Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

1 1


ARIZONA’NIN NOGALES ŞEHRİNDE, bir arkadaşımın çocuğunun vaftiz törenine katıldıktan sonra içimden gelen bir dürtüyle sınırı geçip Meksika'ya gitmeye karar verdim. Arkadaşımın evinden ayrılırken konuklardan Delia Flores adında bir kadın benden kendisini Hermosillo'ya kadar götürmemi rica etti.


Esmer tenli bir kadındı, muhtemelen kırklı yaşların ortalarında, orta boylu ve iri yapılıydı. Güçlü bir cüssesi vardı, düz siyah saçları kalın bir örgü halinde örülmüştü. Koyu, parlak gözleri, zeki olmakla beraber bir genç kız yüzünü andıran yuvarlak bir yüzü aydınlatıyordu.


Onun Arizona'da doğmuş bir Meksikalı olduğuna kanaat getirerek, Meksika'ya girmek için bir turist kartına ihtiyacı olup olmadığını sordum.


Gözlerini abartılı bir şaşkınlıkla kocaman açarak, sertçe, “Kendi ülkeme girmek için neden bir turist kartına ihtiyacım olsun ki?” diye cevap verdi.


“Tavırlarınız ve konuşurken sesinizdeki vurgulamalar sizin Arizona'lı olduğunuz izlenimini verdi bana,” dedim.


“Annemle babam Oaxaca'lı Kızılderililerdi,” diye açıkladı. “Ama ben bi ladinayım.”


“Ladina nedir?”


“Ladinalar şehirde büyüyen uyanık Kızılderililerdir,” diye izah etti. Sesinde nedenini anlayamadığım tuhaf bir heyecanla da ekledi, “Beyaz adamın yolundan gider onlar ve bu konuda o kadar iyilerdir ki yollarını her şeye uydurabilirler.”


“Bu gurur duyulacak bir şey değil ki,” dedim yargılar gibi. “Sizin için pek övünülecek bir şey değil bu, Bayan Flores.”


Yüzündeki pişmanlık ifadesinin yerini kocaman bir sırıtış aldı. “Gerçek bir Kızılderili ya da gerçek bir beyaz için değil belki,” dedi küstahça. “Ama ben bundan pekâlâ hoşnutum.” Bana doğru eğilerek ekledi, “Bana Delia de. Mükemmel arkadaş olacağımıza dair bir his var içimde.”


Ne söyleyeceğimi bilemeyerek dikkatimi yola verdim. Sınırdaki kontrol noktasına dek sessizlik içinde gittik. Muhafız benim turist kartımı sordu, fakat Delia'nınkini sormadı. Onu fark etmemiş gibi görünüyordu—birbirlerine ne bir göz attılar ne de tek bir laf ettiler. Delia'yla konuşmaya çalıştığım zaman, eliyle söz hakkı vermeyen bir hareket yaparak susturdu beni. O sırada muhafız soru sorar gibi bana baktı. Ben herhangi bir şey söylemeyince, omuzlarını silkerek geçmem için elini salladı.


“Nasıl oldu da muhafız senin belgelerini sormadı?” diye sordum biraz uzaklaştıktan sonra.


“O beni tanır,” diye yalan söyledi. Onun yalan söylediğini anladığımı görerek arsız bir kahkaha patlattı. “Sanırım onu korkuttum ve benimle konuşmaya cesaret edemedi,” diye bir yalan daha attı. Ve bir kahkaha daha patlattı.


Sırf onu daha fazla yalan söylemekten kurtarmak için de olsa konuyu değiştirmeye karar verdim. O günlerde haberlerde gündemde olan konulardan bahsetmeye koyuldum, ama zamanın çoğunda sessizlik içinde yol aldık. Rahatsız edici ya da gerginlik verici bir sessizlik değildi bu; etrafımızdaki çöl gibi geniş, yalın ve tuhaf bir şekilde teskin ediciydi.


“Seni nerede bırakayım?” diye sordum, Hermosillo'nun içine arabayı sürerken.


“Şehir merkezinde,” dedi. “Bu şehirdeyken hep aynı otelde kalırım. Sahiplerini iyi tanırım, ve eminim senin de benimle aynı fiyata kalmanı ayarlayabilirim.”


Minnetle teklifini kabul ettim.


Otel eski ve köhneydi. Bana verilen oda tozlu bir avluya açılıyordu. Dört direkli, etrafı tüllerle çevrelenmiş çift kişilik bir yatak ile eski moda ağır bir şifoniyer, odayı klastrofobi uyandıracak kertede küçültüyordu. Ufak bir banyo eklenmişti odaya, ama yatağın altında hâlâ bir lazımlık duruyordu; şifoniyerin üstünde duran el yüz yıkamak için kullanılan porselen takımlarla lazımlık birbirine uyuyordu.


İlk gece korkunçtu. Düzensiz bir uyku uyudum; rüyalarımda duvarlarda hareket eden gölgelerin ve fısıltıların bilincindeydim. Mobilyaların arkasından birtakım şekiller ve canavara benzeyen hayvanlar yükseliyordu. Köşelerden şeffaf, hayalet gibi insanlar çıkıp maddeleşiyorlardı.


Ertesi gün arabayla şehri ve şehrin etrafını dolaştım, ve o gece, bitkinlikten tükenmiş olmama rağmen, uyanık kaldım. Nihayet uyuduğumda, iğrenç bir kâbusun içine düştüm, yatağın ayakucunda sinsi sinsi bana yaklaşan koyu renkli, amip şeklinde bir yaratık gördüm. Onun mağara gibi kocaman, derin yarıklarından yanardöner dokunaçlar sarkıyordu. Yaratık üzerime eğildiğinde, giderek kısılan, bir hırıltı halini alan törpü gibi kesik sesler çıkartarak nefes alıyordu.


Yaratığın boynumu sıkan yanardöner ipleri çığlıklarımı boğuyordu. Sonra—bir şekilde dişi olduğunu bildiğim—yaratık üzerime uzanıp beni ezdi ve her şey karardı.


Uykuyla uyanıklık arasındaki bu bitmeyecek gibi görünen an kapımdaki ısrarlı vuruşlar ve koridordaki otel müşterilerinin endişeli sesleriyle nihayet sona erdi. Işığı yaktım ve kapıyı açmadan birkaç açıklama yaparak özür diledim.


Hâlâ ter gibi tenime yapışan kâbusla beraber, banyoya gittim. Aynaya bakınca boğazımda yükselen çığlığı zor bastırdım. Boynumun çevresindeki kırmızı çizgiler ve göğsümden aşağı düzgün aralıklarla kırmızı benekler tamamlanmamış bir dövmeye benziyordu. Deli gibi çantalarımı topladım. Faturamı ödemek için tenha olan lobiye indiğimde saat sabahın üçüydü.


Delia Flores resepsiyon masasının arkasındaki kapıdan çıkarak, “Bu saatte nereye gidiyorsun?” diye sordu. “Kâbus gördüğünü söylediler. Meraklandırmışsın tüm oteli.”


Onu gördüğüme öyle sevinmiştim ki ona sarılarak hüngür hüngür ağlamaya başladım.


Saçlarımı okşayarak, “Hadi, hadi,” diye mırıldandı teskin edici bir sesle. “İstersen gelip odamda uyuyabilirsin. Ben seni gözetirim.”


“Dünyadaki hiçbir şey beni bu otelde tutamaz,” dedim. “Hemen şu dakika Los Angeles'a dönüyorum.”


Beni köşedeki gıcırdayan, eski bir kanepeye doğru yönelterek, “Sık sık kâbus görür müsün?” diye sordu ilgisizce.


“Arada sırada. Bütün hayatım boyunca kâbuslardan çok çektim,” dedim. “Adeta alıştım onlara. Ama bu geceki farklıydı; gördüğüm en gerçek, en kötü kâbustu bu.”


Uzun bir bakışla inceleyerek beni süzdü ve sonra kelimelerini uzatarak yavaşça, “Kâbuslarından kurtulmak ister misin?” dedi. Konuşurken sanki birisinin bizi dinlemesinden korkuyormuş gibi, omzunun üzerinden kapıya doğru şöyle bir göz attı. “Sana gerçekten yardım edebilecek birini tanıyorum.”


“Bunu çok isterim,” diye fısıldadım, boynumun etrafındaki kırmızı çizgileri göstermek için eşarbımı çözerken. Gördüğüm kâbusun belirli ayrıntılarını anlattım ona. “Hiç böyle bir şey gördün mü?” diye sordum.


“Oldukça ciddi görünüyor,” dedi, boğazımın çevresindeki çizgileri dikkatle inceleyerek. “Gerçekten, düşündüğüm şu şifacıyı görmeden gitmemelisin. Buradan yaklaşık yüz mil güneyde yaşıyor. Arabayla aşağı yukarı iki saatlik bir yol.”


Bir şifacıya görünme olasılığını memnuniyetle karşıladım. Venezuella'da, doğumumdan beri şifacıların eline bırakılmıştım. Ne zaman hasta olsam ailem bir doktor çağırırdı; doktor gider gitmez evimizdeki Venezuellalı kâhya kadın beni sarıp sarmalayıp bir şifacıya götürürdü. Büyüyüp, artık bir büyücü doktor tarafından tedavi edilmeyi istemeyince— arkadaşlarımdan hiçbiri büyücü doktorlar tarafından tedavi edilmiyordu—kâhya kadın, iki defa korunmaktan hiçbir zarar gelmeyeceğine ikna etti beni. Bu alışkanlık içimde öyle kök salmıştı ki Los Angeles'a taşındığımda hastalandığım zaman hem bir doktora hem de bir şifacıya görünürdüm mutlaka.


“Şifacı beni bugün görür mü dersin?” diye sordum. Yüzünde, dediğimi anlamadığını gösteren ifadeyi görünce ona günlerden pazar olduğunu hatırlattım.


“Şifacı seni her gün görebilir,” diye temin etti beni. “Neden beni burada beklemiyorsun, ben seni ona götürürüm. Eşyalarımı toplamak ancak bir dakikamı alır.”


“Bana yardım etmek için neden zahmete giriyorsun?” diye sordum, birden bu teklifine canım sıkılmıştı. “Ne de olsa sana tümüyle yabancıyım.”


“Şüphesiz!” diye bağırdı, kanepeden kalkarken. Sanki içimde yükselen mızmız şüpheleri sezinliyormuş gibi hoşgörüyle gözlerini bana dikti. “Bundan daha iyi bir neden ne olabilir ki?” diye sordu bir hatip edasıyla. “Sana tümüyle yabancı olan birine yardım etmek ya aptallıktır ya da büyük bir kontrol meselesidir. Benimkisi büyük bir kontrol meselesi.”


Ne söyleyeceğimi şaşırmış bir halde tüm yapabildiğim, dünyayı hayret ve merakla kabullenmiş gibi görünen gözlerine bakakalmak oldu. Onda, teskin edici farklı bir şey vardı. Sadece ona güvenmekle kalmıyor, sanki bütün hayatım boyunca onu tanıyormuşum gibi hissediyordum. Aramızda bir bağ, bir yakınlık duyumsuyordum.


Yine de, onun eşyalarını almak için kapının ardında kayboluşunu seyrederken çantalarımı kaptığım gibi arabaya fırlamayı düşündüm. Daha önce pek çok defa yaptığım gibi gözüpek davranarak yine bir belaya çatmak istemiyordum. Ama, o alışık olduğum mızmız tehlike duygusuna rağmen, açıklanamaz bir merak beni alıkoydu.


Yaklaşık yirmi dakika bekledikten sonra, kırmızı bir pantalon takım ve yüksek, düz tabanlı ayakkabılar giyen bir kadın kâtip masasının arkasındaki kapıdan içeriye girdi. Işığın altında durdu. Yapmacık bir havayla başını geriye attı, sarı peruğunun bukleleri ışıkta titreşti.


“Tanımadın beni, değil mi?” diye güldü neşeyle.


Ağzım açık ona bakakalmıştım, “Delia, gerçekten sensin,” diye bağırdım.


“Ne düşünüyorsun?” dedi. Kıs kıs gülmeye devam ederek, benimle kaldırıma çıkıp otelin önünde bıraktığım arabama doğru yürüdü. Sepetini ve spor çantasını üstü açılabilen spor arabamın arka koltuğuna fırlattı ve yanıma oturarak, “Seni götüreceğim şifacı, sadece gençlerle çok yaşlıların şaşırtıcı görünmeyi başarabileceklerini söyler,” dedi.


Kendisinin ne genç ne de çok yaşlı olmadığını hatırlatmama fırsat kalmadan, sır veren bir edayla, göründüğünden çok daha yaşlı olduğunu söyledi. Işıl ışıl parlayan bir yüzle bana doğru dönerek “Bu kıyafeti giyiyorum, çünkü arkadaşlarımın gözlerini kamaştırmak hoşuma gidiyor!” diye bağırdı birden­ bire.


Bu lafıyla beni mi yoksa şifacıyı mı kastettiğini söylemedi. Ama kesinlikle gözlerim kamaşmıştı. Değişen sadece giysileri değildi; tüm tavrı da değişmişti. Benimle beraber Nogales'ten Hermosillo'ya yolculuk eden o ihtiyatlı, mesafeli kadından eser yoktu.


“Son kerte büyüleyici bir yolculuk olacak bu,” dedi, “hele bir de arabanın üstünü açarsak.” Sesi mutlu ve hülyalıydı. “Geceleyin arabanın üstü açıkken yolculuk etmeye bayılırım .”


Seve seve itaat ettim ona. Hermosillo'yu geride bıraktığımız sırada saat neredeyse sabahın dördüydü. Yumuşak, kap­ kara ve yıldızlarla beneklenmiş gökyüzü, gördüğüm bütün diğer gökyüzlerinden çok daha yüksekti sanki. Arabayı hızlı sürüyordum, yine de sanki hiç hareket etmiyor gibiydik. Mesquite ağaçları ve yamru yumru kaktüs siluetleri farların altında hiç bitmemecesine bir görünüp bir kayboluyorlardı; hepsi aynı şekilde, aynı büyüklükte gibiydi.


Delia arka koltuktaki sepetine uzanarak, “Bizim için bir­ kaç tatlı çörek ve bir termos dolusu champurrado hazırladım,” dedi. “Biz şifacının evine varmadan sabah olmuş olacak.” Benim için yarım fincan koyu, sıcak kakao doldurarak, bir çeşit Danimarka çöreğini lokma lokma yedirdi eliyle.


Nefis kakaodan bir yudum alarak, “Sihirli bir topraktan geçiyoruz,” dedi. “Savaşan insanların mesken tuttuğu sihirli bir topraktan.”


“Hangi savaşan insanlar bunlar?” diye sorarken, küçümsermiş gibi görünmemeye çalıştım.


“Sonora'daki Yaqui halkı,” dedi ve sustu, belki de tepkimi ölçüyordu. “Ben Yaqui Kızılderililerine hayranım, çünkü sürekli savaş halindeler,” diye devam etti. “Önce İspanyollar, sonra da Meksikalılar—1934 gibi yakın bir tarihte—Yaqui savaşçılarının vahşiliğini, kurnazlığını ve merhametsizliğini yaşadılar.”


“Savaşa ya da savaşan insanlara hayran değilim ben,” dedim. Sonra sesimdeki kavgacı tondan dolayı özür dilemek amacıyla, savaşın parçaladığı bir Alman aileden geldiğimi açıkladım.


“Senin durumun farklı,” diye devam etti konuşmasına. “Senin özgürlük ideallerin yok.”


“Dur bir dakika!” diye karşı çıktım. “Özgürlük ideallerini desteklediğim için savaşı o kadar iğrenç buluyorum.”


“Farklı iki savaş türünden bahsediyoruz biz,” diye diretti. Araya girerek, “Savaş savaştır,” dedim.

Sözünü kesmeme aldırmayarak, “Senin bahsettiğin türdeki savaş,” diye devam etti, “her ikisi de hükümdar olan ve üstünlük için dövüşen iki kardeş arasındaki savaş.” Bana doğru eğildi, ve hızlı hızlı fısıldayarak, “Benim bahsettiğim savaş türü ise bir köle ile insanlara sahip olduğunu düşünen bir efendi arasındaki savaştır. Farkı anladın mı?” dedi.



“Hayır, anlamıyorum,” diye inatla direttim— nedeni ne olursa olsun savaşın savaş olduğunu tekrarladım.


“Sana katılamayacağım,” dedi, sonra yüksek sesle içini çekerek koltuğa yaslandı. “Felsefi anlaşmazlığımızın nedeni belki de farklı toplumsal gerçekliklerden gelmemizdir.”


Seçtiği sözcükler karşısında hayrete düşmüştüm, farkında olmadan arabayı yavaşlattım. Kabalaşmak istemiyordum, ama onun nutuk atar gibi söylediği bu akademik kavramlar öyle uygunsuz ve beklenmedikti ki elimde olmadan güldüm.


Delia buna alınmadı; kendinden tamamıyla hoşnut bir şekilde gülümseyerek beni seyrediyordu. “Benim görüş açımı öğrendikçe fikrini değiştirebilirsin,” dedi. Bunu öyle ciddi ve üstelik öyle müşfik bir şekilde söylemişti ki ona güldüğüm için kendimden utandım. Sanki düşüncelerimi okumuş gibi, “Hatta bana güldüğün için özür bile dileyebilirsin,” diye ekledi.


“Delia, özür dilerim,” dedim, gerçekten de içtenlikle söylemiştim bunu. “Kabalığımdan dolayı çok üzgünüm. Kullandığın ifadeler karşısında öyle şaşırdım ki ne yapacağımı bilemedim.” Ona kaçamak bir bakış atarak, pişman pişman, “Ben de güldüm,” diye ekledim.


Hayal kırıklığına uğramış gibi başını sallayarak, “Davranışın için toplumsal anlamda özür dilemeni kastetmiyorum,” dedi. “İnsanoğlunun içinde bulunduğu zor durumu anlamadığın için özür dilemeni kastediyorum.”


“Neden bahsettiğini anlamıyorum,” dedim huzursuzlanarak. Bakışlarının içime işlediğini hissedebiliyordum.


“Bir kadın olarak bu zor durumu çok iyi anlaman gerek senin,“ dedi. “Bütün hayatın boyunca bir köle oldun sen.”


Bu münasebetsizliğe kızarak, “Sen neden bahsediyorsun, Delia?” diye sordum, sonra da bu Kızılderilinin hiç kuşkusuz baskıcı, tahammül edilmez bir kocası olduğuna kanaat getirerek hemen sakinleştim. “İnan bana Delia, ben tamamıyla özgürüm. İstediğim gibi yaşıyorum.”


“İstediğin gibi yaşayabilirsin, ama özgür değilsin,” diye üsteledi. “Sen bir kadınsın ve bu da doğrudan erkeklerin insafına kaldığın anlamına geliyor.”


“Ben kimsenin insafına kalmadım,” diye haykırdım.


Bunu iddia ettiğimden mi yoksa sesimin tonundan mı bilmiyorum, Delia yüksek sesle bir kahkaha patlattı. Daha önce benim ona güldüğüm gibi katıla katıla gülüyordu.


“İntikamından zevk alıyor gibisin,” dedim huysuz huysuz. “Şimdi gülme sırası sende, öyle değil mi?”


“Hiç de aynı şey değil,” dedi, birden ciddileşerek. “Sen bana güldün, çünkü kendini üstün hissediyordun. Bir efendi gibi konuşan köle bir an için efendisini keyiflendirir her zaman.”


Sözünü kesip, onu bir köle ya da kendimi bir efendi olarak düşünmenin aklımdan bile geçmediğini söylemeye çalıştım, ama Delia bana kulak asmadı. Vakur bir ses tonuyla, aptallaştırılmış ve kendi kadınlığıma karşı körleştirilmiş olduğum için bana güldüğünü söyledi.


“Senin neyin var, Delia?” diye sordum kafam karışmış bir halde. “Bile bile beni aşağılıyorsun.”


“Kesinlikle,” diye hemen kabul etti, ve giderek artan kızgınlığın karşısında hepten kayıtsız bir şekilde kıkır kıkır güldü. Sonra dizime pat diye bir şaplak indirdi. “Beni endişelendiren,” diye devam etti, “senin sırf bir kadın olman gerçeğinden dolayı bir köle olduğunu bile bilmemen.”


Olabildiğince sabırlı olmaya çalışarak ona yanıldığını söyledim. “Şimdilerde hiç kimse köle değil,” dedim.


“Kadınlar köledir,” diye ısrar etti Delia. “Erkekler kadınları köle yaparlar. Erkekler kadınları sise gömer. Onların kadınları kendi malları olarak damgalama arzuları bizleri sise gömer,” dedi. “Bu sis bir boyunduruk gibi boynumuzun etrafında asılı durur.”


Benim boş boş bakışım üzerine gülümsedi. Ellerini göğsünün üzerinde kavuşturarak koltuğuna yaslandı. Üstüne basa basa, usulca, “Seks kadınları sise gömer,” diye ekledi. “Kadınlar öylesine baştan aşağıya sise gömülmüşlerdir ki yaşamdaki alçak statülerinin, kendilerine cinsel anlamda yapılanların doğrudan nihai bir sonucu olması olasılığını düşünemiyorlar bile.”


“Bu şimdiye kadar duyduğum en gülünç şey,” dedim. Sonra da kadınların yaşamdaki alçak statülerinin sosyal, ekonomik ve politik nedenleri hakkında oldukça yavan ve hararetli bir şekilde uzun uzadıya konuşmaya başladım. Ayrıntılı bir şekilde, son birkaç on yılda meydana gelen değişiklikleri anlattım. Kadınların erkek üstünlüğüne karşı verdikleri savaşta nasıl başarılı olduklarından bahsettim. Yüzündeki alaycı ifade karşısında hırçınlaşarak kendimi tutamayıp, hiç şüphesiz kendi deneyimleri ve bunun sonucunda oluşan görüş açısı yüzünden önyargılı olduğunu söyledim.


Delia'nın bütün gövdesi bastırdığı neşeli bir kahkahayla sarsıldı. Kendini toplamak için çaba harcayarak, “Gerçekte değişen hiçbir şey yok,” dedi. “Kadınlar köledir. Bizler köle olmak için yetiştirildik. Şimdilerde eğitim görmüş köleler, kadınların sosyal ve politik anlamda suistimal edilmeleriyle uğraşıyorlar. Ne var ki bu kölelerin hiçbiri, tecavüz söz konusu olmadıkça ya da başka bir fiziksel suistimalle bağıntılı olmadıkça, köleliklerinin kökenine—cinsel edime—odaklanamıyorlar.” Dudakları küçük bir gülümsemeyle ayrıldı ve din adamlarının, filozofların ve bilim adamlarının yüzyıllardır, kadınların ve erkeklerin doğrudan doğruya cinsel üreme kapasiteleriyle ilintili olan biyolojik, tanrı vergisi bir dürtüyü izlemeleri gerektiğini iddia etmiş olduklarını ve tabii halen de ettiklerini söyledi.


“Seksin bizim için iyi olduğuna inanmaya şartlandık,“ diye vurguladı. “Tabiatımızda var olan bu inanç ve kabullenme bizi doğru soruyu sormaktan aciz bıraktı."


Delia'nın bu son derece yanlış düşüncelerine gülmemek için çaba harcayarak, “Neymiş bu soru?” diye sordum.


Delia beni duymamış gibiydi; o kadar uzun bir süre sessiz kaldı ki uyukladığını düşündüm, ve birden konuşmaya başlayınca ürktüm, “Hiç kimsenin sormaya cesaret edemediği soru şu: düzülmek biz kadınlara nasıl etkiliyor?“


Yapmacık bir hayretle, “Delia, Allahaşkına!” diye çıkıştım.


“Kadınlar öylesine baştan aşağıya sise gömülmüşlerdir ki neden aşağı konumda olduğumuz hakkında, bütün bunlara neden olan sorun dışında tüm öteki sorunlara odaklanırız,” diye iddia etti.


“Ama Delia, biz seks olmadan yapamayız ki,” diye güldüm. “İnsan ırkına ne olurdu, eğer biz . . .”


Eliyle buyurgan bir hareket yaparak sözümü kesti. “Şimdilerde senin gibi kadınlar eşitlik hevesiyle erkekleri taklit ediyor,” dedi. “Kadınlar erkekleri öylesine saçma bir noktaya kadar taklit ediyorlar ki ilgi duydukları seksin üreme ile hiçbir alakası yok. Seksin fiziksel ve duygusal refahlarına ne yaptığını hiç düşünmeden, özgürlükle seksi bir tutuyorlar. Beynimiz öylesine alabildiğine yıkanmış ki seksin bizim için iyi olduğuna kesinkes inanıyoruz.”


Dirseğiyle beni dürterek, monoton bir melodi ezberliyormuş gibi tekdüze bir tempoyla, “Seks bizim için iyidir,” diye ekledi. “Zevk verir. Gereklidir. Depresyonu, içimizdeki baskıyı ve kızgınlığı yatıştırır. Başağrılarını geçirir, alçak ve yüksek kan basıncını düzenler. Sivilceleri yok eder. Meme uçlarınızı ve kıçınızı büyütür. Aybaşı dönemlerinizi düzenler. Kısacası müthiştir! Kadınlar için iyidir. Herkes böyle der. Herkes bunu tavsiye eder.” Bir an sustu, ve sonra katı bir dramatik ifadeyle, “Günde bir sikişme giren eve doktor girmez,” diye ekledi.


Söylediklerini korkunç komik bulmuştum. Ama birdenbire arkadaşlarımın ve aile doktorumuz da dahil olmak üzere ailemin, son derece sıkı bir çevrede büyürken yaşadığım bütün o buluğ çağı sorunlarına bir çare olarak bana bunu önerdiklerini—elbette bu kadar kaba bir şekilde değil—hatırladım. Aile doktorumuz bir kez evlendim mi düzenli aybaşı olacağımı söylemişti. Kilo alacaktım. Daha iyi uyuyacaktım. Yumuşak huylu olacaktım.


“Ben aşk ve seks istemekte yanlış bir şey görmüyorum,” dedim kendimi savunurcasına. “Bu konuda ne yaşadıysam çok hoşlandım. Ve kimse beni sise gömmüyor. Özgürüm ben! İstediğim zaman istediğim kişiyi ben seçiyorum.”


Delia, “Eşini seçmen düzüldüğün gerçeğini hiçbir şekilde değiştirmez,” derken koyu renk gözleri keyifle parlıyordu. Sonra sanki ses tonundaki sertliği yumuşatmak istiyormuş gibi gülümseyerek, “En büyük ironi, özgürlüğü seksle aynı tutmak. Erkekler bizi öylesine bütünüyle, öylesine adamakıllı sise gömerler ki köleliğimizin gerçek nedenine odaklanmamız için gereken hayal gücümüzü ve enerjimizi öldürür bu,” diye ekledi. “Bir erkeği cinsel anlamda istemek ya da birine romantik anlamda âşık olmak kölelere verilen iki seçenektir. Bu iki seçenek hakkında bize söylenen her şey bizi suç ortaklığına ve cahilliğe iten bahaneden başka bir şey değildir.”


Ona kızmıştım. Onun cinsel anlamda doyurulmamış, erkek düşmanı, huysuz bir kadın olduğunu düşünmekten kendimi alamıyordum. “Erkeklerden bu kadar hoşlanmamanın nedeni ne, Delia?” diye sordum en alaycı ses tonumla.


“Onlardan hoşlanmıyor değilim,” dedi. “Benim şiddetle karşı çıktığım, beynimizin yıkandığını incelemeye nasıl alabildiğine gönülsüz olduğumuz. Üstümüzdeki baskı öyle şiddetli ve kendini haklı çıkaran bir mahiyette ki gönüllü suç ortakları oluyoruz. Her kim farklı olmaya cüret ederse kovuluyor ve bir hilkat garibesi ya da erkek düşmanı diye alay ediliyor.”


Yüzüm kızararak ona gizlice bir göz attım. Onun, ne de olsa yaşlı olduğu için aşk ve seksin bu kadar aleyhinde konuşabildiğine karar verdim. Bütün fiziksel arzularını geride bırakmıştı.


Delia usulca kendi kendine gülerek ellerini başının arkasına koydu. “Fiziksel arzularımı yaşlı olduğum için geride bırakmadım,” dedi sır verir gibi, “çünkü, yetiştirildiğim gibi bir köle olmaktan farklı bir şey olmak amacıyla hayal gücümü ve enerjimi kullanmam için bana bir fırsat verildiğinden dolayı bıraktım bu arzularımı."


Düşüncelerimi okuması karşısında şaşırmaktan çok adamakıllı aşağılandığımı hissettim. Kendimi savunmaya başladım, ama sözlerim yalnızca daha çok gülmesine yol açtı. Gülmesi kesilir kesilmez bana doğru döndü. Yüzü bir öğrenciyi paylamak üzere olan bir öğretmeninki gibi sert ve ciddiydi. “Eğer sen bir köle değilsen, nasıl oldu da seni bir Hausfrau olman için yetiştirdiler?” diye sordu. “Ve nasıl olur da bütün düşündüğün heiraterı yapmak ve Dich mitnehmen yapacak Herr Gemahl olur?“


Onun Almancayı kullanış tarzına o kadar çok güldüm ki kaza yapmamak için arabayı durdurmak zorunda kaldım. Almancayı bu kadar iyi nerede öğrendiğine dair merakım daha baskın çıktığı için, hayatta bütün istediğimin beni silecek olan bir koca bulmak olduğuna dair yerici sözlerine karşı kendimi savunmayı unuttum. Ne var ki ne kadar çok yalvarsam da beni hafife alarak Almancasıyla ilgilenmeme kulak asmadı.


“Almancam hakkında konuşmak için daha sonra bol bol vaktimiz olacak,” dedi. Alaycı bir şekilde bana bakarak, “Ya da senin bir köle oluşun hakkında konuşmak için,” diye ekledi. Daha ben ona karşılık vermeye fırsat bulamadan, kişisel olmayan bir şeylerden konuşmamızı önerdi.


“Ne gibi?” diye sordum arabayı tekrar çalıştırırken.


Delia koltuğun arkasını iyice indirerek gözlerini kapattı. “Sana en ünlü dört Yaqui lideri hakkında bir şeyler anlatayım,” dedi yavaşça. “Ben liderlere, onların başarılarına ya da başarısızlıklarına ilgi duyuyorum.”


Benim gerçekte savaş hikâyeleriyle ilgilenmediğimi söylememe fırsat kalmadan Delia, dikkatini çeken ilk Yaqui liderinin Calixto Muni olduğunu söyledi. Yetenekli bir anlatıcı değildi; dümdüz, neredeyse akademik bir anlatışı vardı. Yine de söylediği her sözü yutuyordum.


Calixto Muni yıllarca Karayiplerde korsan bayrağı altında gezen bir Kızılderiliydi. Memleketi Sonora'ya dönüşünde, 1730'larda, İspanyollara karşı yapılan askeri bir ayaklanmanın başına geçmişti. İhanete uğrayarak esir alınmış ve İspanyollar tarafından idam edilmişti.


Delia daha sonra, 1820'lerde, Meksika'nın bağımsızlığı kazanıldıktan ve Meksika hükümeti Yaqui topraklarını parsellemeye kalkıştıktan sonra, bir direniş hareketinin nasıl geniş bir ayaklanmaya dönüştüğünü uzun uzadıya, ayrıntılı bir şekilde açıkladı. Yaquiler arasında askeri birimler organize eden kişinin, tinin rehberlik ettiği Juan Bandera olduğunu söyledi. Genellikle sadece ok ve yayla silahlanmış olan Bandera'nın savaşçıları Meksikalı süvarilerle aşağı yukarı on yıl savaşmışlardı. 1832'de Juan Bandera yenilmiş ve idam edilmişti.


Delia nam salmış diğer bir liderin, ağzına içki sürmeyen ve daha çok Cajeme olarak tanınan, Jose Maria Leyva olduğunu söyledi. Hermosillo'lu bir Yaqui idi Leyva. Eğitim görmüştü ve Meksika ordusunda savaşarak engin askeri beceriler kazanmıştı. Bu beceriler sayesinde bütün Yaqui şehirlerini birleştirdi. 1870'lerdeki ilk ayaklanmasından itibaren Cajeme ordusunu aktif bir isyan durumunda tuttu. 1887'de, müstahkem bir dağ kalesi olan Buatachive'de Meksika ordusu tarafından yenik düşürüldü. Cajeme kaçıp Guaymas'ta saklanmayı başarmış olsa da sonunda ihanete uğradı ve idam edildi.


Bütün Yaqui kahramanlarının sonuncusu Tetabiate—yuvarlanan taş—olarak da tanınan Juan Maldonado idi. Bacatete dağlarında kalan Yaqui güçlerini yeniden organize etmiş ve burada on yıldan fazla bir süre Meksika süvarilerine karşı vahşi ve ümitsiz bir gerilla savaşı sürdürmüştü.


“Yüzyılın sona ermesiyle,” diye bağladı anlattıklarını, “diktatör Porfinio Diaz, Yaquilerin yok edilmesi için bir kampanya başlattı. Kızılderililer tarlalarda çalışırken vuruluyorlardı. Binlercesi toplanıp gemiyle Yucatan'daki ekim alanlarında ve Oaxaca'daki şeker kamışı tarlalarında çalışmaya götürüldü.”


Delia'nın bilgisinden etkilenmiştim, ama hâlâ neden bana bütün bunları anlattığını anlayamıyordum. “Yaquilerin yaşam tarzı konusunda uzmanlaşmış bir âlim, bir tarihçi gibi konuşuyorsun,” dedim hayranlıkla. “Kimsin sen gerçekten?”


Yalnızca güzel ve etkili konuşmuş olmak için sorduğum bu soru karşısında bir an şaşırmış gibi göründü, sonra çabucak toparlanıp, “Sana kim olduğumu söyledim. Yaquiler hakkında çok şey biliyorum, o kadar. Onların bulunduğu yörede yaşıyorum, biliyorsun,” dedi. Bir an sustu, sonra sanki bir neticeye varmış gibi başını sallayarak, “Liderlerin güçlerini ve zayıflıklarını bilmek biz kadınlara düştüğü için sana Yaqui liderlerini anlattım,” diye ekledi.


“Neden?” diye sordum şaşkın şaşkın. “Liderler kimin umurunda? Bence onların hepsi de budala.”


Delia peruğunun altından başını salladı, sonra üst üste birkaç defa hapşırdı ve kararsız bir şekilde gülümseyerek, “Maalesef, kadınlar kendileri liderlik etmek istemesinler diye bu liderlerin etrafında toplanmaları gerek,” dedi.


“Kime liderlik edecekler ki?” diye sordum alaycı bir şekilde.


Hayret içinde yüzüme baktı, sonra kolunun üst kısmını ovuşturdu, yüzü gibi hareketleri de bir genç kızı andırıyordu. “Açıklaması oldukça zor,” diye mırıldandı. Sesine tuhaf bir yumuşaklık gelmişti, kısmen şefkat, kısmen kararsızlık, kısmen de ilgisizlik vardı sesinde. “Açıklamasam daha iyi. Seni hepten kaybedebilirim. Şimdilik bütün söyleyebileceğim şu ki ben ne bir âlim ne de bir tarihçiyim. Bir anlatıcıyım ben ve sana daha hikâyemin en önemli kısmını anlatmadım.”


“Hikâyenin en önemli kısmı mı?” dedim, konuyu değiştirmeyi istemesi karşısında merakım uyanmıştı.


“Şimdiye dek sana hep olaylara dayanan bilgiler verdim,” dedi. “Sana sihir dünyasından, ki Yaqui liderleri işlerini bu dünyada yapıyorlardı, hiç bahsetmedim. Onlar için rüzgârın ve gölgelerin, hayvanların ve bitkilerin hareketleri insanların faaliyetleri kadar önemliydi. Beni en çok ilgilendiren kısmı da bu.”


“Rüzgârın ve gölgelerin, hayvanların ve bitkilerin hareketleri mi?” diye tekrarladım alaycı bir şekilde.


Delia ses tonuma hiç aldırmadan başını salladı. Koltuğunda doğrulup sarı kıvırcık peruğunu çekip çıkartarak rüzgârın düz siyah saçlarını savurmasına izin verdi. Şafak sökerken yarı karanlık gökyüzünde dış hatları ancak belli olan solumuzdaki dağları işaret ederek, “Bunlar Bacatete dağları,” dedi.


“Oraya mı gidiyoruz?” diye sordum.


Tekrar kendini koltuğa bırakarak, “Bu sefer değil,” dedi. Hafifçe bana doğru döndü, dudaklarının çevresinde esrarlı bir gülümseme dolandı. Düşünceli bir şekilde, “Belki bir gün bu dağları ziyaret etmek fırsatını bulursun,” dedi gözlerini kapatarak. “Bacatete dağlarını başka bir zamanın, başka bir dünyanın yaratıkları mesken tutuyor.”


“Başka bir zamanın, başka bir dünyanın yaratıkları mı?” diye tekrarladım yapmacık bir ciddiyetle. “Nedir ya da kimdir bu yaratıklar?”


“Yaratıklar,” dedi belli belirsiz bir şekilde. “Bizim zamanımıza, bizim dünyamıza ait olmayan yaratıklar.”


“Hadi, Delia. Beni korkutmaya mı çalışıyorsun?” Ona bir göz atmak için döndüm ve elimde olmadan güldüm. Yüzü karanlıkta bile parlıyordu. Olağanüstü genç görünüyordu. Yanaklarının, çenesinin ve burnunun üzerinde kavislenen teninde hiç kırışık yoktu.


Bir tutam saçı kulağının arkasına iterek, gayet tabii bir şekilde, “Hayır. Seni korkutmaya çalışmıyorum,” dedi. “Sadece sana bu çevrede herkesçe bilinen bir şeyi anlatıyorum.”


“İlginç. Ne tür yaratıklar bunlar?” diye sordum, gülmemi tutmak için dudağımı ısırarak. “Sen gördün mü onları?”


“Elbette gördüm,” dedi hoşgörüyle. “Eğer görmemiş olsaydım onlardan bahsetmezdim.” En ufak gücenme belirtisi göstermeden tatlı tatlı gülümsedi. “Onlar başka bir zamanda yeryüzünde ikamet eden, şimdi de ücra noktalara çekilen varlıklardır.”


İlkin saflığı karşısında elimde olmadan yüksek sesle güldüm. Ama sonra onun bu yaratıkların var olduğuna nasıl inandığını ve bu konuda ne denli ciddi olduğunu görerek, onunla alay etmektense bu safdilliğini kabul etmem gerektiğine karar verdim. Ne de olsa beni bir şifacıya götürüyordu, ve onu ussal irdelemelerle aleyhime çevirmek istemiyordum.


“Bu yaratıklar, çarpışmalarda hayatlarını kaybeden Yaqui savaşçılarının hayaletleri mi?” diye sordum.


Başını iki yana salladı, sonra sanki birisinin duymasından korkuyormuş gibi bana doğru eğilerek kulağıma fısıldadı, “Bu dağları büyülü yaratıkların mesken tuttuğu iyi bilinen bir olgudur: konuşan kuşlar, şarkı söyleyen çalılar, dans eden taşlar. İstedikleri zaman herhangi bir şekle girebilen yaratıklar.”


Arkasına yaslanıp bana bakarak bekledi. “Yaquiler bu yaratıklara surem derler. Suremlerin eski zamanlarda Kızılderilileri Hıristiyanlaştırmak için gelen ilk cizvitler tarafından vaftiz edilmeyi reddeden Yaquiler olduğuna inanıyor onlar.” Şefkatle koluma vurdu. “Dikkatli ol, suremlerin sarışın kadınlardan hoşladıklarını söylüyorlar.” Keyifle kıs kıs güldü. “Belki de senin kâbusun buydu. Seni kaçırmaya çalışan bir surem.”


Kızgınlığımı kontrol edemeyerek alayla, “Bu söylediklerine gerçekten inanmıyorsun, değil mi?” diye sordum.


“Hayır. Suremlerin sarışınlardan hoşlandığını şimdi uydurdum,” dedi yatıştırıcı bir şekilde. “Sarışınlardan hiç hoşlanmazlar.”


Dönüp ona bakmamama rağmen, gözlerinde mizahi bir parıltıyla gülümsediğini hissedebiliyordum. Bu beni çok utandırdı. Onun ya çok içten, ya çok cilveli ya da, daha da kötüsü, çok çılgın olduğunu düşündüm.


Aksilenerek, “Gerçekten başka bir dünyadan gelen yaratıkların var olduğuna inanmıyorsun, değil mi?” dedim sertçe. Sonra onu gücendirmiş olmaktan korkarak kaçamak bir bakış attım ona, kafamda biraz kaygıyla bir özür bile hazırlamıştım. Ama daha ben bir şey söyleyemeden benim kullanmış olduğum aynı ters ve yüksek ses tonuyla cevap verdi.


“Var olduklarına elbette inanıyorum. Neden var olmasınlar ki?"


“Sadece öyle şeyler var olmazlar işte!” dedim sert ve otoriter bir şekilde, sonra hemen özür diledim. Ona pragmatik yetiştiriliş tarzımı ve babamın beni çocukken rüyalarımda gördüğüm canavarların ve—tabii benden başka kimseye görünmeyen— oyun arkadaşlarımın fazla çalışan hayal gücümün bir ürününden başka bir şey olmadığını anlamaya nasıl yönlendirdiğini anlattım.


“Küçük yaşımdan beri objektif olacak ve her şeyi vasıflandıracak şekilde yetiştirildim,” diye vurguladım. “Benim dünyamda, yalnızca olgular vardır.”


“İnsanların problemi de bu,” dedi Delia. “O kadar makuller ki sadece bunu duymak bile beni mecalsiz bırakıyor.”


“Benim dünyamda,” diye onun bu yorumunu duymamazlıktan gelerek devam ettim, “sadece kurgulamalar, hüsnükuruntular ve dengesiz zihinlerin ürettiği fantazilere yer yoktur,” dedim üstüne basarak, “başka bir dünyadan gelen yaratıklar hakkında hiçbir kanıt yok.”


Sanki bu açıklamam bütün beklentilerinin ötesindeymiş gibi gülmekten katılarak, keyifli bir şekilde, “Bu kadar kalın kafalı olamazsın!” diye bağırdı.


Ona meydan okuyarak, “Bu yaratıkların var olduğu kanıtlanabilir mi?” dedim.


“Sence bunun kanıtı nasıl bir şey olabilir peki?” diye sordu, besbelli yapmacık bir çekingenlik havasıyla.


“Eğer başka biri de onları görebilirse bu bir kanıt olur,” dedim.


Başını bana doğru uzatarak, “Yani mesela sen onları görebilirsen, bu onların var olduğunun kanıtı mı olacak?” diye sordu.


“Bu bir başlangıç olabilir pekâlâ.”


Delia içini çekip başını koltuğun arkalığına yaslayarak gözlerini kapattı. O kadar uzun bir zaman suskun kaldı ki uykuya daldığını sanmıştım, o nedenle, birden yerinde dikleşip ısrarla arabayı yolun kenarına çekmemi isteyince irkildim. Tuvaletini yapması gerektiğini söyledi.


Durmamızdan istifade ederek ben de çalılara gittim. Tam kot pantalonumu çekmek üzereyken, bir erkeğin yüksek sesle, “Ne kadar nefis!” dediğini ve hemen arkamda içini çektiğini duydum. Daha kot pantalonumun fermuarını çekmeden fırladığım gibi Delia'nın yanına gittim. “Hemen buradan gitsek iyi olur!” diye bağırdım. “Çalılıklarda saklanan bir adam var.”


Delia sözlerimi ciddiye almayarak, “Saçma,” dedi. “Çalılıkların arkasında bir eşek var sadece.”


“Eşekler şehvetli erkekler gibi iç çekmezler,” diyerek adamın söylediklerini tekrarladım.


Delia gülmekten kırılıyordu, sonra benim ne kadar endişelenmiş olduğumu görerek eliyle yatıştırıcı bir hareket yaptı ve, “Adamı gerçekten gördün mü?” diye sordu.


“Görmeme gerek yoktu,” dedim sertçe. “Onu işitmek yeterliydi.”


Delia biraz daha oyalandıktan sonra arabaya doğru yürüdü. Tam şarampole tırmanmadan önce birden durdu ve bana doğru dönerek, “Çok esrarengiz bir şey oldu—senin bunun farkında olmanı sağlamalıyım,” diye fısıldadı. Elimden tutarak beni gerisingeriye, tuvaletimi yapmak için çömeldiğim yere götürdü. Tam orada çalıların arkasında bir eşek gördüm.


“Bu eşek daha önce burada değildi,” dedim ısrarla.


Delia bariz bir memnuniyetle bana baktı, sonra omuzlarını silkerek hayvana döndü. “Eşekçik,” dedi bir bebek sesiyle, “sen onun poposuna baktın mı?”


Delia'nın bir vantrilok olduğunu düşündüm. Hayvanı konuşturacaktı. Ne var ki eşeğin bütün yaptığı yüksek sesle ve tekrar tekrar anırmak oldu.


Delia'nın kolunu çekiştirerek, “Hadi gidelim buradan,” diye yalvardım. “Çalılıklarda gizlenen bunun sahibi olmalı.” Delia aynı aptalca bebek sesiyle, “Ama bu sevgili hayvancığın sahibi yok ki," diyerek hayvanın uzun, yuvarlak kulaklarını kaşıdı.


“Kesinlikle bir sahibi var,” dedim sertçe. “Ne kadar iyi beslendiğini ve tımar edildiğini görmüyor musun?” Sabırsızlık ve asabiyetten gittikçe boğuklaşan bir sesle, tek başına iki kadının Sonora’da ıssız bir yolda durmasının ne kadar tehlikeli olduğunu üstüne basa basa söyledim.


Delia sessizce bana baktı, kafası bir şeyle meşgul gibi görünüyordu. Sonra sanki benimle aynı fikirdeymiş gibi başını salladı ve eliyle onu takip etmemi işaret etti. Eşek durmadan burnuyla kalçamı dürterek arkamdan yürüyordu. Lanet okuyarak arkama döndüm, ama eşek gitmişti.


“Delia!” diye bağırdım, birden korkarak. “Eşeğe ne oldu?”


Bağırmamdan ürken bir grup kuş gürültüyle havalandı. Kuşlar etrafımızda bir daire çizdiler, sonra da doğuya doğru, gökyüzünde günün başlangıcını ve gecenin sonunu gösteren o ince yarığa doğru uçtular.


“Eşek nerede?” diye sordum tekrar, güç işitilen bir fısıltıyla.


“Burada, tam önünde,” dedi Delia usulca, yarım yumru, yapraksız bir ağacı göstererek.


“Ben göremiyorum.”

“Gözlüğe ihtiyacın var.”

“Benim gözlerimde hiçbir sorun yok,” dedim terslenerek.


“Ağaçtaki o güzel çiçekleri bile görebiliyorum.” Işıl ışıl parlayan, kar beyazı, sabah halesi şeklindeki çiçeklerin güzelliğine hayret ederek ağaca biraz daha yaklaştım. “Ne tür bir ağaç bu?” diye sordum.


“Palo Santo.”


Saten gibi parlak, gümüş grisi ağacın gövdesinin ardından çıkan eşeğin konuştuğunu sanarak, bir an sersemledim. Dönüp Delia'ya baktım.


Gülerek, “Palo Santo!” dedi.


O sırada Delia'nın bana bir şaka yapıyor olabileceği geçti aklımdan. Hiç şüphesiz o yakınlarda yaşayan şifacının eşeğiydi bu büyük olasılıkla.


Delia yüzümdeki o her şeyi bilen sırıtışı yakalayarak, “O kadar komik olan ne?” diye sordu.


“Karnım çok ağrıyor,” diye yalan söyledim. Ellerimle karnımı tutarak yere çömeldim. “Lütfen beni arabada bekle.” Delia arabaya gitmek için döndüğü anda eşarbımı çıkartıp eşeğin boynuna bağladım. Şifacının evine vardığımızda, Delia'nın onun şakasını baştan beri bildiğimi anlayınca nasıl şaşıracağını tahmin ederek keyiflendim. Ne var ki eşeği ya da eşarbımı bir daha görme umudum az sonra söndü. Şifacının evine varmamız neredeyse iki saat daha sürdü.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön