Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

2 3


ŞİFACININ, CIUDAD OBREGÓN'UN bir kenar mahallesindeki evine vardığımızda saat yaklaşık sabahın sekiziydi. Duvarları badanalı, kiremit damlı ve zamanla grileşmiş kocaman, eski bir evdi bu. Dövme demirden pencereleri ve kemerli bir girişi vardı.

Sokağa bakan ağır kapı ardına kadar açıktı. Delia Flores, çevresini tanıyan birinin güveniyle, beni karanlık bir holden ve uzun bir koridordan geçirerek dar bir yatak, bir masa ve bir iki sandalyeden ibaret birkaç mobilyalı bir arka odaya soktu. Odanın olağandışı tek yanı, dört duvarın her birinde birer kapı olmasıydı; kapıların hepsi de kapalıydı.

Delia, çenesiyle yatağı göstererek, “Burada bekle,” dedi. Kapıyı arkasından kaparken, “Ben şifacıyı getirene dek birazcık kestir. Bu biraz zaman alabilir,” diye ekledi.

Delia'nın koridordaki ayak sesleri duyulmayana dek bekledim, sonra o zamana kadar görmüş olduğum şifacı odalarına hiç benzemeyen bu odayı incelemeye koyuldum. Badanalı duvarlar çıplaktı; yerdeki açık kahverengi çiniler ayna gibi parlıyordu. Şifacı odalarında âdet olduğunu sandığım herhangi bir mihrap, Meryem Ana, İsa ya da aziz heykelciği ya da tasviri yoktu bu odada. Odadaki kapıları teker teker açıp içeriye başımı uzattım. İki tanesi karanlık koridorlara açılıyordu; diğer ikisi ise yüksek bir çitle çevrelenmiş bir avluya çıkıyordu.

Tam parmaklarımın ucuna basa basa bu karanlık koridorlardan birini geçerek başka bir odaya doğru gidiyordum ki arkamda tehditkâr, hafif bir hırıltı duydum. Yavaşça arkama döndüm. Olsa olsa yarım metre ötemde siyah renkli, vahşi bakışlı, devasa bir köpek duruyordu. Bana saldırmadı, olduğu yerde durdu ve sivri, uzun dişlerini göstererek hırladı. Dosdoğru hayvanın gözlerinin içine bakmamaya çalışarak, ama onu görüş alanımdan da çıkartmayarak gerisingeriye şifacının odasına döndüm.

Köpek kapıya kadar beni takip etti. Kapıyı canavarın burnunun tam üstüne yavaşça kapattım ve kalp atışlarım normale dönünceye kadar duvara yaslanıp kaldım. Sonra yatağa uzandım ve birkaç dakika sonra—hiç niyetim olmadığı halde— derin bir uykuya daldım.

Birinin omzuma hafifçe dokunduğunu hissederek uyandım. Gözlerimi açınca yaşlı bir kadının kırışık, pembe yüzüyle karşılaştım. “Rüya görüyorsun,” dedi kadın. “Ve ben de senin rüyanın bir parçasıyım.”

Düşünmeden, bunu kabul etmişçesine başımı salladım. Ne var ki rüya gördüğüme ikna olmamıştım. Kadın, olağanüstü ufak tefekti. Cüce ya da bücür değildi; sıska kolları ve narin omuzlarıyla bir çocuğu andırıyordu.

“Şifacı sen misin?” diye sordum.

“Ben Esperanza'yım,” dedi. “Rüyaları getirenim ben.” Sesi pürüzsüz ve alışılmadık ölçüde pesti. Sanki İspanyolca—ki bu dili çok akıcı konuşuyordu—üst dudak kaslarının alışık olmadığı bir dilmiş gibi sesinde garip, egzotik bir nitelik vardı. Sesinin tınısı giderek yükseldi, ta ki odayı dolduran, sesinden bağımsız bir kuvvet haline gelinceye kadar. Bu tını bana bir mağaranın derinliklerinde akan suyu çağrıştırdı.

“Bu bir kadın değil,” diye mırıldandım kendi kendime. “Karanlığın sesi o.”

Parmakları boynuma doğru yavaşça uzandı ve sonra otoriter bir bakışla gözlerini üzerime dikerek, “Şimdi senin kâbuslarına neden olan şeyleri ortadan kaldıracağım,” dedi. “Dışarı çıkartacağım onları, teker teker,” diye söz verdi. Ellerini göğsümün üzerinde yumuşak bir dalga gibi dolaştırdı. Zafer kazanmış bir edayla gülümsedi, sonra açık avuçlarını incelememi işaret etti. “Gördün mü? Kolayca çıktılar,” dedi.

Üzerime diktiği bakışlarında öylesine bir başarı ve hayret ifadesi vardı ki, ellerinde hiçbir şey görmediğimi itiraf edemedim bir türlü.

Şifa töreninin bittiğine kanaat getirerek ona teşekkür ettim ve yerimden doğruldum. Başını sitem ediyormuş gibi sallayarak yavaşça beni yatağa geri itti. “Sen uyuyorsun,” dedi. “Ben rüyaları getirenim, hatırlıyor musun?”

Tamamen uyanık olduğumu söylemek istedim, ama tüm yapabildiğim uyku beni rahatlatıcı bir uyuşukluğa doğru iterken aptal aptal sırıtmak oldu.

Çevremi gölgeler benzeri fısıltılar ve gülüşmeler doldurdu. Uyanmak için mücadele ettim. Büyük bir çabayla gözlerimi açtım, kalkıp oturdum ve masanın çevresinde toplanan insanlara baktım. Odadaki tuhaf loşluk, onları net bir şekilde görmemi zorlaştırıyordu. Delia da aralarındaydı. Tam onun adını söylemek üzereydim ki arkamdan gelen ısrarlı bir çatırtı sesi ile arkama döndüm.

Yüksek bir taburenin üstünde tehlikeli bir pozisyonda çömelmiş olan bir adam, gürültüyle yerfıstığı soyuyordu. İlk bakışta genç bir adam gibi görünüyordu, ama bir şekilde onun yaşlı olduğunu anlamıştım. Bedeni ince, yüzü bıyıksız ve pürüzsüzdü. Kurnazlık ve masumiyet karışımı bir gülümsemesi vardı.

“Biraz ister misin?” diye sordu.

Ben daha başımı bile sallayamadan ağzım bir karış açılıverdi. Adam ağırlığını bir elinin üstüne vererek, hiç çaba göstermeden ufak tefek, sırım gibi bedenini kaldırıp tek eli üstünde dururken, bütün yapabildiğim ona bakakalmak oldu. O pozisyonda dururken bana bir yerfıstığı attı; fıstık doğruca hayretten açılmış ağzımdan içeriye girdi.

Tıkanıp kaldım. Kürek kemiklerimin arasına indirilen sertçe bir darbe solumamı anında düzeltti. Bütün bunlar olurken, yanıma gelen o insanların arasından hangisinin bu kadar süratle tepki gösterdiğini merak ederek minnetle arkama döndüm.

“Ben Mariano Aureliano'yum,” dedi sırtıma vurmuş olan adam. Elimi sıktı. Kibar ses tonu ve tavırlarındaki cezbedici resmiyet, gözlerindeki vahşi ifadeyi ve kartalı andıran yüz hatlarındaki sertliği yumuşatıyordu. Yukarı doğru kavisli kara kaşları onu yırtıcı bir kuşa benzetiyordu. Beyaz saçları ve yıpranmış, bakır renkli yüzü yaşını gösteriyordu, ama adaleli bedeninden gençliğin o canlılığı fışkırıyordu.

Bu grup içinde, Delia dahil olmak üzere, altı kadın vardı. Hepsi de aynı resmiyetle elimi sıktılar. Adlarını söylemediler; sadece benimle tanıştıklarına memnun olduklarını söylediler. Bedensel olarak birbirlerine benzemiyorlardı. Yine de göze çarpan bir benzerlik vardı aralarında. Gençliğin ve yaşlılığın çelişkili bir karışımı, bir kuvvet ve incelik karışımı vardı hepsinde; erkek-merkezli, erkek hâkimiyetindeki Alman ailemin dobralığına ve kabalığına alışmış olan benim için en şaşırtıcı olan da buydu.

Tıpkı Mariano Aureliano ve taburenin üstündeki akrobat gibi, kadınların yaşlarını söylemek de mümkün değildi. Kırklarında olabilecekleri gibi altmışlarında da olabilirlerdi.

Kadınlar gözlerini dikmiş bana bakarken içimde gelip geçiveren bir endişe hissettim. İçimi görebiliyorlar ve gördükleri üzerinde düşünüyorlar gibi açık bir izlenim edinmiştim. Yüzlerindeki keyifli, dalgın gülümsemeler pek güven vermiyordu bana. Bu rahatsız edici sessizliği mümkün olan herhangi bir şekilde bozma isteğiyle başımı onlardan çevirip taburenin üstündeki adama döndüm. Ona bir akrobat olup olmadığını sordum.

“Ben Bay Flores'im,” dedi. Tabureden geriye doğru bir takla attı ve bağdaş kuran bir pozisyonda yere indi. “Akrobat değilim,” dedi. “Bir büyücüyüm ben.” Elini cebine daldırıp, eşeğin boynuna bağlamış olduğum ipek eşarbımı çıkartırken bariz bir keyifle gülümsüyordu.

“Senin kim olduğunu biliyorum. Onun kocasısın sen!” diye bağırdım, suçlayıcı bir şekilde parmağımı Delia'ya doğru uzatarak. “Siz ikiniz şüphesiz zekice bir oyun oynadınız bana.”

Bay Flores tek kelime söylemedi. Sadece nazikâne bir sessizlik içinde gözlerini bana dikti. Nihayet, “Ben kimsenin kocası değilim,” dedi, sonra da elleri üzerinde havada yanlamasına taklalar atarak avluya açılan kapıların birinden çıktı gitti.

İçimden gelen bir dürtüyle, yataktan fırlayıp peşinden gittim. Dışarıdaki parlaklık karşısında bir an gözlerim karardı, ışıktan gözlerim kamaşarak birkaç saniye durdum, sonra avluyu geçtim ve toprak bir yolun kenarından koşarak, uzun okaliptüs ağaçlarıyla bölünmüş ve yeni saban sürülmüş bir tarlaya girdim. Hava sıcaktı. Güneş alev gibi yere iniyordu. Sıcakta saban izleri, coşkulu devasa yılanlar gibi titrek titrek parıldıyordu.

“Bay Flores,” diye bağırdım. Cevap gelmedi. Bir ağacın arkasına saklandığından emin olarak bir koşuda tarlayı geçtim.

Yukarıdan gelen bir ses, “Çıplak ayaklarına dikkat et!” diye uyardı beni.

Ürkerek yukarıya, dosdoğru Bay Flores'in tepetaklak dönmüş yüzüne baktım. Bacaklarından asılmış, bir daldan sarkıyordu.

“Ayakkabısız koşmak son kerte aptalca ve tehlikelidir,” diye ihtar etti sertçe, bir trapezci gibi öne arkaya sallanarak. “Aşağısı çıngıraklı yılanlarla dolu. Yukarı çıkıp bana katılsan iyi olur. Burası serin ve güvenli.”

Dalların ulaşamayacağım kadar yüksek olduğunu bilmeme rağmen çocuksu bir güvenle kollarımı kaldırdım. Daha ben onun ne yapmaya niyetlendiğini anlayamadan Bay Flores bileklerimden tuttuğu gibi beni ağacın üstüne fırlattı, eğer bir bez bebek olsaydım bundan daha fazla çaba sarfetmezdi. Gözlerim kamaşmış bir halde yanına oturdum ve bakışlarımı hışırdayan yapraklara diktim; yapraklar güneşte altın parçaları gibi parlıyordu.

Uzun bir sessizlikten sonra Bay Flores, “Rüzgârın sana ne söylediğini duyuyor musun?” diye sordu. Kulaklarını nasıl şaşırtıcı bir şekilde oynattığını görmem için başını sağa sola çevirdi.

Anılar zihnime akarken, bir fısıltı halinde, “Zamurito!” diye bağırdım. Zamurito, küçük şahin, Venezuella'lı çocukluk arkadaşımın takma adıydı. Bay Flores'in de tıpkı onun gibi narin, kuşu andıran bir yüzü, simsiyah saçları ve hardal rengi gözleri vardı. Ve en hayret verici olanı da, onun da Zamurito gibi kulaklarını teker teker ya da ikisini birden oynatabilmesiydi.

Bay Flores'e anaokulundan beri tanıdığım bu arkadaşımı anlattım. İkinci sınıfta aynı sırayı paylaşmıştık. Uzun öğle tatillerinde yemeğimizi okul bahçesinde yemek yerine, gizlice dışarı sıvışıp, dünyadaki en büyük mango ağacı olduğuna inandığımız ağacın gölgesinde yemek için yakınlardaki bir tepenin üstüne tırmanırdık. Ağacın en aşağıdaki dalları yere değerdi; tepedeki dalları ise bulutları süpürürdü. Meyve mevsiminde, çatlayana dek tıka basa mango yerdik.

Bu bizim en gözde yerimizdi, ta ki okul hademesinin gövdesini yüksek bir dalda asılı buluncaya kadar. Hareket etmeye ya da bağırmaya cesaret edemedik; her ikimiz de diğerinin önünde itibarımızı kaybetmek istemiyorduk. O gün ağacın dallarına tırmanmadık, ama önce hangimizin teslim olacağını merak ederek ölü adamın altında, yerde yemeğe çalıştık yemeğimizi. İlk teslim olan bendim.

“Ölümü düşündün mü hiç?” diye sormuştu Zamurito fısıldayarak.

Başımı kaldırıp ağaçta asılı duran adama bakmıştım. 'Tam o anda rüzgâr alışılmadık bir ısrarla dallarını hışırdatmıştı. Bu hışırtı içinde ölü adamın bana ölümün yatıştırıcı olduğunu fısıldadığını açıkça işitmiştim. Bu öyle garipti ki Zamurito'nun hakkımda ne düşüneceğine aldırmadan ayağa fırlayıp çığlık atarak kaçmıştım.

Hikâyemi anlatmayı bitirdiğimde Bay Flores, “Rüzgâr, o dalların ve yaprakların seninle konuşmasını sağladı,” dedi. Sesi yumuşak ve boğuktu. Ölüm anında, yaşlı hademenin anılarının, duygularının ve hislerinin şimşek gibi bir anda salıverildiğini ve mango ağacı tarafından emildiğini açıklarken altın renkli gözlerinde ateşli bir ışık parlıyordu.

“Rüzgâr, o dalların ve yaprakların seninle konuşmasını sağladı,” diye tekrarladı Bay Flores. “Çünkü rüzgâr senin doğandadır.” Dalgın bir şekilde, bakışları güneşin altında uzanan tarlanın ötelerini araştırarak yaprakların arasından bir göz attı. “Kadın olman senin rüzgâra hâkim olmanı olası kılıyor,” diye devam etti. “Kadınlar bunu bilmiyorlar, ama her zaman rüzgârla konuşabilirler.”

Söylediklerini anlayamayarak başımı salladım. “Neden bahsettiğini gerçekten bilmiyorum,” dedim, ses tonum gittikçe huzursuzlandığımı açığa vuruyordu. “Bu bir rüya gibi. Eğer hiç durmadan devam etmeseydi, bunun kâbuslarımdan biri olduğuna yemin edebilirdim.”

Uzun süren suskunluğu beni kızdırdı. Yüzümün sinirden kızardığını hissedebiliyordum. Çılgın bir yaşlı adamla bir ağaçta oturmuş ne yapıyorum burada, diye düşünmeye başladım. Aynı anda onu gücendirmiş olabileceğimden de endişelendim. Pervasızlığımdan dolayı özür dilemeye karar verdim.

“Benim sözlerimin senin için fazla bir anlam ifade etmediğini anlıyorum,” dedi. “Çünkü senin üzerinde çok fazla kabuk var. Bu da senin rüzgârın söylediklerini duymanı engelliyor.”

“Çok fazla kabuk mu var?” diye sordum kuşkuyla, kafam karışmıştı. “Benim pis olduğumu mu söylemeye çalışıyorsun?”

“Öyle de denebilir,” deyince yüzüm kızardı. Bay Flores gülümsedi ve benim çok kalın bir kabukla sarılmış olduğumu ve bu kabuğun, ne kadar banyo yaparsam yapayım suyla sabunla temizlenemeyeceğini söyledi. “Yargılarla dolusun,” diye açıkladı. “Bu yargılar benim sana söylediklerimi ve rüzgârın senin hâkimiyetinde olduğunu anlamanı engelliyor.”

Gözlerini kısarak eleştirircesine bana baktı. “Ee?” diye sordu sabırsızlanarak. Daha ben ne olduğunu anlayamadan, ellerimden tuttuğu gibi beni hızlı, akıcı bir hareketle savurup yavaşça yere bıraktı. Sanki kolları ve bacakları lastik bantlar gibi uzamıştı. Çabucak gelip geçiveren bir görüntüydü bu, hemen sıcağın neden olduğu algısal bir çarpıklık olarak açıkladım bunu kendi kendime. Bu olayın üstünde durmadım, çünkü tam o anda Delia Flores ile arkadaşlarının yanımızdaki ağacın altına büyük bir çadır bezi yaydıklarını görünce dikkatim dağılmıştı.

Onların yaklaştığını ne duymuş ne de görmüştüm, şaşırarak, “Siz ne zaman geldiniz buraya?” diye sordum Delia'ya.

“Senin onuruna piknik yapacağız,” dedi.

“Çünkü bugün sen bize katıldın,” diye ekledi kadınlardan biri.

“Nasıl yani?” diye sordum huzursuzlanarak. Kimin konuştuğunu görememiştim. Gözlerimi bir ona bir öbürüne çevirerek birinin bu sözleri açıklamasını bekledim.

Kadınlar benim gitgide huzursuzlanmama kayıtsız kalarak çadır beziyle uğraşıp, onu düzgün bir şekilde yaymaya çalışıyorlardı. Onları seyrettikçe daha da endişelenmeye başladım. Bütün bunlar benim için o kadar tuhaftı ki. Delia'nın bir şifacıya görünmem için yaptığı teklifi neden kabul ettiğimi kendime kolayca açıklayabiliyordum, fakat bundan sonra yaptıklarımı hiç anlayamıyordum. Sanki birisi ussal yetilerimi eline almış da beni orada tutuyor, istemediğim şeyleri söyletiyor ve istemediğim şekilde tepki verdirtiyor gibiydi. Ve şimdi de benim onuruma bir kutlama yapacaklardı. Bu durum, en hafif tabirle, sinir bozucuydu. Ne kadar düşünürsem düşüneyim, orada ne işim olduğunu anlayamıyordum.

“Ben kesinlikle bunların hiçbirini hak etmedim,” diye mırıldandım, Alman yetiştirilme tarzım baskın gelmişti. “İnsanlar sırf zevk olsun diye başkaları için bir şeyler yapmazlar.” Ancak Mariano Aureliano'nun coşkun kahkahalarını duyunca hepsinin gözlerini dikmiş bana baktıklarını fark ettim. Mariano Aureliano omzuma vurarak, “Bugün başına gelenleri bu kadar derin düşünmen için hiçbir neden yok,” dedi. “Bir piknik yapıyoruz, çünkü önceden hazırlık yapmadan anında bir şeyler yapmaktan hoşlanırız. Ve bugün Esperanza seni iyileştirdiği için arkadaşlarım pikniğin senin onuruna yapıldığını söylemek istediler.” Sanki önemsiz bir meseleden bahsediyormuş gibi, neredeyse kayıtsız bir şekilde, öylesine konuşuyordu. Ama gözleri başka bir şey söylüyordu; bakışları sert ve ciddiydi, sanki onu dikkatle dinlemem hayati bir meseleydi.

“Pikniğin senin onuruna yapıldığını söylemek arkadaşlarıma zevk veriyor,” diye sürdürdü konuşmasını. “Hiç kafanı yormadan, tıpkı söyledikleri gibi, basit bir şekilde kabul et bunu.” Gözlerini kadınlara çevirdi, bakışları yumuşadı. Sonra bana dönerek ekledi, “Bu piknik hiç de senin onuruna değil, seni temin ederim. Ama yine de,” dedi düşüncelere dalarak, “senin onuruna bu piknik. Bu çelişkiyi anlaman epey zaman alacak.”

“Ben kimseden benim için bir şey yapmasını istemedim,” dedim somurtarak. Tehdit edildiğimde hep yaptığım gibi aşırı ölçüde can sıkıcı olmuştum. “Buraya beni Delia getirdi ve bunun için minnettarım,” dedim. Sonra da, “Bana verilen hizmetlerin karşılığını ödemek isterim,” diye eklemek zorunda hissettim kendimi.

Onları gücendirdiğimden emindim; şimdi her an gitmemi isteyeceklerini biliyorum. Egomu incitmek dışında fazla üzmezdi bu beni. Korkmuştum ve artık bu insanlardan gına gelmişti.

Beni ciddiye almadılar, hem şaşırmış hem de kızmıştım. Bana gülüyorlardı. Ben ne kadar kızarsam, onlar o kadar neşeleniyordu. Işıl ışıl gülen gözlerini sanki bilinmeyen bir organizmaymışım gibi üzerime dikmişlerdi.

Duyduğum öfke korkumu unutturdu. Sertçe çıkışarak, beni aptal yerine koymakla suçladım onları. Delia'yı ve kocasını—onları bir çift olarak görmekte neden ısrar ettiğimi bilmiyordum—bana iğrenç bir oyun oynamakla itham ettim.

“Beni buraya sen getirdin,” dedim Delia'ya dönerek, “böylece sen ve arkadaşların beni soytarınız gibi kullanabiliyorsunuz tabii.”

Ben ne kadar atıp tutarsam, onlar da o kadar gülüyorlardı. Kendime karşı duyduğum acımadan, kızgınlıktan ve hüsrandan ağlamak üzereydim ki Mariano Aureliano yanıma geldi. Benimle sanki bir çocukmuşum gibi konuşmaya başladı. Ona kendi başımın çaresine bakabileceğimi , onun ilgisine ihtiyacım olmadığını ve evime gideceğimi söylemek istedim, ama ses tonundaki, gözlerindeki bir şey öylesine teskin etti ki beni, onun tarafından ipnotize edildiğim kesindi. Ne var ki, beni ipnotize etmediğini de biliyordum.

Geçirdiğim bu değişimin böylesine bütünsel ve ani olması, çok tedirgin edici ve yabancısı olduğum bir şeydi. Çoğunlukla günler sürebilecek böyle bir değişim bir anda olmuştu. Bütün hayatım boyunca kendimi kaptırıp, maruz kaldığım— gerçek ya da hayali—her saygısızlığı ya da hakareti derin derin düşünmüştüm. Sistematik bir titizlikle bunları düşünüp taşınırdım, ta ki her bir ayrıntı tatmin olacağım şekilde açıklanana dek.



Mariano Aureliano'ya bakınca, biraz önce öyle feveran edişime gülmek geldi içimden. Beni ağlayacak noktaya getirecek kerte neyin çıldırtmış olduğunu neredeyse hiç anımsamıyordum.

Delia kolumdan çekerek, getirdikleri sepetlerden süslü gümüş sofra takımlarını, kristal kadehleri, porselen tabakları çıkartıp boşaltmalarına yardım etmemi rica etti. Kadınlar ne benimle ne de birbirieriyle konuşmuyorlardı. Yalnızca Mariano Aureliano servis tabaklarını açarken kadınların dudaklarından keyifli mırıltılar döküldü; tamaleler, enchiladalar, acılı domates soslu güveçler ve evde yapılmış tortillalar vardı. Tortillalar beyaz undan değil—ki bu Kuzey Meksika'da gelenekseldi ve ben pek sevmezdim—mısır unundan yapılmıştı. Delia bir tabağa her yemekten bir parça koyarak elime verdi. Öylesine oburca yedim ki herkesten önce ben bitirdim yemeğimi. Abartılı bir coşkuyla, “Şimdiye dek yediğim en lezzetli yiyecekler bunlar,” dedim, bir tabak daha vermelerini umarak. Ama kimse istifini bozmadı. Hayal kırıklığına uğradığımı saklamak için üstünde oturduğumuz çadır bezinin çevresindeki antik dantelin ne kadar güzel olduğundan bahsetmeye başladım.

Mariano Aureliano'nun solunda oturan kadın, “Bunu ben yaptım,” dedi. Kadın yaşlı görünüyordu, yüzünü örten darmadağınık saçları beyazlaşmıştı. Sıcağa rağmen uzun bir etek, bir bluz ve süveter giymişti.

“Hakiki Belçika danteli bu,” diye açıkladı yumuşak ve hülyalı bir sesle. Zarif, kıymetli taşlarla süslü yüzüklerle parlayan ince, uzun ellerini geniş dantel süsün üstünde sevgiyle yavaşça dolaştırdı. Süsün üstüne ne tür nakışlar işlediğini göstererek, yaptığı bu elişini ayrıntılı bir şekilde anlatmaya başladı. Bütün o saç yığını arasından arada sırada yüzü şöyle bir gözüme ilişiyordu, fakat bu kadının neye benzediğini anlayamamıştım.

“Hakiki Belçika dantelidir bu,” diye tekrarladı. “Çeyizimin bir parçası.” Kristal bir kadehi kaldırıp bir yudum su içerek ekledi, “Bunlar da çeyizimin bir parçası; Baccarat bunlar.”

Öyle olduğundan şüphem yoktu. Hepsi birbirinden değişik olan o güzel tabaklar en iyi porselendendi. Tabağımın altına şöyle gizliden bir göz atsam acaba fark ederler mi diye merak ediyordum ki Mariano Aureliano'nun sağında oturan kadın bakmam için beni cesaretlendirdi.

“Çekinme, bak altına,” diye ısrar etti. “Burada dostların arasındasın.” Sırıtarak kendi tabağını kaldırdı. “Limoges,” dedi.

Sonra çabucak benimkini kaldırıp bunun bir Rosenthal olduğunu söyledi.

Kadının yüz hatları çocuksu ve narindi. Ufak tefekti, kalın kirpikleri, yuvarlak, koyu renk gözleri vardı. Saçları siyahtı, sadece başının tepesi beyazlaşmıştı. Sıkı, küçük bir topuz halinde geriye doğru taramıştı saçlarını. Doğrudan doğruya kişisel sorular sorarak üstüme çullanırken halinde ürper­ tici bir kuvvet, bir üstünlük vardı.

Kadının sorgulayıcı ses tonuna hiç aldırış etmedim. Dışarıda bir randevuya gittiğim zaman ya da kendi başıma herhangi bir işe girişeceğim zaman babam ve erkek kardeşlerim tarafından soru yağmuruna tutulmaya alışmıştım. Buna içerliyordum, ama evdeki normal ilişkimiz böyleydi. Bu nedenle nasıl sohbet edileceğini hiç öğrenemedim. Sohbet etmek sözlü saldırıları bertaraf etmek ve ne olursa olsun kendimi savunmak demekti benim için.

Bu kadının beni zorlayıcı bir şekilde sorguya çekmesi karşısında kendimi savunmak istemememe şaşırmıştım.

“Evli misin?” diye sordu kadın.

“Hayır,” dedim usulca, ama kesin bir tarzda. Konuyu değiştirmesini istiyordum.

“Bir erkeğin var mı?” diye üsteledi.

“Hayır, yok,” dedim sertçe. O eski, kendini savunan özümün canlandığını hisetmeye başlamıştım.

“Hoşlandığın bir erkek tipi var mı?” diye konuşmaya devam etti. “Bir erkekte tercih ettiğin kişilik özellikleri nelerdir?”

Bir an benimle alay edip etmediğini merak ettim, fakat arkadaşları gibi o da gerçekten ilgili gibi görünüyordu. Yüzlerindeki merakla bekleyen ifade beni rahatlattı. Kavgacı tabiatımı ve bu kadınların benim büyükannem yaşında olabileceklerini unutarak, sanki onlar yaşıtım arkadaşlarımmış da erkekler hakkında tartışıyormuşuz gibi konuşmaya koyuldum.

“Uzun boylu ve yakışıklı olmalı,” diye başladım söze. “Mizah anlayışı olmalı. Duyarlı olmalı, ama yavan değil. Zeki olmalı, ama entelektüel değil.” Sesimi alçaltarak bir sır veriyormuş gibi ekledim, “Babam entelektüel adamların hepsinin özde zayıf ve vatan haini olduklarını söylerdi. Sanırım babamla aynı fikirdeyim ben de.”

“Bir erkekte istediklerinin hepsi bu mu?” diye sordu kadın.

“Hayır,” dedim aceleyle. “Hepsinden önce düşlerimin erkeği atletik olmalı.”

“Baban gibi,” diye araya girdi kadınlardan biri.

“Doğal olarak,” dedim kendimi savunarak. “Babam fevkalade bir sporcuydu. Müthiş bir kayakçı ve yüzücüydü.”

“Onunla iyi geçiniyor musun?” diye sordu kadın.

Şevke gelerek, “Mükemmel,” dedim. “Ona taparım. Sadece onu düşünmek bile gözlerimi yaşartıyor.”

“Neden onunla beraber değilsin?”

“Ona çok benziyorum,” diye açıkladım. “İçimde beni uzağa çeken, tam anlayamadığım ya da kontrol edemediğim bir şey var.”

“Ya annen?”

“Annem,” diye içimi çekerek, onu tanımlayacak en iyi kelimeleri bulmak için bir an durakladım. “Çok güçlüdür. Benim içimdeki o aklı başında yanımdır o. Sessiz olan, takviye edilmesi gerekmeyen taraftır.”

“Annenle babana çok mu yakınsın?”

“Ruhen evet,” dedim yavaşça. “Pratikte tek başıma olmayı seven biriyim. Çok fazla bağım yok.” O sırada sanki içimdeki bir şey iterek dışarıya çıkmaya çalışıyormuş gibiydi, en içime dönüp kendimi incelediğim zamanlarda bile kendime itiraf etmediğim kişiliğimdeki bir kusuru açığa vurdum. “İnsanları beslemek ya da bağrıma basmaktan çok onları kullanırım,” dedim ve hemen sözlerimi telafi etmeye çalıştım. “Ama pekâlâ sevgi hissedebiliyorum.”

Hem bir rahatlama hem de hayal kırıklığı hissederek gözlerimi birinden diğerine çevirip durdum. Hiçbiri bu itirafımı önemsemiş görünmüyordu. Kadınlar sorularına devam ederek, kendimi cesur mu yoksa korkak olarak mı tanımladığımı sordular.

“Müzmin bir korkağımdır ben,” dedim. “Ama maalesef korkaklığım bana hiç engel olmuyor.”

“Ne yapmana engel olmuyor?” diye sordu beni sorgulayan kadın. Siyah gözleri ciddiydi ve uzun kaşları bir kömür parçasıyla çizilmiş bir çizgi gibi çatılmıştı.

“Tehlikeli şeyler yapmama,” dedim. Sanki söylediğim her lafı yutuyorlardı, bu hoşuma gitti, onlara bir başka vahim kusurumun da başımı belaya sokmakta gösterdiğim büyük bir hüner olduğunu açıkladım.

“Başını nasıl bir belaya soktuğuna dair bize bir örnek verebilir misin?” diye sordu kadın. O zamana kadar hep ağır­ başlı olan yüzünü zekice, neredeyse hain bir gülümseme kapladı.

“Şimdi içine düştüğüm bu belaya ne dersiniz?” dedim şaka yollu, ne var ki söylediklerimi yanlış anlayabileceklerinden korkuyordum. Fakat, bir şey kendilerine cüretkâr ya da komik geldiği zaman köylülerin yaptığı gibi bağıra çağıra güldüler. Hem şaşırmış hem de rahatlamıştım.

Herkes sakinleşip durulduğu zaman kadın, “Nasıl oldu da Amerika'ya geldin?” diye sordu.

Ne söyleyeceğimi bilemeyerek omuzlarımı silktim. Nihayet, “Okula gitmek istiyordum,” diye mırıldandım. “Daha önce İngiltere’deydim, fakat iyi vakit geçirmek dışında pek bir şey yapmadım orada. Ne tahsili yapmak istediğimi gerçekten bilmiyorum. Ne olduğunu tam olarak bilmesem de sanırım bir şeyler arıyorum.”

“Yine ilk soruma geri döndük,” dedi kadın. İnce, arsız yüzü ve koyu renk gözleri canlanarak bir hayvanın gözleri gibi kısıldı. “Bir erkek mi arıyorsun?”

“Sanırım evet,” diye itiraf ettim, sonra da sabırsızlıkla ekledim, “Hangi kadın aramaz ki? Ve neden bu kadar ısrarla bana bunu soruyorsunuz? Kafanızda biri mi var? Bir tür test mi bu?”

“Evet, kafamızda biri var,” diye araya girdi Delia Flores. “Ama bir erkek değil o.” Hepsi beraber öylesine kendilerini vererek katıla katıla güldüler ki ben de elimde olmadan kıkır kıkır güldüm.

Herkes susar susmaz, “Kesinlikle bir test bu,” dedi beni sorgulayan kadın. Bir an sustu, bakışları ihtiyatlı ve düşünceliydi. “Bana söylediklerinden senin tam anlamıyla orta sınıf olduğun sonucuna vardım,” diye devam etti. Kollarını ne yapalım der gibi açtı. “Zaten Yeni Dünya'da doğmuş bir Alman kadını başka ne olabilirdi ki?” Yüzümdeki kızgınlığı görmüştü, dudaklarında güçlükle bastırabildiği bir sırıtışla, “Orta sınıf insanların orta sınıf düşleri vardır,” diye ekledi.

Mariano Aureliano patlamak üzere olduğumu görerek, sadece benim nasıl biri olduğumu merak ettikleri için bana bütün bu soruları sorduklarını açıkladı. Çok seyrek misafirleri geliyordu ve hemen hiç genç misafirleri olmuyordu.

“Bu benim aşağılanmam gerektiği anlamına gelmez,” diye şikâyet ettim.

Sanki ben hiçbir şey söylememişim gibi Mariano Aureliano kadınlar namına özür dilemeyi sürdürdü. Nazik ses tonu ve sırtıma güven verici bir şekilde vurması, tıpkı daha önce olduğu gibi, kızgınlığımı geçiriverdi. Gülümsemesi melekler gibi öyle dokunaklıydı ki beni övmeye başladığı zaman içtenliğinden bir an bile şüphelenmedim. Benim o zamana dek karşılaştıkları en müstesna, en olağanüstü insanlardan biri olduğumu söyledi. Bu bana öyle dokundu ki bana ilişkin bilmek istediği her şeyi sorması için teşvik ettim.

“Kendini önemli hissediyor musun?” diye sordu.

Olumlu anlamda başımı salladım. “Hepimiz kendimiz için önemliyizdir,” dedim. “Evet, sanırım önemliyim, genel anlamda değil de özel olarak, sadece kendim için.” Pozitif bir öz-imajından, öz-değerinden ve bedensel olarak sağlıklı bireyler olmamız için kendimize verdiğimiz önemi pekiştirmenin ne kadar yaşamsal olduğundan söz ettim uzun uzadıya.

“Ya kadınlar hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordu. “Sence onlar erkeklerden daha mı az yoksa daha mı çok önemliler?”

“Erkeklerin daha önemli olduğu çok aşikâr,” dedim. “Kadınların bir seçeneği yok. Tabir yerindeyse, aile yaşamının düzenli akışı için kadınların daha az önemli olmaları gerekiyor.”

“Fakat bu doğru mu?” diye üsteledi Mariano Aureliano.

“Elbette doğru,” dedim. “Erkekler doğaları icabı üstünler; dünyayı yönetmelerinin nedeni de bu. Beni erkek kardeşlerim kadar serbest yetiştirmiş olsa da, yine de bazı şeylerin bir kadın için o kadar önemli olmadığını söyleyen otoriter bir baba tarafından büyütüldüm. Okulda ne yaptığımı ve yaşamda ne istediğimi bilmememin nedeni bu.” Mariano Aureliano'ya baktım, sonra çaresiz, yenik bir ses tonuyla ekledim, “Sanırım ben babam kadar kendinden emin bir erkek arıyorum.”

“Salak bu!” diye araya girdi kadınlardan biri.

“Hayır, hayır, değil,” dedi Mariano Aureliano. “Sadece kafası karışık ve babası kadar da dik kafalı.”

Bay Flores, “Alman babası kadar,” diye düzeltti, Alman sözcüğünün üstüne basarak. Bir yaprak gibi usulca ve hiç ses çıkartmadan ağaçtan yere inmişti. Kendisine bir tabak alıp ağzına kadar yemek doldurdu.

Mariano Aureliano, “Ne kadar haklısın,” dedi ve sırıttı. “Alman babası kadar dik kafalı ve bütün hayatı boyunca dinlediklerini tekrarlayıp duruyor sadece.”

Esrarengiz bir ateş gibi yükselip alçalıveren kızgınlığım sadece benim hakkımda söylediklerinden değil, üstelik sanki ben orada değilmişim gibi konuşmalarından da kaynaklanıyordu.

“Islah olmaz bu,” dedi başka bir kadın.

Mariano Aureliano beni inançla savunarak, “Önümüzde­ ki amaç için uygun,” dedi.

Bay Flores Mariano Aureliano'ya arka çıktı; o ana değin hiç konuşmamış olan tek kadın boğuk, kısık bir sesle erkeklerle hemfikir olduğunu, önlerindeki amaçlar için uygun olduğumu söyledi.

Kadın uzun boylu ve inceydi. Örgülü beyaz saçlarının çevrelediği sert, soluk tenli ve çökük yanaklı yüzünde kocaman, ışıltılı gözleri dikkat çekiyordu. Eski püskü, zevksiz giysilerine rağmen, yaradılış itibariyle zarif bir şeyler vardı onda.

Kendime daha fazla hâkim olamayarak, “Siz bana ne yapıyorsunuz?” diye bağırdım. “Sanki ben burada yokmuşum gibi benim hakkımda konuşmanızın benim için ne kadar korkunç olduğunu anlamıyor musunuz?”

Mariano Aureliano vahşi gözlerini üstüme dikti. Bütün duygulardan yoksun bir ses tonuyla, “Sen burada değilsin,” dedi. “En azından şimdilik. Ve en önemlisi kale alınmıyorsun. Ne şimdi ne de herhangi bir zaman.”

Az kalsın öfkeden bayılacaktım. Kimse bu kadar kaba ve duygularıma bu denli kayıtsız bir şekilde konuşmamıştı benimle. “Hepinizin ağzına kusayım, hepinizin ağzına sıçayım, hepinizin ağzına işeyeyim, allahın belası osuruklar sizi!” diye haykırdım.

“Tanrım! Bi Alman köylüsü bu!” diye bağırdı Mariano Aureliano ve hepsi bir kahkaha patlattı.

Tam ayağa fırlayıp, sert adımlarla çekip gitmek üzereydim ki Mariano Aureliano üst üste sırtıma vurdu.

Sanki bir bebeğin gazını çıkartıyormuş gibi, “Hadi, hadi,” diye mırıldanıyordu.

Bana bir çocuk gibi davranılmasına gücenmek yerine, daha önce de olduğu gibi yine kızgınlığım geçiverdi. Kendimi hafif ve mutlu hissettim, hiçbir şey anlamıyormuşum gibi başımı salladım ve onlara bakarak kıkır kıkır güldüm. “İspanyolca konuşmayı Caracas sokaklarında öğrendim,” dedim, “ayaktakımıyla birlikte. İğrenç küfürler edebilirim.”

“Tatlı tamaleleri sevdin mi?” diye sordu Delia, gözlerini zevkle kapatarak.

Sorusu sanki bir parola gibiydi; sorgulama sona erdi.

“Elbette sevdi!” diye benim yerime cevap verdi Bay Flores. “Sadece kendisine daha fazla ikram edilmesini istiyor. Doymak bilmez bir iştahı var” Bana doğru gelerek yanıma oturdu. “Mariano Aureliano kendisini yendi ve bir nefaset pişirdi.”

“Yani yemekleri o mu yaptı?” diye sordum inanamayarak. “Bütün bu kadınları varken o mu yemek pişiriyor?” Sözlerimin nasıl yorumlanabileceğini düşününce dehşetli utanarak aceleyle özür diledim. Evde kadınlar varken Meksikalı bir erkeğin yemek pişirmesinin beni müthiş şaşırttığını açıkladım. Onların gülmeleri üzerine söylemek istediğimin bu da olmadığını anladım.

“Özellikle eğer kadınlar onun kadınlarıysa. Söylemek istediğin buydu, değil mi?” diye sordu Bay Flores, kadınların kahkahaları sözlerinin arasına karışıyordu. “Tamamıyla haklısın, Mariano'nun kadınları onlar. Ya da daha kesin olmak gerekirse, Mariano onlara ait.” Neşeyle dizine bir şaplak atarak, kadınların en uzun boylusuna—yalnızca bir kez konuşmuş olanına— döndü ve “Neden ona bizi anlatmıyorsun?” dedi,

Hâlâ kırdığım pottan dehşetli utanarak, “Elbette Bay Aureliano'nun bu kadar çok karısı yoktur,” dedim.

“Neden olmasın?” diye cevabı yapıştırdı kadın, ve yine hepsi kahkahayı bastılar. Neşeli, genç kahkahalar atıyorlardı, yine de beni rahatlatmadı bu. “Burada hepimiz verdiğimiz mücadeleyle, birbirimize karşı duyduğumuz derin sevgiyle, birbirimiz olmadan hiçbir şeyin mümkün olmayacağının idrakiyle bağlıyız birbirimize,” dedi kadın.

Gittikçe endişelendiğimi açığa vuran bir sesle, “Dini bir topluluğun bir parçası değilsiniz, öyle değil mi?” diye sordum. “bir tür komüne ait değilsiniz, değil mi?”

“Bizler erke aitiz,” diye cevap verdi kadın. “Arkadaşlarım ve ben eski bir geleneğin varisleriyiz. Bir efsanenin parçasıyız bizler.”

Ne söylediğini anlayamamıştım. Huzursuzlanarak diğerlerine bir göz attım; gözlerini üstüme dikmişlerdi. Yüzlerinde keyif ve beklenti karışımı bir ifadeyle beni seyrediyorlardı.

Dikkatimi tekrar uzun boylu kadına çevirdim. O da yüzünde aynı şaşkın ifadeyle beni izliyordu. Gözleri öyle parlaktı ki ışıltılar saçıyordu. Elindeki kristal kadehe eğilerek nazik bir tavırla suyunu yudumladı.

“Esas itibariyle bizler rüya görücüleriz,” dedi usulca. “Şu anda hepimiz rüya görüyoruz ve senin bize getirilmiş olman dolayısıyla sen de bizimle beraber rüya görüyorsun.” Bunu öyle akıcı bir şekilde söylemişti ki ne söylediğini gerçekten kavrayamamıştım.

“Uyuduğumu ve sizinle beraber rüya gördüğümü mü söylemeye çalışıyorsun?” diye sordum yapmacık bir inanmazlıkla. İçimde yükselen kahkahayı bastırmak için dudaklarımı ısırdım.

“Yaptığın tam olarak bu değil, ama buna oldukça yakın,” dedi kadın. Asabi bir şekilde kıkır kıkır gülmem karşısında hiç istifini bozmadan açıklamasına devam ederek, şu anda bana olanların, hepsinin benim rüyamı görerek bana yardım ettikleri olağanüstü bir rüya gibi bir şey olduğunu söyledi. “Fakat bu aptalca,” diye konuşmaya başladım, ama elini sallayarak beni susturdu.

“Hepimiz aynı rüyayı görüyoruz,” diye temin etti beni.

Benim anlayamadığım bir neşeyle kendinden geçmiş gibiydi. Bluzuma damlamış olan domates sosunu bulmaya çalışarak, “Biraz önce yediğim lezzetli yemeklere ne dersin?” diye sordum. Ona lekeleri gösterdim. Üstüne basarak, “Bu bir rüya olamaz. O yemekleri yedim ben!” diye bağırdım heyecanla. “Yedim! Ben kendim yedim onları.”

Sanki böyle feveran etmemi bekliyormuş gibi sakin bir sükûnetle bana baktı. “Ya Bay Flores'in seni kaldırıp okaliptüs ağacının tepesine çıkartmasına ne dersin?” diye sordu tatlılıkla.

Onun beni ağacın tepesine değil, sadece bir dala çıkarttığını söylemek üzereydim ki, “Bunu düşündün mü?” diye fısıldadı.

“Hayır, düşünmedim,” dedim aksi aksi.

“Elbette düşünmedin,” dedi, sanki etrafımızaki herhangi bir ağacın en alçak dalına bile yerden uzanmanın mümkün olmadığını tam o anda hatırladığımı fark etmiş gibi bilgiç bilgiç başını sallıyordu. Sonra da rüyalarda ussal olmadığımız için bunu düşünmemiş olduğumu söyledi. “Rüyalarda sadece eylemde bulunabiliriz,” dedi üstüne basarak.

“Dur bir dakika,” diye sözünü kestim. “Biraz başım dönüyor olabilir, kabul ediyorum. Ne de olsa sen ve arkadaşların karşılaştığım en tuhaf insanlarsınız. Fakat olabildiğince uyanığım ben.” Bana güldüğünü görünce, “Bu bir rüya değil!” diye haykırdım.

Başını belli belirsiz sallayarak Bay Flores’e işaret etti. Bay Flores hızlı bir hareketle elime uzandı ve yanında ben olduğum halde, kendini ileriye doğru, en yakın okaliptüs ağacının bir dalına fırlattı. Bir an orada oturup kaldık, sonra daha ben bir şey söyleyemeden beni yere, daha önce oturduğumuz aynı noktaya geri çekti.

“Ne demek istediğimi anlıyor musun?” diye sordu uzun boylu kadın.

Bir sanrı gördüğüme inanarak, “Hayır, anlamıyorum,” diye bağırdım. Korkum öfkeye dönüştü ve ona en iğrenç küfürleri yağdırmaya başladım. Öfkem tükendikten sonra bir kendime-acıma dalgasına kapıldım ve ağlamaya başladım. Hıçkırıklar arasında, “Sizler bana ne yaptınız?” diye sordum. “Yemeğe, suya bir şey mi koydunuz?”

Uzun boylu kadın müşfik bir tavırla, “Öyle bir şey yapmadık biz,” dedi. “Senin hiçbir şeye ihtiyacın . . . ”

Onu zor işitiyordum. Gözyaşlarım koyu, saydam bir perde gibiydi; kadının hem yüzünü hem de sözlerini bulanıklaştırıyordu.

“Bekle,” dediğini duydum, ne onu ne de arkadaşlarını göremiyordum. “Bekle, daha uyanma.”

Sesinin tonunda o kadar zorlayıcı bir şey vardı ki hayatımın onu tekrar görmeme bağlı olduğunu biliyordum. Tümüyle beklenmedik, bilinmez bir güçle gözyaşlarımın oluşturduğu perdeyi yarıp geçtim.

Yumuşak bir el çırpma sesi duydum ve sonra onları gördüm. Gülümsüyorlardı, gözleri öyle keskin bir şekilde parlıyordu ki sanki gözbebekleri içsel bir ateşle yanıyor gibiydi. Bu aptalca feveranım için önce kadınlardan, sonra da diğer iki adamdan özür diledim. Fakat özürümü duymamakta inat ediyorlardı. Fevkalade iyi bir iş çıkardığımı söylediler.

Mariano Aureliano, “Bizler bir efsanenin yaşayan parçalarıyız,” dedi. Sonra dudaklarını büzerek havaya doğru üfledi. “Şimdi seni bu efsaneyi elinde tutan birine üfleyeceğim. O bütün bunları aydınlatmana yardım edecektir.”

“Kim olabilir ki bu?” diye sordum umarsızca. Onun da babam kadar dikkafalı olup olmadığını soracaktım, ama Mariano Aureliano dikkatimi dağıttı. Hâlâ havaya üflüyordu. Beyaz saçları diken diken olmuştu; yanakları şişmiş ve kızarmıştı.

Sanki onun bu çabasına cevap veriyormuş gibi hafif bir esinti başladı ve okaliptüs ağaçlarını hışırdattı. Mariano Aureliano başını olumlu anlamda salladı, öyle görünüyordu ki dile getirmediğim bu düşüncemin ve kafamın karışıklığının farkındaydı. Yüzüm Bacatete dağlarına bakana dek usulca beni döndürdü.

Esinti bir rüzgâra dönüştü. Rüzgâr öyle sert ve soğuktu ki nefes almak acı veriyordu. Uzun boylu kadın, sanki hiç kemiği yokmuş da çözülüyormuş gibi görünen bir hareketle ayağa kalktı, elimi tuttu ve beni kendisiyle birlikte çekerek saban izlerinin içinden geçirdi. Tarlanın ortasında birden durduk. İleriye doğru uzattığı kollarıyla uzakta fırıl fırıl dönen, kuru yapraklardan ve toz topraktan oluşan helezonu çektiğine yemin edebilirdim.

“Rüyalarda her şey mümkündür,” diye fısıldadı.

Gülerek rüzgârı çağırmak için kollarımı açtım. Yapraklar ve toz toprak etrafımızda öyle bir güçle dans ediyordu ki gözlerimin önündeki her şey bulanıklaştı. Uzun boylu kadın birdenbire uzaklara gitmişti. Bedeni kırmızımsı bir ışığın içinde çözülüyormuş gibi göründü, ta ki görüş alanımdan tamamen çıkana dek. Ve sonra kafamın içine karanlık doldu.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön