Don Juan’ın evine sabah yedi civarında vardık, kahvaltı saatiydi. Karnım açlıktan zil çalıyordu ama yorgun değildim. Mağaradan tan ağarırken ayrılmıştık. Don Juan kestirmeden gideceğine, bizi nehir kenarından götüren dolambaçlı bir yol seçmişti. Eve varmadan düşünce gücümüzü toplamamız gerektiğini açıkladı.
Düşünce gücü dağılmış olan sadece ben olduğum halde ‘düşünce gücümüz’ demiş olmasının çok nazik olduğu yanıtını verdim. Nezaketten değil, savaşçı eğitimi nedeniyle öyle dediği yanıtını verdi. Bir savaşçı, insan davranışının sertliğine karşı her zaman tetikte olmalıymış. Bir savaşçı büyülü ve acımasız olurmuş, en süzme zevk ve davranışlara haiz, kimse acımasızlığından kuşku duymasın diye dünyevi işi keskinliğini örtük bir şekilde arttırmak olan başıboş biri.
Kahvaltıdan sonra biraz uyumanın iyi olacağını düşündüm ancak don Juan yitirilecek vaktimin olmadığını söyledi. Hâlâ tam dağılmamış olan zihinsel netliğimin yakında kaybolacağını, eğer uyursam onu bütünüyle yitireceğimi belirtti.
Beni baştan aşağı hızlı bir şekilde süzerek, “Niyet hakkında konuşmanın pek bi yolu olmadığını anlamak için dahi olmaya lüzum yok,” dedi. “Ama bu açıklamayı yapmanın hiçbir anlamı yok. İşte büyücülerin büyücülük öykülerine güvenmelerinin nedeni de budur. Öykülerin soyut özlerinin bi gün dinleyiciye bir anlam ifade edeceğini ümit ederler.”
Ne söylediğini anlıyordum ama hala bir soyut özün ne olduğunu ya da ne anlama geldiğini kavrayamamıştım. Bu konuda düşünmeye çalıştım. Düşünce yağmuruna tutuldum. İmgeler, bana onları düşünecek zaman bırakmadan zihnimden hızlıca geçiyorlardı. Onları tanımama olanak tanıyacak kadar bile yavaşlatamıyordum. Sonunda öfke beni ele geçirdi ve yumruğumu masaya indirdim.
Don Juan’ın gülmekten bütün vücudu sarsılıyordu.
“Geçen akşam yaptığını yap,” diye dürttü beni, göz kırparak. “Kendini yavaşlat.”
Öfkem yüzünden çok saldırgandım. Hemen bir sürü anlamsız iddialar ileri sürdüm; fakat hatamı anlayarak ölçüsüzlüğüm nedeniyle özür diledim.
“Özür dileme,” dedi. “Sana söylemeliyim ki şu anda peşinde olduğun anlayış senin için olanaksız. Büyücülük öykülerindeki soyut özler şu anda sana hiçbi şey söylemeyecek. Sonra—yıllar sonra yani, anlamları kusursuzca ortaya çıkacak.”
Don Juan’a beni karanlıkta bırakmaması, soyut özler hakkında konuşmayı sürdürmesi için yalvardım. Şu anda içinde bulunduğum ileri farkındalık durumunun söylediklerini anlamam için çok yardımcı olabileceğini belirttim. Acele etmesini, çünkü bu durumun ne kadar süreceğini bilmediğimi, yakında eski halime geri döneceğimi, o zaman şu ankinden bile daha aptal olacağımı söyledim. Bunları yarı yarıya hareketlerimle anlattım. Kahkahaları, bana kendi sözlerimden fazlasıyla etkileniyormuşum hissini verdi. Müthiş bir melankoliye kapıldım.
Don Juan kolumdan nazikçe çekerek beni bir koltuğa oturttu, kendisi de tam karşıma oturdu. Gözlerini gözlerime öyle bir dikti ki, bakışlarının gücünü kırmam mümkün olmadı.
“Büyücüler sürekli kendi izlerini sürerler dedi beni sakinleştirmeye çalışan güven verici bir ses tonuyla.
Sinirlilik halimin geçtiğini, bunun belki de uykusuzluktan kaynaklandığını söylemek istedim ancak konuşmama izin vermedi.
Bana iz sürme ile ilgili her şeyi çoktan öğrettiğini, ancak benim bilginin ileri farkındalığımın derinliklerinde duran bölümünü henüz ele geçirmediğimi söyledi. Ona tıkanmış olmanın rahatsız edici hissini yaşadığımı söyledim. İçimde sanki kilitli birşey vardı, kapıları çarpmama, masaları tekmelememe yol açan, beni öfkelendirip, çabucak parlamama neden olan birşey.
“Her insan bahsettiğin tıkanma duygusunu deneyimler,” dedi. Bu, niyet ile olan bağımızın bize anımsatılmasıdır. Büyücülerin amacı bu bağı isteklerine göre kullanacak denli duyarlılaştırmak olduğundan tıkanmayı özellikle daha şiddetli yaşarlar.
“Bağlantı hattının baskısı çok büyük olduğu zaman, büyücüler kendi izlerini sürerek rahatlarlar.”
“İz sürme ile tam olarak ne kastettiğini hâlâ anlamış değilim,” dedim. “Ama bir başka düzeyde ne söylediğini tam olarak anladığımı düşünüyorum.”
“Öyleyse bildiğini netleştirmene yardımcı olayım,” dedi, “İz sürmek bi yöntemdir, hem de çok basit bi tanesi. İz sürmek, bazı ilkeleri takip ederek davranmaktır. Bi darbe yaratmak adına gizlice, kaçamak ve kandırıcı şekilde hareket etmektir. Ve kendi kendinin izini sürdüğünde acımasızca ve kurnazca hareket ederek darbeyi kendine vurursun.”
Bir büyücünün farkındalığı algı patlaması nedeniyle batağa saplandığında, ki bu bana olan şeymiş, en iyi hatta tek çarenin iz sürücü darbeyi indirmek için ölüm düşüncesini kullanmak olduğunu söyledi.
“Ölüm düşüncesinin bi savaşçının yaşamında çok önemli bi yeri vardır,” diye devam etti don Juan. “Sana yakın ve kaçınılmaz sonumuzla ilgili—ki bizi temkinli ve ılımlı olmaya ikna eden şey budur—bugüne dek sayısız örnek gösterdim. Sıradan insanlar olarak bize en pahalıya patlayan hatamız, kendimizi ölümsüzlük duygusuna kaptırmaktır. Ölümü düşünmezsek kendimizi ondan koruyabiliriz zannederiz.”
“Kabul etmelisin ki don Juan, ölümü düşünmeyerek onunla ilgili üzülmekten kurtuluruz,” dedim.
“Evet, bu düşünce o amaca hizmet ediyor,” diyerek kabul etti.
“Ancak bu amaç sıradan insan için değersiz, bi büyücü için de kandırmacadan ibarettir. Ölüme değin bakış açısı belirginleşmedikçe, bi düzen, ılımlılık, güzellik olmaz. Büyücüler, yaşamlarının anın ötesinde devam edeceğine dair hiçbi garantilerinin olmadığını mümkün olan en derin düzeyde anlamalarına yardımcı olabilmesi için bu önemli kavrayışı mücadele ederek kazanmak isterler. Bu kavrayış onlara sabırlı olup yine de eyleme geçebilme ve aptal olmadan uysal olma cesareti verir.”
Don Juan gözlerini bana odakladı. Gülümsedi ve başını salladı.
“Evet,” diye sürdürdü. “Ölüm düşüncesi büyücülere cesaret verebilecek tek şeydir. Tuhaf değil mi? Kibirli olmadan zeki olma ve hepsinden önemlisi de kişisel önem taşımadan acımasız olma cesareti verir.”
Yine gülümseyip bana hafifçe dokundu. Ona ölümü sık sık düşündüğümü, bunun bana dehşet verdiğini, ancak hiçbir şekilde eyleme geçme cesareti ya da isteği vermediğini söyledim. Beni ya alaycı biri yapıyor, ya da derin melankolik ruh hallerinde yitip gitmemi sağlıyordu.
“Senin sorunun çok basit,” dedi. “Çok kolay takıntılı hale geliyorsun. Sana az önce büyücülerin takıntılarının gücünü kırmak için kendi kendilerinin izini sürdüğünü söylüyordum. Kendi kendinin izini sürmenin birçok yolu vardır. Eğer bunun için ölüm düşüncesini kullanmak istemiyorsan bana okuduğun şiirleri kullan.”
“Anlamadım, ne dedin?”
“Şiiri sevmemin birçok nedeni olduğunu sana daha önce
de söylemiştim,” dedi. “Onlarla yaptığım şey, kendi izimi sürmek. Onlar yoluyla kendime darbe indiriyorum. Sen bana şiir okurken, dinler ve içsel konuşmamı keserek iç sessizliğimin ivme kazanmasını sağlarım. Şiir ve içsel sessizliğin birleşmesi darbeyi indiriyor.”
Şairlerin farkında olmaksızın büyücülerin dünyası için özlem çektiklerini söyledi. Bilgi yolunda yürüyen büyücüler olmadıkları için tüm sahip oldukları şey özlemmiş.
“Bakalım neden bahsettiğimi anlayabilecek misin,” dedi, Jose Gorostiza’nın bir şiir kitabını bana uzatırken.
Kitabın işaretli yerini açtım, beğendiği şiiri bana gösterdi.
... bu hiç bitmeyen direngen ölüm, seni katleden
bu yaşayan ölü, ah Tanrım,
kendi yorucu eserinde,
güllerde, taşlarda,
boyun eğmeyen yıldızlarda
ve yanıp kül olan ette,
şarkılarla tutuşturulan bir şenlik ateşi misali, bir rüya,
göz kamaştıran bir renk.
...ve sen, kendin,
belki ölmüşsündür orada yüzyılların sonsuzluğunda, biz bunu bilmeksizin,
biz tortular, kırıntılar, küllerin senin;
sen ki hâlâ buradasın,
kendi ışığınca kandırılan bir yıldız gibi,
bize ulaşan,
o yıldızsız boş ışık,
saklanan
kendi sonsuz felaketinde.
“Bu sözcükleri duyduğumda,” dedi don Juan ben okumamı bitirince, “o adamın şeylerin özünü gördüğünü hissediyorum ve ben de onunla beraber görebiliyorum. İlgilendiğim, şiirin konusu değil. Yalnızca şairin bana getirdiği duyguyla ilgileniyorum. Onun özlemini ödünç alıyorum ve beraberinde güzelliği de. Ve onun gerçek bi savaşçı gibi kendisine sadece özlemi ayırarak, alıcılar için, seyirciler için savurganca tükenişine hayret ediyorum. Bu darbe, bu şok edici güzellik, iz sürmektir.
Çok etkilenmiştim. Don Juan’ın açıklaması içimde tuhaf bir yere dokunmuştu.
“Ölümün sahip olduğumuz tek düşman olduğunu söyleyebilir miyiz, don Juan?” diye sordum.
“Hayır,” dedi kararlılıkla. “Ölüm öyle görünmesine rağmen düşman değildir. Bizi yok eden şey o olduğunu düşünmemize rağmen ölüm değildir.”
“Peki, eğer bizi yok eden değilse nedir o zaman ölüm?”
“Büyücüler ölümün kayda değer tek karşıtımız olduğunu söylerler,” diye yanıtladı beni. “Ölüm bize meydan okur, büyücü olsun, sıradan insan olsun bu meydan okuyuşa karşılık vermek için doğmuştur. Büyücüler bunu bilir, sıradan insan bilmez.”
“Ben şahsen don Juan, derim ki yaşam bir meydan okumadır, ölüm değil.”
“Yaşam, ölümün bize meydan okuma yollarının bulunduğu bi süreçtir,” dedi. “Ölüm, etken kuvvettir. Yaşamsa arena. Ve bu arenada yalnızca iki kişiye yer vardır, kişinin kendisi ve ölüm.”
“Meydan okuyucunun insan olduğunu düşünüyorum, don Juan” dedim.
“Hiç de değil,” diye anında cevabı yapıştırdı. “Biz edilgeniz, bunun üzerine biraz düşün. Eğer hareket edebiliyorsak, sadece ölümün baskısını duyduğumuz zaman yaparız bunu. Ölüm eylemlerimiz ve duygularımız için basamaklar hazırlar ve bizi bitirip mücadeleyi kazanıncaya kadar acımasızca itekler, ya da biz bütün olasılıkların üzerinden yükselerek ölümü yeneriz.
“Büyücüler ölümü yenerler ve bunun karşılığında ölüm, asla bi daha meydan okumamak üzere onların özgürleşmesine izin verir. Böylelikle yenilgisini kabul eder.”
“Bu büyücüler ölümsüz olur anlamına mı geliyor?”
“Hayır, o anlama gelmez,” diye yanıtladı don Juan. “Ölüm onlara artık meydan okumaz, hepsi bu.”
“Fakat bu ne anlama geliyor, don Juan?”
“Bu, düşüncenin kavranamaza doğru bi perende attığı anlamına geliyor,” dedi.
“Düşüncenin kavranamaza doğru bir perende atması ne demek?” diye sordum kavgacı görünmemeye çalışarak. “Bizim sorunumuz kullandığımız ifadelerin aynı anlamları paylaşmaması.”
“Dürüst davranmıyorsun,” diyerek sözümü kesti don Juan. “Ne demek istediğimi aslında anlıyorsun, yani ‘kavranamaza doğru bi perende atılması’ konusunda mantıksal bi açıklama istemen maskaralık. Çünkü bunun ne olduğunu sen çok iyi biliyorsun.”
“Hayır, bilmiyorum,” dedim.
Ve sonra bunu bildiğimi ya da daha doğrusu ne anlama geldiğini sezdiğimi fark ettim. İçimde bir parça mantığımın sınırlarını aşarak, benzetmenin de ötesinde, kavranamaza doğru perende atma açıklamasını anlıyordu. Sorun, o parçanın benim isteğimle bilince çıkacak kadar güçlü olmamasıydı.
Bu durumun açıklayabildiğim kadarını bana gülerek, farkındalığımı bir yo-yo’ya benzeten don Juan’a anlattım. Bazen yüksek bir noktaya ulaşıyor, denetimim de onunla birlikte keskinleşiyormuş, bazense öyle bir düşüyormuş ki mantıklı bir ahmağa dönüşüyormuşum. Ama çoğunlukla pek bir değeri olmayan orta bir noktada, ne balık ne de kuş olabildiğim bir yerde asılı kalıyormuş.
“Düşüncenin kavranamaza doğru perende atması,” diye açıkladı ağırbaşlı bir edayla, “tinin inişidir; algı engellerimizi kırma eylemidir. İnsan algısının kendi sınırına ulaştığı andır. Büyücüler, algı sınırını yükseltmek için kendilerinden önde giden casus gönderme alıştırmaları yaparlar. Bu da şiirden hoşlanmamın bi başka nedeni. Şiirleri öncü koşucular olarak görüyorum. Ancak daha önce de söylediğim gibi, şairler bu öncü koşucuların neler başarabileceğini büyücüler kadar iyi bilmez.”
Akşamüzeri tartışacak pek çok şeyimiz olduğunu ve bir yürüyüşe çıkmak isteyip istemediğimi sordu. Zihinsel olarak tuhaf bir durumdaydım. Az önce gidip gelen garip bir yabancılaşma hissi içindeydim. Bunun ilk önce düşüncelerim gölgeleyen fiziksel bir yorgunluk olduğunu düşünmüştüm. Ancak düşüncelerim kristal berraklığındaydı. Böylece yabancılaşma duygumun ileri farkındalıkta olmamla ilgili olduğuna karar verdim.
Evden ayrılıp kasaba meydanında dolaştık. Don Juan’a yeni bir konuya başlama fırsatı tanımadan hemen yabancılaşmam konusunu sordum. Bunu bir erke değişimi meselesi olarak açıkladı. Birleşim noktasının normal konumununu sürdürmek için kullanılan erkenin özgürlüğünü kazanmasıyla, kendisini kendiliğinden bağlantı hattına odakladığını söyledi. Bu olmadan önce bir büyücünün erkesini bir yerden bir başka yere hareket ettirmeyi öğrenmesi için herhangi bir teknik ya da manevra olmadığına beni temin etti. Bu daha çok, belli bir yetkinleşme sağlandğında olan anlık bir değişme ile ilgiliymiş.
Ona yetkinleşme düzeyinin ne olduğunu sordum. Saf anlayış, diye yanıtladı. Böylesine ani bir erke değişimi yaşayabilmek için, kişinin niyet ile temiz bir bağlantı hattının olması gerekirmiş ve bunun için de saf anlayışla bunu niyet etmek gerekirmiş.
Doğal olarak ondan saf anlayışın ne olduğunu açıklamasını istedim. Güldü ve bir banka oturdu.
“Sana büyücülük ve büyücülerin eylemleri hakkında çok temel bi şey söyleyeceğim,” diye devam etti. Düşüncelerinin kavranamaza doğru attığı perende konusunda.”
Bazı büyücülerin öykü anlatıcı olduklarını söyledi. Öykü anlatmak yalnızca algı sınırlarını genişletmek için öncü koşucu göndermek değil aynı zamanda kusursuzluğa, erke, ve tine bir geçit, bir kapı açmak demekmiş. Bir süre verecek uygun bir örnek ararcasına sessiz kaldı. Sonra, bana Yaqui Kızılderililerinin ‘unutulmaz günler’ dedikleri bir tarihi olaylar derlemine sahip olduklarını anımsattı. Unutulmaz günler dedikleri hikayelerin onların topraklarını işgal eden İspanyollar ve Meksikalılarla verdikler savaşların kulaktan kulağa anlatımı olduğunu biliyordum. Kendisi de bir Yaqui olan don Juan, gönüldeş bir edayla, unutulmaz günlerin kendi ulusunun yenilgi ve dağılışının anlatısı olduğunu vurguladı.
“Peki,” dedi, “okumuş bi adam olduğuna göre, bi öykü anlatıcı büyücünün unutulmaz günlerden bi anlatıyı alıp—örneğin Calixto Muni’ninkini— sonunu değiştirmesine, İspanyol cellatları tarafından sürülüp, bedeninin dörde bölündüğünü söylemek yerine ki işin gerçeği budur, onu halkını kurtaran muzaffer bi asi olarak anlatmasına ne derdin?”
Calixto Muni’nin öyküsünü biliyordum. Unutulmaz günlere göre, savaş stratejisi öğrenmek için, Karayib’lerde bir korsan gemisinde yıllarca çalışmış bir Yaqui Kızılderilisiydi. Sonra Sonora’ya dönmüş, İspanyollara karşı bir özgürlük isyanı başlatmayı başarmış ve sonuçta ihanete uğramış, yakalanmış, ve idam edilmişti.
Don Juan bir yorum yapmam konusunda tatlı dille ısrar etti. Gerçek anlatıyı onun söylediği şekilde değiştirmenin, bu öyküyü anlatan büyücünün olayı aslında olmasını dilediği şekle dönüştürdüğü psikolojik bir amaca hizmet ettiğini söyledim. Ya da belki son derece kendine özgü kişisel bir tavırla olaya dair öfkesini ancak bu şekilde yatıştırabiliyordu. Böyle bir büyücüye, acı yenilgiyi kabullenememesi dolayısıyla vatansever biri diyebileceğimi de ekledim.
Don Juan nefesi kesilene kadar güldü.
“Ama bu tek bi büyücünün sorunu değil,” dedi, “bunu hepsi yapar.”
“O halde bu bütün bir toplumun bilinç altı isteğinin ifade edilmesinin yine aynı toplumca onaylandığı bir düzenbazlık,” diye karşılık verdim.
“Savın çok ikna edici ve mantıklı,” dedi, “ama tinin ölü olduğu için ondaki hatayı göremiyorsun.”
Söylediğini anlamaya davet eder şekilde tatlı tatlı süzdü beni. Söyleyecek herhangi bir şeyim yoktu, bir şey söylersem bu beni hırçın gösterebilirdi.
“Gerçek anlatının sonunu değiştiren bi büyücü,” dedi “bunu tinin doğrultusunda ve onun desteği altında yapar. Çünkü o, niyet ile olan eşsiz bağını kullanarak gerçekten bi şeyleri değiştirebilir. Öykü anlatıcı büyücü şapkasını çıkarıp yere koyar ve onu saat yönünün tersi doğrultusunda üç yüz altmış derece döndürerek buna niyet ettiğini ima eder. Tinin desteği altında, bu basit eylem onu tinin kendisine daldırır. Böylelikle düşüncesinin kavranamaza doğru bi perende atmasına izin vermiş olur.”
Don Juan kolunu başının üzerine doğru kaldırarak, bir an ufkun üzerindeki gökyüzünü işaret etti.
“Saf anlayış oradaki enginliğe doğru giden öncü bi koşucu olduğundan,” diye devam etti, “öyküyü anlatan büyücü içinde kuşkunun zerresi olmadan bilir ki, orada, sonsuzlukta, tam şu anda, tin inmektedir. Calxto Muni, zaferi kazanmıştır. Halkını kurtarmış, amacı, kendisinin ötesine geçmiştir.”