Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

buyu gecisleri bolum 17


17 BÖLÜM


Rüyamda, bahçede yeri kazdığımı görüyordum ki, boynumdaki keskin bir acı beni uyandırdı. Gözlerimi açmadan, boynumu koyup rahatlatmak için el yordamıyla yastıkları aradım. Ama ellerim boşlukta kaldı. Yastıkları bulamıyordum; altımdaki yastığı bile hissedemiyordum. Sanki önceki gece çok yiyip içmişim de hazımsızlık çekiyormuşum gibi sallanmaya başladım. Yavaş yavaş gözlerimi açtım. Tavanı ya da duvarları görmek yerine, dallar ve yeşil yapraklar gördüm. Kalkmaya çalıştığımda, etrafımdaki her şey hareket etmeye başladı. Yatağımda olmadığımın farkına vardım; bir çeşit deri koşum takımıyla havada asılıydım ve sallanan etrafımdaki dünya değil bendim. Her türlü kuşkunun ötesinde bunun bir rüya olmadığını biliyordum. Duyularım kaostan bir düzen yaratmaya çalıştığında, makaralarla bir ağacın en yüksek dalma kaldırılmış olduğumu gördüm.

Beklenmedik bir biçimde bağlanmış olarak uyanma duygusu, üzerine aklımda hiçbir şeyin olmadığının farkına varmak eklenerek, bir anda bende bir yükseklik korkusu yarattı. Ömrüm boyunca hiç ağaca tırmanmamış tim. Bağırarak yardım çağırmaya başladım. Kimse yardıma gelmedi onun için sesim kısılana kadar çığlık atmaya devam ettim. Yorulmuş olarak, orada hareketsiz bir ceset gibi asılı kaldım. Fiziksel olarak korkmuş olmak boşaltım işlevlerimin kontrolünü yitirmeme neden olmuştu. Her yerim kirlenmişti. Ama çığlık atmak korkularımı yok etmişti. Çevreme bakındım ve yavaşça durumumu değerlendirmeye başladım.

Kollarımın ve ellerimin serbest olduğunun farkına vardım ve kafamı aşağıya döndürdüğümde beni neyin asılı tuttuğunu gördüm. Belimden, göğsümden ve bacaklarımdan kalın kahverengi deriden kemerlerle bağlanmıştım. Ağacın gövdesinin etrafında, kollarımı uzattığımda ulaşabildiğim bir başka kemer vardı. İpin ucu ve ona bağlı bir makara o kemerdeydi. O zaman kendimi serbest bırakmak için yapmam gereken tek şeyin ipi bırakarak aşağıya inmek olduğunu gördüm. İpe ulaşmak ve kendimi aşağıya indirmek bana büyük bir acı verdi; çünkü kollarım ve ellerim titriyordu. Ama bir kez yere indiğimde, bedenimi saran kayışları açıp koşumdan kurtulmayı başardım.

Evin içine koşarak Clara’ya seslendim. Onu bulamayacağımı hissediyordum ama bu bilinçli bir eminlikten çok bir duyguydu. Otomatik olarak onu aramaya başladım ama ne o ne de Manfred hiçbir yerde yoktu. O zaman, her nasılsa her şeyin değiştiğini fark ettim; ama her şeyin nasıl, ne zaman ve hatta neden eskiden farklı olduğunu bilmiyordum. Bildiğim tek şey, bir şeyin tamir edilmez bir şekilde kırılmış olduğuydu.

Uzun bir içsel konuşmanın içine düştüm. Kendimi, Clara’nın tam ona en çok gereksinimim olduğu zaman gizemli yolculuklarından birine çıktığını söyledim. Sonra onun burada olmamasının başka açıklamalarının olabileceğini düşündüm. Benden bilerek uzak duruyor ya da evin sol tarafındaki akrabalarını ziyaret ediyor olabilirdi. Sonra Nelida ile karşılaşmamı anımsadım ve Clara’nın o kapıyı asla açmamam gerektiği yolundaki uyarısını göz ardı ederek sol taraftaki koridorun kapısına koştum. Kapı kilitliydi. Ona kapıdan birkaç kez seslendim sonra kapıyı öfkeyle tekmeleyerek yatak odama gittim. O kapının da kilitli olması cesaretimi kırdı. Çileden çıkmış bir halde koridordaki diğer yatak odalarının kapılarını açmaya çalıştım. Bir depo dışında hepsi de kilitliydi. Clara, oradan uzak durmamı söylediği için oraya hiç girmemiştim. Ama o kapı her zaman aralık dururdu ve kapının önünden her geçişimde içeriye bakardım.

Bu kez içeriye girdim, Clara ve Nelida’yı kendilerini göstermeleri için çağırdım. Oda karanlıktı ama ağzına kadar, ömrümde gördüğüm en garip eşyalarla doluydu. Aslında oda, acayip heykeller, kutular ve sandıklarla o kadar doluydu ki, hareket edebilecek yer bile yoktu. Arkadaki duvarın cumbasındaki güzel, renkli pencereden biraz ışık geliyordu. Bu, odadaki tüm nesnelerin üzerine ürkütücü gölgeler düşüren tatlı bir pırıltıydı. Bu bana, dünyayı kat etmiş olan ve artık kullanılmayan zarif okyanus gemilerinin depolarının da böyle bir yer olduğunu düşündürttü. Altımdaki zemin aniden sallanmaya ve gacırdamaya başladı ve etrafımdaki nesneler kayıyor gibi göründü. İstemsiz bir çığlık attım ve odanın dışına koştum. Kalbim o kadar hızlı ve güçlü atıyordu ki, onu sakinleştirmek için birkaç dakika ve çok derin soluklar gerekti.

Koridorda, o depo odasının karşısındaki gömme dolabın açık olduğunu ve tüm elbiselerimin düzgünce askılara asılmış ya da katlanarak raflara konmuş olduğunu gördüm. Eve geldiğim ilk gün Clara’nın bana vermiş olduğu ceketin yakasına iğnelenmiş, bana yazılmış bir not gördüm. Üzerinde, "Taisha, bu notu okuyor olman ağaçtan inmiş olduğun anlamına geliyor. Lütfen söylediklerimi harfi harfine yerme getir. Eski odana gitme çünkü orası kilitli. Bundan sonra koşumlarınla ya da ağaç evinde uyuyacaksın. Hepimiz uzun bir yolculuğa çıktık. Tüm eve senin bakman gerekiyor. Elinden gelenin en iyisini yap!” yazıyordu. Altında “Nelida” diye bir imza vardı.

Şaşkınlık içerisinde, nota uzun süre baktım, tekrar tekrar okudum. Nelida eve benim bakmam gerektiğini söylemekle ne demek istemişti? Burada yalnız başıma ne yapmam gerekiyordu. O korkunç koşumun içinde bir ağırlık gibi asılı halde uyuma fikri, bana en ürkütücü hisleri veriyordu. Gözlerimden yaşların akmasını istedim. Kendim için üzüntü duymak istedim çünkü önceden uyarmadan beni yalnız başıma ve öfke içinde bırakmışlardı: bunların hiçbirini yapamıyordum. Olduğum yerde tepinerek hiddetimi arttırmaya çalıştım. Ama yine, acınacak bir biçimde başarısızlığa uğradım. Sanki içimdeki bir şey kapanmış, beni olanlara aldırmaz ve bildik duygularımı ifade edemez kılmıştı. Ama kendimi terk edilmiş hissediyordum. Bedenim her zaman ağlamaya başlamadan önce olduğu gibi titremeye başladı. Ama bunun ardından fışkıran şey bir gözyaşı seli değil bir anılar akışı ve rüyaya benzeyen görüntülerdi.

O koşum takımına asılı aşağıya bakıyordum. Aşağıda insanlar ağacın dibinde durmuş gülüyor ve ellerini çırpıyorlardı. Bana bağırarak dikkatimi çekmeye çalışıyorlardı. Sonra hepsi birden aslan kükremesini andın bir ses çıkardılar ve gittiler. Bunun bir rüya olduğunu biliyordum. Ama Nelida ile karşılaşmamın kesinlikle bir rüya olmadığını biliyordum. Elimdeki not bunun bir kanıtıydı. Emin olmadığını şey ağaçta neden ve ne kadar süreli asılı olduğumdu. Elbiselerimin durumuna ve ne kadar aç olduğuma bakılırsa orada günlerdir duruyor olabilirdim. Ama oraya nasıl çıkmıştım?

Dolaptan elbiselerimin bazılarını aldım ve yıkanıp üstümü değiştirmek için dışarıdaki tuvalete gittim. Yeniden temiz olduğumda, mutfağa bakmamış olduğum aklıma geldi. Clara’nın orada yemek yiyor olabileceği ve onu çağırdığımı duymamış olduğu umudunu duydum. Kapıyı açtım ama mutfakta kimse yoktu. Dolaşıp yemek aradım. Sobanın üzerinde en sevdiğim türlüden bir tencere dolusunu buldum ve umutsuzca Clara’nın onu benim için bıraktığına inanmak istedim. Tadına baktım ve içimi çektim. Sebzeler küp biçiminde kesilmek yerine ince ince dilimlenmişti ve neredeyse hiç et yoktu. Yemeği Clara'nı’ yapmadığını ve onun gittiğini biliyordum. Önce türlüyü yemek istemedim ama som derece açtım. Raftan bir tabak aldım ve ağzına kadar doldurdum.

Ancak yemeğimi yedikten sonra içinde bulunduğum durumu değerlendirirken bakmayı unuttuğum bir yer daha olduğu aklıma geldi. Clara’yı ya da Nagual’ı orada bulma umuduyla aceleyle mağaraya gittim. Ama kimseyi bulamadım; Manfred’i bile. Mağaranın ve tepelerin yalnızlığı bana öyle bir hüzün duygusu verdi ki, ağlayabilmek için her şeyimi verirdim. Daha dün nasıl konuşacağını bilen bir dilsizin ümitsizliği ile mağaraya girdim. Oracıkta ölmek istedim ama bunun yerine uyuyakaldım.

Uyandığımda eve geri döndüm. Şimdi herkes gitmiş olduğuna göre, diye düşündüm, ben de gidebilirim. Arabanın park edilmiş olduğu yere yürüdüm. Clara arabamı sürekli olarak kullanıyor ve kentteki bir serviste bakımını yaptırıyordu. Kontağı açtım ve arabanın mükemmel bir şekilde çalışması içimi rahatlattı. Bazı eşyalarımı bir torbaya tıktıktan sonra arka kapıya kadar gittim ama içimi güçlü bir suçluluk duygusu doldurdu. Nelida’nın notunu yeniden okudum. Notta Nelida benden eve bakmamı istiyordu. Evi böyle terk edemezdim. Elimden gelen en iyisini yapmamı söylemişti. Bana belirli bir görev verdilerini ve yalnızca bu görevin ne olduğunu bulmak için bile olsa, kalmam gerektiğini düşündüm. Eşyalarımı dolaba geri koydum ve kendimle ilgilenmek için koltuğa yattım.

Attığım bütün o çığlıklar ses tellerimi kesinlikle zedelemişti. Boğazım çok kötü acıyordu; ama bunun dışında fiziksel açıdan iyi durumda görünüyordum. Şok, korku ve kendine acıma geçti ve geriye kalan tek şey o koridorun ardında çok önemli bir şey olduğuna dair hissettiğim güçlü duyguydu. Ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım kapıyı geçtikten sonra ne olduğunu anımsayamıyordum.

Bu temel sorunlardan başka, bir de ciddi sorunum vardı: odun sobasını nasıl yakacağımı bilmiyordum. Clara bana bunu nasıl yapacağımı defalarca göstermişti ama ben bu işi, belki de sobayı kendi başıma yakmamın gerekeceğini hiç beklemediğimden öğrenememiştim. Aklıma gelen bir çözüm ateşi gece boyunca besleyerek canlı tutmaktı.

Aceleyle, ateşe sönmeden daha fazla odun atmak için mutfağa gittim. Ayrıca daha fazla su kaynattım ve bunun birazıyla tabağımı yıkadım. Suyun kalanını kalın, ters çevrilmiş bir koni gibi görünen kireçtaşı filtreye döktüm. Sağlam dövme demirden ayakların üzerinde duran büyük kap, kaynar suyu damla damla süzdü. Filtrenin altında suyun toplandığı kaptan yüzüme birkaç kepçe su döktüm. Soğuk, tadı güzel sudan içtim, sonra eve dönmeye karar verdim. Belki de Clara ya da Nelida bana tam olarak 11e yapmam gerektiğini söyleyen başka not bırakmışlardı.

Yatak odalarının kapılarının anahtarlarını aradım. Koridordaki camlı dolapta farklı isimlerle işaretlendirilmiş anahtarlar buldum. Üzerinde Nelida’nın adı yazılı olanı aradım; anahtarın benim yatak odamın kilidine uyduğunu görmek beni şaşırttı. Sonra Clara’nın adının yazılı olduğu anahtarı aldım ve onun uyduğu kilidi bulana kadar farklı kapıları denedim. Anahtarı çevirdim ve kapı açıldı ama iş onun odasına girmeye ve içeridekilere bakmaya geldiğinde bunu yapamadım. Clara gitmiş olsa bile, özel hayatını korumaya hakkı olduğunu düşündüm.

Kapıyı yeniden kapatıp kilitledim ve anahtarları, onları bulduğum yere geri koydum. Oturma odasına döndüm ve sırtımı Nelida’nın bana gergin olduğumda yapmamı önerdiği gibi koltuğa yaslayarak yere oturdum. Bu kesinlikle sinirlerimi yatıştırmama yardımcı oldu. Yeniden arabama binip gitmeyi düşümdüm. Ama gerçekte hiçbir gitme isteği duymuyordum. Meydan okumayı kabul etmeye ve bu sonsuza kadar sürse de, onlar olmadığı sürece eve bakmaya karar verdim.

Yapacağım başka bir şey olmadığından, aklıma kitap okumayı deneyebileceğim geldi. Kitaplara karşı olan eski olumsuz deneyimlerimi özetlemiştim ve onlara karşı olan eski tutumumun değişip değişmediğini denemek istedim. Kitap raflarına göz atmaya gittim. Kitapların çoğunu Almanca, bazılarının İngilizce, birazının da İspanyolca olduğunu gördüm. Kitapları hızla taradım ve almanca kitapların çoğunun botanik üzerine olduğunu gördüm; ayrıca zooloji, jeoloji, coğrafya ve denizbilim (oşinografi) üzerine olanları da vardı. Gözden uzak başka bir rafta bir dizi İngilizce astronomi kitabı vardı. Ayrıca bir raftaki kitaplar İspanyolca kitaplar, edebiyat, roman ve şiirlerdi.

Önce astronomi üzerine yazılmış la ta plan okumaya karar verdim, çünkü bu konu beni her zaman büyülemişti. Bol resimli ince bir kitabı aldım ve sayfalarını çevirmeye başladım. Ama kısa süre sonra uyuyakaldım.

Uyandığımda evin içi zifiri karanlıktı ve arka kapıya el yordamıyla gitmek zorunda kaldım. Jeneratörün bulunduğu sundurmaya giderken mutfaktan ışık geldiğinin farkına vardım. Birinin jeneratörü çalıştırmış olması gerektiğini düşündüm. Belki de Clara geri dönmüştür diye sevinerek aceleyle mutfağa gittim. Mutfağa yaklaştığımda yumuşak bir sesle söylenen İspanyolca bir şarkı duydum. Bu Clara değildi. Ses, bir erkek sesiydi ama Nagual’ın sesi değildi. Büyük bir korkuyla yoluma devam ettim. Ben daha kapıya varamadan bir adam kapıdan kafasını çıkarttı ve beni görünce yüksek sesle çığlık attı. Ben de aynı zamanda çığlık attım. Görünüşe bakılırsa onun beni korkuttuğu kadar ben de onu korkutmuştum. Kapıdan dışarı çıktı ve bir an için orada birbirimize bakarak durduk.

Adam inceydi ama bir deri bir kemik değildi; sırım gibi ama kaslıydı. Benim boyumdaydı ya da belki 2-3 santimetre daha uzundu, 1.75 kadardı. Tamircilerin giydiğine benzer mavi bir tulum giymişti. Teni açık pembe renkteydi. Saçları griydi. Sivri bir burnu ve çenesi, çıkık elmacık kemikleri ve küçük bir ağzı vardı.

Gözleri bir kuşunki gibi koyu renk ve yuvarlak ama parlak ve canlıydı. Göz aklarını zar zor görebiliyordum. Ona baktığımda sanki yaşlı bir adam değil de egzotik bir hastalık nedeniyle cildinde kırışıklıklar oluşmuş bir çocuğa baktığım izlenimine kazandım. Adam aynı anda hem yaşlı hem de genç, sevimli ama tedirgin edici görünüyordu. Ondan en iyi lise İspanyolcamla bana kim olduğunu söylemesini ve evde bulunuş nedenini açıklamasını rica ettim.

Bana merakla baktı. Neredeyse aksansız bir İngilizceyle, “İngilizce biliyorum,” dedi. “Yıllarca Clara’nın akrabalarıyla Arizona’da yaşadım. Adım Emilito; ben hizmetçiyim. Sen de ağaçta yaşayan olmalısın.”

“Pardon?”

Bana doğru birkaç adım atarak, “Sen Taisha’sın, değil mi?” dedi. Kolayca ve çevik bir şekilde hareket ediyordu.

“Evet, ben Taisha’yim. Ama benim için ağaçta yaşayan demen de neyin nesi?”

“Nelida bana, senin ana binanın ön kapısının yanındaki büyük ağaçta yaşadığını söyledi. Bu doğru mu?”

Kafamı otomatik olarak evet anlamında salladım ve ancak o zaman kalın kafalı bir maymunun bile gözünden kaçmayacak bir şeyin farkına vardım: ağaç, evin yasaklanmış ön tarafında, doğudaydı; yalnızca tepedeki gözlem noktasından görebileceğim alandaydı. Bunun farkına varmak heyecanlanmama neden olmuştu çünkü artık bana yasaklanmış olan bölgeyi keşfetmekte serbest olduğumu anlamıştım.

Heyecanım Emilito’nun kafasını sanki bana açıyormuş gibi sallamasıyla sona erdi. Omzuma hafifçe vurarak , “Ne yaptın, seni zavallı kız?” diye sordu.

Bir adım geriye çekilerek, “Hiçbir şey yapmadım,” dedim. Emilito açıkça yanlış bir şey yaptığım için bir ceza olarak ağaca asıldığımı ima ediyordu.

Gülümseyerek, “Dur, dur, işine burnumu sokmak istemedim,” dedi. “Benimle kavga etmek zorunda değilsin. Ben önemli bi kişi değilim. Sadece bir hizmetçiyim, kiralanmış bir yardımcıyım. Ben onlardan bi kişi değilim.”

“Kim olduğun umurumda değil,” diye yapıştırdım. “Sana söyledim, ben hiçbi şey yapmadım. “

Yeniden mutfağa gitmek için arkasını dönerek, “Tamam, eğer bundan söz etmek istemiyorsan, benim için fark etmez,” dedi.

Son sözü söylemek isteyerek, “Bu konuda konuşacak bir şey yok,” diye bağırdım.

Ona bağırmakta hiç zorlanmamıştım; bu, eğer genç ve yakışıldı olsa yapmakta zorlanacağım bir şeydi. Yeniden, “İşimi zorlaştırma. Ben patronum. Nelida benden bu eve bakmamı istedi. Notunda öyle diyor,” diye bağırdım ve bu yaptığıma şaşırdım.

Emilito sanki yıldırım çarpmış gibi yerinden sıçradı. “Sen garip bi kişisin,” diye mırıldandı. Sonra boğazını temizledi ve bana, “Daha fazla yaklaşmaya kalkışma. Yaşlı olabilirim ama hala güçlüyüm. Burada çalışmamın içine yaşamımı riske atmak ya da aptalların hakaretine uğramak girmiyor. İşi bırakacağım,” diye bağırdı.

Bana ne olduğunu anlayamadım. Özür dileyerek, “Bir dakika,” dedim. “Sesimi yükseltmek istemedim ama son derece sinirliyim Clara ve Nelida beni hiçbir uyarı ya da açıklamada bulunmadan terk ettiler.”

Emilito, benim kullandığım özür dileyen ses tonuyla, “Tamam, ben de bağırmak istemedim,” dedi. “Yalnızca gitmeden önce seni neden ağaca astıklarını anlamaya çalışıyordum. Yanlış bir şey mi yaptın diye sormam ondandı. İşine burnumu sokmak istemedim.”

“Ama sizi temin ederim bayım, ben hiçbir şey yapmadım, inanın bana.”

“O zaman neden ağaçta yaşıyorsun. Bu insanlar çok ciddidir. Bunu bos yere yazmazlar. Dahası, senin onlardan birisi olduğun belli. Eğer Nelida sana, eve bakmanı söyleyen bir not bıraktıysa onunla yakın arkadaş olmalısınız. O, kimseye zamanını ayırmaz.”

“Gerçek şu ki,” dedim, “beni neden ağaçta bıraktıklarını bilmiyorum. Nelida ile evin sol tarafındayım, bir sonra bildiğim şey, boynum kırılmış olarak o ağaca asılı uyandığımdı. Çok korkmuştum."

Herkes gitmişken, kendimi tek başıma buluşumu anımsayınca, yeniden rahatsızlık duymaktan kendimi alamadım. Bu garip adamın önünde titreyip terleye başladım.

“Evin sol tarafında mıydın?” Emilito’nun gözleri büyüdü; yüzünde gerçek bir şaşkınlık vardı.

“Bir an için oradaydım ama sonra her şey siyaha döndü,” dedim.

“Ve ne gördün?”

“Koridorda insanları gördüm. Birçoğunu.”

“Kaç kişi derdin?”

“Koridor insanla doluydu. Belki yirmi ya da otuz kişiydi.”

“O kadar çok mu? Ne garip!”

“Neden garipmiş?”

“Çünkü bütün gece evde o kadar çok kişi yoktu. O zaman evde yalnızca on kişi vardı. Biliyorum çünkü ben hizmetçiyim.”

“Tüm b unlar ne anlama geliyor?”


“Keşke bilseydim! Ama bana senin bir şeyin var gibi geliyor.”

Üzerime tanıdık bir kötü kader bulutunun çökmesiyle kanım dondu. Bu, çocukken, doktorun muayenesinde benim mono nükleoz olduğumu bulduğunda hissettiğim duygunun aynıydı. Bunun ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu ama mahvolmuş olduğumu biliyordum ve herkesin yüzündeki ifadeden, bunu onların da bildiği anlaşılıyordu. Bana penisilin iğnesi yaparlarken öylesine güçlü bir çığlık attım ki bayıldım.

Hizmetçi nazikçe, “Dur, dur,” dedi. “Bu kadar kızmak hiçbir işe yaramaz. Duygularını incitmek istemedim. Benim koşum takımlarıyla ilgili olarak bildiklerimi anlatmama izin ver. Belki de bu olanları açığa kavuşturur. Onu, iyileştirmeye çalıştıkları kişi... yani... Yani biraz kafadan çatlak olduğu zaman kullanırlar. Ne dediğimi anlıyor musun?”

“Ne demek istiyorsunuz, bayım?”

Gülümseyerek, “Bana Emilito de,” dedi. “Ama lütfen ‘bayım”, deme. Ya da bana, herkesi John Michael Abelar’a Nagual dediği gibi, hizmetçi diyebilirsin. Şimdi, mutfağa gidelim, orada masaya oturup daha rahat konuşabiliriz.”

Birlikte mutfağa gidip oturduk. Bardağıma, sobanın üzerinde ısıttığı sıcak sudan döktü ve onu bana getirdi.

Karşımdaki banka oturarak, “Şimdi, koşum takımlarına gelince,” diye söze başladı, “onunla zihinsel hastalıkları iyileştirirler. Ve çoğunlukla birisini keçileri kaçırdığında koyarlar.”

“Ama ben deli değilim,” diye karsı çıktım. “Eğer sen ya da bir başkası benim deli olduğumu ima edecekse, ben gidiyorum.”

Emilito, “Ama deli olmalısın,” dedi.

“Bu kadarı yeter. Eve geri dönüyorum.” Gitmek için ayağa kalktım.

Hizmetçi beni durdurdu. Yatıştırıcı bir ses tonuyla, “Bekle, Taisha. Deli olduğunu söylemek istemedim. Belki de başka bir açıklaması olabilir,” dedi. “Bu insanlar bir şey yapıyorsa mutlaka bir açıklaması vardır. Belki de şendeki bir zihinsel hastalığı iyileştirmeyi değil, onlar evde yokken gücünü toplayacağını düşündüler. Seni o nedenle koşum takımlarına koydular. Yanlış sonuca varmak benim hatamdı. Lütfen özürlerimi kabul et.”

Geçip gitmiş olan şeylerin geçmişte kalmasını istiyordum ve yeniden masaya oturdum. Dahası hizmetçiyle aramı iyi tutmalıydım çünkü belli ki o, sobayı yakmayı biliyordu. Ayrıca kendimi hakarete uğramış hissetmeyi sürdürecek enerjim yoktu. Bu noktada onun haklı olduğunu düşündüm. Ben deliydim. Yalnızca hizmetçinin bunu bilmesini istememiştim.

Kendimi rahat hissediyormuş gibi görünmeye çalışarak, “Yakında mı oturuyorsun, Emilito?” diye sordum.

“Hayır. Burada evde oturuyorum. Odam senin dolabının karşısında.”

“Yani heykeller ve eşyalarla dolu o depoda mı oturuyorsun?” diye sordum. “Peki, benim dolabımın nerede olduğunu nereden biliyorsun?”

Emilito sırıtarak, “Bana Clara söyledi,” dedi.

“Ama eğer burada yaşıyorsan nasıl oldu da seni görmedim?”

“Ah, bu açıkçası farklı saatlerde dışarı çıkmamızdan. Gerçeği söylemek gerekirse, ben de seni hiç görmedim.”

“Bu nasıl olabilir Emilito? Ben bir yıldan fazladır buradayım.”

“Ben de arada gelip gitmek suretiyle kırk yıldır buradayım.”


İkimizde söylediklerimizin anlamsızlığına piksek sesle güldük. Beni rahatsız eden şey, derin bir düzeyde evde varlığını hissettiğim kişinin o olduğunu bilmemeli.

Ona açıkça, “Beni izlediğini biliyorum, Emilito,” dedim. “Bunu inkâr etme ve bana bunu nasıl bildiğimi sorma. Dahası, beni mutfak kapısının önünde gördüğünde kim olduğumu bildiğini de biliyorum. Öyle değil mi?”

Emilito içini çekti ve kafasını salladı. “Haklısın, Taisha. Seni tanımıştım. Ama yine de beni gerçekten de korkuttun.”

“Ama beni nasıl tanıdın?”

“Seni odamdan izliyordum. Ama bana kızma. Seni izlediğimi hissedeceğini hiç düşünmemiştim. Eğer seni rahatsız ettiysem özür dilerim.”

Ona beni neden İzlediğini sormak istedim. Beni güzel ya da en azından ilginç bulduğunu söyleyeceğini umuyordum ama Emilito konuşmayı kesti ve hava karardığı için bana ağaca çıkmamda yardımcı olması gerektiğini düşündüğünü söyledi.

“Sana bir öneride bulunmama izin ver,” dedi. “Koşum takımları yerine ağaçta uyu. Bu, heyecan verici bir deneyimdir. Uzun zaman önce olmakla birlikte, bir defasında ben de uzun bir süre o evde kalmıştım.”

Gitmeden önce, Emilito bana bir tabak lezzetli çorba ve undan yapılmış tatlılar verdi. Tam bir sessizlik içinde yemek yedik. Onunla konuşmaya çalıştım ama o yemek yerken konuşmanın sindirim için kötü olduğunu söyledi. Ona Clara ile benim yemeklerde sürekli çene çaldığımızı söyledim.

“Onun bedeni ev benimki birbirine hiç benzemiyor,” diye mırıldandı. “O demirden yapılmıştır, onun için bedenine istediği her şeyi yapabilir. Diğer taraftan, ben zayıf, küçük bedenimle dikkatli olmalıyım. Bu senin için de aynı.”

Onun, benim zayıf değil de narin olduğumu söylediğini ummakla birlikte beni küçük bedenlilerin arasına katması hoşuma gitmişti.

Akşam yemeğinden sonra, beni endişeyle ana binanın içinden ön kapıya götürdü. Evin o bölümüne hiç girmemiştim ve adımlarımı bilerek yavaşlatıp olabildiğince çok yeri görmeye çalıştım, içinde uzun bir ziyafet masası, kristal kadehlerle, şampanya kadehleriyle ve tabaklarla dolu bir tabak dolabı olan çok geniş bir yemek odası gördüm. Yemek odasının yanında çalışma odası vardı. Oradan geçerken yekpare maundan bir çalışma masası ve bir duvarı boydan boya kaplayan kitaplarla dolu bir kitaplık gördüm. Bir başka odada elektrik ışıldan vardı ama içerisini göremedim çünkü kapısı yalnızca biraz aralanmıştı, içeriden gelen hafif sesler duydum.

Heyecanla, “Orada kim var Emilito?” diye sordum.

Emilito, “Hiç kimse,” dedi. “Duyduğun fısıltı rüzgârdı. Panjurlardan içeriye eserken garip oyunlar oynar.”

Ona, kimi kandırıyorsun, gibisinden baktım ve o da içeriye bakmam için kapıyı nazikçe açtı. Emilito haklıydı; oda boştu. Burası yalnızca, evin sağ tarafındakine benzeyen bir başka oturma odasıydı. Bununla birlikte, daha dikkatlice baktığımda yere düşen gölgelerde bir gariplik olduğunu fark ettim. Üzerime bir titreme geldi çünkü gölgelerin yanlış olduğunu biliyordum. Onların heyecanlı, titreşen, dans eden gölgeler olduklarına yemin edebilirdim ama odada hiçbir rüzgâr ya da hareket yoktu.

Emilito’ya fısıldayarak gördüğüm şeyi söyledim. Emilito güldü ve sırtıma hafifçe vurdu. “Aynı Clara gibi konuşuyorsun,” dedi. “Ama bu iyi. Eğer Nelida gibi konuşsaydın endişelenirdim. Nelida’nın apışarasında gücünün olduğunu biliyor musun?”


Bunu söyleyişi, sesinin tonu ve gözlerinde bir kuşunkine benzer meraklı hayret bana öyle komik geldi ki, neredeyse gözlerimden yaşlar akıncaya kadar güldüm. Gülmem, sanki içimde bir düğme kapatılmış gibi, başladığı kadar aniden duruverdi. Bu durum beni endişelendirmişti. Emilito da endişelenmiş ti çünkü benim zihinsel sağlığımdan kuşku duyarmışçasına ihtiyatlı bir şekilde bakıyordu.

Emilito ana kapının mandalını açtı ve beni ağacın olduğu yere götürdü. Koşum takımını üzerime geçirmeme yardım etti ve makaraları, kendimi oturur pozisyonda yukarıya çekmek için nasıl kullanacağımı gösterdi. Bana küçük bir el feneri verdi ve kendimi yukarı çektim. En üstteki dallardan ağaç evini zar zor görebiliyordum. Koşum takımının içinde ilk uyandığım yere yakındı ama çok korkmuş olduğumdan ve onu çevreleyen yoğun dallardan dolayı evi görememiştim.

Hizmetçi, yerden el fenerinin ışığını doğrudan doğruya ağaç evine tuttu ve arkamdan bana seslendi. “İçeride, gemilerde kullanılan fenerlerden bir tane var, Taisha, ama onu uzun süre kullanma. Ve sabah, aşağıya inmeden önce, aküsünün bağlantılarını çıkarmayı unutma.”

Emilito, el fenerinin ışığını ben ağaç evin önündeki girişe varıp koşumu çıkartana kadar olduğu yerde tuttu.

“İyi geceler. Şimdi gidiyorum,” diye seslendi. “İyi rüyalar.”

Onun ışığı çekip ana binaya giderken kıkırdayarak güldüğünü duyduğumu sandım. Kendi zayıf el fenerimi kullanarak ağaç eve girdim ve onun denizci feneri dediği şeyi aradım. Bu, bir rafa monte edilmiş kocaman bir lambaydı; yerde, tahtaya çivilenmiş büyük kare bir akü vardı. Evde, yerde duran kalın çubuklarla açılabilen menteşeli kepenkler vardı.

Odanın köşesinde, bir tarafına tutturulmuş tek kapaklı bir sepetin içinde lavabo vardı. Odayı gözden geçirdikten sonra büyük lambayı söndürdüm ve uyku tulumuna girdim.

Her yer zifiri karanlıktı. Cırcır böceklerini ve uzakta akan ırmağın sesini duyabiliyordum. Sesleri dinledikçe zihnime bilinmeyen korkular yerleşmeye başladı ve daha önceden hiç hissetmediğim duyumlar duymaya başladım. Zifiri karanlık, sesleri ve hareketleri öylesine maskeliyor ve çarpıtıyordu ki, bunları sanki bedenimin içinden geliyorlarmış gibi algılıyordum. Evin her sallanışında ayak tabanlarım gıdıklanıyordu. Evden gıcırtılar geldiğinde, dizlerimin içinde seğirmeler duyuyordum ve bir dal çatırdadığında boynumun arka tarafı kütürdüyordu.

Ardından korku, bedenime ayak parmaklarımdaki bir titreme olarak girdi. Titreme ayaklarımdan bacaklarıma doğru yükselirken kalçamdan aşağının denetlemez bir şekilde zangır zangır titremesine neden oldu. Başım döndü ve nerede olduğumu bilemez hale geldim. Kapının ya da lambanın nerede olduğunu bilmiyordum. Evin sallandığını hissetmeye başladım. Bu, önce zar zor fark ediliyordu ama zemin kırk beş derece eğilene kadar gittikçe daha da fark edilir bir hâle geldi. Platformun daha da fazla eğildiğini hissederek bir çığlık attım. Kendimi koşum takımına sokma fikri korkudan taş kesilmeme neden oldu. Ağaçtan düşüp öleceğime emindim. Diğer yandan, sallanma hissi o kadar belirgindi ki platformdan kayıp aşağıya düşeceğime emindim. Bir noktada yerde yatıyor olmak yerine ayakta duruyormuşum gibi hissettim.

Her ani harekette çığlık atıyor ve kaymamak için kenardaki kirişlerden birine tutunuyordum. Tüm ağaç evi parçalara ayrılıyormuş gibi görünüyordu. Hareketten midem bulandı. Sallanmalara ve gıcırtılar öyle yoğunlaşmıştı İti, bunu hayatımın son günü olduğunu biliyordum. Tam kurtulma umudumu yitirirken akıl almaz bir şey yardımıma koştu, içimden dışarıya bir ışık yayıldı. Işık, bedenimdeki tüm deliklerden dışarıya döküldü. Işık, beni patlak bir zırh gibi kaplayarak platforma sabitleyen ağır, parlak bir sıvıydı. Boğazımı tıkadı ve çığlık atmamı önledi ama aynı zamanda da göğüs bölgemi açarak daha kolay solumama neden oldu. Midemdeki gerginliği yatıştırdı ve bacaklarımın titremesini durdurdu. Tüm odayı aydınlatıyordu, onun için bir metre kadar önümdeki kapıyı görebiliyordum. Işığın parlaklığının tadını çıkarırken sakinleştim. Tüm korkularım ve endişelerim kayboldu; öyle ki, artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Gün ağarana kadar hareketsiz ve sakin bir şekilde yattım. Ertesi sabah tümüyle dinlenmiş olarak aşağıya indim ve kahvaltı etmek için mutfağa gittim.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön