, yumuşak bir gürlemeye, sonra da sazlıktaki bir titreşmeye dönüştü. Akan bir çayın hışırtısını işittim. Bir an durup, dinledim. Ağaçların tepesine baktım; batı utkumdaki saçakbulutlar gökte top top pamuklar gibi uçuşuyordu. Orda durmuş bulutlara bakarken önümdekiler epey yol almıştı. Arkalarından koştum.

Don Juan’la don Genaro durup aynı anda döndüler; gözlerini üzerime öyle bir beraberlik ve kesinlikle odakladılar ki, bir an için onları tek bir kişi sandım. Tüylerimi diken diken eden tek ve kısa, ama heybetli bir bakıştı bu. Sonra, don Genaro güldü; yerleri titrete titrete yüz elli kiloluk düztaban bir Meksikalı gibi koştuğumu söyledi.

“Neden Meksikalı?” diye sordu, don Juan.

“Yüz elli kiloluk düztaban bir Kızılderili koşmaz,” dedi don Genaro, açıklayıcı bir tonla.

“Hu,” dedi don Juan, don Genaro gerçekten bir şeyler açıklamışçasına.

Dar, yeşilliklerin coştuğu vadiyi geçip doğudaki dağlara tırmanmaya koyulduk. Akşamüstü, güneydeki yüksek bir vadiye bakan, üzeri yassı bir tepede durduk. Buradaki bitki örtüsü kesinlikle farklıydı. Etrafımız erozyonun aşındırdığı yuvarlak dağlarla çevriliydi. Vadideki ve yamaçlardaki topraklar yer yer ekiliydi; ama tüm çevre bende bir çoraklık duygusu uyandırıyordu.

Güneş şimdiden güneybatı ufkunda epey alçalmıştı. Don Juan ile don Genaro, bizi tepe düzlüğünün kuzey kıyısına çağırdılar. O noktadan bakıldığında olağanüstü bir manzara görülüyordu. Kuzeye doğru sonu gelmez dağlar ve vadiler, batıya doğruysa yüksek sıradağlar uzanıyordu. Kuzeydeki uzak dağlara çarpan güneş ışığı, batıdaki bulut kümelerini turuncu rengine buladığı gibi bulamıştı oraları da. Bu güzelliğine karşın, hüzün ve yalnızlık vardı bu manzarada.

Don Juan defterimi elime tutuşturdu, ama not tutmak gelmiyordu içimden. Don Juan’la don Genaro’nun iki ucunda yer aldığı bir yarım daire biçiminde oturduk.

“Bilgi yolunda yazarak yürümeye başladın, aynı şekilde bitireceksin,” dedi don Juan.

Herkes beni yazmaya zorladı, sanki benim yazı yazmam önemli bir şeymiş gibi.

“Yüze yüze kuyruğuna geldiniz, Carlitocuk,” dedi Genaro, birden. “Sen ve Pablito, ikiniz.”

Sesi yumuşaktı. O şakacı titremi olmaksızın, içten ve endişeli çıkıyordu sesi.

“Bilinmeze yolculuğa çıkan birçok savaşçı da durduğumuz bu yerde durdu,"diye sürdürdü. “Hepsi de en iyi dileklerini sunar sizlere.”

Çevremde bir dalgalanma hissettim; sanki hava yarı katı bir kıvamdaydı da, bir şey onun depreşmesine yol açmıştı.

“Hepimiz siz ikinize iyi dileklerimizi sunarız,’’dedi.

Nestor, Pablito’yla beni kucaklayıp, bizden ayrı oturdu.

“Biraz zamanımız daha var,” dedi don Genaro, gökyüzüne bakarak. Sonra, dönüp Nestor’a sordu. “Beklerken, ne yapalım dersin?”

“Gülüp, eğlencemize bakacağız,” diye yanıtladı Nestor kabına sığmazcasına.

Don Juan’a, beni bekleyen şeyin beni korkuttuğunu, hiç kuşkusuz bir tuzağa düşürülmüş olduğumu söyledim; Pablito’yla benim yaşadığımız durumların var olabileceği aklımın köşesinden bile geçmemişti. Gerçekten korku verici bir şeyin beni etkisi altına aldığını, beni azar azar, belki de ölümden de beter bir şeye doğru itmek üzere olduğunu söyledim.

“Yakınıyorsun,” dedi sertçe. “Son ana dek kendine acımayı sürdürüyorsun.”

Hepsi de güldüler. Haklıydı. Ne yenilmez bir dürtüydü bu! Birde bunu yaşamımdan söküp attığımı düşünmüştüm. Bu salaklığımdan ötürü herkesten, beni bağışlamalarını diledim.

“Özür dileme,” dedi don Juan bana. “Özür dilemek saçmalıktır. Bu benzersiz erk yerinde önemli olan tek şey kusursuz bi savaşçı olmaktır. Bu yer en iyi savaşçıları konuk etti. Onlar kadar iyi ol.”

Sonra Pablito’yla bana şunları söyledi:

“Bunun, birlikteliğimizin son görevi olduğunu biliyorsunuz. Sırf kişisel erkinizin gücüyle naguala ve tonala gireceksiniz. Genaro’yla ben, elveda demek için buradayız. Erk, Nestor’un bi tanık olmasına karar verdi. Hayırlısı olsun.

“Bu aynı zamanda, Genaro’yla benim hazır bulunacağım son buluşmanız olacaktır. Siz bi defa bilinmeyene kendi başınıza girdikten sonra, artık bizden sizi geri getirmemizi beklemeyin, onun için bi karar vermeniz lazım; yani, dönüp dönmemeye karar vermeniz lazım. Biz, ikinizin de, dönmeye karar verdiğiniz takdirde bunu yapabilecek güce sahip olduğunuzu biliyoruz. Geçen gece, hem birlikte hem de tek başınıza, dostu başınızdan savabilecek denli iyiydiniz—yoksa alimallah sizi ezip eşek cennetine gönderiverirdi. Böylece gücünüzü sınamış olduk.

“Şunu da eklemeliyim ki, pek az savaşçı biraz sonra başınıza gelecek olan bilinmeyenle karşılaşmanın ardından hayatta kalmayı becermiştir; ama zor olduğundan değil de, nagualın o anlatılmaz ayartıcılığından dolayı ve oraya yolculuk yapan savaşçılar için, tonal dünyasına, ya da düzen, gürültü ve acı dünyasına dönmek pek de içi açıcı değildir.

“Kalma ya da dönme kararını aklımızla ya da arzumuzla değil, istencimizle veririz; onun için, ne olacağını önceden kestiremeyiz.

“Şayet dönmemeyi seçerseniz, yeryüzü sizi yutmuş gibi yitip gidersiniz. Ama eğer bu dünyaya dönmeyi seçerseniz, görevleriniz bitinceye dek gerçek bi savaşçı gibi beklemelisiniz. Başarıyla, ya da başarısızlıkla bitmesinin ardından, özünüzün bütünselliğine egemen olabileceksiniz.”

Don Juan bir süre sustu. Don Genaro bana bakarak göz kırptı.

“Carlitocuk özünün bütünselliğine egemen olmanın ne anlama geldiğini bilmek istiyor,” dedi ve herkes güldü.

Haklıydı. Başka koşullar altında, bunu sormaktan çekinmezdim; ne var, içinde bulunduğumuz durum soru soramayacağım denli ciddiydi.

“Savaşçı sonunda erkle karşılaşmıştır, demeye gelir bu,” dedi don Juan. “Her bi savaşçının onunla ne yapacağını hiçbi kimse bilemez; ola ki siz ikiniz yeryüzünde kimsecikler farkında olmaksızın dolaşıp duracaksınızdır, ya da ola ki, nefretle dolu ya da ip kaçkını, ya da müşfik birisi olarak döneceksinizdir. Tüm bunlar tininizin kusursuzluğuna ve özgürlüğüne bağlı.

“En önemli şey gene de görevinizdir. Bu size öğretmeninizin ve velinimetinizin armağanıdır. İkinizin de bu görevi en iyi biçimde başarmanıza dua ediyorum.”

“Görevin sona ermesini beklemek çok özel bir beklemedir,” dedi don Genaro, birdenbire. “Şimdi size, başka bir zamanda şuradaki dağlarda yaşamış olan savaşçıların öyküsünü anlatacağım.”

Doğuyu gösterdi, Sonra bir anlık kuşkunun ardından, ayağa kalkıp, uzağı, kuzeydeki dağları imledi.

“Yok. Şu yönde yaşamışlardı,” dedi bana bakıp ve bilgiççesine gülerek. “Buradan tamı tamına yüz otuz beş kilometre uzakta.”

Don Genaro belki de beni taklit ediyordu. Ağzı ve alnı gerilmişti. Ellerini göğsünün üstüne kapamış, sıkı sıkıya imgesel bir şeyi bastırıyordu. Bir defter olabilirdi. Bu son derece gülünç duruşu sürdürdü. Bir zamanlar, tıpkı bu şekilde duran bir Çin bilimci Alman bilim adamıyla tanışmıştım. Bilinçsizcesine o Alman Çin bilimci gibi davranıyor olmam ihtimali, bana birden son derece komik geldi. Kendi kendime güldüm. Beni hedef alan bir şakaydı bu.

Don Genaro oturarak anlatısını sürdürdü.

“Bu savaşçı topluluğunun üyelerinden biri kurallara aykırı bir davranışta bulunursa, onun kaderi toplu olarak kararlaştırılıyordu. Suçlunun, yaptıklarının nedenini açıklaması, yoldaşlarının da onu dinlemeleri gerekiyordu; nedenler inandırıcıysa toplantı dağılırdı, değilse, hepsi birden, ellerinde silahlarıyla şu anda bulunduğumuz yere çok benzeyen bir düzlüğün hemen kıyısında dizilir, ölüm cezasını yerine getirmek için hazırlanırlardı. Bu durumda cezalandırılacak olan savaşçı dostlarına veda eder ve infaz başlardı.”

Don Genaro, benden ya da Pablito’dan bir işaret beklermiş gibi baktı. Sonra Nestor’a döndü.

“Belki buradaki tanık, bize bu öykünün şu ikisiyle ne ilgisi olduğunu bize anlatır,” dedi Nestor’a.

Nestor utangaçça güldü, bir an derin düşüncelere dalar gibi oldu.

“Tanığın bir fikri yok,” diyerek sinirli sinirli kıkırdadı.

Don Genaro herkesten kalkıp giderek düzlüğün batı kıyısından bakmalarını istedi.

Yamaç tatlı bir eğilimle toprağa dek iniyordu, sonra düz bir arazi görünüyordu, bu arazinin sonundaki yarık, taşan yağmur sularının aktığı doğal bir kanal gibi uzanıyordu.

“Kanalın olduğu yerde bir ağaç kümesi yer alıyordu, öykümüzdeki dağda,” dedi don Genaro. “Onun da ardında sık bir orman vardı.”

“Mahkûm savaşçı yoldaşlarıyla vedalaştıktan sonra yamaçtan ağaçlara doğru yürürdü. Sonra, yoldaşları silahlarını kaldırıp ona doğru nişan alırlardı. Kimse ateş etmezse, ya da savaşçı aldığı yaralara karşın hayatta kalmayı başarırsa, özgür olurdu.”

Oturduğumuz yere döndük.

“Şimdi bir şey söyleyecek misin tanık?” diye, Nestor’a sordu don Genaro. Nestor sinirliliğin doruğundaydı. Şapkasını çıkararak kafasını kaşıdı. Sonra, elleriyle yüzünü kapadı.

“Bu zavallı tanık ne bilsin?” dedi sonunda, meydan okuyan bir sesle, ardından da herkesle birlikte güldü.

“Tek bir yara bile almadan sıyrılan adamlar olmuş, derler,” diye sürdürdü don Genaro. “Kişisel erkleri, yoldaşlarını etkilermiş, diyelim. Nişan alırken bir dalgalanma olurmuş aralarında da, kimse silahını kullanmaya cesaret edemezmiş. Belki de, onun cesaretine hayranlıklarından, onu incitemezlermiş.”

Don Genaro, önce bana sonra da Pablito’ya baktı.

“Ağaçlara doğru yürümenin de bir yolu yordamı varmış,” diye sürdürdü. “Savaşçı dingince, kasıntısızca yürümeliymiş. Sağlam ve emin adımlar atmalı, gözleriyle ileriye doğru bakmalıymışım. Aşağı inerken tökezlememeli, duraksamamalı, çevresine bakmalı ve en önemlisi de koşmamalıymış.”

Don Genaro durdu; Pablito başını sallayarak onun söylediklerine katıldığını gösterdi.

“Siz ikiniz yeryüzüne dönmeye karar verirseniz,” dedi, “gerçek savaşçılar gibi görev tamamlanıncaya dek beklemelisiniz. Bu bekleyiş, öyküdeki savaşçının yürüyüşüne çok benzer. Anlıyor musunuz? Savaşçının insan zamanı tükenmiş oluyordu—sizin de öyle. Tek farkınız, size kimin nişan aldığıdır. O savaşçıya nişan alanlar, onun savaşçı yoldaşlarıydı. Size nişan alan ise bilinmeyendir. Kusursuzluğunuz, tek şansınızdır. Arkaya bakmadan beklemelisiniz. Ödül beklentisi olmadan beklemelisiniz. Tüm kişisel erkinizi görevinizi yerine getirmeye hedeflemelisiniz.

“Kusursuzluğu elden bırakır, hırçınlık etmeye başlar, sabırsızlığa ve umutsuzluğa kapılırsanız, bilinmeyenin keskin nişancıları tarafından acımasızca vurulursunuz.

“Öte yandan, kusursuzluğunuz ve kişisel erkiniz görevinizi yerine getirmeye yeterse, erk, size verdiği sözü tutacaktır. Nedir bu söz, diye sorabilirsiniz. Erkin, ışıldayan varlıklar olarak insana verdiği sözdür, bu. Her bir savaşçının yazgısı farklıdır, sizin her birinize verilen sözün ne olduğunu bilmenin imkânı yok.”

Güneş batmak üzereydi. Kuzeydeki uzak dağların açık turuncu renkleri koyulaşıyordu. Görüntü, bana rüzgârın silip süpürdüğü ıssız bir dünya izlenimini verdi.

“Alçakgönüllü ve etkili olmanın, bir savaşçının belkemiğini oluşturduğunu öğrenmiş bulunuyorsunuz,” dedi don Genaro— onun sesini duyunca sıçradım. “Hiçbir şey beklemeden edimlerde bulunmayı öğrendiniz. Bugün yaşayacaklarınıza katlanabilmeniz için olanca sabır ve dayanma gücünüze ihtiyaç duyacağınızı söylüyorum, şimdi de.”

Karnımda bir sarsıntı hissettim. Pablito sessizce titremeye başladı.

“Bir savaşçı daima hazır olmalı,” dedi don Genaro. “Burada bulunan herkesin yazgısı, erkin tutsakları olduğumuzu bilmek olmuştur. Neden özellikle biz, bilinmez ama ne büyük talihtir bu!”

Don Genaro konuşmayı kesip, tükenmişçesine başını eğdi. Böylesine terimlerle konuştuğunu ilk kez işitiyordum.

“Savaşçının buradakilere ve geride bıraktığı her şeye elveda demesi gerekir,” dedi, don Juan ansızın. “Bunu kendi sözcükleriyle ve yüksek sesle yapmalıdır ki, sesi bu erk yerinde sonsuza dek çınlasın.”

Don Juan’ın sesi o anki ruh halime başka bir boyut kattı. Arabada konuştuklarımız daha bir anlam kazandı. Çevremizdeki manzaranın sükûnetinin bir serap olduğunu ve büyücülerin açıklamasının hiç kimsenin kaçınamayacağı bir darbe indirdiğini söylerken ne kadarda haklıydı. Büyücülerin açıklamasını duymuş, öncüllerini yaşamıştım; işte oradaydım, tüm yaşamımda olduğumdan çok daha çıplak ve çok daha çaresiz. Yaşamım boyunca yapmış olduğum, yaşamım boyunca hayal ettiğim hiçbir şey, o anın kederiyle ve yalnızlığıyla mukayese bile edilemezdi. Büyücülerin açıklaması beni “aklımdan” bile yoksun bırakmıştı. Don Juan, bir savaşçının acılardan ve kederlerden kaçınamayacağını, yalnızca bunlara düşkünlük göstermekten kaçınabileceğim tekrar tekrar söylerken çok haklıydı. O andaki hüznüm dayanılmaz bir noktaya ulaşmıştı. Yazgımın döngülerini benimle paylaşmış olanlara elveda demeye katlanamazdım. Don Juan’la don Genaro’ya, birisiyle birlikte öleceğimize ilişkin bir antlaşma yapmış olduğumu, ruhumun tek başıma gitmeyi kaldıramayacağını söyledim.

“Hepimiz tek başınayız, Carlitocuk,” dedi don Genaro yavaşça. “Oyunun kuralı bu.”



Boğazımdaki düğümlenmede, yaşama ve bana yakın olanlara duyduğum tutkunun kederini hissettim; onlara veda etmeyi reddettim.

“Bizler yalnızız,” dedi don Juan, “ne var, tek başına ölmek, yalnızlık içinde ölmek değildir.”

Sesi boğuk ve sert çıktı, öksürür gibi.

Pablito sesizce ağlıyordu. Sonra kalkarak konuştu. Bir söyleve ya da veda konuşmasına benzemiyordu. Duru bir sesle, don Genaro’ya ve don Juan’a iyiliklerinden ötürü teşekkür elti. Nestor’a döndü, ona kanat germe fırsatını kendisine tanıdığı için teşekkür etti. Yeniyle gözyaşlarını sildi.

“Bu güzel dünyada olmak ne olağanüstü bir şeydi! Hele bu şahane zamanda!” diye bağırarak iç geçirdi.

Söyledikleri hepimizi etkilemişti.

“Eğer dönmezsen, senden biricik isteğim, yazgımı paylaşanlara yardımcı olmandır,” dedi don Genaro’ya.

Sonra batıya, evinin yönüne döndü. Ağladıkça, sınırı gibi bedeni sarsılıyordu. Kollarını açarak birisini kucaklamak istercesine düzlüğün kıyısına doğru koştu. Dudakları kıpırdadı, alçak sesle konuşuyor gibiydi.

Başımı uzağa doğru çevirdim. Pablito’nun söylediklerini işitmek istemiyordum.

Oturduğumuz yere döndü, yanıma yığıldı ve başını öne eğdi.

Tek bir şey bile söyleyemiyordum. Ne var, bir dış güç denetimi ele alıp beni ayağa kaldırdı. Ben de teşekkürlerimle üzüntümü dile getirdim.

Yeniden sustuk. Hafifçe ıslık çalarak esen kuzey yeli, yüzümü yalıyordu. Don Juan bana baktı. Gözlerindeki sevecenliğin bu kerte yoğunlaştığına hiç tanık olmamıştım. Bir savaşçının kendisine yakınlık ve ilgi gösteren herkese teşekkür ederek elveda dediğini, ancak yalnızca kendilerine değil, bu yolda bana göz kulak olmuş, yardım etmiş herkese teşekkür etmem gerektiğini söyledi.

Kuzeybatıya, Los Angeles’a doğru döndüm ve ruhumun tüm duygusallığı dökülmeye başladı. Teşekkürlerimi sunmak ne kadar da paklayıcı bir edimmiş!

Yeniden oturdum. Kimse bana bakmadı.

“Savaşçı acısını kabullenir ama ona düşkünlük gösteremez,” dedi don Juan. “Onun için bilinmeyene dalan savaşçının havası hüzün değildir; tersine, talihi yüzüne güldüğü, ruhu kusursuz olduğu, her şeyin ötesinde etkililiğinin ayırdına vardığı için neşelidir. Savaşçının sevinçliliği yazgısını kabul etmekten, önündekini gerçek anlamda değerlendirmekten kaynaklanır.”

Uzun bir sessizlik oldu. Kederi iliğim doruğuna ulaşmıştı. Bu bunaltıcı havadan kurtulmak için bir şeyler yapmak istedim.

“Tanık, lütfen tin tuzağını sık,” dedi don Genaro, Nestor’a.

Nestor’un düzeneğinden yayılan yüksek, gülünç mü gülünç tınıyı işittim.

Pablito, ardından da don Juan’la don Genaro gülme krizine girdiler. Garip bir koku dikkatimi çekti; Nestor’un osurduğunu anladım. Asıl dehşet verici kertede komik olan şey, onun yüzündeki aşırı ağırbaşlılık ifadesiydi. Şaka olsun diye osurmamıştı Nestor; tin tuzağını yanında getirmemişti zira. Elinden gelen en iyi biçimde yardımcı oluyordu çocukcağız.

Hepsi birden, kendilerini koyuverip güldüler. En duyarlı konulardan en gülünçlerine ne de kolay atlayabiliyorlardı.

Pablito birden bana doğru döndü. Bende ozanlık var mı, öğrenmek istiyordu. Ne var, sorusunu yanıtlamaya fırsat bulamadan don Genaro bir uyak denemesine girişti. “Carlitocuk dingindir; biraz ozan, biraz çatlak, deliliği engindir,” dedi.

Bir başka kahkaha tufanı patladı, hepsinin katıldığı.

“Hah! İşte böyle daha iyi,” dedi don Juan. “Ve şimdi, Genaro’yla ben s izlere veda etmeden önce, siz ikiniz, aklınıza geldiği gibi, bir çift laf etseniz ya. Belki de konuşabileceğiniz son kez olabilir bu.”

Pablito olumsuzca başını salladı, ama benim söyleyecek bir şeyim vardı. Don Juan ile don Genaro’nun savaşçı ruhlarının mükemmel kıvamına duyduğum saygı ve hayranlığı dile getirmek istedim, ama sözlerim tükendi ve hiçbir şey söyleyemeden sustum; işin kötüsü, gene yakınıyormuşum gibi bir hava estirmiştim.

Don Juan yapmacık bir hoşnutsuzluk havası içinde başını salladı, dudaklarını şapırdattı. Kendimi tutamayarak güldüm; hayranlığımı dile getiremeyişimin bir önemi kalmamıştı artık. Oldukça ilginç bir duygu beni avucunun içine aldı. Beni güldüren coşkulu bir sevinçlilik, görkemli bir özgürlük havasına girmiştim. Don Juan’la don Genaro’ya, “bilinmeyenle” karşılaşmamı yüksük kadar bile umursamadığımı, kendimi mutlu ve tam hissettiğimi, ölmüşüm kalmışım, o an için hiç önemi olmadığını söyledim.

Don Juan’la don Genaro söylediklerimden, benden de fazla hoşnut kalmışa benziyorlardı. Don Juan kalçalarını tokatlayıp güldü; don Genaro şapkasını yere fırlatıp vahşi bir atı sürüyormuş gibi bağırdı.

“Beklerken eğlenip, neşemize baktık, tıpkı tanığın önerdiği gibi,” dedi don Genaro birden. “Ne var, düzenin doğal bir kuralı olarak, bunun da sonu gelmeli.”

Gökyüzüne baktı.

“Öyküdeki savaşçılar gibi, dağılma zamanımız geldi,” dedi. “Herkes kendi yoluna gitmeden önce, siz ikinize son bir şey söylemeliyim. Bi savaşçı gizini açıklayacağım size. Buna savaşçının yeğlediği de diyebilirsiniz.”

Sözlerini özellikle bana yönelterek, bir keresinde savaşçının soğuk, yalnız ve duygulardan uzak bir yaşam sürdürdüğünü söylemiş olduğumu anımsattı. Şu an bile öyle olduğuna inandığımı söyledi.

“Bir savaşçının yaşamının soğuk, yalnız ve duygulardan uzak olması imkânsızdır,” dedi, “çünkü yaşamı, sevgilisine duyduğu şefkat, bağlılık ve özveri üzerine kurulmuştur. “Kimdir sevgilisi?” diye sorabilirsiniz. Göstereyim.”

Don Genaro kalkıp, biraz önümüzde yer alan dümdüz bir yere yürüdü. Yabansı bir devinimde bulundu orada. Elleriyle, göğsündeki ve karnının üstündeki tozu silkelermiş gibi yaptı. Sonra garip bir şey gerçekleşti. Neredeyse görülmeyecek denli ince bir ışık oku ona doğru gitti; topraktan çıkmıştı ve tüm bedenini sevecence okşar gibiydi. Geriye doğru bir dönüş, daha doğrusu bir dalış yaparak göğsüyle kollarının üzerinde yere indi. Devinimlerinde öylesine bir dakiklik ve maharet vardı ki, ağırlıksız bir varlığı, kendi üstüne kıvrılan bir kurtçuğu anımsatıyordu. Yerdeyken, bir dizi görülmemiş devinim sergiledi. Yerin bir karış üstünde, altında bilyeli yatak varmışçasına, havada kayıyor, ya da okyanusta ilerleyen bir yılanbalığının kıvrak ve süratli devinimleriyle yüzüyordu.

Bir an gözlerim şaşı bakmaya başladı ve hiçbir geçiş yaşamadan, içinde binlerce ışığın parıldadığı bir buz pateni alanını andıran bir düzlemin üzerinde ileri geri kayan ışıklı bir küreyi seyrederken buldum kendimi.

Şahane bir görüntüydü bu. Sonra, ateş küresi durdu. Beni sarsan bir ses dikkatimi dağıttı. Konuşan don Juan’dı. Önce, ne dediğini anlayamadım. Yeniden ateş topuna baktım; açılmış kol ve bacaklarıyla yerde yatan don Genaro’yu görebildim, yalnızca.

Don Juan’ın sesi çok berraktı. İçimdeki bir şeyi tetiklemiş olmalıydı; yazmaya koyuldum yeniden.

“Genaro’nun aşkı dünyadır,” dedi. “Az önce bu koskoca yeryüzünü kucaklamaya çalışıyordu, ama kendisi öylesine küçücük ki yapabileceği biricik şey onun üzerinde yüzmektir. Ama dünya onun kendisini sevdiğini biliyor ve onun için ona ilgisini sunuyor. İşte Genaro’nun yaşamı bu nedenle dopdolu, o nereye gitse bereket içinde olacaktır. Genaro aşkının yollarında yürüyor, o nereye giderse gitsin, hep bütün kalacaktır.”

Don Juan önümüzde çömeldi, şefkatle toprağı okşadı.

“İki savaşçının yeğledi budur,” dedi. “Bu toprağı, bu dünyayı. Bi savaşçı için bundan büyük aşk olamaz.”

Don Genaro ayağa kalkıp don Juan’ın yanına çömeldi. Bir süre gözlerini dikip bize baktılar; Sonra aynı anda bağdaş kurup oturdular.

“Kişi ancak bu dünyayı tutkuyla severek arınır kederlerinden,” dedi don Juan. “Bi savaşçı her zaman sevinçlidir, çünkü sevgisi değişmez; bunu iyi bilen aşkı, yeryüzü, ona akla hayale gelmez armağanlar sunar. Üzüntü, yalnızca varlıklarına barınak sağlayan şeyden nefret edenlere özgüdür.”

Don Juan yeniden toprağı şefkatle okşadı.

“Son zerresine dek canlı olan ve her türlü duyguyu anlayan bu sevgili varlık beni sağalttı, acılarımı dindirdi, ve sonunda ona olan aşkımı anladığımda bana özgürlüğü öğretti.”

Durdu. Aramızda ürkütücü bir sessizlik vardı. Rüzgâr hafifçe ıslık çalarak esti, ta uzaklardan yalnız bir köpeğin duyulan havlamasını taşıdı.

“Şu havlamayı dinleyin,’’dedi don Juan. “Sevgili dünyam şimdi de size göstermek istediğim noktayı açıklamama yardımcı oluyor. Şu havlama, insanın duyabileceği en hüzün verici şeydir.”

Bir süre sustuk. Köpeğin havlaması o kadar hüzünlü, çevredeki sessizlik o kadar kesifti ki, benliğimi uyuşturan bir kedere büründüm. Yaşamımı, üzüntümü, nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmediğimi anımsattı, bana.

“Bu köpeğin havlaması, bi insanın geceleyin ki sesidir,” dedi don Juan. “Şu güneydeki vadinin orda ki bi evden geliyor.

Bi adam köpeği aracılığıyla bağırıyor kederini, kasvetini, zira yoldaş tutsaklardır yaşam boyunca onlar. Ölümünün gelip onu yaşamının bu sönük ve hazin prangalarından kurtarması için yalvarıyor.”

Don Juan’ın sözleri içimdeki son derece acı verici bir yarayı deşmişti. Doğrudan bana konuştuğunu düşündüm.

“Bu havlama da, yarattığı yalnızlık da, insanların duygularını anlatır,” diye sürdürdü don Juan. Tüm hayatları bir Pazar öğleden sonrası gibi sefilce demesem bile bunaltılı, sönük ve tedirginlikle geçen insanların. Çok terlemiş, çok da oflayıp puflamışlardır. Nereye gideceklerini, ne yapacaklarını bilememişlerdir. O pazar öğleden sonrası onlarda sudan üzüntüler ve bıkkınlıkların anısını bırakmıştır sadece, sonra bi bakarlar ki iş bitmiş, gece gelmiştir bile.”

Ona daha önce anlatmış olduğum, yaşamını pek çabuk geçmiş olduğundan, kısa pantolonuyla parkta oynayan bir çocuk olduğu günlerin ona daha dün imiş gibi geldiğinden yakınan yetmiş iki yaşındaki bir ihtiyarın öyküsünü tekrar anlattı. “On yaşımdayken giydiğim pijamayı anımsıyorum. Yalnızca, bir gün geçmiş gibi geliyor bana. Nereye uçtu, zaman?” demişti o adam bana.

“O zahirin panzehiri burada, işte,” dedi don Juan toprağı okşayarak. “Büyücülerin açıklaması ruhu tümüyle özgür kılmaz. Bakın şu ikinizin haline! Büyücünün açıklamasını almış durumdasınız, ama onu biliyor olmanız sizde bi fark yaratmıyor ki! Her zamankinden daha da yalnızsınız, zira size barınak sunan bu varlığa sevgi duymuyorsanız, tek başınalık yalnızlığa dönüşür.

“Yalnızca bu muhteşem varlığın sevgisi özgürlük getirebilir bi savaşçının ruhuna; özgürlükse sevinçtir, etkililiktir, çıkmazlar karşısında kendini bırakabilmektir. Son derstir bu. Hep en sona bırakılır, ölümü ve tek başınalığıyla nihai yalnızlığı içinde yüzleşen adamın son anına. Çünkü yalnızca o an bi anlam taşır.”

Don Juan’la don Genaro ayağa kalktılar, kollarını gerdiler, sırtlarını yaylandırdılar. Kalbim hızla atmaya başladı. Pablito’yla beni de ayağa kaldırdılar.

“Alacakaranlık, dünyaların arasındaki çatlaktır,” dedi, don Juan. “Bilinmeyene açılan kapı.”

Elinin dairesel bir hareketiyle, üstünde durduğumuz düzlüğü gösterdi.

“Bu da o kapının önündeki düzlük.”

Sonra, düzlüğün kuzey kıyısını gösterdi.

“Kapı orada. Ötesindeyse uçurum, onun ötesindeyse bilinmeyen.”

Sonra, don Juan’la don Genaro, Pablito’ya dönüp veda ettiler. Pablito’nun gözleri büyümüş ve sabitleşmişti; yaşlar yanaklarına dökülüyordu.

Don Genaro’yla don Juan Pablito ya yaklaşıp ona elveda dediler. Pablito’nun gözleri irileşmiş, bakışları sabitleşmişti; yanaklarından aşağıya gözyaşları süzülüyordu.

Don Genaro’nun sesinin bana elveda dediğini işittim. Ama don Juan’ın sesini işitmemiştim.

Don Genaro’yla don Juan Pablito’ya yaklaştılar ve kulaklarına kısaca fısıldadılar. Sonra da benim yanıma geldiler. Ama onlar daha tek sözcük bile fısıldamadan, o tuhaf ikiye bölünme duygusunu yaşamaya başlamıştım bile.

“Yolun yanındaki tozlar gibi olacağız,” dedi don Genaro.

“Belki bir gün gözünüze kaçarız.”

Don Juan’la don Genaro geri çekildiler, sanki karanlığa karıştılar. Pablito bileğimin az gerisinden kavradı, birbirimize elveda dedik. Sonra, yabansı bir güdü, bir güç, beni onunla birlikte tepedeki düzlüğün kuzey kıyısına doğru koşmaya zorladı. İkimiz atlarken kolumu tutmakta olduğunu hissettim, sonra tek başınaydım.




Sierra Madre Dağları



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön