Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

buyu gecisleri bolum 2


2 BÖLÜM


Üç saat boyunca sürekli araba kullandıktan sonra, öğlen yemeği için Guayma kentinde durduk. Yemeğimizin gelmesini beklerken, pencereden dışarı, küçük körfez boyunca uzanan yola baktım. Belden yukarıları çıplak bir grup oğlan bir topu tekmeliyorlardı; başka bir yanda işçiler inşaat alanına tuğla yığıyorlardı; diğerleri ise öğlen molalarında, açılmamış ip kangallarına sırtlarını dayamış maden sularını yudumluyorlardı. Meksika'da her şeyin normalden daha gürültülü ve tozlu olduğunu düşünmeden edemedim.

Clara, dikkatimi kendine çekerek, "Bu restoranda son derece lezzetli kaplumbağa çorbası verirler", dedi.

O sırada, ön dişlerinden bir tanesi gümüş kaplamalı güleç yüzlü bir kadın garson masamıza iki kâse çorba koydu. Diğer müşterilere doğru koşuşturmadan önce Clara nazik bir şekilde bir kaç İspanyolca kelime söyledi.

Kaşığımı elime alıp temiz olup olmadığını incelerken, "Daha önceden hiç kaplumbağa çorbası içmemiştim", dedim.

Clara, kâğıt peçeteyle kaşığımı silmemi izlerken, "bunun için en iyi yerdesin", dedi.

Gönülsüz bir şekilde, çorbadan bir kaşık aldım. Kaymak gibi yoğun domates suyunun içinde yüzen beyaz et parçaları gerçekten de lezzetliydi.

Çorbadan bir kaç kaşık daha içtikten sonra, "kaplumbağaları nereden buluyorlar?" diye sordum.


Clara camdan dışarıyı işaret etti. "Oradan, koydan buluyorlar", dedi.

Yanımızdaki masada oturan orta yaşlı, yakışıklı adam bana dönüp göz kırptı. Sanırım tavırlarında cinsel bir imadan çok espri girişimi vardı. Sanki kendine seslenmişim gibi bana doğru eğildi. Aksanlı bir İngilizce ile "şu an yemekte olduğunuz kaplumbağa kocamandı", dedi.

Clara bana bakıp, sanki bu yabancının küstahlığına inanamıyormuş gibi bir kaşını kaldırdı.

Adam, "bu kaplumbağa bir düzine aç insanı doyuracak kadar büyüktü", diye devam etti. "Onu denizde yakaladılar. Bir kaç kişi tekneye zor çekti. "

"Sanırım onu tıpkı balinalara yapıldığı gibi büyük zıpkınlarla avlamışlardır", dedim.

Adam becerikli bir şekilde sandalyesini masamıza çekiverdi.

"Hayır. Galiba geniş ağlar kullanıyorlar", dedi, "ardından da, kaplumbağaların karınlarını yarmadan önce, kendilerine direnmesinler diye, sopalarla bayıltıncaya dek dövüyorlar. Bu sayede etleri yumuşuyor."'

İştahımın tümü pencereden dışarı uçup gitmişti. Duyarsız, iddiacı bir yabancının yemekte bize eşlik etmesi o an isteyebileceğim en son şeydi ancak bu durum ile nasıl başa çıkacağımı bilemiyordum.

Adam yakınlaşma çabasını belli eden bir gülümsemeyle, "Yemekten bahsediyorken, Guaymalar jumbo karidesleriyle ünlüdür", diye konuşmaya devam etti. "İzin verirseniz ikinize bunlardan ısmarlamak isterim."

Clara, "Biz zaten ısmarladık," diye kestirip attı.


Tam o an, garson, içi hayatımda gördüğüm en büyük karideslerle dolu iki tabakta masamıza geliyordu. Bunlar, bir ziyafet sofrasını dolduracak kadar fazlaydılar. Ne kadar aç olsak da Clara ile benim yiyemeyeceğimiz kadar çoktu.

İstenmeyen konuğumuz, kendisini yemeğe davet etmemi bekler gibi bana baktı. Eğer yalnız olsaydım, isteğim dışında bana yapışmakta başarılı olacaktı. Ama Clara'nın başka bir tasarısı vardı ve kararlı bir şekilde tepki verdi. Bir kaplan çevikliğiyle ayağa fırlayıp, olduğundan da iri bir görüntüyle dik bir şekilde adamın gözlerinin içine baktı. İspanyolca, "defol buradan asalak!" diye bağırdı. "Masamıza oturmaya nasıl cüret edersin? Yeğenim tepişken bir yosma değil!"

Duruşu öylesine güçlü ve ses tonu öylesine ürkütücüydü ki, lokantadaki herkes sindi. Bütün gözler masamıza döndü. Adam o kadar korkmuştu ki, durumuna üzüldüm. Ezik bir şekilde sandalyesinden kalktı ve ağır ağır lokantadan dışarı çıktı.

Clara, yerine oturduktan sonra, "erkeklerin, yalnızca erkek oldukları için senden ellerinden geldiğince yararlanmana izin verecek şekilde yetiştirildiğini biliyorum", dedi. "Erkeklere karşı daima nazik oldun ve onlar da seni sağıp durdular. Erkeklerin, kadının enerjisiyle beslendiğini ve onu tükettiğini bilmiyor musun?"

Onunla tartışamayacak kadar utanmıştım. Lokantadaki bütün gözlerin üzerimize çevrilmiş olduğunu hissediyordum.

Clara,"Onlara üzüldüğün için peşinde dolaşıp durmalarına izin veriyorsun", diye devam etti. "Kalbinde bir erkeğin, herhangi bir erkeğin bakımını üstlenemiyor olmanın çaresizliğini yaşıyorsun. Eğer o geri zekâlı bir kadın olsaydı, masamıza oturmasına asla izin vermezdin."


İştahım tümüyle kaçmıştı. Duygusal ve dalgın bir hale gelmiştim.

Clara, yapmacık bir gülümsemeyle, "yaralı bir noktaya parmak bastığımı görüyorum", dedi.

Sitemle, "olay çıkardın; kabaydın", dedim.

Bir kahkaha patlatıp, "kesinlikle öyleydim", diye yanıtladı. "Ama aynı zamanda da onu ölesiye korkuttum." Yüzü öylesine açıktı ve öylesine mutlu görünüyordu ki, adamın ne kadar şaşırdığını anımsayınca gülmeme engel olamadım.

"Tıpkı annem gibiyim", diye homurdandım. "Erkekler konusunda beni tıpkı bir fareye benzetmekte başarılı oldu."

Bu düşüncemi kelimelere döktüğüm anda üzüntüm kayboldu ve kendimi yeniden aç hissettim. Neredeyse bir tabak dolusu karidesin tamamını silip süpürdüm.

Clara, "hiç bir şey, dolu bir mideyle yeni bir başlangıç yapmaya benzemez", diye yorumda bulundu.

Ani bir korku duygusu, karideslerin mideme oturmasına neden oldu. Bütün o heyecanın etkisiyle, Clara'ya evi hakkında soru sormak hiç aklıma gelmemişti. Belki de, daha önceden Meksika kasabalarından geçerken gördüğüm derme çatma kulübelere benzer bir yerde yaşıyordu. Orada ne tür yiyecekler yiyecektim. Belki de bu yediğim son doğru düzgün yemek olacaktı. Su içebilecek miydim? Kendimi şiddetli bağırsak sorunlarıyla kıvranırken hayal ettim. Clara'ya, kaba davranıyormuşum ya da nankörmüşüm gibi görünmeden ihtiyaçlarım konusunda nasıl sorular soracağımı bilemiyordum. Clara, eleştirici bir ifadeyle yüzüme baktı. Telaşımı hissetmiş gibiydi.

"Meksika zorlu bir yerdir", dedi. "Savunmanı bir an bile indiremezsin. Ama bu duruma alışacaksın.


"Hatta ülkenin kuzey kısmı, geri kalan kısımlarından daha da zorludur. Kuzey, sürüler halinde iş aramaya gelen insanlarla ya da Birleşik Devletler sınırını geçmeden önce mola verenlerle dolu olur. Buraya trenler dolusu insan gelir. Bazıları burada kalır bazıları ise kapalı yük vagonlarıyla, özel şirketlerin sahip olduğu devasa mimari yatırımlarda çalışmak üzere iç bölgelere giderler. Fakat bu bölgelerde herkese yetecek yiyecek ya da çalışacak iş yoktur, bu nedenle de çoğu brakero, yani tarla işçisi olarak Birleşik Devletlere geçerler."

Tabağımda yiyecek bırakma konusunda suçluluk duyarak çorbamın tamamını bitirdim.

"Bana bu bölgeden biraz daha bahseder misin, Clara?"

"Buradaki yerlilerin tümü, Meksika hükümeti tarafından Sonora'ya yerleştirilen Yaquılerdir."

"Yani daha önceden burada olmadıklarını mı söylüyorsun?"

Clara,"Bu topraklar onlara atalarından kalmış", dedi. "Ama yirmilerde ve otuzlarda, on binlercesi yerlerinden edilip Orta Meksika'ya yollandılar. Ardından, kırkların sonunda, Sonora Çölü'ne geri getirildiler."

Clara bardağına biraz maden suyu koydu, ardından da benim bardağımı doldurdu. "Sonora Çölü'nde yaşamak zordur", diye devam etti. "Araba kullanırken gördüğün gibi, arazi haşindir ve pek konuksever değildir. Ama Kızılderililerin, bir zamanlar Yaqui Nehri olan mezbeleliğin çevresine yerleşmekten başka yapacak şeyleri yoktu. Burada, eski zamanlarda, asıl Yaquiler kutsal kasabalarını yapmışlar ve İspanyollar gelinceye kadar yüzlerce yıl boyunca burada yaşamışlardı."

"Bu kasabalardan geçecek miyiz?" diye sordum.


"Hayır. Bunun için zamanımız yok. Hava kararmadan Navajoa'da olmak istiyorum. Belki bir gün bu kutsal kasabaları ziyaret etmek için bir fırsat yaratırız."

"Peki, bu kasabalar niçin kutsal?" diye sordum.

"Çünkü Kızılderililer için nehir boyunca uzanan her kasaba simgesel olarak kendi efsanevi dünyalarındaki bir noktaya karşılık gelir. Tıpkı Arizona'daki volkanik dağlar gibi bu bölgeler de birer erk mekânıdır. Kızılderilerin son derece zengin efsaneleri vardır. Bir an içinde bir rüya dünyasına girebileceklerine ya da rüya dünyasından çıkabileceklerine inanırlar. Gördüğün gibi, onların gerçekliği algılayışları bizimkinden farklıdır.

"Yaqui efsanelerine göre, bu kasabalar diğer dünyada da vardır", diye devam etti. "Ve erklerini bu eterik boyuttan alırlar- kendilerini bizlerden, mantık insanlarından ayırmak için mantık dışı insanlar olarak adlandırırlar."

"Ne tür bir erk elde ederler?" diye sordum.

"Büyülerim, büyücülüklerini, bilgilerini elde ederler. Bunların tümü de kendilerine doğrudan rüya dünyasından gelir. Ve bu dünya, söylencelerinde ve öykülerinde tanımlanır. Yaqui Kızılderilileri, zengin, geniş bir sözlü tarihe sahiptirler. "

Gözlerimi kalabalık lokantanın içinde dolaştırıp, oturan insanlar arasında eğer varsa, hangilerinin Yaqui, hangilerinin Meksikalı olduklarını anlamaya çalıştım, insanlardan bazıları uzun ve sırım gibi, bazıları ise kısa ve tıknazdı. Bu insanların hepsi de bana yabancı görünüyorlardı. Kendimi içten içe onlardan üstün ve ayrı görüyordum.

Clara, fasulye ve pilavla birlikte karidesleri de bitirdi. Kendimi patlayacakmışım gibi hissediyordum ama itirazlarıma karşın tatlı olarak karamelli muhallebi ısmarlamaya ısrar etti.


Göz kırparak, "karnını iyice doyursan iyi olur", dedi. "Bir sonraki yemeğini ne zaman yiyeceğini ya da bu yemeğin ne olacağını asla bilemezsin. Meksika'da daima o gün ölen şeyler yenir."

Benimle dalga geçtiğini biliyordum ama gene de sözlerinde doğruluk olduğuna sezdim. Yolda, araba çarpması sonucunda ölmüş bir eşek görmüştüm. Bu kırsal alanda soğutucu olmadığı ve insanların da yenmeye müsait ne et bulurlarsa onu yediklerini biliyordum. Bir sonraki yemeğimin ne olacağını merak etmeden duramadım. Sessizce, Clara'nın evinde kalacağım süreyi bir iki gün ile sınırlamaya karar verdim.

Clara daha da ciddi bir ses tonuyla konuşmasını sürdürdü. "Buradaki Kızılderililer için her şey gittikçe daha da kötüleşiyor", dedi. “Hükümet, hidroelektrik projesinin bir bölümü olarak bir baraj inşa ettiğinde, Yaqui nehrinin yolunu öylesine belirgin bir şekilde değiştirdi ki, insanlar başka bölgelere taşınmak zorunda kaldılar.”

Bu tür bir yaşamın acımasızlığı daima bol miktarda yiyecek ve rahatlık olan kendi yetiştiriliş biçimimle çatışıyordu. Meksika’ya gelişimin kendi adıma tümüyle değişim için derin bir arzudan kaynaklanıp kaynaklanmadığım merak ettim. Bütün yaşamım boyunca macera peşinde koşmuştum ve işte şimdi bilinmeyenin pençeleri arasındaydım; içimi bilinmeyenin neden olduğu bir korku dolduruyordu,

Karamelli muhallebiden bir kaşık alıp, Clara ile Arizona çölünde karşılaştığımdan bu yana içimde filizlenen bu korkuyu zihnimden uzaklaştırdım. Onun arkadaşlığından memnundum. O an için, jumbo karidesler ve kaplumbağa çorbasıyla iyice doymuş ve Clara bunun yiyebileceğim son iyi yemek olabileceğini ima etmiş olmasına karşın ona güvenmeye ve önümdeki maceranın yaşanmasına izin vermeye karar verdim.


Clara, hesabı ödemekte ısrar etti. Arabalarımızın deposunu doldurduk ve yeniden yola koyulduk. Birkaç saat daha yol aldıktan sonra Navajo’ya vardık. Burada durmadan yola devam ettik ve Pan Amerikan otoyolunu geçtikten sonra çakıllı bir yola sapıp doğuya doğru gitmeye devam ettik. Öğlen olmuştu. Hiç yorulmamış, tam tersine yolun geri kalan kısmından büyük bir zevk almıştım Güneye doğru yol alırken, alışkın olduğum depresif ve nevrotik ruh halimin yerini bir mutluluk ve esenlik duygusu almaya başladı.

Bir saatten fazla süren engebeli bir yolun ardından Clara yoldan çıktı ve bana kendini izlememi işaret etti. Yüksek duvarların çevrelediği çiçekler içindeki bir villanın yanında uzanan yolda ilerledik. Duvarın sonunda, bir açıldığa park ettik.

Kendini sürücü koltuğundan dışarıya atarken, “yaşadığım yer burası,” diye seslendi.

Onun arabasına doğru yürüdüm. Yorgun görünüyordu ve daha da irileşmiş gibiydi. “Yola çıktığımız anki kadar canlı görünüyorsun,” dedi. “Ah, şu gençlik!”

Duvarın öte tarafında, ağaçlar ve çalılıklarla tümüyle gizlenmiş, kiremit çatılı, parmaklıklarla kaplı pencereleri ve bir sürü balkonu olan devasa bir bina tıpkı bir hayal gibi belirdi. Sersemlemiş bir halde Clara’yı izledim; el yapımı demir bir kapıdan geçip, tuğla döşeli bir bahçe yolundan evin arkasındaki ahşap bir kapıdan eve girdik. Zemini pişmiş topraktan yapılmış seramiklerle kaplı serin, boş giriş holünün etkisi beyaz badanayla boyanmış boş duvarlar ve doğal ahşap kirişlerle kaplı tavanla güçlendirilmişti. Holü geçip geniş bir oturma odasına geldik.

Beyaz badanalı duvarları, üzerleri incelikle işlenmiş çinilerden oluşan bir bant çevreliyordu. Tertemiz iki bej divan ve dört koltuk ağır bir ahşap kahve masasının çevresine bir grup oluşturacak şekilde yerleştirilmişlerdi. Masanın üzerinde birkaç İngilizce ve


İspanyolca dergi açık duruyordu. Biz içeriye girmeden önce birisinin bu koltuklara oturup bu dergileri okuduğu ama arka kapıdan içeri girdiğimizi duyunca alelacele odadan ayrıldığı izlenimine kapıldım.

Clara, gururla ışıldayan bir yüzle, “Eee, evimi nasıl buldun?” diye sordun.

“Büyüleyici,” dedim. “Burada, yabanın ortasında böyle bir ev olacağı kimin aklına gelirdi?” O sırada kıskan yanıp şahlanıp büyük bir rahatsızlık duymama neden oldu. Bu hayatım boyunca sahip olmayı arzuladığım tarz bir evdi ama asla böyle bir eve sahip olacak kadar param olmayacağını biliyordum.

“Bu evi büyüleyici olarak tanımlamakla ne kadar isabetli davrandığını bilemezsin,” dedi. “Sana bu ev hakkında söyleyebileceğim tek şey, onun da tıpkı bu gün gördüğümüz lav dağları gibi erk ile dolu olduğu. Bu evin içinden, tıpkı elektrik kablosundan akan elektrik gibi inanılmaz bir erk sessizce akıyor.”

Bu sözleri duyduğumda açıklanamaz bir şey oldu: kıskançlığım bir anda yok oluverdi. Söylenen son sözle birlikte toz olup uçtu.

Clara, “Şimdi sana yatak odanı göstereceğim,” dedi. “Aynı zamanda sana bu evde misafirim olarak kaldığın sürece uyman gereken bir takım kurallardan bahsetmek zorundayım:

“Bu oturma odasının sağında ve arkasında kalan bölümlere istediğin gibi girip çıkabilirsin; buna bahçe de dahil. Ama yatak odalarından hiçbir tanesine girmemelisin; tabi kendi yatak odan haricinde. Burada istediğin her şeyi kullanabilirsin. Hatta öfke nöbetlerin sırasında buradaki eşyaları kırabilir ya da sevgi patlamaların sırasında onları sevebilirsin. Buna karşın evin sol tarafına hiçbir şekilde ve hiçbir zaman girme iznin yok. Bu nedenle oradan uzak dur.”


Bu garip isteği karşısında şaşırmıştım ama gene de onu tümüyle anladığımı belirttim ve isteklerine uyacağım konusunda güvence verdim. Gerçek duygularım ise bu isteğinin kaba ve keyfi olduğu yolundaydı. Dahası, beni evin belli bölümlerinden uzak durmam konusunda uyardıkça bu bölümleri görmek için daha da büyük bir merak duyuyordum.

Başka bir şey daha düşünüyormuş gibi görünen Clara ekledi: “Tabi ki oturma odasını kullanabilirsin; hatta yatak odana gidemeyecek kadar yorgun ya da miskin bir haldeysen burada, divanın üzerinde bile yatabilirsin. Bununla birlikte kullanamayacağın bir diğer bölüm de evin ön kısmındaki bahçeyle ön kapı. Bu kapı şimdilik kilitli bu nedenle eve daima arka kapıdan gir.”


Clara yanıt vermeme zaman tanımadı. Beni uzun bir koridora yönlendirdi. Her iki tarafında girmemin yasak olduğu yatak odalarının kilitli kapılarının bulunduğu uzun bir koridoru geçerek büyük bir yatak odasına geldik. Odaya girdiğimde gözüme ilk çarpan çift kişilik gösterişli ahşap yatak oldu. Tığla işlenmiş beyaz bir yatak örtüsü ile örtülmüştü. Evin arka kısmına bakan pencerenin yanında, içi antika eşyalarla, porselen vazolar ve heykelciklerle, emaye kutular ve zarif kâselerle dolu el oyması maun bir etajer duruyordu. Diğer duvarda, etajere uygun bir dolap duruyordu. Clara dolabı açtı. Dolabın içi kaliteli kadın elbiseleri, ceketler, şapkalar, güneş şemsiyeleri, bastonlarla doluydu; bunların hepsi de ince bir zevkle tek tek toplanmışlardı.

Clara’ya bütün bu harikulade şeyleri nereden bulduğunu soramadan dolabın kapısını kapadı. “İstediğini kullanmakta çekinme,” dedi. “Bu evde kaldığın sürece bunlar senin eşyaların ve burası senin odan.” Ardından sanki odada başka birisi varmış gibi omzundan arkaya doğru baktı ve ekledi: “Burada ne kadar kalacağını kim bilebilir ki!”


Uzun bir ziyaretten bahsediyor gibiydi. Beceriksiz bir şekilde ona burada* en iyi ihtimalle, birkaç gün kalabileceğimi söylerken avuçlarımın terlediğim hissediyordum. Clara, burada kendisiyle tümüyle güven içinde hem de herhangi bir yerde olacağımdan çok daha güvende olacağımı belirtti. Bilgimi arttırmak için elde ettiğim bu fırsatı değerlendirmememin aptallık olacağını ekledi.

Tıpkı özür diler gibi, “Ama kendime bir iş bulmam gerekiyor,” dedim. “Hiç param kalmadı.”

“Para konusunda endişelenme,” dedi. “Sana ne kadar ihtiyacın varsa borç ya da karşılıksız verebilirim. Benim için hiçbir sorun yok.”

Ona bu nazik teklifi için teşekkür ettiğimi ama öneri ne kadar içten olursa olsun bir yabancıdan para almamın doğru olmadığına inanacak şekilde yetiştirildiğimi söyledim.

Beni, “Taisha, bana kalırsa asıl sorun sana evin sol tarafını ya da ana kapıyı kullanmaman gerektiğini söylememe sinirlenmen,” diyerek tersledi. “Son derece keyfi ve fazlasıyla gizli kapaklı davrandığımı düşündüğünü biliyorum. Şimdi nezaket icabı bir iki gün kalıp ardından ayrılmak istiyorsun. Bir de benim çan kulesinde yarasa falan besleyen kaçık bir yaşlı kadın olduğumu düşünüyorsundur.”


“Hayır, hayır, Clara, böyle bir şey yok. Kiramı ödemek zorundayım. Eğer bir an önce bir iş bulmazsam parasız kalacağım ve başka bir insandan para kabul etmek benim için düşünülecek bir şey bile değil.”


“Yani bana senden evin bazı bölümlerine girmemeni istememden alınmadığını mı söylüyorsun?”


“Tabi ki hayır.”


“Peki, senden niçin böyle bir talepte bulunduğumu merak etmedin mi?”

“Evet, merak ettim.”

“Aslına bakarsan bunun nedeni evin bu bölümlerinde başka insanların yaşıyor olması.”

“Akrabaların mı?”

“Evet. Biz büyük bir aileyiz. Aslında burada iki aile bir arada yaşıyoruz.”

“Her iki aile de kalabalık mı?”

“Kalabalık. Her ailede sekiz insan var; bir arada on altı kişi ediyor.”

“Yani bu insanların hepsi de evin öteki tarafında mı yaşıyorlar Clara?” Hayatım boyunca bu kadar saçma bir anlaşma daha duymamıştım.

“Hayır. Yalnızca sekiz kişi diğer tarafta yaşıyor. Diğer sekizi benim ailem ve benimle birlikte evin sağ tarafında yaşıyorlar. Bunu anlaman çok önemli. Bu sana biraz alışılmadık gelebilir ama aslında çok da anlaşılmaz bir şey değil.”

Onun üzerimdeki gücüne şaşmadan edemedim. Kelimeleri duygularımı rahatlatmış ama zihnimi huzura kavuş tutamamıştı. İşte o zaman, herhangi bir duruma zekice karşılık verebilmek için bunların her ikisine de, tetikte bir zihne ve tedirgin duygulara, bir arada ihtiyaç duyacağımı anladım. Aksi taktirde, edilgen bir durumda kalıyor ve bir sonraki dış etkenin beni başka bir yöne sürüklemesini bekliyordum. Clara ile birlikte olmak bana, aksini iddia etsem de, farklı ve bağımsız olmaya çabalasam da, berrak bir şekilde düşünmekten ya da kendi kararlarımı vermekten yoksundum.


Clara, sanki aklımdan geçenleri okuyabiliyormuş gibi son derece tuhaf bir şekilde baktı. Telaşla, “Evin çok güzel, Clara. Eski mi?” diye sorarak şaşkınlığımı gizlemeye çalıştım.

Evinin güzel olduğunu mu yoksa eski olduğunu mu kastettiğini belirtmeden, “Tabi,” dedi. Bir gülümsemeyle ekledi: “Şimdi evi, yani evin yarısını gördüğüne göre yapmamız gereken küçük bir şey daha var.”

Raflı dolapların birinden bir fener, elbise dolabından kalın bir Çin ceketi ve bir çift yürüyüş botu çıkardı. Birlikte bir şeyler atıştırdıktan sonra bunları giymemi çünkü yürüyüşe çıkacağımızı söyledi.

“Ama daha yeni geldik,” diye itiraz ettim. “Hem birazdan hava kararmayacak mı?”

“Evet, ama seni, tepelerde, evi ve çevresindeki arazinin tamamını görebileceğin bir yere çıkarmak istiyorum. Evi ilk olarak günün bu saatinde görmek en iyisidir. Hepimiz onu ilk kez alacakaranlıkta gördük.”

“ ‘Hepimiz,’ derken kimi kastediyorsun?”

“Doğal olarak bu evde yaşayan on altı kişiyi. Her birimiz de tam olarak aynı şeyleri yaparız.”

Şaşkınlığımı gizleyemeden, “Yani hepinizin de mesleği aynı mı?” diye sordum.

Kahkaha atmak üzereymiş gibi elini ağzına götürerek, “Hay Allah, tabii ki hayır,” dedi. “Herhangi birimizin zorunlu olarak yaptığını, geri kalan hepimizin de yapmak zorunda olduğumuzu söylemeye çalışıyordum. Hepimizin de evi ve çevresindeki arazileri ilk olarak alacakaranlıkta görmemiz gerekiyor; bu nedenle senin de evi bu saatte görmen lazım.”


“Beni neden dahil ediyorsun, Clara?”

“Şimdilik, benim misafirim olduğun için diyelim.”

“Daha sonra akrabalarınla tanışacak mıyım?”

Beni, “Hepsiyle tanışacaksın,” diyerek temin etti. “Ama şu an evde ikimiz ve bir bekçi köpeğinden başka kimse yok.”

“Diğerleri seyahatte mi?”

“Evet. Uzun bir seyahate çıkmaları gerekti. Ben burada, köpekle birlikte evi bekliyorum.”

“Ne zaman geri gelmelerini bekliyorsun?”

“En az birkaç hafta, belki de aylar sonra.”

“Nereye gittiler?”

“Biz her zaman seyahat halindeyiz dil*. Bazen ben aylar boyunca evden ayrılırım ve yerime evi beklemek için başka birisi kalır.”

Ona bir kez daha nereye gittiklerini soracaktım ki, “Hepsi Hindistan’a gittiler,” dedi.

İnanamayarak, “On beşi birden mi?” diye sordum.

“Ne kadar olağanüstü değil mi? İnsan şanslı olmaya görsün!” Bu kelimeleri içimdeki kıskançlık duygusunu karikatürize edecek şekilde öyle bir tonda söylemişti İti, ben bile kendi durumuma gülmek zorunda kalmıştım. Ardından böylesine ıssız yerde, bomboş bir evde Clara ile yalnız başımıza kalmamızın hiç de güvenli olmadığı düşüncesine kapıldım.

Beni meraklandıracak bir şekilde, “Evet burada yalnızız ama korkacak hiçbir şey yok,” dedi. “Belki de tek korkulacak şey köpektir. Yürüyüşten döndüğümüzde seni ona tanıtacağım. Tanışma sırasında son derece sakın olmalısın. O köpek senin içini görür ve herhangi bir düşmanlık görür ya da korkunu algılarsa hemen o an saldırır.”


“Ama korkuyorum,” diye ağzımdan kaçırıverdim. Daha şimdiden titriyordum.


Babamın dobermanlarından bir tanesi üzerime atlayıp beni yıktığından beri, çocukluğumdan bu yana köpeklerden nefret ederdim. Aslında köpek beni ısırmamış yalnızca hırlayarak sivri dişlerini göstermişti. Yerimden kıpırdayamayacak kadar korktuğum için avazım çıktığı kadar bağırıp yardım istedim. O kadar korkmuştum ki altımı ıslatmıştım. Hâlâ ağabeylerimin beni o durumda görüp, altıma bez bağlanması gereken bir bebek olduğumu söyleyerek dalga geçmelerini anımsıyordum.

Clara, “Isıran köpeklerden hoşlanmam,” dedi, “ama bu köpek aslında bir köpek değil. O, başka bir şey.”

Bu sözleri merakımı uyandırmıştı ama başıma kötü bir şeyler geleceğine yönelik duygularımı değiştirmemişti.

“Yalnızca eğer ilk önce elini yüzünü yıkayıp kendine gelmek istersen sana eşlik edeyim çünkü köpek ortalılarda dolaşıyor olabilir.”

Başımı salladım. Yorgun ve sinirliydim; uzun yolun etkisi yavaş yavaş kendini göstermeye başlıyordu. Yolun tozunu yüzümden atmak ve keçeye dönmüş saçlarımı fırçalamak istiyordum.

Clara beni başka bir koridordan evin arkasına götürdü. Ana binadan biraz uzakta iki tane yapı görünüyordu.

Bu binalardan bir tanesini işaret ederek, “Burası benim idman salonum,” dedi. “Burası da giremeyeceğin mekânlardan bir tanesi; tabii bir gün seni içeriye davet etmediğim sürece.”

“Savaş sanatları çalışmalarını burada mı yapıyorsun?”


Clara kuru bir sesle, “Evet,” dedi. “Diğer bina ise banyo ve tuvalet.”

“Seni oturma odasında bekleyeceğim, geldiğinde birlikte birer sandviç yeriz.” Sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi, “Saçlarınla fazla uğraşma,” dedi. “Burada ayna yok. Aynalar da tıpkı saatler gibidir: zamanın parçalarını kaydederler. Oysa önemli olan zamanı geriye döndürmektir.”

Ona, zamanı geriye döndürmekle ne demeye çalıştığını sormak istedim ama beni banyoya doğru yönlendirdi. Banyonun içinde pek çok kapı vardı. Clara bu binanın hangi tarafının sol hangi tarafının sağ olarak kabul edileceğine dair bir şey söylenmediğinden ve tuvaletin nerede olduğunu da bilmediğim için bütün kapılara baktım. Ortadaki holün bir tarafında altı tane küçük tuvalet vardı. Bu tuvaletlerden her biri çömelerek kullanılabilen alçak, ahşaptan tuvaletlerdi. Bu tuvaletleri alışılmadık yapan şey, burada ne lağım çukurunun ne de içi kireç dolu pislik çukurlarını kokusunu almamamdan kaynaklanıyordu. Tuvaletlerin altında akan suyun sesini duydum ancak bu suyun nereden ve nasıl geldiğini ve nereye doğru aktığını bilmiyordum.

Holün diğer tarafında çok güzel fayanslarla kaplı üç tane birbirine benzer banyo vardı. Banyoların her birinde ortada, açıkta duran antika bir küvet ve üzerinde su dolu büyük, kulplu bir sürahi ile ona uygun, porselen bir leğenin bulunduğu uzun, ahşap bir sandık vardı. Bu banyolardan hiçbirinde kendimi görebileceğim bir ayna ya da metal bir yüzey olmadığı gibi herhangi bir su tesisatı da yoktu.

Leğenin içine su doldurup bu su ile yüzümü yıkadım ve ıslak parmaklarımı birbirine dolanmış saçlarımın arasından geçirdim. Kirletmekten korktuğum için beyaz, yumuşak Türk havlularından bir tanesini kullanmak yerine, sandığın üzerindeki kutulardan birinde bulunan kâğıt mendillerle sildim. Yeniden Clara’nın karşısına çıkmadan önce birkaç derin nefes alıp gerilmiş olan ensemi ovdum.


Onu oturma odasında beyaz mavi bir Çin vazosunun içindeki çiçekleri düzenlerken buldum. Daha önceden açık olan dergiler düzenli bir şekilde üst üste konmuşlardı ve onların yanında da bir yemek tabağı duruyordu. Beni görünce gülümsedi.

“Bir papatya kadar taze görünüyorsun,” dedi. “Bir sandviç al. Hava birazdan kararacak. Kaybedecek zamanımız yok.”



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön