Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

1 havada bir urperti 1 bir erk yolculugu


DON JUAN'I TANIDIĞIM günlerde oldukça çalışkan bir antropoloji öğrencisiydim, ve kariyerime mümkün olduğu kadar çok sayıda yayını olan profesyonel bir antropolog olarak başlamak istiyordum. Akademik basamakları tırmanmaya hazırdım, ve hesaplarıma göre aldığım karar, ilk adımda Birleşik Amerika'nın güneybatısındaki Kızılderililerin sağaltıcı bitkileri kullanımına ait veriler toplamaktı.


İlk olarak projeme ilişkin önerilerini almak amacıyla, o bölgede çalışmış olan bir antropoloji profesörüne danıştım. Bu adam otuzlu yılların sonu ile kırklı yılların başında, Kaliforniya Kızılderilileri ile güneybatıdaki ve Meksika'daki Sonora Kızılderilileri üzerinde çok sayıda yayını bulunan tanınmış bir budunbilimciydi. Açıklamalarımı sabırla dinledi. Amacım "Etnobotanik Veriler" başlığını koyacağım bir tebliğ kaleme almak ve özellikle Birleşik Amerika'nın güneybatısına ilişkin antropolojik konular işleyen bir dergide yayımlatmaktı. Sağaltıcı bitkiler toplamak, örnekleri uygun biçimde tanımlanmaları için UCLA'daki botanik bahçesine götürmek, ve ardından güneybatı Kızılderililerinin onları niçin ve nasıl kullandıklarını açıklamak niyetindeydim. Binlerce kayıt toplamayı planlıyordum. Hayallerim arasında konuyla ilgili küçük bir ansiklopedi bastırmak bile vardı.


Profesör beni bağışlar imişçesine gülümsedi. "Şevkini kırmak istemem," dedi yorgun bir sesle, "ama bu hevesine karşı çıkmadan edemeyeceğim. Antropolojide heveslilik makbuldür, ama doğru yöne kanalize edilmesi koşuluyla. Hâlâ antropolojinin altın çağı içindeyiz. Sosyal bilimlerin iki temel direği, Alfred Kröber ve Robert Lowre ile çalışacak kadar şanslıydım. Onların güvenine hiç ihanet etmedim. Antropoloji hâlâ ana bilim dalıdır. Öbür bilim dallarının hepsi ondan kaynaklanmalıdır. Tüm tarih bilimi, örneğin, "tarihsel antropoloji" olarak adlandırılmak; felsefe bilimi "felsefi antropoloji" olmalı. Her şeyin ölçüsü insan olmalı. Bu yüzden, insan araştırması olan antropoloji tüm öbür bilim dallarının esası olmalıdır. Bir gün olacak."


Hayretler içinde ona bakakaldım. Daha geçenlerde kalp krizi geçirmiş, tümüyle pasif, yardımsever, ihtiyar bir profesördü o, benim bildiğim. İçindeki tutkuyu depreştirmiş olma­lıydım.


"Biçimsel çalışmalarına ağırlık vermen gerektiğini düşünmüyor musun?" diye devam etti. "Alan çalışması yapmak yerine dilbilim çalışsaydın senin için daha iyi olmaz mıydı? Bu fakültede dünyanın en seçkin dilbilimcilerinden birine sahibiz. Yerinde olsam onun dizinin dibinden ayrılmaz, alabileceğim hiçbir bilgi kırıntısını kaçırmazdım.


"Ayrıca karşılaştırmalı dinlerde de müthiş bir otoritemiz var. Ve birkaç ender yetenekte antropoloğumuz var ki, bunlar bilişim ve dilbilim açısından tüm dünya kültürlerindeki akraba sistemler üzerinde çalışmalar yapmış kişiler. Dünya kadar hazırlık yapman gerek. Şimdi kalkıp alan çalışması yapacağım demek, gülünç bir taklitçilik olur ancak. Kitaplarına gömül, genç adam. Benim öğüdüm bu."



İnatla, önerimi bir başka profesöre, daha genç olanlardan birine götürdüm. Hiçbir açıdan daha yardımcı olduğu söylenemezdi. Yüzüme karşı güldü. Yazmak istediğim tebliğin fasaryadan bir iş olduğunu, hayal gücü ne denli zorlansa da buna antropoloji denemeyeceğini söyledi.


"Bugünlerde antropologlar," dedi, profesörlere yakışır bir edayla, "birbirleriyle münasebeti olan şeylerle ilgileniyorlar. Bilim adamları tıp ve ecza alanında dünya yüzünde mevcut olan her bir sağaltıcı bitki hakkında bitmez tükenmez araştırmalar yaptılar. Orada kemirilecek tek kemik kalmadı artık. Senin sözünü ettiğin o veri toplama işleri on dokuzuncu yüz­ yılın başlarında kaldı. İki yüz yıl oluyor, nerdeyse. Gelişme diye bir şey var; biliyorsun."


Sonra antropoloji ile en fazla ilgili olduğunu söylediği, felsefi bahiste gelişme ile mükemmeliyetin tanımlanması ve geçerliliği hakkında bir nutuk atmaya girişti.


"Antropoloji," diye devam etti, "varoluştaki mükemmeliyet ve gelişim kavramlarını açık seçik ortaya koyan tek disiplindir. Tanrıya şükür ki, bu olumsuzluk devrinin tam ortasında bile, hâlâ bir umut ışığı var. Uygarlık ve toplumsal düzenin gerçek gelişimini yalnızca antropoloji sergileyebilir. İnsan bilgisinin gelişimini sadece antropologlar insanlığa hiçbir kuşkuya yer bırakmadan kanıtlayabilir. Uygarlık tekâmül eder; ve gelişim ile mükemmeliyet çizgisinin her bir hücresine tam tamına uyan toplum örneklerini yalnızca antropologlar sunabilir. İşte antropoloji budur! Yoksa saçma sapan bir alan çalışması değil; zaten o da alan çalışması olmaz, olsa olsa mastürbasyon olur."


Bu tam kafadan yediğim bir darbeydi. Son çare olarak Arizona'ya, orada gerçekten alan çalışması yapan antropologlarla konuşmaya gittim. Bu arada fikrimden tümüyle vazgeçmeye de razı olmuştum. İki profesörün bana anlatmaya çalıştıklarını anlıyordum. Onlara daha fazla hak veremezdim. Alan çalışması yapmaya kalkışmam safdillikten başka bir şey değildi. Ancak benim istediğim paçalarımı sıvayıp araziye çıkmaktı; kütüphane araştırmasıyla yetinmeye niyetim yoktu.


Arizona'da, Meksika’nın Sonora Kızılderililerinin yanı sıra Arizona’nın Yaqui Kızılderilileri hakkında da çok sayıda yazısı bulunan, son derece deneyimli bir antropologla tanıştım. Çok nazikti. Beni aşağılamadı; öğüt vermeye de kalkmadı. Yalnızca, güneybatıdaki Kızılderili toplumlarının kendilerini çok fazla soyutlamış olduklarını ve yabancıların, özellikle de İspanyol kökenlilerin bu toplumlarda güvensizlikle, hatta nefretle karşılandığını söylemekle yetindi.


Ancak daha genç bir meslektaşı sözünü hiç sakınmadı. Bitkiyle sağaltım yapanların kitaplarını okursam daha fazla yol alacağımı söyledi. Bu alanda bir otoriteydi; ve ona göre güneybatının sağaltıcı bitkileri hakkında bilinecek ne varsa hepsi çoktan sınıflandırılmış ve çeşitli yayınlarda yer almıştı. Günümüzdeki Kızılderili sağaltıcıların sahip oldukları kaynakların geleneksel bilgilerden değil, kesinlikle bu yayınlardan geldiğini söyleyecek kadar ileri gitti. Eğer hâlâ geleneksel sağaltım uygulamaları kalmışsa bile, Kızılderililerin bunları bir yabancıya ifşa etmeyecekleri iddiasıyla da işimi bitirdi.


"Zahmete değecek bir şey yap," diye akıl verdi. "Kentsel antropolojiye yönel. Büyük kentlerde yaşayan Kızılderililer arasında alkol kullanımı hakkındaki çalışmalarda büyük para var, örneğin. İşte bu her antropoloğun kolaylıkla yapabileceği bir şey. Bir bara gidip o mahallenin Kızılderilileriyle kafayı çek. Sonra öğrendiklerini istatistiksel açıdan düzenle. Her şeyi rakamlara dök. Kentsel antropoloji, başlı başına bir alan."


Bütün o deneyimli sosyal bilimcilerin öğütlerine uymaktan başka çarem yoktu. Uçağa binip Los Angeles'e geri dönmeye karar vermiştim; ama tam o sırada başka bir antropolog arkadaşım, kendisine antropolojik bilgi vermiş insanlarla ilişkilerini tazelemek için daha önce çalışma yaptığı bölgeleri ziyaret edeceğini, bunun için Arizona ve New Mexico'yu arabayla boydan boya geçmeye hazırlandığını haber verdi bana.


"Benimle gelirsen memnun olurum,"dedi. "Hiç çalışma yapmayacağım. Sadece ziyaret edeceğim onları, birlikte bir­ kaç kadeh bir şey içip çene çalacağız. Armağanlar aldım— battaniyeler, ceketler, içki, 22 kalibre tüfekler için cephane. Arabam hediyelerle dolu. Onları ziyarete hep yalnız gittiğim için tek başına araba kullanmam gerekiyor, bu yüzden de uyuyakalma riskini göze almak zorunda kalıyorum. Bana arkadaşlık edip uyuklamama engel olursun, ya da çok sarhoşsam biraz sen kullanırsın."


Moralim öyle bozuktu ki, geri çevirdim onu.


"Çok üzgünüm, Bill," dedim. "Yolculuk bana iyi gelmeyecek. Alan çalışması fikrinde ısrar etmekte bir yarar görmüyorum artık."


"Savaşmadan pes etme," dedi Bill, babacan bir ifadeyle. "Var gücünle dövüş; seni tepelerse tamam, pes edebilirsin, ama daha önce değil. Gel benimle de bak bakalım, güneybatıyı sevecek misin."


Kolunu omzuma attı. Kolunun muazzam ağırlığını fark etmemem mümkün değildi. Bill uzun boylu ve güçlü kuvvetliydi, ama son yıllarda bedeninde garip bir katılık başlamıştı. Çocuksu özelliğini yitirmişti. Yuvarlak yüzünün o dolu dolu, dinç ifadesi yoktu artık. Endişeli bir yüzdü şimdi. Saçları döküldüğü için kaygılandığına inanıyordum; ama bazen bundan daha fazla bir şeyler varmış gibi geliyordu. Şişmanlamış da değildi; gövdesi açıklanması imkânsız bir şekilde ağırlaşmıştı. Yürüyüşünde, oturup kalkışında bunu görebiliyordum. Bill yaptığı her şeyde, varlığının tüm gücüyle yerçekimine karşı savaşıyormuş izlenimi veriyordu bana.


Bozguna uğramışlık duygularımı bastırarak, onunla birlikte yolculuğa çıktım. Arizona ve New Mexico'da Kızılderililerin bulunduğu her yeri ziyaret ettik. Bu yolculuğun nihai sonuçlarından biri, antropolog arkadaşımın kişiliğinin iki ayrı cephesini keşfetmem oldu. Bana açıkladığına göre, profesyonel bir antropolog olarak fikirleri gayet ölçülü ve günün antropolojik görüşüyle uyum içindeydi; ama özel yaşamında, antropolojik alan çalışması ona asla sözünü etmediği bir deneyim zenginliği getirmişti. Bu deneyimler günün antropolojik görüşlerine uymuyordu, çünkü kayıtlara geçmesi imkânsız olaylardı bunlar.


Yolculuğumuz süresince, eski habercileriyle hep birkaç tek atar, sonrasında da çok gevşemiş hissederdi kendini. O zaman direksiyona ben geçerdim, o da yanımdaki koltuğa kurulup otuz yıllık Ballantine's şişesinden viskisini yudumlardı. İşte o zamanlar, Bill kayıtlara geçmeyen deneyimleri hakkında konuşurdu.


"Hortlaklara asla inanmamışımdır," dedi bir gün, durup dururken. "Hayaletler, havada süzülen ruhlar, karanlıkta yükselen sesler filan gibi şeylerle hiç ilgilenmemişimdir, biliyor musun. Gayet pragmatik, ciddi bir biçimde yetiştirildim. Pusulam daima bilim olmuştur. Ama sonraları, alan çalışması yapmaya başladığımda her cinsten tekinsiz bokluk içime sızmaya başladı. Örneğin, bir gece bir grup Kızılderiliyle birlikte bir görsü arama seansına gitmiştim. Göğüs kaslarımda delikler açmak gibi acılı bir işlemden geçirip, beni aralarına kabul edeceklerdi. Ormanın içinde bir ter dökme barakası hazırlıyorlardı. Acıya katlanmaya razı olmuştum. Güç versin diye birkaç tek atmakla meşguldüm. Ansızın, töreni düzenleyen kişilerle bana aracılık edecek olan adam dehşet içinde haykırdı ve bize doğru yürüyen gölgemsi bir karaltıyı işaret etti.


"Karaltı bana doğru yaklaşınca," diye Bill devam etti, "önümdekinin tasavvur edebileceğin en acayip kılıkta yaşlı bir Kızılderili olduğunu fark ettim. Şamanlara özgü süslerle donatılmıştı. O akşam benimle birlikte olan adam, ihtiyarı görür görmez utanmadan düşüp bayıldı. Yaşlı adam bana doğru geldi ve parmağını göğsüme dayadı. Parmağı bir deri bir kemikti. Bana anlaşılmaz bir şeyler geveledi. O zamana kadar öbürleri de yaşlı adamı görmüş ve sessizce bana doğru seğirtmişlerdi. Adam dönüp onlara bakınca hepsi yerlerinde donup kaldılar. İhtiyar onlara bağıra çağıra birkaç dakikalık bir nutuk çekti. Sesi unutulacak gibi değildi. Sanki bir borunun içinden konuşuyor gibiydi; ya da sanki ağzına bir şey iliştirilmişti de sözcükleri içinden dışarıya o taşıyordu. Sana yemin ederim ki adamın bedeninin içinde konuştuğunu görüyordum; ve ağzı sanki mekanik bir gereçmiş gibi yayın yapıyordu sözcükleri. İhtiyar söylevini bitirdikten sonra yürüyüşüne devam etti, adamları geçti ve kayboldu; karanlık yuttu onu."


Bill’in anlattığına göre kabul töreni suya düşmüştü; töreni düzenleyen şamanlar da dahil adamların hepsi korkudan zangır zangır titriyorlardı. Öyle dehşete kapılmışlardı ki topluluk dağılmış ve hepsi çekip gitmişti.


"Yıllardır dost olan insanlar," diye devam etti Bill, "bir daha birbirleriyle hiç konuşmadılar. Gördüklerinin akıl almaz ölçüde yaşlı olan bir şamanın hayaleti olduğunu iddia ediyorlar, ve bunu aralarında konuşmanın kötü şans getireceğini söylüyorlardı. Aslında sadece göz göze gelmeleri bile kötü şans getirmeye yeterliydi, dediklerine göre. Birçoğu yöreyi terk etti."


"Konuşmak ya da göz göze gelmek neden kötü şans getirsin ki?" diye sordum.


"Bunlar onların inançları," diye yanıtladı. "Bu cinsten bir görsü, onlar için, hayaletin her biriyle ayrı ayrı konuştuğu anlamına geliyor. Böyle bir görsü ile karşılaşmak hayatlarında bir kez yaşayabilecekleri bir şey."


"Peki görsünün her birine ayrı ayrı anlattığı şey neydi?" diye sordum.


"Bu beni aşar," dedi. "Bana asla bir şey açıklamadılar. Onlara her soruşumda, derin bir uyuşukluk haline giriyorlardı. Hiçbir şey görmemişler, hiçbir şey duymamışlardı. Olaydan yıllar sonra, yanıbaşımda bayılan adam yemin ederek numaradan bayılmış olduğunu söyledi; öyle korkmuş ki ihtiyarla yüz yüze gelmek istememiş; zaten yaşlı adamın söyledikleri, sözcükleri kavramanın ötesinde bir düzeyde herkes tarafından anlaşılmış."


Bill'in dediğine göre, kendi durumu göz önüne alındığında, hayaletin ona söylediklerinin sağlığı ve yaşam beklentileriyle ilgili olduğunu düşünüyordu.


"Bununla ne kastediyorsun?" diye sordum.


"İşler benim için pek iyi sayılmaz," diye itiraf etti. "Bedenim kendini iyi hissetmiyor."


"Ama gerçekten neyin olduğunu biliyor musun?" dedim.


"Ah, evet," dedi, kayıtsızca. "Doktorlar bana söylediler. Ama bunun için tasalanmaya niyetim yok, düşünmüyorum bile."


Bill'in itirafları beni çok huzursuz etmişti. Bu bilmediğim bir tarafıydı. Bana göre her zaman çetin cevizdi, o. İncinebileceğini düşünemiyordum bir türlü. Bu sohbetten hoşlanmamıştım. Ancak geri çekilmek için çok geçti artık. Yolculuğumuz devam etti.


Başka bir gün, güneybatıdaki şamanların kendilerini farklı varlıklara dönüştürme yetilerinin olduğunu, ve "ayı şaman", "dağ aslanı şaman" gibi sınıflandırmaların üstü örtülü benzetmeler ya da mecazlar olarak alınmaması gerektiğini; çünkü böyle olmadığını itiraf etti.


"İnanabiliyor musun," dedi, sesinde büyük bir hayranlıkla, "gerçekten ayılara, dağ aslanlarına, ya da kartala dönüşen şamanlar olduğuna? Abartmıyorum, uyduruyor da değilim; bir zamanlar kendisine 'Irmak Adam', ya da 'Irmak Şaman', ya da 'Irmaktan Doğan, Irmağa Dönen' adını vermiş olan bir şamanın dönüşümünü gözlerimle görmüştüm. Bu şamanla New Mexico dağlarındaydık. Arabamla götürüyordum onu, bana güvenirdi; dediğine göre köklerini aramaya çıkmıştı, ya da bana öyle söylüyordu. Bir ırmağın kıyısında birlikte yürürken birdenbire çok heyecanlandı. Kıyıdan uzaklaşıp ilerdeki yüksek kayalara çıkmamı ve orada saklanmamı, başımı ve omuzlarımı bir battaniye ile örtmemi, ama altından kendisini gözetleyerek yapacağı şeyi kaçırmamamı söyledi."


"Ne yapacaktı ki?" diye sordum, kendimi tutamayarak.


"Bilmiyordum," dedi, "Senin tahminin de ancak benimki kadar yerinde olurdu. Ne yapacağını kestirmemin hiç yolu yoktu. Öylece suya yürüdü, üstünde tüm giysileriyle. Nehir geniş ve sığdı, su baldırlarının ortasına kadar yükseldiğinde, şaman basbayağı gözden kayboldu, yitip gitti. Suya girmeden önce, akıntı boyunca aşağı doğru ilerleyip kendisini beklememi fısıldamıştı kulağıma. Duracağım noktayı tam olarak tarif etmişti. Söylediklerinin tek kelimesine bile inanmamıştım elbette, o yüzden dediği yeri ilk başta hatırlayamadım, ama sonra o noktayı buldum ve şamanı sudan çıkarken izledim. 'Sudan çıkarken' demek aptalca geliyor. Şamanın suya dönüştüğünü, ve sonra sudan yeniden oluştuğunu gördüm. Buna inanabiliyor musun?"


Anlattıklarına ne diyeceğimi bilemiyordum. Ona inanmam imkânsızdı, ama inanmazlık da edemiyordum. Çok ciddi bir adamdı. Düşünebildiğim tek olası açıklama, yolculuğumuz boyunca her geçen gün biraz daha fazla içmesiydi. Arabanın bagajına sadece kendisi için yirmi dört şişe İskoç viskisi depolamıştı. Küp gibi içiyordu.


"Şamanların gizemli başkalaşımlarına hep ilgi duymuşumdur," dedi, günün birinde. "Bu başkalaşımları açıklayamam, hatta inandığım bile söylenemez, ama zihinsel alıştırma olarak ele alındığında yılan ya da dağ aslanına dönüşmek su şamanının yaptığı şey kadar zor olmaz gibime geliyor; bana ilginç gelen, bu. " İşte böyle anlarda, zihnimi bu biçimde çalıştırdığımda bir antropolog olmaktan çıkıyorum ve içimden gelen sese uyarak tepki vermeye başlıyorum. İçimden gelen ses bu şamanların kesinlikle bilimsel ölçüye vurulamayacak, hatta üzerinde anlayarak konuşulması bile imkânsız bir şey yaptıklarını söylüyor.


"Örneğin, bulutlara, sise dönüşen bulut şamanlar var. Bunu hiç izlemedim, ama bir bulut şaman tanıdım. Onun kaybolduğunu ya da sise dönüştüğünü, tam önümde suya dönüşen şamanı izlediğim biçimde gözlerimle görmedim. Ama bir keresinde o bulut şamanı takip ettim; saklanabileceği hiçbir yer bulunmayan bir alanda, öylece ortadan yok oldu. Bir buluta dönüştüğünü görmemiştim, ama gözden kaybolmuştu. Nereye gittiğini açıklayamamıştım. Ortalıkta hiç kayalık ya da bitki örtüsü yoktu. Ondan yarım dakika sonra oradaydım, ve şaman gitmişti.


"Bilgi alabilmek için o adamı kovalayıp durdum," diye devam etti Bill. "Tek kelime etmiyordu. Bana gayet dostça davranıyordu, ama hepsi bu."


Bill, farklı Kızılderili koruma bölgelerindeki yerliler arasında oluşan çekişme ve siyasal bölünmeler, ya da kişisel kan davaları, düşmanlıklar, dostluklar vb, vb. hakkında beni zerre kadar ilgilendirmeyen sayısız öykü anlattı bana. Öte yandan, şamanların geçirdikleri başkalaşımlar, yarattıkları garip görüntüler bende gerçek bir duygusal kargaşa yaratmıştı. Hem büyülenmiş, hem de dehşete kapılmıştım. Ancak neden büyülendiğimi ya da dehşete düştüğümü tahlile çalıştığımda, işin içinden çıkamıyordum. Bütün söyleyebileceğim, şamanlara ait bu öykülerin bana bilinmeyen, derin bir düzeyde darbe indirmiş olduğuydu.


Bu yolculuğun anlamamı sağladığı başka bir şey de, güneybatıdaki Kızılderili toplumlarının gerçekten yabancılara kapalı oldukları saptamasıydı. Antropoloji alanında daha çok hazırlık yapmam gerektiğini; ve daha aşina olduğum, ya da girebildiğim bir bölgede alan çalışması yapmamın daha işlevsel olacağını kabullenmiştim sonunda.


Gezinin sonunda Bill, Los Angeles'e dönüş yolculuğum için beni Nogales, Arizona'daki Greyhound otobüs terminaline getirdi. Bekleme salonunda oturmuş otobüsün gelmesini beklerken, antropolojik alan çalışmasında başarısızlıkların doğal olduğunu ve bunların yalnızca kişinin hedeflerini pekiştirmesine yaradığını, ya da bir antropoloğun olgunlaşma sürecine yardımcı olduğunu hatırlatarak babacan bir tavırla beni teselli etti.


Aniden öne doğru eğildi ve çenesinin belli belirsiz bir hareketiyle salonun karşı tarafında bir yeri işaret etti. Kulağıma, "Sanırım şu köşedeki sırada oturan yaşlı adam, sana sözünü ettiğim kişi," diye fısıldadı. "Pek emin değilim, çünkü onunla sadece bir kez yüz yüze geldik."


"Hangi adammış o? Ne anlattın bana onunla ilgili?" diye sordum.



"Şamanlar ve onların dönüşümlerini konuşurken, sana bir zamanlar bir bulut şaman tanıdığımı söylemiştim."


"Evet, evet, bunu hatırlıyorum," dedim. "Bulut şaman bu adam mı?"


"Hayır," dedi, kesin bir tavırla. "Ama sanıyorum o bulut şamanın bir arkadaşı, ya da öğretmeni. Uzun yıllar önce ikisini birlikte birçok kez uzaktan görmüştüm."


Bill'in çok kayıtsız bir tavırla bu adamdan bahsettiğini anımsıyordum, bulut şamanla ilgili olarak değil de, varlığını duyduğu gizemli bir ihtiyar adam olarak sözünü etmişti onun; eski bir şamandı bu adam, bir zamanlar dehşet verici bir büyücü olan, Yuma'lı bir Kızılderili münzevi idi. Bu yaşlı adamın bulut şamanla ilişkisi arkadaşım tarafından hiç dile getirilmemişti, ama besbelli Bill'in zihninde bu çok belirgindi, öyle ki bana da anlattığını zannediyordu.


Birdenbire her yanımı garip bir huzursuzluk kapladı ve beni yerimden sıçrattı. Kendime hâkim olamıyordum; kalkıp yaşlı adama doğru ilerledim ve hemen oracıkta, düzlüklerdeki Amerikan Kızılderilileri ile onların Sibiryalı atalarının şamanizmi ve sağaltıcı bitkiler hakkında ne çok şey bildiğimi anlatan bir nutuk çekmeye giriştim. Ardından, yaşlı adama kendisinin bir şaman olduğunu bildiğimi belirttim. Benimle etraflıca konuşmasının kendisi için gayet yararlı olacağı konusunda güvence vererek sözlerimi tamamladım.


"Hiçbir şey yapmasak," dedim, hırçın bir tavırla, "öykülerimizi değiş tokuş edebiliriz. Siz bana sizinkileri anlatırsınız, ben de size benimkileri."


Yaşlı adam son ana kadar gözlerini yerden kaldırmamıştı. Sonra gözlerini üzerime dikti. "Ben, Juan Matus," dedi, dosdoğru gözlerimin içine bakarak.


Attığım nutku hiçbir şekilde bitiremeyecektim; ama bilmem neden, söyleyebileceğim başka hiçbir şey kalmamış gibi hissettim birdenbire. Ona adımı söylemek istedim. Bunu önlemek istermiş gibi, elini dudaklarımın hizasına kaldırdı.


O anda durağa bir otobüs yanaştı. Yaşlı adam bunun kendi otobüsü olduğunu mırıldandı, sonra içten bir tavırla, kendisini aramamı, böylece daha rahat sohbet edip öykülerimizi değiş tokuş edebileceğimizi söyledi. Bunu derken dudağının kenarında alaycı bir gülümseme vardı. O yaşta bir adam için inanılmaz bir çeviklikle— seksenli yaşlarında olduğunu tahmin etmiştim—oturduğu sırayla otobüsün kapısı arasındaki elli metrelik mesafeyi birkaç sıçrayışta aştı. Sanki otobüs sadece kendisini almak için durmuş gibi, o içeri atlar atlamaz kapı kapandı ve araba hareket etti.


Yaşlı adam gidince, Bill'in yanına geri döndüm.

"Ne söyledi, ne söyledi?" diye sordu, heyecanla. "Kendisini aramamı ve evine ziyarete gelmemi istedi," dedim. "Orada oturup konuşabileceğimizi bile söyledi." "Ama seni evine davet etmesi için ne söyledin ki ona?" diye üsteledi.


En sıkı tezgâhtar ağzımı kullandığımı, sağaltıcı bitkiler hakkında okuduğum, bildiğim şeylerin tümünü ona açıklamak için yaşlı adama söz verdiğimi söyledim Bill'e.


Bill besbelli bana inanmamıştı. Ondan gerçeği saklamakla suçladı beni. "Bu yörenin insanlarını bilirim," dedi kavgacı bir tavırla, "o ihtiyar herif de acayip hıyarın teki. Kimseyle konuşmaz o; Kızılderililerle bile. Senin gibi tam bir yabancıyla ne diye konuşsun ki? Sevimli olsan neyse!"


Bill’in bana kızdığı besbelliydi. Ancak nedenini çıkaramıyordum. Açıklama istemeyi göze alamadım. Biraz kıskandığı izlenimi uyanmıştı bende. Belki kendisinin beceremediğini benim başardığımı hissetmişti. Ancak bu başarı öyle zahmetsiz gelmişti ki, benim için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Bill'in kayıtsız yorumlarının dışında, o yaşlı adama yaklaşmanın ne denli güç olduğu konusunda hiç fikrim yoktu, zaten umurumda da değildi. O sırada, bu konuşmanın benim için hiçbir olağanüstü yanı yoktu. Bill'in bu kadar bozulmasına afallamıştım.


"Evinin nerde olduğunu biliyor musun?" diye sordum.


"En ufak fikrim bile yok," dedi, kupkuru bir sesle. "Bu bölgedeki insanlardan onun hiçbir yerde oturmadığını, şurda burda durup dururken ortaya çıkıverdiğini duymuşumdur, ama bunlar bir sürü zırvalıktan başka bir şey değil. Herhalde Meksika'da, Nogales'de bir barakada filan yaşıyordur."


"O adam neden bu kadar önemli?" diye sordum ona. Sorum, gerisini getirecek cesareti toplamamı sağlamıştı; "Benimle konuştu diye bozulmuş gibisin. Niye?"


Hiç itiraz etmeden, düş kırıklığına uğradığını kabul etti, çünkü o adamla konuşmaya çalışmanın nasıl beyhude olduğunu biliyordu, dediğine göre. "O ihtiyar görebileceğin en kaba adamdır," diye ekledi. "Sen konuşurken, en fazla, tek kelime etmeden sana gözünü dikip bakar. Bazen de sana bakmaz bile; yokmuşsun gibi davranır. Tek bir kez onunla konuşmaya çalıştım, o zaman da kabaca geri çevirdi beni. Ne dedi bana, biliyor musun? "Yerinde olsaydım, ağzımı açıp enerjimi boşa harcamazdım. Sakla onu. İhtiyacın var," dedi. Bu kadar yaşlı bir hıyar olmasaydı, burnuna yumruğu yemişti."


Ona "yaşlı" adam demenin, gerçek bir tanımlamadan çok lafın gelişi olduğuna Bill'in dikkatini çektim. Kesinlikle yaşlı olduğu halde, pek öyle ihtiyar gibi görünmüyordu. Son derece dinç ve çevikti. Bill’in onun burnuna yumruk atmaya kalkışması halinde acı bir başarısızlığa uğrayacağını düşündüm. O yaşlı Kızılderili çok güçlüydü. Düpedüz ürkütücüydü, aslında.


Aklımdan geçenleri söylemedim. Bill'in adamın kabalığından ne kadar tiksindiğini, ve yaşlı adam bu denli güçsüz olmasa ona neler yapacağını anlatmayı sürdürmesine izin verdim.


"Yaşadığı yer hakkında bana kim bilgi verebilir, sence?" diye sordum.


"Belki Yuma'daki birkaç kişi," diye yanıtladı, biraz daha rahatlamış görünüyordu. "Belki yolculuğumuzun başında seni tanıştırdığım insanlar. Onlara sormakla bir şey kaybetmezsin. Seni benim gönderdiğimi söyle."


Hemen o anda planlarımı değiştirdim ve Los Angeles'e dönmek yerine doğruca Yuma, Arizona'ya gittim. Bill'in beni tanıştırdığı insanları buldum. Yaşlı Kızılderilinin nerde yaşadığını bilmiyorlardı, ama onun hakkında söyledikleri merakımı büsbütün kamçıladı. Yuma'lı değil, Meksika'daki Sonora'dan olduğunu, gençliğinde insanlara büyüler, sihirler yapan korkutucu bir büyücü olduğu halde yaşlanınca yumuşayıp dünya zevklerinden uzaklaşmış bir münzeviye dönüştüğünü söylediler. Anlattıklarına göre, bir Yaqui Kızılderilisi olmasına karşın, bir zamanlar, büyücülük uygulamaları hakkında sınırsız bilgiye sahip gibi görünen bir grup Meksikalı adamla dolaşmıştı. O adamları yıllardır o bölgede hiç görmedikleri konusunda hepsi hemfikirdiler.


Adamlardan biri, onun büyükbabasıyla akran olduğunu, ancak büyükbabası kocadığı ve yatalak olduğu halde, büyücünün her zamankinden daha güçlü göründüğünü ekledi. Aynı adam, Sonora'nın başkenti Hermosillo'daki bazı kişilere gitmemi, o insanların yaşlı adamı tanıyor olabileceklerini ve bana daha fazla bilgi verebileceklerini söyledi. Meksika'ya gitme düşüncesi bana hiç çekici gelmiyordu. Sonora benim ilgi alanıma çok fazla uzaktı. Üstelik kentsel antropoloji çalışmanın eninde sonunda benim için daha iyi olacağına karar vermiştim, o yüzden Los Angeles'e geri döndüm. Ama dönmeden önce yaşlı adama dair bilgi toplamak için tüm Yuma'yı taradım. Onun hakkında hiç kimse bir şey bilmiyordu.


Otobüs Los Angeles'e doğru yol alırken, olağandışı bir duyguya kapıldım. Bir yanda alan çalışması saplantım ve yaşlı adama dair merakımın tümüyle üstesinden gelmiş hissediyordum kendimi. Öte yanda ise garip bir nostaljiye kapılmıştım. Bu gerçekten daha önce hiç yaşamadığım bir şeydi. Bu duygunun yeniliği beni derinden etkiledi. Bir huzursuzluk ve hasret karışımıydı; muazzam önemi olan bir şeyi özlüyor gibiydim. Los Angeles'e yaklaştıkça, Yuma'da üzerimde etkili olan şey her ne idiyse, bunun aramızdaki mesafenin artmasıyla birlikte hafiflediğini açıkça hissettim; ama onun hafiflemesi nedensiz özlemimi arttırıyordu yalnızca.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön