Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

buyu gecisleri bolum 3


3 BÖLÜM


Bir jambonlu sandviçin yarısını yuttuktan sonra aceleyle Clara’nın verdiği ceketi ve botları giydim ve elimizde uzun ömürlü pillerle çalışan birer fenerle evden ayrıldık. Botlar çok sertti ve sol teki ayağımı vuruyordu. Topuğumun su toplayacağına emindim. Fakat gece olurken hava serinlemeye başladığı için ceketi giydiğime memnundum. Ceketin yakalarını kaldırıp boynunu bağladım.


Clara, “Bahçelerin çevresinden dolanacağız,” dedi. “Evi uzaktan ve alacakaranlıkta görmeni istiyorum. Sana, daha ilerde anımsaman gereken şeyleri işaret edeceğim o nedenle dikkatli ol.”


Dar bir patikayı izledik. Uzaktan, mor gökyüzünün önündeki doğu dağlarının karanlık, sivri uçlu gölgelerini görebiliyordum. Dağların ne kadar ürkütücü göründükleri yorumunu yaptığımda, Clara bana bu dağların görünmeyen ruhsal/göksel özlerinin kadimliği nedeniyle böyle uğursuzmuş gibi göründüklerini söyledi. Görünen ve görünmeyen boyutlarda var olan her şeyin bir ruhsal özü olduğunu ve bir insanın onlara nasıl yaklaşacağını öğrenmek için bu öze karşı alıcı olması gerektiğini belirtti.

Clara’nın bu sözleri bana, iç görü kazanmak ve ne yapacağımı anlamak için kullandığım güney ufkuna bakma yöntemimi anımsattı. Ona bu konuda bir şeyler sormama fırsat kalmadan bana dağlardan, ağaçlardan ve taşların ruhsal özlerinden bahsetti. Clara’nın, tıpkı Doğu yazınında betimlenen aydınlanmış insanlar gibi bilmecemsi bir şekilde konuşması bana, onun Çin kültürünü bütünüyle özümsemiş olduğunu düşündürdü. O zaman, gün boyunca Clara’nın suyuna gittiğimin farkına vardım. Bu son derece garip bir duyguydu çünkü Clara, karşısında sahte bir alçakgönüllülük göstereceğim son insandı.


İşimde ya da okulumda zayıf ya da zorba insanların suyuna gittiğim, onlara karşı alçakgönüllü davrandığım olurdu ama Clara ne zayıf ne de zorbaydı.

Clara yüksek bir yeri işaret ederek, “İşte orası,” dedi. “Evi oradan görebileceksin.”

Toprak yoldan ayrılıp Clara’nın işaret ettiği düzlük alana doğru yürümeye başladık. Bu yerden aşağıdaki vadinin nefes kesici manzarası görülüyordu. Koyu kahverengi alanlar tarafından çevrelenmiş olan kocaman uzun yeşil ağaç kümeleri görüyor ama evin kendisini göremiyordum çünkü ağaçlar ve çalılar tarafından tümüyle gizlenmişti.

Clara yeşilliklerden oluşan bir kümeyi işaret ederek, “Ev, dört yöne göre mükemmel bir şekilde yerleştirilmiştir,” dedi. “Senin odan evin kuzey yönünde. Sana yasak olan bölüm ise evin kuzey tarafı. Ana giriş evin doğusunda, arka kapı ve avlu ise evin batı tarafında.”

Clara eliyle bütün bu bölümlerin nerede olduğunu işaret etti ama bir türlü göremedim; çıkarabildiğim tek şey koyu yeşil bir yamaydı.

“Evi görmek için X ışını kullanmak lazım,” diye şikâyet ettim. “Ağaçlar tarafından tümüyle gizlenmiş durumda.”

Clara, benim keyifsizliğime aldırmadan sevimli bir tavırla, “Üstelik bu ağaçlar son derece önemli,” dedi. “Bu ağaçlardan her biri bu yaşamda belli amaçları olan bireysel varlıklar.”

Sinirli bir şekilde, “O zaman bu dünyada var olan her varlığın bir yaşam amacı var,” dedim.

Clara’nın bana evini hararetli bir şekilde, onunla böbürlenerek göstermesinden rahatsız olmuştum. Bana gösterdiği şeyi görememek daha da sinirlendiriciydi. Ani bir rüzgâr ceketimin içinin havayla dolup balon gibi şişmesine neden oldu ve bana bu tepkimin yalnızca kıskançlıktan kaynaklandığını düşündürdü.


Clara özür diler bir şekilde, “Sözlerimin bayağı görünmesini istememiştim,” dedi. “Söylemek istediğim tek şey evimdeki herkesin ve her şeyin belli bir amaçla orada olduğuydu. Ve bu ağaçlan, beni ve tabi ki, seni de içeriyor.”

Konuyu değiştirmek istedim; bu nedenle de söyleyecek daha iyi bir şey bulamadığım için, “Bu evi satın mı aldın?” diye sordum.

“Hayır. Burası bize miras kaldı. Meksika’nın adattığı sayısız kargaşalarda pek çok kereler yıkılıp yeniden yapıldıysa da kuşaklar boyunca aileye ait oldu.”

Sade ve doğrudan sorular sorup Clara’dan da doğrudan yanıtlar aldığımda kendimi daha rahat hissettiğimi fark ettim. Ruhsal özler hakkında anlattıkları o kadar soyuttu ki, dünyasal bir şeylerden bahsederek konuya biraz ara verme ihtiyacı hissettim. Ancak beni hayal kırıklığına uğratarak, dünyevi meselelerden bahsetmeyi kısa kesip yeniden o gizemli imâlarına geri döndü.

Neredeyse saygı dolu bir şekilde, “Bu ev, onun içinde yaşamış bütün insanların eylemlerini yansıtmaktadır. En iyi yanı da gizli olmasıdır. Herkesin görebileceği şekilde ortadadır ama kimse onu göremez. Bunu aklından çıkarma. Bu, çok önemli!”

‘Bunu nasıl unutabilirim ki,’ diye düşündüm. Son yirmi dakikadır yan karanlıkta evi görebilmek için gözlerimi zorluyordum. Keşke yanımda dürbün olsaydı bu sayede merakımı giderebilirdim. Herhangi bir yorum yapamadan Clara tepeden aşağıya doğru yürümeye başladı. Orada, taze gece havası almak için yalnız başıma biraz daha kalmak isterdim ama karanlıkta geri dönüş yolunu bulamayacağımdan korkuyordum. Bu tepeye daha sonradan gündüz vakti gelip Clara’nın dediği gibi bu evin gerçekten de görülüp görülmediğini kendi başıma anlamaya karar verdim.

Geri dönüş yolunda, mülkün arkasındaki girişe varmamız neredeyse hiç zamanımızı almamıştı. Hava zifiri karanlıktı; yalnızca önümüzdeki küçük bir alan fenerlerimizin ışığıyla aydınlanıyordu. Işığıyla ahşap bir bankı gösterip buraya oturarak ayakkabılarımı ve ceketimi çıkarmamı ve onları kapının yanındaki dolaba kaldırmamı söyledi.


Açlıktan ölüyordum. Hayatım boyunca hiç bu kadar acıktığımı hatırlamıyordum ama gene de Clara’ya akşam yemeği yiyip yemeyeceğimizi sormaya utanıyordum. Belki de Clara, Guaymalarda yediğimiz o muhteşem yemeğin günün son yemeği olduğunu düşünüyordu. Gene de Clara’nın cüssesine baktığımda onun yemek konusunda pek cimrice davranmadığı anlaşılıyordu.

“Mutfağa gidip kendimize yiyecek bir şeyler bulup bulamayacağımıza bakalım,” diye teklif etti. “Ama sana önce dinamonun nerede olduğunu ve nasıl çalıştırıldığını göstereyim.”

Elinde feneriyle önüme düşüp yolu aydınlatarak beni, tuğladan yapılmış oluklu saçtan çatısı olan bir barakaya götürdü. Barakanın içinde küçük bir dizel jeneratör vardı. Onun nasıl çalıştırılacağını biliyordum çünkü bir süre elektrik kesintilerinde kullanılmak üzere buna benzer bir jeneratörü olan bir kır evinde yaşamıştım. Şalteri kaldırdığımda, içinde bulunduğum barakanın penceresinden baktığımda ana binanın yalnızca bir tarafına ışık elde etmek için elektrik hattı döşenmiş olduğunu fark ettim; evin geri kalanı karanlıkta kalırken bu bölümler aydınlandı.

“Neden evin tamamına elektrik hattı çekmediniz?” diye sordum. “Evin büyük bir bölümünü karanlıkta bırakmak çok anlamsız görünüyor.” içimden gelen bir dürtüyle, “İstersen senin için buralara elektrik hattı çekebilirim,” diye ekledim.

Şaşırmış bir şekilde bana baktı. “Gerçekten mi? Evi küle çevirmeyeceğine emin misin?”


“Kesinlikle eminim. Evimde bana kablo büyücüsü derlerdi. Bir süre bir elektrikçi çırağı olarak çalışmıştım; elektrikçi bana sulanıncaya kadar.”

Clara, “Peki sen ne yaptın?” diye sordu.

“Ona kablolarını nereye sokabileceğini söyleyip işi bıraktım.”

Clara, gırtlağından gelen bir sesle güldü. Elektrikçi olarak çalışmamı mı yoksa herifin birisinin bana sulanmasını mı komik bulduğunu anlayamamıştım.

Sesini yeniden toparlayarak, “Teklifin için teşekkürler,” dedi. “Ama bu ev tam olarak istediğimiz şekilde elektrik hattıyla döşendi. Elektriği yalnızca ihtiyaç olan yerde kullanıyoruz.”

Ben mutfakta elektriğe ihtiyaç duyulacağını ve evin aydınlanan bölümünün mutfak olduğunu düşünerek ışığa doğru yürüdüm. Clara beni durdurmak için elbisemin kolunu tuttu.

“Nereye gidiyorsun?” diye sordu.

“Mutfağa.”

“Yanlış yöne gidiyorsun. Burası Meksika’nın kırsal bölgesi. Buradaki evlerde ne mutfak ne de tuvalet ve banyo evin içindedir. Neyimiz olduğunu düşündün? Elektrikli buzdolabı ve gazlı fırın mı?”

Evin yanından yürüyüp spor salonunu geçtik ve daha önceden görmediğim bir diğer küçük yapıya geldik. Bu yapı, iğneli çiçekleri olan bitkilerle neredeyse örtülmüştü. Pişmiş topraktan yer mozaikleri, daha yeni beyaza boyanmış duvarları, bir sıra parlak tavan lambasıyla mutfak muazzam bir yerdi. Bilileri büyük bir zahmete girerek burayı modern eşyalarla donatmıştı. Ama kullanılan tesisat eskiydi, hatta antika görünüyordu. Odanın bir yanında odunla ısınan dökme demirden devasa bir ocak duruyordu ve şaşkınlıkla ocağın yakılmış olduğunu gördüm. Ocağın ayakla kullanılan bir körüğü ve yukarıdaki bir deliğe uzanan borusu vardı. Mutfağın diğer tarafında, her iki yanma sıralar konmuş iki tane uzun, piknik tarzı masa vardı. Masaların yanında ise üzerinde on santim kalınlığında bir et tahtasının bulunduğunu çalışma masası bulunuyordu. Üzerindeki izlerden tahtanın doğrama işinde kullanıldığı anlaşılıyordu.

Duvar boyunca uzanan son derece akıllıca yerleştirilmiş kancalara sepetler, demir tavalar ve kap kacak ve diğer pişirme gereçleri asılmıştır. Mutfak, köy evlerindeki mutfakları andırmasına karşın, çeşitli dergilerde fotoğrafları çıkan ve elinizin altında her şeyi bulabileceğiniz o güzel mutfaklardan farksızdı. Ocağın üzerinde kapakları olan üç toprak kap vardı. Clara, masalardan birine oturmamı söyledi. Ocağa gidip, arkası bana dönük bir şekilde yemeklerle ilgilenmeye başladı. Birkaç dakika içinde önüme güveç et, pilav ve fasulyeden oluşan bir yemek koydu.

Gerçek bir merakla, “Bütün bunları ne zaman hazırladın?” diye sordum. Geldiğimizden beri yemek hazırlayacak kadar zamanı olmamıştı.

“Hepsini çabucak hazırlayıp çıkamadan önce ocağa koydum,” deyiverdi.

‘Benim çok saf olduğumu sanıyor herhalde,’ diye düşündüm. Bu yemekleri hazırlamak saatler sürmüş olmalıydı. İnanamaz gözlerle bakışımı fark edip güldü.

Sanki rol yapmayı bırakıyormuş gibi bir ifadeyle, “Haklısın,” dedi. “Bazen bizim için yemek yapan bir bakıcı var.”

“Kendisi şimdi burada mı?”

“Hayır. Sabah gelmiş olmalı, şimdi gitmiştir. Yemeğini ye ve yemek nereden geliyor gibi önemsiz ayrıntılarla kafanı yorma.”


Aklımdan Clara’nın ve evinin sürprizlerle dolu olduğu geçti ama başka soru soramayacak ya da elzem olmayan herhangi bir konuda düşünemeyecek kadar aç ve yorgundum. Obur gibi yedim; öğlen yemeğinde karnımı tıka basa doldurduğum jumbo karideslerden eser kalmamıştı. Yemek seçen bir insana göre yemeğimi hapır hupur yemiştim. Çocukken, gevşeyip yemeğin tadını çıkaramayacak kadar gergindim. Her zaman yemeğin ardından yıkamam gereken dağ gibi bulaşıkları düşünüp endişelenirdim. Ağabeylerimden birisi ne zaman gereksiz bir tabak ya da kaşık kullansa öfkeden delirirdim. Onların kasti olarak ellerinden geldiği kadar fazla tabak kirlettiklerine, böylece de bana daha fazla iş çıkardıklarına emindim. Bu da yetmiyormuş gibi, babam her yemekte annemle tartışma fırsatını asla kaçırmazdı. Annemin yetiştiriliş tarzının onun, herkes yemeğini bitirmeden sofradan kalkmasına izin vermediğini biliyordu. Bu nedenle de tüm şikâyet ve yakınmalarını sofrada yapardı.

Clara, yardım teklif etmeme karşın bulaşıkları yıkamama gerek olmadığını söyledi. Yemeğin ardından oturma odasına geçtik. Anlaşılan bu odada da elektriğe ihtiyaç duyulmamıştı çünkü içerisi zifiri karanlıktı. Clara bir gaz lambası yaktı. Hayatım boyunca hiç bu tür bir lambanın ışığını görmemiştim. Parlak ve ürkütücü, aynı zamanda da yumuşak ve rahatlatıcıydı. Her yerde gölgeler oynaşıyordu. Kendimi elektrikle aydınlatılmış gerçeklikten uzakta, rüya âleminde gibi hissettim. Clara, ev, odalar, hepsi de başka bir zamana, başka bir dünyaya ait gibi görünüyordu.

Clara koltuğa otururken, “Seni köpeğimizle tanıştıracağıma söz veriyorum,” dedi. Bu köpek, evin gerçek bir üyesi. Onun yanında hissettiğin şeylere ve söylediklerine dikkat etmelisin.

Ben de onun yanma oturdum. Karşılaşmamızdan büyük bir endişe duyarak, “Fazla duyarlı ve sinirli bir köpek mi?” diye sordum.


“Evet, duyarlı ama hayır, sinirli değil. Ciddi bir şekilde bu köpeğin son derece gelişmiş bir varlık olduğuna inanıyorum ama bir köpek olarak dünyaya gelmek bu zavallı ruhun kendi benlik düşüncesini aşmasını olanaksız bir hâle getirmiyorsa da zorlaştırıyor.

Bir köpeğin kendi benliğinin bilincinde olması düşüncesinin saçmalığına yüksek sesle güldüm. Clara ya iddiasının çok saçma olduğunu söyledim.

Söylediğimi, “Haklısın,” diyerek kabul etti. ‘Benlik’ kelimesini kullanmamalıydım. Bunun yerine önemli olduğu duygusu içinde kayboldu demeliydim.”

. Benimle kafa bulduğunu biliyordum. Daha ihtiyatlı güldüm.

Clara alçak bir ses tonuyla, “Gülebilirsin ama söylediğim şeyde oldukça ciddiyim,” dedi. “Bunu kendin de anlayacaksın.” Bana doğru yaklaşıp sesini iyice alçalttı: “Arkasından ona sapo diye sesleniyoruz. Sapo, İspanyolcada “kurbağa” anlamına geliyor. Ona böyle dememizin nedeni gerçekten de kocaman bir kurbağaya benzemesi. Ama bunu asla yüzüne karşı söylemeye kalkma; o anda üzerine atılıp seni paramparça eder. Şimdi, eğer bana inanmazsan ya da bunu deneyecek kadar cesur ya da aptalsan ve köpek çılgına dönerse o zaman yapabileceğin bir tek şey var.”

“Neymiş o?” diye sorarken bir kez daha onun suyuna gittiğimi fark ediyordum ama bu kez içimde gerçek bir korku vardı.

“Hiç vakit kaybetmeden hemen ‘kocaman beyaz bir kurbağaya benzeyen Clara’dır,” demelisin. “Bunu duymaya bayılır.”

Onun tuzağına düşmeyecektim. Kendimin bu saçmalığa inanmayacak kadar akıllı olduğumu düşünüyordum. “Belki de köpeğini sapo kelimesine olumsuz bir şekilde tepki verecek şekilde eğitmişsindir,” dedim. “Köpeklerin eğitilmesini gördüm. Köpeklerin, insanların kendileri hakkında söylediklerini anlayacak kadar zeki olmadıklarına eminim. Nerede kaldı la bu sözlerden alınsınlar.”

Clara, “O zaman şunu yapalım,” diye öneride bulundu. “Seni onunla tanıştırayım ve ardından onun yanında zooloji kitaplarına bakıp kurbağalar hakkına konuşalım. Bu arada sen bana çok yavaş bir şekilde, ‘tıpla bir kurbağaya benziyor’ de ve ne olacağını görelim.”

Teklifini kabul etmeme ya da reddetmeme fırsat kalmadan kapıdan dışarıya çıkıp beni yalnız bıraktı. Kendi kendime durumun denetim altında olduğunu söyleyerek rahatlamaya çalıştım ve bu kadının bana bir köpeğin yüksek bilince sahip olması gibi saçmalıkları kabul ettiremeyeceğini düşündüm.

Clara, hayatımda gördüğüm en iri köpekle içeriye girerken ben de kendimi zihinsel açıdan daha iddiacı olmak için canlandırıyordum. Patileri bu- kahve fincanı altlığı büyüklüğünde olan inanılmaz iri bir erkek köpekti. Tüyleri simsiyah, pırıl pırıldı; sarıgözlerinde yaşamdan ölesiye sıkılmış birisinin bakışları vardı. Kulakları dairevi, yüzü yanlara sarkmış ve buruş buruştu. Clara haklıydı, kesinlikle dev bir kurbağaya benziyordu. Köpek tam önüme gelip durdu ve sanki bir şey söylemesini bekliyormuş gibi Clara’ya baktı.

“Taisha, seni arkadaşım Manfred ile tanıştırabilir miyim. Manfred, bu Taisha.”

Elimi uzatıp patisini sallamam gerekirmiş gibi bir duyguya kapıldım ama Clara başıyla bunu yapmamamı işaret etti. Gülmemeye ve korkumu belli etmemeye çalışarak, “Seninle tanıştığıma çok memnun oldum Manfred,” dedim.

Köpek daha yakına yaklaşıp kasığımı kokladı. Rahatsız olup geriye sıçradım. Ama tam o anda geriye Manfred olduğu yerde dönüp kıçıyla tam olarak diz eklemime vurdu; dengemi kaybediverdim. Kendimi bir anda yerde, dört ayağımın üzerinde buldum; üstüne üstlük bu canavar yanağımı yalamakla meşguldü. Ardından daha doğrulmama ya da dönmeme fırsat kalmadan tam burnuma osuruverdi.

Avazım çıktığı kadar bağırarak ayağa fırladım. Clara katılırcasına gülüyordu. Manfred’in de güldüğüne yemin edebilirdim. O kadar eğleniyordu ki Clara’nın arkasında dev ön patileri üzerinde esneyip bana yan yan bakıyordu.

O kadar öfkelenmiştim ki, “Seni lanet olası, leş kokulu kurbağa,” diye bağırdım.

Köpek bir anda yerinden fırlayıp koca kafasıyla bana vurdu. Ben daha yere devrilirken üzerime çıkmıştı bile. Dişleri, yüzümün yalnızca bir santim ötesindeydi. San gözlerinde büyük bir öfke gördüm. Herhangi birisinin kusmasına neden olacak kadar kötü kokan nefesini kokluyordum ve kusmak üzereydim. Clara'ya şu lanet olası şeyi üzerimden alması için bağırdığımda daha da vahşi bir şekilde hırlamaya başladı. Korkudan bayılmak üzereydim ki, Clara’nın köpeğin hırlamaları ve benim çığlıklarım arasından gelen sesini duydum: “Çabuk, sana daha önceden söylediğim şeyi söyle.”

Konuşamayacak kadar korkmuş haldeydim. Clara, çılgına dönmüş köpeği kulaklarından kavramış geriye çekmeye çalışıyordu ama bu onu daha da azdırmaktan başka bir işe yaramıyordu.

Clara, “Söyle! Çabuk sana söylediğim şeyi söyle!” diye bağırdı.

Korkudan donup kaldığım için ne söylemem gerektiğini de hatırlayamıyorum. Ardından neredeyse kendimden geçmek üzereydim ki kendi çığlığımı duydum: “Özür dilerim. Asıl kurbağaya benzeyen Clara.”

Köpek o anda hırlamasını kesip göğsümden indi. Clara yerden kalkıp divana oturmama yardımcı oldu. Köpek sanki Clara’ya yardım ediyormuş gibi arkamızdan geldi. Clara bana biraz ılık su içirdi, bu, midemin daha da bulanmasına neden oldu. Daha kötü hissetmeden önce kendimi dışarıya zor attım.

Daha sonradan Clara, Manfred ile birlikte kurbağalar ile ilgili bir zooloji kitabına bakmamızı ve bu sırada Clara’nın tıpkı büyük beyaz bir kurbağaya benzediğini söyleyerek Manfred’in kafasına yerleşmiş olabilecek yanlış kanıları silmemizi önerdi.

“Bir köpek olmak onu son derece önemsiz bir hâle getiriyor,” dedi. “Zavallı ruh! Böyle olmak istemiyor ama yapabileceği bir şey yok. Ne zaman birisinin kendisi ile dalga geçtiğini hissetse öfkeden çılgına dönüyor.”

Ona, içinde bulunduğum durumda ileri düzeyde köpek psikolojisi konusunda son derece yetersiz bir denek olacağımı söyledim. Ama Clara bu oyunu sonuna kadar oynamam konusunda ısrarcıydı. Kitabı açar açmaz Manfred hemen yanımıza gelip kitaptaki resimlere bakmaya başladı. Clara kurbağalarla dalga geçmeye ve bazılarının inanılmaz çirkin olduğunu söylemeye başladı. Sıra bana geldiğinde kendi rolümü oynamaya başladım. Saçma sapan konuşmamız sırasında “kurbağa” ve İspanyolca “sapo” kelimesini yüksek sesle mümkün olduğunca fazla tekrarladım. Ama Manfred herhangi bir tepkide bulunmuyordu. Onu tıpkı ilk gördüğüm anki kadar sıkkın görünüyordu.

Tıpkı daha önceden sözleştiğimiz gibi, Clara’nın aslında tıpkı kocaman beyaz bir kurbağaya benzediğini söylediğim anda Manfred kuyruğunu sallayarak gerçek bir canlılık belirtisi gösterdi. Anahtar cümleyi birkaç kez daha tekrarladım; ben daha fazla tekrarladıkça köpek de daha neşeli bir hale geliyordu. Bu sırada içimde beliren bir sezgiyle kendimin de sıska bir kurbağa olduğumu ve tıpkı Clara gibi kocaman bir kurbağa olma yolunda emin adımlarla ilerlediğimi söyledim. Bu sözlerim üzerine köpek sanki elektriğe tutulmuş gibi havalara sıçramaya başladı. Clara, “Taisha, oyunu biraz ileri götürüyorsun,” dediğinde Manfred’in gerçekten de daha fazlasını kaldıramayacak kadar neşelendiğini düşünmeye başladım. Koşarak odadan dışarıya çıktı.

Sersemlemiş bir halde divanın arkalığına yaslandım. Durumu destekleyen bir sürü kanıt olmasına karşın hâlâ derinlerde bir yerlerde bir köpeğin kendine takılan sevimsiz bir lakaba Manfred’in verdiği şekilde tepki vermesinin mümkün olmadığını düşünüyordum.

“Clara bana bu işin altında yatan hilenin ne olduğunu söyle?” dedim. Köpeği bu şekilde tepki vermesi için nasıl eğittin?”

“Gördüklerin numara değildi,” diye yanıt verdi. Manfred gizemli ve bilinmeyen bir yaratıktır. Bu dünyada onun suratına karşı onu öfkelendirmeden sapo ya da sapito diyebilecek bir tek insan var. O adamla yakınlarda tanışacaksın. Manfred’in gizemlerinden sorumlu olan kişi o. Bu nedenle de onu sana açıklayabilecek tek kişi.”

Clara, beklenmedik bir şekilde ayağa kalktı. Elime bir gaz lambası tutuşturarak, “uzun bir gün geçirdin,” dedi. “Sanırım senin için yatma zamanı gelmiş olmalı.”

Beni, bana verdiği yatak odasına götürdü, “içeride ihtiyacın olan her şeyi bulacaksın,” dedi. “Eğer dışarıya çıkmaya korkarsan yatağın altında bir lazımlık var. Umarım rahat edersin.”

Sırtımı sıvazladıktan sonra karanlık koridorda kayboldu. Onun yatak odasının nerede olduğunu bilmiyordum. Acaba, benim adım atmamın yasak olduğu evin öteki bölümünde olabilir mi diye merak ettim. O kadar garip bir şekilde iyi geceler dilemişti ki, bir süre elim kapı tokmağında bu tür şeyler düşünerek kalakalmış tun.

Odama girdim. Gaz lambası her yana gölgeler saçıyordu. Masanın üzerinde, herhalde Clara’nın koymuş olduğu vazonun içindeki çiçeklerin yerdeki gölgeleri kıpır kıpır oynuyordu. Oyma ahşap etajer titrek, parlak gri ışıklardan oluşan bir küre gibiydi ve yatağın yanlarındaki direkler tıpkı bir çift yılan gibi duvardan yukarıya doğru tırmanıyorlardı. O an içi porselen ve emaye eşyalarla dolu olan maun etajerin bu odada bulunma nedenini anladım; gaz lambasını ışığı bu eşyaların ve heykelciklerin şekillerini tümüyle değiştiriyor bir hayal dünyası yaratıyordu. Aklıma gelen düşünce porselen ve emayenin elektrik ışığı için uygun olmadığıydı.

Odayı incelemek istiyordum ama ölesiye yorgundum. Gaz lambasını yatağın yanındaki küçük masanın üzerine koyup soyundum. Bir sandalyenin arkasında duran beyaz muslin geceliği giydim. Üstüme uymuştu; en azından yerlerde sarkmıyordu.

Yatağa çıkıp sırtımı yastıklara vererek oturdum. Lambayı hemen söndürmedim; gerçeküstü gölgeleri izlemek ilgimi çekmişti. Çocukken yatma vakti oynadığım bir oyunu hatırladım: duvardaki gölgelen kaç tane nesnenin şekline benzetebileceğimi sayardım.

Yarı açık pencereden gelen hafif esinti, duvara vuran gölgelerin dalgalanmasına neden oluyordu. Yorgunluktan tükenmiş halde, hayvanların, ağaçların ve uçan kuşların şekillerini görebildiğimi hayal ettim. Ardından gri bir ışık küresinde bir köpeğin belli belirsiz çehresini gördüm. Yuvarlak kulakları ve buruşuk yanakları vardı. Bana göz kırpıyormuş gibiydi. Onun Manfred olduğunu biliyordum. Zihnimi garip düşünceler ve sorular doldurmaya başladı. Bu gün yaşadıklarımı nasıl toparlayabilirdim? Hiç birine tatmin edici bir açıklama getir emiyordum. Yalnızca, Clara olma yolunda sıska bir kurbağa olduğuma ilişkin söylediklerimin Manfred ile aramda duygusal bir bağ oluşturduğuna emindim. Aynı zamanda onu sıradan bir köpek olarak düşünemediğime ve artık ondan korkmadığıma da emindim. İnanamamama karşın, Clara ile benim konuştuklarımızı anlayabilecek özel bir zekâya sahip olduğunu göstermişti.


Esinti bir anda perdenin dalgalanmasına ve gölgelerden oluşan şekillerin birbirlerine geçmesine neden oldu. Köpeğin yüzü, geceyi karşılamak için bana güç verecek tılsımlar olarak hayal ettiğini diğer şekillere karışmaya başladı.

Zihnin, sanki sınırsız film rulosu içeren bir kamera gibi, deneyimlerini boş bir duvara yansıtabilmesinin ne kadar inanılmaz olduğunu düşündüm.

Lambanın alevi yavaş yavaş azalırken gölgelerde yok olup yerlerini zifiri karanlığa bıraktılar. Karanlıktan korkmadım. Garip bir evde, garip bir yatakta yatıyor olduğum gerçeği beni rahatsız etmedi. Clara burasının benim odam olduğunu söyledikten ve bu odada birkaç dakika geçirdikten sonra kendimi tümüyle evimde gibi hissettim. Korunduğuma dair güçlü bir duygu içindeydim.

Önümdeki karanlığa bakarken, odanın içindeki havanın köpürdüğünü hissettim. Clara’nın, tıpkı elektrik kablosundan elektriğin akması gibi bu evin de inanılmaz bir enerji ile dolu olduğunu söylediğini anımsadım. Daha önceden, olup bitenler nedeniyle bu enerjiyi fark edememiştim. Ama şimdi, mutlak sessizliğin içinde, yumuşak bir vızıltı duyuyordum. Ardından zar zor görülebilecek kadar minik köpüklerin odanın içinde inanılmaz bir hızla hareket ettiklerini gördüm. Çılgınca birbirlerine çarpıyor, binlerce arının vızıldamasına benzer bir vızıltı çıkarıyorlardı. Oda ve tüm ev, benim de varlığımın her bir parçasını dolduran görünmez bir elektrik akışıyla dolup taşıyor gibiydi.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön