Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

buyu gecisleri bolum 8


8 BÖLÜM


Clara’yı üç gün boyunca görmedim; gizemli bir is onu uzakta tutuyordu. En ufak bir uyarıda bulunmadan, beni her defasında birkaç gün boyunca evde Manfred'le yalnız bırakmak, onun alışkanlığı haline gelmişti ve tüm eve bana kaldığı halde, oturma odası, benim yatak odam, Clara'nın spor salonu, mutfak ve tabii ki evin dışından başka gitmeye hiç cesaret edememiştim. Clara'nın evinde ve arazisinde, beni özellikle Clara uzaktayken anlaşılmaz korkuyla dolduran bir şeyler vardı. Bu nedenle, tek basımayken, beni rahatlattığını fark ettiğim sıla bir programı koruyordum.

Saat dokuz gibi kalkıyor, kahvaltımı odun sobasını nasıl yakacağımı hala bilmediğim için mutfaktaki elektrikli ocakta hazırlıyor, hafif bir öğle yemeği paketliyor, sonra da mağarada özetleme yapmaya gidiyor ya da Manfred'le yürüyüşe çıkıyordum. Öğleden sonra geç saatlerde Clara'nın savaş sanatları salonunda kung fu formları çalışmak için eve dönüyordum. Burası tavanı kemerli, tabanı verniklenmiş tahtadan ve çeşitli savaş sanatları silahlarının konulduğu siyah laklı bir rafın olduğu geniş bir salondu. Kapının karşısındaki duvarda hasır örtülerle kaplanmış yükseltilmiş bir platform vardı. Bir seferinde Clara'ya bu platformun neye yaradığını sormuştum. Clara orasının meditasyonunu yaptığı yer olduğunu söylemişti.

Clara'nın meditasyon yaptığını hiç görmemiştim çünkü ne zaman kendisi salona girse, kapıyı hep kilitliyordu. Ona ne tür bir meditasyon yaptığını her soruşumda, bana bunu açıklamayı reddetti.


Öğrendiğim tek şey Clara'nın buna “rüya görme” adını verdiğiydi.

Clara orayı kendisi kullanmadığı zamanlar spor salonuna girmeme izin vermişti. Evde tek basımayken, orası Clara'nın varlığı ve gücüyle dolu olduğu için duygusal açıdan teselli bularak o odaya çekiliyordum. Bana çok ilginç bir kung fu formunu öğrettiği yer burasıydı. Çin savaş sanatlarıyla hiçbir zaman ilgilenmemiştim çünkü Japon karate hocalarım her zaman kung fu hareketlerinin pratik bir değen olamayacak kadar fazla ayrıntılı ve hantal olduğundan ısrar etmişlerdi. Karate'nin köklerinin Çin stillerinde olduğunu ama formlarının ve uygulamalarının Japonya'da tümüyle değiştirilip mükemmelleştirildiğini söyleyerek, sistematik olarak Çin stillerini aşağılıyor ve kendilerininkini yüceltiyorlardı. Savaş sanatları üzerine fazla bir şey bilmediğim için, hocalarıma tümüyle inanmış ve tüm diğer stilleri bütünüyle boşlamış tim. Bunun sonucu olarak, Clara'nın kung fu stiliyle ne yapacağımı bilmiyordum. Benim bilgisizliğime rağmen, bir şey kesindi: Clara bunda tartışmasız bir ustaydı.

Clara'nın spor salonunda bir saat kadar çalıştıktan sonra, elbiselerimi değiştirip mutfağa giderek yemek yiyordum. Her zaman, yemeğim orada, masanın üzerine konulmuş oluyordu, ama egzersiz yapmaktan hep o kadar acıkmış oluyordum ki hazırlananları oraya nasıl geldiği üzerine düşünmeden bir kurt gibi mideye indiriyordum.

Clara bana, ona bunu sorduğumda, hizmetçinin o yokken benim yemeklerimi pişirmek için geleceğini söylemişti. Ayrıca çamaşırları da yıkıyor olmalıydı, çünkü elbiselerimi yatak odamın kapısında özenle katlanmış halde buluyordum; tek yapmam gereken onları ütülemekti.

Bir aksam, ağır bir çalışmadan sonra, Manfred zaman zaman sıkıntıyla hırlayarak bakarken, öyle fazla enerjili hissettim ki, alışılmış programımı bozmaya ve özetleme yapmak için karanlıkta mağaraya dönmeye karar verdim. Oraya gitmek için öyle acele ediyordum ki el fenerimi almayı unuttum. Bulutlu bir geceydi, ama zifiri karanlığa rağmen, yoldaki hiçbir şeye takılmadım. Mağaraya vardım ve karate hocalarımla olan tüm anılarımı ve katıldığım her gösteri ve turnuvayı görselleştirerek ve solunum yaparak özetleme yaptım. Bu gecenin büyük bir bölümünü gerektirdi, ama bitirdiğimde kendimi hocalarımdan eğitimimin bir parçası olarak kazanmış olduğum önyargılardan bütünüyle temizlenmiş hissettim.

Ertesi gün Clara hala geri dönmemişti, onun için mağaraya her zamankinden biraz geç gittim. Eve dönerken, bir alıştırma olarak, her gün yürüdüğüm yolda bu defa karanlıktaymış gibi gözlerimi kapatarak yürümeyi denedim. Tökezlemeden yürüyüp yürüyemeyeceğimi görmek istiyordum, çünkü önceki gece mağaraya giden yolu hiç bir yere takılmadan yürümüş olmamım olağandışı olduğunu ancak daha sonra fark etmiştim. Gün ışığında ama gözlerim kapalı olarak yürürken, birkaç kez kütüklerin ve kayaların üstünden düştüm ve kaval kemiğimi bir havlı kötü morarttım.

Oturma odasında moraran yerleri bandajla sarıyordum ki Clara beklenmedik bir biçimde kapıdan girdi. Şaşırmış bir bakışla “Ne oldu sana?” diye sordu. “Sen ve köpek kavga mı ediyordunuz?”

Tam o anda, Manfred yavaşça odaya girdi. Onun Clara'nın söylediklerini anladığına emindim. Manfred sanki alınmış gibi terslikle havladı. Clara onun önünde durdu, bu Doğulu öğrencinin ustasına yaptığı gibi, belinden biraz öne eğildi ve anlaması çok zor olan iki dilli özür diledi. Clara, “Sizin kusursuz davranışınız ve mükemmel görgünüz ve hepsinden önemlisi, sizi un se—or enire re— ores, el mus ilustre entre todos ellos-kralların kralı, hepsinin en şanlısı yapan üstün itibarınız hakkında böyle dikkatsizce konuşmuş olduğum için, son derece üzgünüm, sayın se-or’um ” dedi.

Tümüyle şaşkına dönmüştüm. Clara'nın üç günlük yokluğu sırasında çıldırmış olduğunu sandım. Onun böyle konuştuğunu daha önce hiç duymamıştım. Gülmek istedim, ama onun ciddi ifadesi gülmemi boğazıma tıkadı.

Manfred esneyip, Clara'ya sıkıntıyla bakıp, arkasını dönüp odayı terk ettiğinde, Clara bir başka özür silsilesine başlamak üzereydi.

Clara bedeni saklamaya çalıştığı gülüşüyle sarsılarak koltuğa oturdu. “Alındığı zaman, ondan kurtulmanın tek yolu özürlerle ölesiye sıkmaktır,” diye bir sırrı paylaştı.

Clara'nın bana son üç gündür nerede olduğunu söyleyeceğini umuyordum. Belki yokluğu konusunu açar diye bir an için bekledim, ama bunu yapmadı. Clara'ya o yokken, Manfred'in her gün beni özetleme mağarasına ziyarete geldiğini söyledim. Sanki oraya zaman zaman her şeyin yolunda olup olmadığını kontrol etmek için gidiyor gibiydi.

Yine Clara'nın gezisinin doğası üzerine bir şeyler söylemesini istedim, ama o bunun yerine şaşırtıcı bir biçimde, “Evet, Manfred çok endişelidir ve başkalarını çok düşünür. Onun için onlardan aynı davranışı bekler ve eğer bu davranışı görmediğinden kuşku duyarsa, kudurur. O bu haldeyken, ölesiye tehlikelidir. Ona kurbağa köpek dediğinde neredeyse kafanı kopartmak üzere olduğu o geceyi anımsıyor musun?” dedi.

Konuyu değiştirmek istedim. Manfred'in çılgın bir köpek olduğunu düşünmek istemiyordum. Son aylarda, benim için bir canavardan çok bir arkadaş olmuştu. O öyle bir arkadaştı ki beni gerçekten anlayan tek kişinin o olduğuna sarsılmaz bir inançla inanmaya başlamıştım.


Clara, “Bacaklarına ne olduğunu söylemedin,” dedi.

Ona başarısızlıkla sonuçlanan gözlerim kapalı yürüme girişimimden söz ettim. Önceki gece karanlıkta yürürken hiçbir zorlukla karşılaşmadığımı açıkladım.

Clara bacaklarımdaki çiziklere ve izlere baktı ve kafama sanki Manfred’mişim gibi hafifçe vurdu. “Dün gece, yürürken kafanda bir plan yoktu,” dedi. “Mağaraya ulaşmaya kararlıydın, onun için ayakların senin otomatik olarak oraya götürdü. Bu öğleden sonra, dün geceki yürüyüşünü bilinçli olarak taklit etmeye çalışıyordun, ama acınacak bir başarısızlığa uğradın çünkü zihnin isin içine girdi.” Bir an için düşündü ve sonra ekledi, “Ya da belki de sana güvenlikle yol gösterecek olan ruhun sesini dinlemiyordun.”

Ona herhangi bir sesin farkına varmadığımı, ama bazen evdeyken, bunun yalnızca boş koridordan esen rüzgâr olduğundan emin olduğum halde, garip fısıltılar duyduğumu sandığımı söylerken Clara çocuksu bir sabırsızlık hareketiyle dudaklarını büzdü.

Clara bana “Sana önceden öyle yapmanı söylemedikçe, dediklerimi kelimesi kelimesine almayacağında anlaşmıştık,” diye sertçe anımsatmada bulundu. “Deponu boşaltarak, envanter defterini değiştiriyorsun. Şimdi orada karanlıkta yürümek gibi yeni bir şey için yer var. Onun için belki ruhun sesi için de yer olabileceğini düşündüm.”

Clara'nın söylediklerini anlamak kendimi için o kadar zorluyordum ki kaslarımı çatmış olmalıyım.

Clara en sevdiği koltuğa oturdu ve sabırla ne demek istediğini açılamaya başladı.

“Sen bu eve gelmeden önce, envanter defterinde köpeklerin kopekten başka bir şey olmadığı yazılıydı. Ama sonra Manfred’le karşılaştın ve onunla karşılaşmak envanter defterinin o bölümünü değiştirmeye zorladı.” Clara kafasını bir İtalyan gibi salladı ve “Capisce “ dedi.

Hayretler içinde kalarak “Manfred'in ruhun sesi olduğunu mu söylemeye çalışıyorsun?” diye sordum.

Clara o kadar çok güldü ki zorlukla konuşabildi. “Hayır, demeye çalıştığım şey bu değil. Bu daha soyut bir şey,” diye mırıldandı.

Clara bir camlı dolaptan biraz merhem alarak bana dolaptan örtümü almamı önerdi. “Haydi, avluya çıkalım ve zapote ağacının altında oturalım,” dedi. “Alacakaranlık ruhun sesini dinlemek için en iyi zamandır.”

Örtümü şeftaliye benzer yeşil meyvelerle kaplı dev ağacın altına serdim. Clara morarmış cildime biraz merhem sürdü. Bu canımı çok yaktı, ama acıya dayanmaya çalıştım. Clara işini bitirdiğinde, en büyük izin neredeyse yok olduğunu fark ettim. Clara geriye eğildi ve sırtını kalın ağacın gövdesine yasladı.

“Her şeyin bir biçimi vardır,” diye başladı, “ama dışsal biçimin yanı sıra, nesneleri yöneten içsel bir farkındalık vardır. Bu sessiz farkındalık ruhtur. Bu kendini farklı şeylerde farklı biçimlerde gösteren her şeyi kapsayan bir güçtür. Bu enerji bizimle iletişimde bulunur.”

Clara bana gevşememi ve derin soluklar almamı söyledi çünkü bana içsel duyuşumu nasıl geliştireceğimi gösterecekti, “çünkü kişi ruhun isteklerini,” dedi, “içsel kulakla ayırt edebilir.”

“Soluduğunda, enerjinin kulaklarından dışarıya akmasına izin ver,” diye sürdürdü.

“Bunu nasıl yapabilirim?” diye sordum.


“Soluk verdiğinde, dikkatini kulak deliklerine sabitle ve istencini ve konsantrasyonunu akışı yönlendirmede kullan.”

Clara bir süre ben devam ederken yanlışlarımı düzelterek çalışmamı izledi. “Ağzın kapalı olarak ve dilin damağına değerken burnundan soluk ver,” dedi. “Gürültüsüzce soluk ver.”

Birkaç denemeden sonra, kulaklarımın açıldığını ve sinüslerimin temizlendiğini hissedebiliyordum.

Sonra Clara bana avuçlarımı ısınana kadar birbirine sürtmemi ve sonra onları parmak uçlarım kafamın arkasında neredeyse birbirine dokunacak biçimde kulaklarımın üzerine koymamı söyledi.

Bana söylediği gibi yaptım. Clara kulaklarıma hafif, dairesel baskı kullanarak masaj yapmamı önerdi; sonra, kulaklarım hala örtülüyken ve işaret parmaklarım orta parmaklarımın üzerinde dururken, kulaklarımın arkasına işaret parmaklarımla aynı anda fiske vurmamı söyledi. Parmaklarımla fiske vurduğumda, kafamın içinde yankılanan boğuk bir çanın sesini duydum. Ellerimi kulaklarımdan çektiğimde, daha önce tüm sesler karışık ve boğuk olduğu halde çevredeki en küçük sesleri bile duyabildiğimin farkına vardım.

Clara, “Şimdi, kulakların açılmışken, belki de ruhun sesini duyabilirsin,” dedi. “Ama ağaçların üstünden bir bağırma geleceğini sanma. Bizim ruhun sesi dediğimiz şey daha çok bir çeşit duygudur. Ya da bu birdenbire aklına gelen bir fikir olabilir. Bu bazen belirsiz bir biçimde tanıdık olan bir yere gitme isteği gibi, ya da yine belirsiz bir biçimde bildik bir şeyi yapma isteği gibi olabilir.”

Belki de etrafımda bir mırıldanma duymama onun önerilerinin gücü yol açmıştı. Dikkatimi bu sese vermeye başladığımda, mırıldanma uzakta konuşan insan seslerine dönüştü. Bir kadının kristalsi kahkahasını ve bir adamın sesini, zengin bir bariton sesin şarkı söylediğini, ayırt edebiliyordum. Sesleri sanla rüzgâr onları bana hızlı dalgalarla getiriyormuş gibi duyuyordum. Seslerin ne dediğini duymak için kendimi zorladım ve rüzgârı daha çok dinledikçe, daha da coşku dolu hale geldim, içimde kaynayan bir enerji beni sıçrayarak ayağa kaldırdı. O kadar mutluydum ki bir çocuk gibi oynamak, dans etmek, koşup durmak istedim. Ve ne yaptığımın farkına varmaksızın, kendimi tümüyle yorana kadar avluda bir balerin gibi şarkı söylemeye ve sıçramaya ve dönmeye başladım.

Sonunda Clara'nın yanına oturduğumda, terlemekteydim, ama bu sağlıklı fiziksel bir ter değildi. Bu daha çok yorgunluğun neden olduğu soğuk tere benziyordu. Clara da benim soytarılığıma gülmekten soluk soluğa kalmıştı. Avluda sıçrayıp oynayarak kendimi tam bir aptal yerine koymakta başarılı olmuştum.

Yapacak hiçbir açıklamam yoktu, “Bana ne olduğunu bilmiyorum,” dedim.

Clara ciddi bir ses tonuyla, “Ne olduğunu tarif et,” dedi. Utancımdan bunu reddettiğimde, “Yoksa sana bir çatlak gözüyle bakmak zorunda kalacağım, ne dediğimi anlıyor musun?” diye ekledi.

Ona akıldan çok zor çıkacak gülüş ve şarkıları, duyduğumu ve bunların beni etrafta dans etmeye ittiğini söyledim.

Düşünceli bir biçimde, “Sence ben kafayı mı üşütüyorum?” diye sordum.

Clara, “Eğer yerinde olsam, bundan endişelenmezdim,” dedi. “Dans edip oynaman ruhun sesini duymaya gösterilen doğal bir tepkiydi.”

Onu “O bir ses değildi; birçok ses vardı,” diye düzelttim.


Clara, “İste yine bunu yaptın, her şeyi kelimesi kelimesine anlayan Bayan Mükemmel,” diye alay etti.

Her şeyi kelimesi kelimesine anlamanın bizim envanter defterimizin büyük bir eşyası olduğunu ve onu bertaraf etmek için onun farkında olmamız gerektiğini söyledi. Ruhun sesi seslerle hiçbir ilgisi olmayan soyutlamalardı, ama yine de bazen sesler duyabilirdik. Benim durumumda, ben dindar bir Katolik olarak yetiştirildiğim için, deneyimlediklerimi envanter defterime uyarlama yolumun ruhu bir tür koruyucu meleğe; beni kollayan kibar, koruyucu bir erkeğe dönüştürmek olduğunu söyledi.

Clara, “Ama ruh kimsenin koruyucusu değildir,” diye sürdürdü. “O ne iyi ne de kötü olmayan soyut bir kuvvettir. Bizimle hiçbir biçimde ilgilenmeyen, ama yine de gücümüze tepki veren bir kuvvet. Unutma, dualarımıza değil, gücümüze. Bunu bir daha sefere bağışlanma için dua ettiğinde anımsa!”

Korkuyla “Ama ruh kibar ve koruyucu değil mi?” diye sordum.

Clara önünde sonunda iyi ve kötüyle, Tanrı ve dinle ilgili bütün önyargılarımı atacağımı ve yalnızca tümüyle yeni bir envanter defterinin kavramlarıyla düşüneceğimi söyledi.

Özgür irade ve kötünün varlığı üzerine Katolik okulunda öğrendiğim hazır mantıksal tartışmalarla silahlanmış olarak “İyi ve kötünün olmadığını mı söylüyorsun?” diye sordum.

Ben daha düşüncelerimi söylemeye başlamadan, Clara, “Bu benim ve arkadaşlarımın kurulu düzenden farklı olduğumuz nokta,” dedi. “Sana bizim için özgürlüğün kendi insanlığımızdan özgür olmak olduğunu söyledim. Ve bu Tanrı'yı, iyi ve kötüyü, a/izleri, Hz. Meryem ve Kutsal Ruhu da kapsıyor. Biz insansı olmayan bir envanter defterinin insanlar için tek olası özgürlük olduğuna inanıyoruz. Eğer depolarımız ağzına kadar istekler, duygular, görüşler ve bizim insan envanter defterimizin nesneleriyle dolu olarak kalırsa, o zaman özgürlük nerede kalır? Söylediklerimi anlıyor musun?”

Onu anlamıştım, ama anlamak istediğim kadar net anlamamıştım, bu kısmen kendi insanlığımı bırakmak fikrine direniyor olmamdan, kısmen de bana Katolik okul sisteminin verdiği tüm dinsel önyargıları özetleme yapmamış olmamdan kaynaklanıyordu. Aynı anda benimle doğrudan ilgisi olmayan şeyleri asla düşünmemeye alışmıştım.

Clara'nın mantığında hatalar ararken kaburgalarıma hafifçe vurarak beni zihinsel spekülasyonlarımdan ayırdı. Bana düşünceleri durdurmak ve enerji hatlarını hissetmek için bir başka alıştırma göstereceğini söyledi. Yoksa her zaman yaptığımı yapmayı sürdürecektim: kendi benliğim fikrine esir olmak.

Clara bana bağdaş kurarak oturmamı ve soluk alırken önce sağa sonra da sola doğru yanlara eğilmemi ve kulak boşluklarımdan yatay olarak uzanan çizgi tarafından nasıl çekildiğimi hissetmemi söyledi. Şaşırtıcı bir biçimde çizginin kişinin bedenini hareket ettirmesiyle bozulmadığını ve yatay olarak kaldığını ve bunun onun ve arkadaşlarının bulduğu gizemlerden biri olduğunu söyledi.

“Bu biçimde yana eğilmek,” diye açıkladı, “normalde hep öne doğru yönlendirilmiş olan farkındalığımızı yanlara kaydırır.”

Bana tükürüğümü üç kere çiğneyip yutarak çene kaslarımı gevşetmemi söyledi.

Tükürüğümü yutarak, “Bu ne ise yarıyor?” diye sordum.

Clara kıkırdayarak “çiğneme ve yutma kafaya yerleşen enerjinin bir bölümünü aşağıya mideye getirerek beynin yükünü hafifletir,” dedi. “Senin bu hareketi sıkça yapman gerekiyor.” dedi.


Ayağa kalkıp yürümek istedim çünkü bacaklarım uyuşmuştu. Ama Clara bir süre daha oturarak bu alıştırmayı yapmamı istedi.

Kendimi o anlaşılması zor çizgiyi hissetmek için elimden geldiği kadar zorlayarak, her iki tarafa eğildim, ama onu hissedemedim. Ama düşüncelerimin her zamanki yoğunluğunu azaltarak onları durdurmayı başardım. Tam bir sessizlikle hiçbir düşünce olmaksızın belki de bir saat oturdum. Etrafımda cırcırböceklerinin seslerini, yaprakların hışırdamasını duydum ama rüzgâr bu kez hiçbir insan sesi getirmedi. Bir süre için Manfred'in evin yanındaki odasından gelen havlamasını dinledim.

Sonra, sanki sessiz bir komut tarafından harekete geçmiş gibi, düşünceler yeniden zihnime doluştu. Onların tümüyle yok olduğunun ve tam bir sessizliğin ne kadar rahat olduğunun farkına vardım.

Rahatsız beden hareketlerim Clara'ya ipucu vermiş olmalıydı, çünkü yeniden konuşmaya başladı. “Ruhun sesi boşluktan gelir,” diye sürdürdü. “O sessizliğin derinliklerinden, olmamanın dünyasından gelir. O ses yalnızca biz tümüyle salan ve dengede olduğumuzda duyulabilir.”

Clara bizi hareket ettiren iki karşıt kuvvetin, erkek ve kadın, pozitif ve negatif, aydınlık ve karanlığın, dengede tutulması gerektiğini böylece bizi çevreleyen enerjide bir açıklığın yaratıldığını açıkladı: bu farkındalığımızın kayıp gireceği bir açıldıktı. Ruh kendini bizleri çevreleyen enerjideki bu açıklık sayesinde ortaya çıkartıyordu.

“Peşinde olduğumuz şey dengedir,” diye sürdürdü. “Ama denge her bir kuvvetten eşit parça anlamına gelmez. Bu aynı zamanda parçalar eşit hale getirilirken, yeni, dengelenmiş bileşimin momentum kazanması ve kendiliğinden hareket etmeye başlaması anlamına gelir.”


Clara'nın karanlıkta yüzümde onu anladığımı gösteren bir işaret aradığını hissettim. Böyle bir işaret bulamayınca, neredeyse içime isleyen bir sesle, “O kadar zeki değiliz, değil mi?” dedi.

Bu sözüyle tüm bedenimin gerildiğini hissettim. Ona tüm yaşamımda hiç kimsenin beni zeki olmamakla suçlamamış olduğunu söyledim. Annemle babam, öğretmenlerim beni her zaman sınıftaki en parlak öğrencilerden birisi olduğum için övmüşlerdi. İs karnelere geldiğinde, ağabeylerimden daha iyi notlar alacağıma emin olmak için neredeyse kendimi hasta edene kadar ders çalışırdım.

Clara içini çekti ve benim zeki olduğumu kanıtlayan uzun konuşmamı sabırla dinledi. Onu hatalı olduğuna ikna etmek için yaptığım tartışmayı bitirmeden önce Clara, “Evet, zekisin, ama söylediğin her şey günlük yaşamın dünyasıyla ilgili. Yalnızca zeki değil, çalışkan, üretken ve kurnazsın da. Bana katılmıyor musun?”

Ona hak vermek zorundaydım, çünkü mantığım bana eğer gerçekten söylediğim kadar zekiysem neredeyse kendimi öldürene kadar ders çalışmam gerekmezdi.

Clara, “Benim dünyamda zeki olmak için, konsantre olabilmeli, dikkatini herhangi bir somut şeyin üzerinde olduğu kadar soyut olan herhangi bir görünmenin üzerinde de sabitleyebilmelisin.” dedi.

“Ne çeşit soyut görünmelerden söz ediyorsun, Clara?” diye sordum.

Clara, “Etrafımızdaki enerji alanındaki bir açıklık soyut bir görünmedir,” dedi. “Ama onu somut dünyayı hissedip gördüğün biçimde hissedip göreceğini bekleme. Olan başka bir şeydir.”

Clara bizim dikkatimizi herhangi bir soyut görünme üzerine sabitlememiz için, bilinenle bilinmeyeni kendiliğinden ortaya çıkan bir karışımla birleştirmemiz gerektiğini vurguladı. Bu yolla, mantığımızı kullanabilir ama aynı zamanda ona karşı ilgisiz kalabilirdik.

Clara bana ayağa kalkıp etrafta yürümemi söyledi. “Şimdi karanlık olduğuna göre, yere bakmadan yürümeye çalış,” dedi. “Bilinçli bir alıştırma olarak değil, ama bir büyücü yapmaması olarak.”

Ondan büyücü yapmamasıyla ne demek istediğini açıklamasını istedim, ama eğer bunu açıklarsa, bilinçli olarak onun açıklamasını düşünüyor olacaktım ve onun ne anama geldiğinden emin olmadığım halde bu yeni kavrama karşı performansımı ölçmeye kalkışacaktım. Ama Clara'nın “yapmama” terimini daha önce kullandığını anımsıyordum ve sorular sormak istemememe rağmen, bana bunun hakkında söylediğini anımsamaya çalıştım. Benim için, bilgi, çok az ve yanlış bile olsa, hiç yoktan iyiydi çünkü bana bir kontrol hissi veriyordu, hâlbuki bilginin olmaması beni tümüyle zayıf kılıyordu.

Clara benim açıklamaya olan gereksinimimi fark ederek “Yapmama bize büyücülük geleneğimizden gelen bir terim,” diye sürdürdü. “Bu bize zorla verilen envanter defterinde bulunmayan herhangi bir şey anlamına gelir. Bize zorla verilen envanter defterinde herhangi bir nesneyle uğraştığımızda, yapmadır, envanter defterinin bir parçası olmayan herhangi bir şeyse yapmamadır”

Ulaştığım gevşemişlik düzeyi Clara'nın yaptığı bu açıklamayla birdenbire bozulmuştu.

“Geleneğinizden büyücülük olarak söz etmekle ne demek istedin, Clara?” diye sordum.


Clara gülerek, “İstediğin zaman her ayrıntıyı yakalıyorsun, Taisha. Kulaklarının o kadar büyük olmasına şaşmamalı,” dedi, ama bana yanıt vermedi.

Ona bir yanıt bekleyerek baktım. Sonunda, “Sana bundan henüz söz etmeyecektim, ama ağzımdan kaçırdığım için, sana özgürlük sanatının büyücülerin istencinin bir ürünü olduğunu söyleyeyim.”

“Hangi büyücülerden söz ediyorsun?”

“Burada Meksika'da nihai sorularla ilgilenen insanlar vardı ve hala da var. Büyülü ailem ve ben onlara büyücüler deriz. Sana öğrettiğim tüm görüşleri onlardan öğrendik. Özetlemeyi biliyorsun. Yapmama o görüşlerin bir başkasıdır.”

“Ama bu insanlar kim, Clara?”

Beni “Yakında onlarla ilgili bilinebilecek her şeyi biliyor olacaksın,” diye temin etti. “Şimdilik, bırak da onların yapmamalarından birisini uygulayalım.”

Clara örnek olarak, su an da yapmamanın hesap yapan zihnimi bırakarak ruha tamamıyla güvenmek olacağını söyledi. Clara beni “Gizli kuşkular beslerken yalnızca güvenmiş gibi yapmaya kalkma,” diye uyardı. “Yalnızca pozitif ve negatif kuvvetlerin mükemmel uyumda olduğunda ya çevrendeki enerjideki açıklığı hissedebilecek ya da görebileceksin ya da gözlerin kapalı olarak yürüyüp başaracağından emin olabileceksin.”

Birkaç derin soluk aldım ve yere bakmadan, bir şeye çarparsam diye kollarımı öne doğru uzatarak yürümeye başladım. Bir süre tökezleyip durdum ve bir defasında saksıdaki bir bitkiye takıldım ve eğer Clara kolumdan tutmasaydı düşecektim. Gitgide daha ve daha az tökezlemeye başladım, sonunda zorlanmadan akışkan bir biçimde yürüyebilmeye başladım. Sanki ayaklarım avludaki her şeyi net bir biçimde görebiliyormuş ve nereye basıp nereye basmayacağını biliyormuş gibiydi.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön