Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

5 2


ORAMI BURAMI ÇİZEN çalılara aldırmadan artemisiaların* (*Artemisia: Amerika’ya özgü bir tür kokulu çalı.) içinden umarsız bir hızla koşarak kaçan köpeğin arkasından fırladım. Bir süre sonra mis kokulu yabani fundaların arasında parlayan altınsı tüylerini gözden kaybettim ve köpeğin uzakta gittikçe daha da zayıflayan havlamalarını takip ettim.

Bana doğru yaklaşan yoğun sise huzursuzca bir göz attım. Sis tam benim durduğum yerde etrafımı kapladı ve birkaç dakika içinde gökyüzü gözden kayboldu. Öğleden sonra güneşi donuk bir ateş topu gibi zar zor seçiliyordu. Artık Santa Susana dağlarından bakıldığındaki manzarasına kıyasla ancak hayal edilebilen Santa Monika koyunun büyüleyici manzarası inanılmaz bir hızla gözden kaybolmuştu.

Köpeğin kaybolmasından endişelenmemiştim. Ama arkadaşlarımın piknik yapmak için seçtikleri yeri ya da köpeği kovaladığım yürüyüş patikasını nerede bulacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Köpeğin gittiği yere doğru tereddüt içinde birkaç adım attım ki bir şey beni durdurdu. Yukarıdan, sisteki bir yarıktan çıkan bir ışık noktasının üstüme çöktüğünü gördüm.

Bunu bir diğeri izledi, sonra bir diğeri daha, bir ipe bağlanmış küçük alevler gibiydiler. Işıklar havada sallanıp titreştiler, sonra tam bana ulaşacakları sırada sanki çevremdeki sis onları yutuvermiş gibi kayboldular.

Sadece birkaç adım önümde gözden kayboldukları için bu olağanüstü görüntüyü incelemek hevesiyle o noktaya doğru yaklaştım. Gözlerimi kısarak dikkatle sisin içine bakınca, sanki parmak uçlarında bulutların üstünde hareket ediyorlarmış gibi yerden bir metre kadar yüksekte, havada süzülen karanlık insan şekilleri gördüm. İnsan şekilleri birbiri ardından çömelerek bir çember oluşturdular. Birkaç kararsız adım attım, sonra durdum, sis yoğunlaşıp onları yutmuştu.

Ne yapacağımı bilemeden öylece kalakaldım. Son kerte olağandışı bir korku hissediyordum. Aşina olduğum korku değil de bedenimde, göbeğimde duyumsadığım bir korkuydu bu; hayvanların hissetmesi gereken türde bir korkuydu. Orada ne kadar durduğumu bilmiyorum. Sis görebileceğim kadar açıldığı zaman solumda, on beş metre kadar uzakta iki adamın bağdaş kurmuş yerde oturduklarını gördüm. Birbirlerine bir şeyler fısıldıyorlardı. Seslerinin tınısı, pamuk topaklarına benzeyen küçük sis öbeklerine hapsolmuş gibi, sanki bütün etrafımdaydı. Ne söylediklerini anlayamıyordum, ama bir iki kelime yakalayınca rahatladım; İspanyolca konuşuyorlardı.

“Ben kayboldum!” diye bağırdım İspanyolca.

Her iki adam da, sanki hayalet görmüşler gibi, tereddütlü bir şekilde yavaşça döndüler. Arkamda bu dramatik tepkilerine neden olan birisi var mı diye merak ederek arkama döndüm. Fakat hiç kimse yoktu.

Adamlardan biri sırıtarak ayağa kalktı, eklemleri çıtırdayana kadar kollarını ve bacaklarını gerdi ve aramızdaki mesafeyi uzun adımlarla çabucak katetti. Genç ve kısa boyluydu, güçlü bir yapısı, geniş omuzları ve büyük bir kafası vardı. Koyu renk meraklı gözlerinden olayın zevkini çıkardığı belli oluyordu.

Ona arkadaşlarımla yürüyüşe çıktığımı ve onların köpeğini kovalarken kaybolduğumu anlattım. “Yanlarına nasıl geri döneceğim hakkında hiçbir fikrim yok,” diye son verdim sözlerime.

“Bu yolda daha ileri gidemezsin,” diye uyardı adam beni. “Bir uçurumun tam yanında duruyoruz.” Kolumdan tutarak, durduğum yerden olsa olsa üç metre uzaktaki sarp bir kayalığın kenarına götürdü beni. “Arkadaşım,” dedi, oturduğu yerde kalan ve gözlerini bana dikmiş olan diğer adamı göstererek, “sen ortaya çıkıp neredeyse bizi ölesiye korkuttuğun zaman, burada aşağıda eski bir Kızılderili mezarlığı olduğunu anlatmayı yeni bitirmişti.” Yüzümü, uzun sarı saç örgümü inceleyerek, “İsveçli misin?” diye sordu.

Genç adamın mezarlık hakkında söylediklerinden hâlâ şaşkın bir halde gözlerimi dikip sise baktım. Bir antropoloji öğrencisi olarak, eski bir Kızılderili mezarlığı bulduğum için normal şartlar altında heyecanla titremem gerekirdi. Oysa o anda, aşağıdaki sisli boşlukta gerçekten bir mezar olsa bile aldıracak halim yoktu. Bütün düşünebildiğim, o ışıklar dikkatimi çekmemiş olsaydı sonunda benim de oraya gömülmüş olabileceğimdi.

“İsveçli misin?” diye sorusunu tekrarladı genç adam. “Evet,” diye yalan attım ve hemen bundan pişman oldum. Ama itibarımı yitirmeden bu yalanımı düzeltebileceğim bir yol gelmiyordu aklıma.

“İspanyolcayı mükemmel konuşuyorsun,” dedi adam. “İsveçlilerin dil konusunda fevkalade bir kulağı var.”

Kendimi korkunç suçlu hissetmeme rağmen, İskandinavlar için, eğer dünyanın geri kalanıyla iletişim kurmak istiyorlarsa, çeşitli diller öğrenmenin bir yetenek olmaktan çok, bir zorunluluk olduğunu söylemeden edemedim. “Ayrıca,” diye itiraf ettim, “ben Güney Amerika'da büyüdüm.”

Tuhaf bir nedenle bu bilgi genç adamı afallatmış gibiydi. Sanki inanmıyormuş gibi başını salladı ve sonra derin düşüncelere dalarak uzun bir süre sustu. Ardından sanki bir karara varmış gibi çabucak elimden tutarak öbür adamın oturduğu yere götürdü beni.

İnsanlarla sosyal ilişkiler kurma derdinde değildim. Mümkün olduğunca çabuk arkadaşlarımın yanına dönmek istiyordum. Fakat genç adam kendimi o kadar rahat hissetmemi sağlıyordu ki beni yürüyüş patikasına geri götürmesini istemek yerine, onlara biraz önce gördüğüm ışıkları ve insan şekillerini ayrıntılı bir şekilde anlattım.

Yerde oturan adam, “Tinin onu koruması ne garip,” diye fısıldadı sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi, koyu kaşları çatılmıştı. Ama besbelli, ona anlayamadığım bir şeyler mırıldanarak karşılık veren arkadaşına konuşuyordu. Duyduğum rahatsızlığı daha da arttırarak, sanki anlaşmış gibi birbirlerine bir bakış attılar.

Yerde oturan adama dönerek, “Affedersiniz,” dedim, “ne söylediğinizi anlayamadım.”

Adam saldırganca ve suratsız bir şekilde gözlerini bana dikti.

“Tehlike karşısında uyarıldın,” dedi boğuk ve tınlayan bir sesle. “Ölümün ulakları sana yardım etmeye geldiler.”

Onu çok iyi anlamış olsam da, “Kim?” diye sormak zorunda hissettim kendimi. Adamı iyice inceledim. Bir an onu tanıdığıma emin oldum, fakat ona bakmayı sürdürdükçe daha önce onu hiç görmediğimi anladım. Diğer adam kadar genç değildi, ama yaşlı da değildi. Bir Kızılderili olduğu muhakkaktı. Koyu kahverengi bir teni vardı. Mavi-siyah, düz, fırça gibi kalın telli saçları vardı. Fakat bana neredeyse tanıdık gelen sadece dış görünüşü değildi; benim suratsız olabileceğim kadar suratsızdı.

Görünüşe göre onu incelememden rahatsız olarak birden ayağa kalktı.

“Seni arkadaşlarına götüreceğim,” diye mırıldandı. “Beni izle ve sakın yere düşeyim deme. Üstüme düşer ve ikimizi de öldürürsün,” diye ekledi ters bir ses tonuyla.

Daha ona beceriksiz bir sersem olmadığımı söylememe fırsat kalmadan uçurumun karşı yönündeki bir dağın dik bir yamacına doğru yöneldi.

“Nereye gittiğini biliyor musun?” diye bağırdım arkasından, sesim sinirden tizleşmişti. Nerede olduğumu çıkartamıyordum—ki normalde de yönümü tayin etmekte iyi değilimdir— ama köpeği kovalarken bir tepeye tırmandığımı fark etmemiştim.

Adam döndü. Yüzü keyifli bir sırıtışla aydınlandı, ama gözleri gülümsemiyordu. Kasvetli, buz gibi bir bakış attı. Bütün söylediği, “Seni arkadaşlarına götüreceğim,” oldu.

Ondan hoşlanmamıştım, ama yine de ona inandım. Uzun boylu değildi—yaklaşık bir altmış kadardı boyu—küçük kemikliydi, ama bedeni tıknaz bir insanınki gibi sıkı ve cüsseliydi. Sisin içinde olağanüstü bir güvenle hareket ediyordu, benim sarp bir yamaç olduğunu sandığım bir yerden zarif bir şekilde kolayca indi.

Genç olanı, ilerleyemediğim her seferinde bana yardım ederek arkamdan aşağı iniyordu. Eskilerden kalma bir beyefendi gibi tavırları pek özenliydi. Elleri güzel, güçlü ve inanılmaz yumuşaktı. Müthiş kuvvetliydi. Birkaç defa kolayca beni başının üstüne kaldırdı. Benim azıcık kilomu düşünürsek belki de bu olağanüstü bir hüner gibi görünmeyebilirdi, ama onun şist kaya çıkıntılarının üstünde durduğu ve benden ancak birkaç santim daha uzun olduğu göz önüne alınırsa oldukça etkileyiciydi.

Düzlüğe ulaşır ulaşmaz yolu gösteren adam, “Ölümün çaşıtlarına teşekkür etmek zorundasın,” dedi.

“Zorunda mıyım?” diye sordum alaylı bir şekilde. Ölümün çaşıtlarına teşekkür etme düşüncesi bana gülünç görünüyordu. “Dizlerimin üstüne çökmek zorunda mıyım?” diye sordum bir gülme krizine tutularak.

Adam komik olduğumu düşünmüyordu. Ellerini kalçalarına dayayıp tam gözlerimin içine baktı. Dar ve ince yüzü gülümsemiyordu. Duruşunda, keskin hatlı burun kemiğinin üstünde uzanan kalın kaşlarının altındaki yana yatık koyu renk gözlerinde tehditkâr bir şey vardı. Aniden sırtını bana döndü ve yürüyerek yakındaki bir kayaya oturdu. “Sen ölümün çaşıtlarına teşekkür edene dek burayı terk edemeyiz,” dedi.

Birden tanrının unuttuğu bir yerde yalnız olduğumu bütün şiddetiyle kavrayıverdim. İki tuhaf adamla beraber sise gömülmüştüm, muhtemelen bunlardan biri de tehlikeliydi. Onun bu gülünç isteğini yerine getirene kadar yerinden kımıldamayacağını biliyordum. Korkacak yerde, hayrettir ki canım gülmek istiyordu.

Genç adamın yüzündeki her şeyi bilen gülümseme, benim ne hissettiğimi bildiğini ve bundan memnun olduğunu açıkça gösteriyordu.

“Diz çökecek kadar ileri gitmen gerekmez,” dedi ve sonra artık çocuksu neşesini tutamayarak gülmeye başladı. Kahkahasının canlı, çatlak bir tınısı vardı; bütün çevremde çakıl taşları gibi yuvarlanıyordu. Dişleri kar gibi bembeyazdı ve bir çocuğunki gibi düzgündü. Yüzünde hem haylaz hem de nazik bir bakış vardı. “Teşekkür ederim demen yeter,” dedi. “Söyle, kaybedecek neyin var ki?”

Sır verir gibi, “Kendimi aptal gibi hissediyorum,” dedim, kendi düşüncemi kasten ona kabul ettirmeye çalışarak. “Bunu yapmayacağım.”

“Neden?” diye sordu yargılamayan bir ses tonuyla. “Sadece bir saniyeni alır,” dedi ve gülümseyerek, “ve bu sana hiçbir zarar vermez,” diye vurguladı.

İstemememe rağmen kıkır kıkır gülmek zorunda kaldım. “Üzgünüm, ama bunu yapamam,” diye tekrarladım. “Ben böyleyim. Birisi yapmak istemediğim bir şeyi yapmam için ısrar ettiği anda gerginleşiyor ve kızıyorum.”

Genç adam gözlerini yere indirdi, çenesini el mafsallarının üstüne dayayarak başını düşünceli bir şekilde salladı. “Şu bir gerçek ki bir şey seni incinmekten, hatta belki de ölümden kurtardı,” dedi uzun bir aradan sonra, “açıklanamaz bir şey.”

Onunla aynı fikirdeydim. Bütün bunların benim için çok şaşırtıcı olduğunu bile itiraf ettim. Ve tesadüfen doğru zamanda ve doğru yerde meydana gelen bu olayın önemini belirtmeye çalıştım.

“Bütün bu söylediklerin çok yerinde,” dedi. Sonra sırıtarak cüretkâr bir şekilde çenemi dürttü. “Fakat senin bu özel durumunu açıklamıyor bunlar,” dedi. “Sen bir hediyenin alıcısıydın. Bu hediyeyi verene tesadüf, şartlar, olaylar zinciri ya da ne istersen onu de, ama senin incinmekten, acıdan korunduğun gerçeği olduğu gibi kalıyor.”

“Belki haklısın,” diye onayladım. “Daha minnettar olmalıyım.”

“Daha minnettar değil, daha esnek, daha akıcı olmalısın,” dedi ve bir kahkaha attı. Kızmaya başladığımı görerek, sanki çevremizdeki artemisiaları sarmak istiyormuş gibi kollarını kocaman açtı. “Arkadaşım senin gördüklerinin, her nasılsa işte tam şurada bulunan Kızılderili mezarlığıyla bir ilgisi olduğuna inanıyor.”

“Ben bir mezarlık falan görmüyorum,” dedim kendimi savunur gibi.

Sanki gözleriyle ilgili bir sorunu varmış gibi gözlerini kısarak bana baktı. “Bu mezarlığı fark etmek zordur,” diye açıkladı. “Ve bu mezarlığın görülmesini engelleyen de sis değil. Güneşli bir günde bile bir parça artemisiadan başka bir şey görülmez.” Dizlerinin üstüne çöktü ve sırıtarak başını kaldırıp bana baktı. “Bununla beraber, bilen bir göz için olağandışı bir şekil almış artemisialardır bunlar.” Karınüstü, dümdüz yere uzandı, başını sola yatırdı ve benim de aynısını yapmamı işaret etti.

Yere onun yanına uzandığım zaman, “Mezarlığı açıkça görmenin tek yolu budur,” diye açıkladı. “İlginç ve heyecanlı bir sürü şey bilen bu arkadaşım olmasaydı bunu bilemeyecektim.”

Önce hiçbir şey görmedim, sonra ağaçların altındaki sık çalıların içindeki kayaları birer birer keşfettim. Sanki pusla yıkanmışlar gibi, koyu ve parlak, bir çember halinde eğilmiş oturur gibiydiler, taştan çok yaratıklara benziyorlardı.

Bu kaya çemberinin daha önce sisin içinde gördüğüm insan şekillerinden oluşan çembere tıpatıp benzediğini anlayınca boğazımda yükselen çığlığı zor bastırdım.

“Şimdi gerçekten korkuyorum,” diye mırıldandım huzursuzlanarak. “Size bir çember halinde oturan insan şekilleri gördüğümü söylemiştim.” Adamın yüzünde bir hoşnutsuzluk ya da alaycılık olup olmadığını anlamak için ona bir göz attım, ve “Çok abes ama bu kayaların o gördüğüm insanlar olduğuna neredeyse yemin edebilirim,” diye ekledim.

“Biliyorum,” diye fısıldadı, öyle yavaş sesle fısıldıyordu ki yanına yaklaşmak zorunda kaldım. “Bütün bunlar çok esrarengiz,” diye devam etti, “senin de fark etmiş olman gerektiği gibi Kızılderili olan arkadaşım, bunun gibi özel Kızılderili mezarlıklarında yerinden kopmuş iri kaya parçalarının yan yana oluşturduğu bir çember olduğunu söylüyor. Bu iri kaya parçaları ölümün çaşıtlarıdır.” Bana iyice yaklaşarak yüzüme baktı, sanki bütün dikkatimi verdiğimden emin olmak istiyordu, sonra sır verir gibi, “Bunlar çaşıttır, dikkatini çekerim, çaşıtların temsilcisi değil,” dedi.

Sadece bu sözlerine ne anlam vereceğimi bilmediğimden değil, gülümseyerek konuşurken yüzü sürekli değişip durduğu için adama bakakaldım. Yüzü gene aynı yüzdü, ama bazen altı yaşında bir çocuğun, bazen on yedi yaşında bir oğlanın, bazen de yaşlı bir adamın yüzüydü.

Öyle görünüyordu ki onu dikkatle incelediğimden habersizdi. “Bunlar tuhaf inançlar,” diye devam etti. “Arkadaşım bana ölümün çaşıtlarını anlatırken sen damdan düşer gibi ortaya çıkıncaya dek bunlara pek önem vermemiştim. Ve sonra sen az önce onları gördüğünü söyledin bize.

“Eğer şüphe etmeye yatkın olsaydım,” diye devam etti, “seninle onun işbirliği içinde olduğunuza inanırdım.” Ses tonu birden tehditkâr bir hava almıştı.

“Onu tanımıyorum bile!” diye savundum kendimi, sırf bunu ima etmesine bile sinirlenmiştim. Sonra sadece onun duyabileceği kadar alçak sesle fısıldadım, “Açık olmak gerekirse arkadaşınız tüylerimi diken diken ediyor.”

Genç adam sözünü kesmeme aldırmadan, “Eğer şüphe etmeye yatkın olsaydım,” diye tekrarladı, “sizin ikinizin gerçekten beni korkutmaya çalıştığınıza inanırdım. Ama ben şüpheci değilim. O zaman yapabileceğim tek şey yargılamayı kesmek ve sizin için meraklanmaktır.”

“Beni merak etme,” dedim sinirli bir şekilde. “Ne cehennemden bahsettiğini de bilmiyorum ya.” Ona gözlerim ateş püskürerek baktım. Yaşadığı bu ikilem konusunda duygularını paylaşmıyordum. Bu adam da tüylerimi diken diken ediyordu.

“Ölümün çaşıtlarına teşekkür etmekten bahsediyor,” dedi daha yaşlıca olanı. Uzandığım yere gelmiş ve son kerte tuhaf bir tarzda gözlerini kısmış yukarıdan bana bakıyordu.

Oradan ve bu iki çılgın adamdan uzaklaşmak isteğiyle ayağa kalkıp bağırarak teşekkür ettim. Sanki ağaçların altındaki çalılar kayaya dönüşmüş gibi sesim etrafta yankılandı. Ses kaybolana dek dinledim. Sonra sanki çıldırmış gibi ve hiç de istemememe rağmen bağırarak tekrar tekrar teşekkür ettim.

Genç adam baldırımı dürterek, “Eminim çaşıtlar bol bol hoşnut olmuşlardır,” dedi ve gülerek arkaüstü yuvarlandı. Gözlerinde olağandışı bir güç, neşeli gülüşünde muazzam bir erk vardı. Ölümün çaşıtlarına gerçekten teşekkür etmiş olduğumdan, bunu hoppaca yapmış olsam da, bir an bile şüphe etmedim. Ve en tuhafı da onlar tarafından korunduğumu hissetmemdi.

“Sizler kimsiniz?” Sorumu genç olanına yöneltmiştim.

Çevik ve akıcı bir hareketle ayağa zıpladı. “Ben Jose Luis Cortez'im; arkadaşım bana Joe der,” dedi elimi sıkmak için uzanarak. “Ve bu da arkadaşım Gumersindo Evans-Pritchard.”

Bu isme güleceğimden korkarak dudağımı ısırdım ve dizimdeki hayali bir ısırığı kaşımak için eğildim. “Bir pire sanırım,” dedim, gözlerimi birinden ötekine çevirerek. Adamların ikisi de bu isimle alay etmeme meydan okuyarak gözlerini dikip bana baktılar. Yüzlerinde öyle ciddi bir ifade vardı ki gülmem geçiverdi.

Gumersindo Evans-Pritchard— yanımda sarkan—elime uzanarak kuvvetle sıktı. Mükemmel bir İngilizceyle ve üst-sınıf aksanıyla, “Sizinle tanıştığıma memnun oldum,” dedi. “Bir an için sizin şu burnu havada amcıklardan biri olduğunuzu sanmıştım.”

Gözlerim ve ağzım aynı anda açılıverdi. İçimdeki bir şeyin sözlerinin hakaretten çok bir iltifat olduğunu çakmasına rağmen yaşadığım şok öylesine şiddetliydi ki sanki felce uğramış gibi kalakaldım, Fazla erdemlilik taslayan biri değildim—uygun koşullarda herkese ağız dolusu sövebilirdi— ama bana göre amcık sözcüğünün tınısında öylesine dehşetli çirkin bir şey vardı ki dilim tutuldu.

Joe yardımıma geldi. Arkadaşı adına özür dileyerek, Gumersindo'nun aşırı bir toplum karşıtı olduğunu açıkladı. Gumersindo'nun terbiyemi bozduğunu söylememe fırsat kalmadan, Joe Gumersindo'nun toplum karşıtı olmak için içinden gelen dürtünün soyadının Evans-Pritchard olduğu gerçeğiyle ilgisi olduğunu ekledi. “Bu kimseyi şaşırtmamalı,” diye açıkladı. “Babası, Gumersindo doğmadan önce Jalisco'lu bir Kızılderili olan annesini terk edip giden bir İngilizdi.”

“Evans-Pritchard mı?” diye sordum yavaşça, sonra Gumersindo'ya dönerek, Joe'nun ailesinin utanç verici sırlarını bir yabancıya açmasının doğru olup olmadığını sordum.

“Utanç verici sırlar değil bunlar,” diye cevap verdi Joe arkadaşının yerine. “Neden biliyor musun?” Parlak, koyu renk gözlerini üstüme odaklamıştı, gözleri ne siyah ne de kahverengiydi, olgunlaşmış kiraz rengindeydiler. Hayır demek için çaresizce başımı salladım, dikkatim zorlayıcı bakışlarına takılmıştı. Bir gözü bana gülüyor gibi görünüyordu; diğeri ise dehşetli ciddi, uğursuz ve tehditkârdı.

“Çünkü senin utanç verici sırlar dediğin şeyler Gumersindo'nun güç kaynağıdır,” diye sürdürdü konuşmasını. “Babasının şimdi ünlü bir antropolog olduğunu biliyor musun? Gumersindo ondan ölesiye nefret ediyor.”

Gumersindo sanki nefretinden gurur duyuyormuş gibi belli belirsiz başını salladı.

Şansıma inanamıyordum. İma ettikleri kişi yirminci yüz­ yılın en önemli toplumbilimci antropologlarından biri olan E.E.Evans-Pritchard'dan başkası değildi. Tam da o dönemde UCLA'da sosyal toplumbilimci antropolojinin tarihi ve bu alandaki en seçkin destekçiler üstüne bir yazıyı inceliyordum. Ne vurgundu ama! Heyecandan bağırıp yerimde zıp zıp zıplamamak için kendimi zor tuttum. Bunun gibi korkunç bir sırla ortaya çıkabilmek! Kızılderili bir kadını iğfal eden ve terk edip giden büyük bir antropolog. Evans-Pritchard'ın Meksika'da hiç alan çalışması yapmaması— esas olarak Afrika'daki çalışmalarıyla tanınıyordu— beni zerre kadar ilgilendirmiyordu, zira Birleşik Devletler'e yaptığı ziyaretlerden biri sırasında Meksika'ya gittiğini keşfedeceğimden emindim. Kanıtın ta kendisi önümde duruyordu.

Tatlı tatlı gülümseyerek gözlerimi Gumersindo'ya diktim ve onun izni olmadan elbette hiçbir şey açıklamayacağıma dair kendi kendime söz verdim. Eh, belki de sadece profesörlerimden birine bir şeyler çıtlatırım diye düşündüm. Ne de olsa insanın karşısına her gün bu tür bir bilgi çıkmazdı.

Zihnimde bir yığın olasılık dönüp duruyordu. Belki profesörlerimin birinin evinde sadece seçilmiş birkaç öğrenciyle beraber ufak bir konferans verilebilirdi. Kafamda profesörü bile seçmiştim. Ondan özel olarak hoşlanıyor değildim, ama öğrencilerini etkilemeye çalışırken takındığı çocuksu tavrı takdir ediyordum. Periyodik olarak evinde buluşuyorduk. Evine gittiğim zaman her seferinde çalışma masasının üstünde, sanki kazara oraya bırakılmış gibi, ünlü bir antropolog olan Claude Levi Strauss tarafından ona yazılmış olan bir not buluyordum.

Joe usulca kolumdan çekerek kibarca, “Bize adını söylemedin,” dedi.

Hiç duraksamadan, “Carmen Gebauer” dedim, çocukluk arkadaşlarımdan birinin adını vermiştim. Böylesine kolayca tekrar yalan söylemekten duyduğum rahatsızlık ve suçluluktan kurtulmak için Joe'ya Arjantinli olup olmadığını sordum. Şaşırmış bir halde kaşlarını çattığını görünce şivesinin kesinlikle Arjantinlilerin şivesine benzediğini ekledim hemen: “Gerçi Arjantinliye benzemiyorsun da.”

“Meksikalıyım ben,” dedi. “Senin aksanına da bakılırsa ya Küba'da ya da Venezüella'da büyümüşsün.”

Konuşmanın bu mealde sürmesini istemedim, çabucak konuyu değiştirdim. “Yürüyüş patikasına nasıl dönüleceğini biliyor musun?” diye sordum, birden arkadaşlarımın o zamana dek meraklanmış olabileceklerinden endişelenmiştim.

“Hayır, bilmiyorum,” dedi çocuksu bir samimiyetle. “Ama Gumersindo Evans-Pritchard biliyor.”

Gumersindo gür çalıların içinden geçerek dağın öteki yanındaki dar bir keçiyoluna çıktı. Çok geçmeden arkadaşlarımın seslerini ve köpeğin havlamasını işittim.

Korkunç rahatlamıştım, aynı zamanda da adamların benimle nasıl ilişkiye geçeceklerini öğrenmeye çalışmamaları karşısında şaşırmış ve hayal kırıklığına uğramıştım.

Joe veda kabilinden, formalite icabı, “Eminim tekrar karşılaşacağız,” dedi.

Gumersindo Evans-Pritchard gösterişli bir şekilde elimi öperek beni şaşırttı. Bunu o kadar doğal ve zarif bir şekilde yapmıştı ki ona gülmek gelmedi aklıma.

“Bu onun genlerinde var,” diye açıkladı Joe. “Sadece yarı İngiliz olsa da kusursuz derecede incedir. Çok centilmendir.

Adamlar bir tek laf etmeden ve arkalarına bakmadan pusun içinde gözden kayboldular. Onları bir daha göreceğimden çok şüpheliydim. İsmim hakkında yalan söylediğim için suçluluk duyarak tam arkalarından koşmak üzereydim ki arkadaşlarımın köpeği üstüme zıplayıp yüzümü yalamaya çalışarak beni yere devirdi.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön