Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

7 1


JOE CORTEZ KAMYONETİNİ bir tepenin eteğine park etti. Kapımı açmak için dolanarak gösterişli bir tavırla arabadan inmeme yardım etti. Neden bilmiyorum, ama nihayet durduğumuz için rahatlamıştım. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeydik. Sabahın erken saatlerinden beri araba sürüyorduk. Serin, ağır gece havasını soludukça gündüzkü dümdüz uzanan yakıcı çöl, merhametsiz güneş ve yolun tozu toprağı yalnızca silik bir hatıra gibi geliyordu.

Rüzgârla hareketlenen hava etrafımızda dokunulabilir canlı bir şey gibi döndü. Ay yoktu. Ve inanılmaz sayıda ve inanılmaz parlaklıktaki yıldızlar yalnızca bizi dünyadan daha da uzaklaştırıyor gibi görünüyorlardı. Bu huzursuz ihtişam altında tüm çevremizde gölgelerle ve mırıltılarla dolu, adeta görünmez olan çöl ve tepeler uzanıyordu. Gökyüzüne bakarak nerede olduğumuzu çıkartmaya çalıştım, ama takımyıldızları nasıl bulacağımı bilmiyordum.

Sanki yüksek sesle konuşmuşum gibi, Joe Cortez, “Doğuya bakıyoruz,” diye fısıldadı; sonra da sabırla bana yaz semasındaki belli başlı takımyıldızları öğretmeye çalıştı. Sadece Vega yıldızını hatırlayabildim, çünkü bu isim bana 17. yüzyıl İspanyol yazarı Lope de Vega'yı anımsatıyordu.

Kamyonetin üstünde gökyüzüne bakarak sessizce otururken zihnimden yolculuğumuz sırasındaki olaylar geçiyordu.

Yirmidört saatten az bir süre önce Los Angeles şehir merkezindeki bir lokantada yemek yerken Joe Cortez damdan düşer gibi ona Sonora'ya kadar birkaç günlüğüne eşlik edip edemeyeceğimi sormuştu.

“Gelmeyi çok isterim,” dedim hiç düşünmeden. “Okul dönemi bitti. Özgürüm artık. Ne zaman gitmeyi planlıyorsun?”

“Bu gece” dedi. “Aslında hemen yemeğimizi bitirdikten sonra.”

Bu davetinin bir şaka olduğuna kanaat getirerek güldüm. “Bu kadar kısa sürede gidemem ben,” dedim. “Yarına ne dersin?”

“Bu gece,” diye ısrar etti yumuşak bir sesle, sonra tokalaşmak için resmi bir tavırla elini uzattı. Ancak gözlerindeki haşarı keyif ışıltılarını görünce veda etmediğini, sadece bir anlaşmayı onayladığını anladım.

“Karar verildiği zaman anında uygulamaya geçilmesi gerek,” dedi, kelimeleri önümde havada asılı bırakarak. Her ikimiz de gerçekten sözcüklerin şeklini ve boyutlarını görebiliyormuşuz gibi havaya bakakaldık.

Karar verdiğimin pek de farkında olmayarak başımı salladım. Talih orada, benim dışımda hazır ve kaçınılmazdı. Onu ortaya çıkartmak için hiçbir şey yapmak zorunda değildim. O sırada, aniden allak bullak edici bir canlılıkla Sonora'ya bir yıl önce yapmış olduğum geziyi hatırladım. İmgeler ardışıklıkları bakımından birbiriyle bağlantısızdı. İçimin derinliklerinde kıpırdadıkça bedenim şok ve korkudan taş kesildi.

Bu garip gezideki olaylar bilinçli zihnimden öylesine tümüyle ve hepten silinmişti ki sadece bir an öncesine kadar sanki hiç olmamış gibiydiler. Ama şimdi bu olaylar meydana geldikleri günkü kadar netti zihnimde.

Soğuktan değil de tanımlanamaz bir dehşetten titreyerek dönüp Joe Cortez'e baktım, ve ona bu gezimi anlattım. Gözlerini dikmiş bana bakıyordu, bakışlarında tuhaf bir yoğunluk vardı; gözleri birer tünel gibi derin ve karanlıktı; sanki korkumu emiyorlardı. Aynı zamanda da bu gezinin imgelerini uzaklaştırıyorlardı. İmajlar tepkisel etkilerini yitirdikleri zaman zihnimde geriye kalan tek şey basmakalıp, boş bir düşünceydi. O anda, o bildik iddiacı düşünce tarzımla, Joe Cortez'e hiçbir şey anlatamayacağıma, zira gerçek bir maceranın kendi halinde akacağına ve yaşantımdaki en hatırlanmaya değer, heyecanlı olayların hep benim akışına müdahale etmediğim olaylar olduğuna inanıyordum.

“Seni hangi isimle çağırmamı istersin? Joe Cortez mi yoksa Carlos Castaneda mı?” diye sordum o mide bulandırıcı kadınsı neşemle.

Bakır rengi yüzü bir gülümsemeyle kırıştı. “Ben senin çocukluk arkadaşınım. Bana bir isim ver. Ben seni nibelunga diye çağıracağım.”

Uygun bir isim bulamadım. “Bu isimlerinin bir düzeni var mı?” diye sordum.

“Pekâlâ,” dedi düşünceli bir şekilde. “Joe Cortez bir aşçı, bir bahçıvan, elinden her iş gelen biri; iyiliksever ve düşünceli bir adam. Carlos Castaneda akademik dünyadan gelen bir adam, ama senin henüz onunla karşılaştığını sanmıyorum.” Gözlerini bana dikerek gülümsedi; gülümsemesinde çocuksu ve güven verici bir şey vardı.

Onu Joe Cortez diye çağırmaya karar verdim.

Arizona'da Yuma'da bir otelde-—ayrı odalarda—geçirdik geceyi. Los Angeles'tan ayrıldıktan, tüm o uzun yolculuk boyunca konaklama işinin nasıl düzenleneceği hakkında bir hayli endişelenmiştim. Zaman zaman, otele gitmeden önce üstüme atlayıvereceğinden korkmuştum. Ne de olsa genç ve kuvvetli bir adamdı, fazlasıyla kendine güvenli ve saldırgandı. Eğer Amerikalı ya da Avrupalı olsaydı o kerte endişelenmezdim. Fakat Latin olduğu için varsayımlarının neler olabileceğini biliyordum. Onunla birkaç gün geçirmem için yaptığı teklifi kabul etmem onunla aynı yatağı paylaşmayı istediğim anlamına geliyordu.

Bu uzun yolculuk boyunca bana karşı gösterdiği nezaket ve düşünceli tavırları tam da düşündüğüm gibi, ondan beklediğim bir şeydi: zemin hazırlıyordu.

Otele vardığımızda geç olmuştu. Joe Cortez odalar hakkında görüşmek üzere idarecinin bürosuna gitti. Bense senaryo üstüne senaryo yazarak arabada bekledim.

Fantazilerime öyle dalıp gitmiştim ki onun bürodan döndüğünü fark etmedim. Önümde bir dizi anahtar salladığını duyunca yerimden zıpladım ve bilinçsiz bir şekilde sıkıca göğsümde tuttuğum kahverengi kağıt torbayı yere düşürdüm. İçinde yolda aldığımız tuvalet malzemelerim vardı.

“Sana otelin arka kısmında bir oda tuttum,” dedi. “Ana­ yoldan uzakta.” Bizden birkaç adım uzaktaki bir kapıyı işaret ederek, “Ben şuradaki yola yakın odada kalacağım. Her türlü gürültünün içinde uyumaya alışığımdır ben,” diye ekledi. Kendi kendine güldü. “Ellerinde kalan tek oda bu ikisiymiş.”

Hayal kırıklığına uğramış bir halde anahtarı elinden aldım. Bütün senaryolarım güme gitmişti. Onu reddetme fırsatına sahip olamayacaktım. Gerçekten böyle yapmak istediğim falan da yoktu. Ama ruhum, ne kadar küçük olursa olsun, yana yıkıla bir zafer istiyordu.

“Neden iki oda tutmamız gerektiğini anlamıyorum,” dedim kasten kayıtsız bir edayla. Yerdeki tuvalet malzemelerini toplayıp kağıt torbaya tıkıştırırken ellerim titriyordu. Söylediklerim bana inanılmaz geliyordu, yine de kendimi tutamıyordum. “Yolun gürültüsü dinlenmene izin vermez ve senin de benim kadar uykuya ihtiyacın var.” Anayoldan gelen o gürültünün içinde kimsenin uyuyabileceğine inanmıyordum. Ona bakmadan arabadan çıktım ve, “Aynı odada uyuyabiliriz— yani iki ayrı yatakta,” diye önerdiğimi duydum.

Orada öylece dehşet içinde ve hissizleşmiş bir halde bir an kalakaldım. Daha önce ne böyle bir şey yapmış ne de böylesine şizoid bir tepki vermiştim. Kastetmediğim şeyleri söylüyordum. Yoksa bunları kastediyor da ne hissettiğimi mi bilmiyordum?

Onun neşeli hali kafamdaki bu karmaşaya bir son verdi.

O kadar çok gülmüştü ki odalardan birinin ışığı yandı ve birisi bağırarak çenemizi kapatmamızı söyledi.

“Aynı odada kalalım da gecenin bir yarısı benden istifade etmeye kalkış, öyle mi?” dedi kahkahalar atarken. “Tam ben duş aldıktan sonra. Yok öyle şey!”

Öyle şiddetli kızardım ki kulaklarım yandı. Utancımdan ölmek istedim. Bu benim senaryolarımdan biri değildi, gerisingeriye arabaya binip kapıyı çarparak kapattım. Hiddetimi bastırarak, “Beni Greyhound otobüsüne götür,” dedim dişlerimin arasından. “Ne bok yemeye geldim ki seninle? Kafamı muayene ettirmem gerek!”

Hâlâ gülerek kapıyı açtı ve yavaşça beni dışarı çekti. “Hadi, sadece aynı odada değil aynı yatakta da uyuyalım.” Bana mahçup mahçup bakıyordu. “Lütfen seninle sevişmeme izin ver!” Sanki gerçekten bunu kastediyormuş gibi yalvarıyordu.

Dehşet içinde kendimi çekerek onun elinden kurtardım ve “O içine sıçtığım avucunu yala!” dedim.

“İşte,” dedi. “Bu öyle vahşi bir reddediş ki ısrar etmeye cüret edemem.” Elime uzanıp öptü. “Beni reddettin ve haddimi bildirdin. Artık mesele kalmadı. Öcünü aldın.”

Başımı öte yana çevirdim, ağlamaya hazırdım. Çok bozulmuştum, geceyi benimle geçirmeye isteksiz oluşuna değil de—bunu beklemiş olsaydı gerçekten ne yapacağımı bilemezdim—onun beni benim kendimi tanıdığımdan daha iyi tanımasına bozulmuştum. Bana ümit vermek için yaptığını düşündüğüm şeylere inanmaktan çoktan vazgeçmiştim. Benim içimi görebiliyordu. Birden bu beni çok korkuttu.

Yanıma yaklaşarak bana sarıldı. Tatlı, basit bir kucaklamaydı bu. Daha önce de olduğu gibi kafamdaki o telaşlı karmaşa sanki hiç var olmamış gibi tamamen kayboldu. Ben de ona sarıldım ve son derece inanılmaz bir şey söyledim. “Bu yaşantımdaki en heyecanlı macera.” Hemen sözümü geri almak istedim. Ağzımdan kaçırdığım bu sözler benim değildi. Ne demek istediğimi bile bilmiyordum. Yaşantımdaki en heyecanlı macera değildi bu. Pek çok heyecanlı yolculuk yapmıştım, Dünyanın dört bir yanını dolaşmıştım.

Bana iyi geceler demek için bir çocuğu öper gibi çabucak ve yumuşak bir şekilde beni öptüğü zaman kızgınlığım doruğa çıktı. İstemesem de bundan hoşlanmıştım. Hiç iradem kalmamıştı. Beni koridordan odama doğru sürükledi.

Kendi kendime lanet okuyarak yatağa oturdum ve hüsran, kızgınlık ve kendime-acıma duygularıyla ağladım. Kendimi bildim bileli hep kendi istediklerimi yapmıştım. Buna alışmıştım. Kafamın karışması ve ne istediğimi bilmemek yepyeni ve son derece tatsız bir duyumsamaydı benim için.

Üstümdekileri çıkartmadan rahatsız bir uyku uyudum, ta ki Joe Cortez beni uyandırmak için sabah erkenden kapıma vurana dek.

Sapa yollardan dolanarak bütün gün araba sürdük. Kendisinin de söylediği gibi Joe Cortez gerçekten iyiliksever bir adamdı. O uzun yolculuk boyunca, insanın isteyebileceği en müşfik, en düşünceli ve eğlendirici arkadaş olmuştu.

Beni yiyeceklerle, şarkılarla ve hikâyelerle şımartmıştı. Şaşılacak derecede boğuk, fakat net, bariton bir sesi vardı. Ve benim favori şarkılarımın hepsini biliyordu. Bütün Güney Amerika ülkelerinin klişe aşk şarkılarını, milli marşlarını, eski halk şarkılarını, hatta çocuk şiirlerini bile biliyordu.

Anlattığı hikâyelere karnım ağrıyana dek güldüm. Bir anlatıcı olarak çok iyiydi; hikâyesinin her açılımında kendimden geçmiş bir halde gerisini bekliyordum. Doğuştan bir mimik ustasıydı. Akla gelebilecek her Güney Amerika şivesini, değişik Brezilya Portekizcesi de dahil olmak üzere, tuhaf bir şekilde taklit etmesi mimikten çok sihirdi.

“Arabanın üstünden insek iyi olur,” diyen Joe Cortez'in sesi beni dalgınlığımdan sıyırdı. “Çölde geceleri hava soğuyor.”

“Çetin bir yer burası,” dedim, içimden kamyonete binip basıp gitmek geliyordu. Huzursuz bir şekilde, arabadan bir kaç torba daha çıkartışını izledim. Ziyaret etmeye gittiğimiz insanlar için çeşit çeşit hediyeler almıştı. “Neden bu kuş uçmaz kervan geçmez yere park ettin?”

“En aptalca soruları soruyorsun, nibelunga,” diye yanıt verdi. “Buraya park ettim, çünkü araba yolculuğumuz burada sona eriyor.”

“Bana söyleyemediğin o esrarengiz yere vardık mı?” diye sordum alaycı bir şekilde.

Bu büyüleyici yolculuğu bozan tek şey, onun bana tam olarak nereye gittiğimizi söylemeyi reddetmesiydi.

Saniyenin binde birinde ona öyle kızmıştım ki burnuna bir yumruk indirmeye hazırdım. Sadece bu geçirdiğim uzun ve yorucu gün nedeniyle böyle ani bir kızgınlığa kapıldığımı düşünerek kendimi rahatlattım.

“İşin tadını kaçırmaya başladım, ama niyetim bu değildi,” dedim, bana bile sahte gelen neşeli bir ses tonuyla. Sesim o kadar gergindi ki huysuzluğuma engel olmanın bana neye mal olduğunu açığa vuruyordu. Onun beni bu kadar çabuk ve kolayca zıvanadan çıkartabilmesi beni kaygılandırıyordu.

Joe Cortez kocaman bir gülümsemeyle, “Gerçekten nasıl konuşulacağını bilmiyorsun,” dedi. “Sadece nasıl baskı yapacağını biliyorsun.”

“Oh! Görüyorum ki Joe Cortez gitti. Yine beni aşağılamaya mı başlayacaksın Carlos Castaneda?”

Hiç de espiri olsun diye söylemediğim bu sözler karşısında neşeyle güldü. “Burası kuş uçmaz kervan geçmez bir yer değil,” dedi. “Arizpe şehri yakında.”

“Ve Amerika sınırı da Kuzeyde,” dedim ezbere konuşur gibi. “Chihuahua da Doğuda. Ve Los Angeles da buranın Kuzeybatısında bir yerlerde.”

Aşağılarcasına başını salladı ve önüme düşüp yola koyuldu. Dar ve dolambaçlı bir keçi yolu boyunca, görmekten çok hissettiğim gür çalıların içinden geçerek sessizce yürüdük. Kısa mesquite ağaçlarıyla çevrelenmiş büyük bir açıklığa yaklaşınca patika genişledi. Karanlıkta iki ev silueti ayırt edebildim. Büyük olan evde ışık vardı. Biraz daha uzakta duran küçük evse karanlıktı.

Büyük eve doğru yöneldik. Pencerelerinden süzülen ışıkta soluk pervaneler telaş içinde uçuşuyorlardı.

“Karşılaşacağın insanların bir parça tuhaf olduklarına dair seni uyarmalıyım,” dedi fısıldayarak. “Sen hiçbir şey söyleme. Bırak ben konuşayım.”

“Ben her zaman istediğimi söylerim,” dedim. “Ve bana nasıl davranacağımın söylenmesinden hoşlanmam. Çocuk değilim ben. Üstelik sosyal tavırlarım kusursuzdur. İnan bana, seni utandırmam.”



Kontrollü bir sesle, “Kasılıp durma, allah kahretsin!” diye tısladı.

“Bana sanki karınmışım gibi davranma Carlos Castaneda,” diye bağırdım avazım çıktığı kadar. Soyadını öyle olması gerektiğini hissettiğim gibi telafuz etmiştim: yani, n harfinin üstüne bir tilte koyarak kastanyeda şeklinde söylemiştim, ki bundan hiç hoşlanmadığını biliyordum.

Ama hiç kızmamıştı. Onun hiddetten köpürmesini beklediğim zamanlarda sık sık olduğu gibi bu onu güldürmüştü. Asla kızmıyor diye düşündüm ve ümitsizce içimi çektim. Olağanüstü sakindi. Hiçbir şey onu rahatsız etmiyor ya da kendini kaybetmesine neden olmuyordu. Bağırdığı zaman bile, her nedense kulağa yapmacık geliyordu bu.

Tam kapıyı tıklatmak üzereydi ki kapı açıldı. Dikdörtgen ışıkta kara bir gölge gibi ince bir adam duruyordu. Koluyla sabırsız bir hareket yaparak bizi içeri davet etti. Bitkilerle dolu bir geçite girdik. Adam, sanki yüzünü göstermekten korkuyormuş gibi, çabucak önümüz sıra ilerledi ve bizi selamlamak için tek söz etmeden cam pencereleri takırdayan bir kapıyı açtı.

Karanlık bir koridor boyunca onu izleyerek bir iç avluya çıktık. Hasır bir sandalyede oturan genç bir adam gitar çalıyor ve yumuşak, keder verici bir sesle şarkı söylüyordu. Bizi fark ettiği anda sustu. Selamıma karşılık vermedi ve biz bir köşeyi dönüp yine aynı derecede karanlık başka bir koridora girince yeniden çalmaya başladı.

Joe Cortez'in kulağına eğilerek, “Neden herkes bu kadar kaba?” diye sordum. “Bunun doğru ev olduğuna emin misin?”

Usulca gülerek, “Sana egzantrik olduklarını söylemiştim,” diye mırıldandı.

“Bu insanları tanıdığına emin misin?” diye sordum ısrarla.

Sakin, ama tehditkâr bir ses tonuyla, “Ne biçim bir soru bu?” dedi sertçe. “Tabii tanıyorum onları.”

Aydınlık bir girişe vardık. Joe Cortez'in gözbebekleri parladı.

“Gece burada mı kalacağız?” diye sordum huzursuz bir sesle.

“Hiçbir fikrim yok,” diye fısıldadı kulağıma ve sonra da yanağımdan öptü. “Ve lütfen daha fazla soru sorma. Neredeyse imkânsız olan bir manevrayı başarmak için elimden geleni yapıyorum.”

“Ne manevrası?” diye fısıldadım. Aniden bir şeyleri kavramıştım sanki, kendimi hem endişeli ve rahatsız hem de heyecanlı hissediyordum. Manevra sözcüğü ipucu olmuştu.

Görünüşe göre ta içimdeki duyguların farkında olan Joe Cortez, bir kolunun altında taşıdığı çantaları öbür koluna alarak usulca elimi öptü—dokunuşu tüm bedenime hoş titreşimler yaymıştı—ve beni eşikten geçirdi. Geniş, loş bir şekilde aydınlatılmış, içinde pek az mobilya olan bir oturma odasına girdik. Beklediğim gibi, Meksika taşra evlerinin oturma odalarına benzemiyordu. Duvarları ve alçak tavanı hiç lekesiz, bembeyazdı; bu beyazlığı bozan hiçbir dekorasyon ya da resim yoktu duvarlarda.

Kapının karşısındaki duvarda büyük bir kanepe duruyordu. Kanepede zarif bir şekilde giyinmiş, yaşlıca üç kadın oturuyordu. Yüzlerini pek göremiyordum, ama loş ışıkta tuhaf bir şekilde birbirlerinin aynı— aslında birbirlerine benzemiyorlardı—ve belli belirsiz tanıdık gibi görünüyorlardı. O kadar afallamıştım ki kanepenin her iki yanındaki geniş koltuklarda oturan iki kişiyi zor farkettim.

Kadınlara yaklaşmak isteyerek gayri ihtiyari öne doğru atıldım. Odanın tuğla zemininde bir basamak olduğunu fark etmemiştim. Dengemi bulduğum zaman, yerdeki el dokuması güzel şark halısını ve koltuklardan birinde oturan kadını fark ettim.

“Delia Flores!” diye bağırdım. “Tanrım! Buna inanamıyorum!” Onun hayal gücümün bir ürünü olmadığından emin olmak isteyerek ona dokundum. “Neler oluyor?” diye sordum, onu selamlamak yerine. O anda kanepede oturan kadınların önceki yıl şifacının evinde karşılaştığım kadınlar olduğunu kavradım.

Ağzım açık donakaldım, zihnim yaşadığım şoktan dolayı afallamıştı. Kadınlar öteki koltukta oturan beyaz saçlı adama doğru dönerlerken ağızlarının iki yanlarında silik bir gülümseme seğirdi.

“Mariano Aureliano.” Sesim yumuşak, titrek bir fısıltı halinde çıkmıştı. Bütün enerjim gitmişti. Joe Cortez'e döndüm ve aynı takatsiz sesle onu beni aldatmakla suçladım. Ona bağırmak, onu aşağılamak, bedenine zarar vermek istiyordum. Ama hiç kuvvetim yoktu, kolumu bile kaldıracak halim kalmamıştı. Onun da benim gibi, şaşkınlık ve şok içinde, yüzü kül gibi, olduğu yerde kalakaldığını zar zor fark ettim.

Mariano Aureliano yerinden kalktı ve beni kucaklamak için kollarını uzatarak yanıma geldi. “Seni tekrar gördüğüme sevindim,” dedi. Sesi yumuşaktı, gözleri neşe ve heyecanla pırıl pırıl parlıyordu. Beni kocaman kucaklayarak ayaklarımı yerden kesti. Vücudum çuval gibiydi. Onun bu sıcak kucaklamasına karşılık verecek kuvvetim—ya da arzum—yoktu. Tek kelime edemedim. Beni yere indirdi ve Joe Cortez'in yanına giderek onu da aynı çoşkulu sıcaklıkla selamladı.

Delia Flores ve arkadaşları yanıma geldiler. Teker teker beni kucaklayarak kulağıma bir şeyler fısıldadılar. Bu sevgi dolu temasları ve yumuşak sesleri beni rahatlatmıştı, ama söylediklerinden hiçbirini anlamamıştım. Zihnim orada benimle beraber değildi. Hissedebiliyor ve duyabiliyordum, fakat bunlardan bir anlam çıkartamıyordum.

Mariano Aureliano gözlerini bana dikerek, zihnimdeki sisi delen net bir sesle, “Aldatılmış değilsin. Seni ona üfleyeceğimi ta başında söylemiştim,” dedi.

“Öyleyse sen . . Cümlemi bitirmeden başımı salladım. Mariano Aureliano'nun Joe Cortez'in bana o kadar çok anlatmış olduğu adam olduğu nihayet kafama dank etmişti: Juan Matus. Yaşantısının akışını değiştirmiş olan büyücü.

Bir şeyler söylemek için ağzımı açtım, ama tekrar kapattım. Kendi bedenimle ilişkimin kesildiğini duyumsadım. Zihnim daha fazla şaşkınlık alamıyordu. Sonra gölgelerin içinden Bay Flores'in çıktığını gördüm. Onun bizi içeri alan adam olduğunu anlayınca kendimden geçiverdim.

Tekrar bilincimi kazandığım zaman kanepede yatıyordum. Kendimi olağanüstü dinlenmiş ve kaygısız hissediyordum. Ne kadar süre baygın kaldığımı merak ederek yerimde doğrulup saatime bakmak için kolumu kaldırdım.

“Tam iki dakika yirmi saniyedir baygınsın,” dedi Bay Flores, saatsiz bileğine bakarak. Kanepenin yanındaki arkasız bir iskemlede oturuyordu. Bacakları kısa ve gövdesi uzun olduğu için, otururken ayakta durduğu zamankinden daha uzun görünüyordu.

Kanepede yanıma oturmak için gelerek, “Kendinden geçmen ne kadar dramatik,” dedi. “Seni korkuttuğumuz için gerçekten üzgünüm.” Gülmekten ışıl ışıl parlayan sarı-amber rengi gözleri sesindeki içten endişeyi yalanlıyordu. “Ve seni kapıda selamlamadığım için de özür dilerim.” Yüzünde büyülenmiş gibi bir şaşkınlıkla saç örgümü çekerek, “Şapkanın altına sokulmuş saçlarınla ve bu ağır deri ceketle bir oğlan olduğunu sandım.”

Ayağa kalktım. Ama kanepeye tutunmak zorunda kaldım. Hâlâ biraz başım dönüyordu. Tereddüt içinde çevreme bakındım. Ne kadınlar ne de Joe Cortez odada değillerdi. Mariano Aureliano koltuklardan birine oturmuş sabit bir şekilde önüne bakıyordu. Belki de gözleri açık uyuyordu.

“İkinizin elele tutuştuğunu ilk gördüğümde,” diye devam etti Bay Flores, “Charlie Spider'ın o biçim olduğundan korktum.” Bütün bu cümleyi İngilizce söylemişti. Kelimeleri güzel ve net bir şekilde ve gerçek bir zevkle telaffuz ediyordu.

Söylediği isme ve böyle resmi bir İngilizceyle konuşmasına gülerek, “Charlie Spider mı?” dedim. “O da kim?”

Gerçek bir şaşkınlıkla gözlerini kocaman açarak, “Bilmiyor musun?” diye sordu.

“Hayır, bilmiyorum. Bilmeli miyim?”

Bu olumsuz cevabım karşısında kafası karışmış gibi başını kaşıdı, sonra da, “Sen kiminle elele tutuşuyordun?” diye sordu.

“Bu odanın içine adım atarken Carlos elimi tuttu.”

“İşte gördün mü,” dedi Bay Flores, sanki acayip zor bir bilmeceyi çözmüşüm gibi coşkuyla onaylayarak gözlerini bana dikmişti. Sonra yüzümdeki ifadeden hâlâ anlamamış olduğumu görünce, “Carlos Castaneda sadece Joe Cortez değil, aynı zamanda Charlie Spider da.”

“Charlie Spider” diye mırıldandım usulca. “Çok akılda kalıcı bir isim.” Hiç şüphesiz örümceklere karşı büyük bir hayranlık duyduğum için, üç isim içinde en hoşlandığım isim bu olmuştu. Örümcekler beni en ufak korkutmuyordu, hatta kocaman tropik örümcekler bile. Evimin köşelerinde hep benek benek örümcek ağları olurdu. Ne zaman temizlik yapsam, bu tüy gibi ince ağları bir türlü bozamazdım.

“Neden kendine Charlie Spider diyor?” diye sordum merakla.

“Farklı durumlar için farklı isimler,” diye cevap verdi Bay Flores, sanki ezbere bir slogan söylüyormuş gibi. “Bütün bunları sana açıklaması gereken kişi Mariano Aureliano'dur.”

“Mariano Aureliano'nun ismi de Juan Matus mu?”

Bay Flores başını olumlu anlamda salladı, “Kesinlikle öyle,” kocaman, neşeli bir gülümsemeyle. “Onun da farklı durumlar için farklı isimleri vardır.”

“Ya sizin Bay Flores? Sizin de farklı isimleriniz var mı?”

“Flores benim tek ismim. Genaro Flores.” Ses tonu flört eder gibiydi. Bana doğru eğilerek imalı bir şekilde fısıldadı, “Bana Genaro diyebilirsin.”

İsteksizce başımı salladım. Onda beni Mariano Aureliano'dan daha fazla korkutan bir şey vardı. Mantıksal açıdan, neden böyle hissettiğimi anlayamıyordum. Dıştan bakılınca

Bay Flores diğerlerinden çok daha cana yakın görünüyordu. Çocuksu, şakacı ve babacandı. Yine de kendimi onun yanında rahat hissetmiyordum.

Bay Flores dalgınlığımı bozarak, “Sadece tek ismim olmasının nedeni,” dedi, “benim bir nagual olmamam.”

“Nagual da nedir?”

“Ah, açıklanması korkunç zor bir şey bu.” Dostça gülümsedi. “Sadece Mariano Aureliano ve Isidoro Baltazar açıkla­ yabilir bunu.”

“Isidoro Baltazar da kim?”

“Isidoro Baltazar yeni nagualdır.”

“Daha fazla anlatmayın lütfen,” dedim huysuzlanarak. Elimi alnıma koyarak tekrar kanepeye oturdum. “Kafamı karıştırıyorsunuz Bay Flores ve ben hâlâ kendimi toparlamış değilim.” Ona yalvarır gibi bakarak, “Carlos nerede?” diye sordum.

“Charlie Spider örümceğimsi bir rüya örüyor.” Bütün bu cümleyi o aşırı vurgulu İngilizcesiyle söylemişti. Sonra da sanki zekice bir şakanın tadına varıyormuş gibi, halinden memnun bir şekilde kendi kendine güldü. Çocuksu bir neşeyle bakışlarını önce-hâlâ sabit bir şekilde duvara bakan-Mariano Aureliano'ya, sonra bana, sonra tekrar ona çevirdi. Gittikçe endişelendiğimi sezmiş olacak ki çaresiz bir şekilde omuzlarını silkerek teslim olmuş gibi ellerini havaya kaldırdı ve “Isidoro Baltazar olarak da bilinen Carlos, şeyi ziyaret etmeye . . .”

“Gitti mi?” Attığım çığlık üzerine Mariano Aureliano dönüp bana baktı. Bu iki adamla yalnız bırakılmak, Carlos Castaneda'nın başka bir isimle daha tanındığını ve, ne demekse, yeni nagual olduğunu öğrenmekten çok daha fazla aklımı başımdan almıştı.

Mariano Aureliano sandalyesinden kalktı, yerlere kadar eğildi ve bana yardım etmek için elini uzatarak, “İki yaşlı adam için, sen rüyalarından uyanana kadar seni himaye etmekten daha keyifli ve daha hoş ne olabilir ki?” dedi.

Cazip gülümsemesi ve eski moda nezaketi dayanılmazdı. Anında gevşedim. “Daha keyifli bir şey düşünemiyorum,” diye neşeyle onayladım, sonra da beni koridordan geçirerek pırıl pırıl aydınlatılmış bir yemek odasının en ucundaki oval bir maun masaya kadar götürmesine izin verdim. Gösterişli bir şekilde bana bir sandalye çekerek ben rahatça oturana kadar bekledi, sonra akşam yemeği için vaktin çok geç olmadığını, kendisinin mutfağa gidip yemem için bana lezzetli bir şeyler getireceğini söyledi. Ona yardım etme teklifimi nazikçe reddetti.

Bay Flores masaya yürümek yerine, odayı yanlamasına takla atarak geçti. Mesafeyi o kadar iyi hesaplamıştı ki masadan birkaç santim uzakta durdu. Sırıtarak yanıma oturdu. Yüzünde takla atarken gösterdiği çabadan eser yoktu; nefesi bile hızlanmamıştı.

“Akrobat olduğunuzu inkâr etmenize rağmen, sizin ve arkadaşlarınızın bir sihirbazlık gösterisiyle ilginiz olduğuna inanıyorum ben,” dedim.

Bay Flores yerinden fırlayıp yüzünü muzip bir ifadeyle buruşturdu. “Kesinlikle haklısın. Bir sihirbazlık gösterisiyle ilgimiz var bizim!” diye bağırdı, uzun büfenin üstünde duran iki toprak testiden birine uzanarak. Bana bir fincan sıcak çikolata doldurdu. “Yanında bir parça peynir yiyerek bunu kendime bir öğün yaparım ben,” dedi ve bir dilim Manchego peyniri kesti benim için.

İkisi bir arada muhteşem bir lezzetti. Bir fincanın—ki sadece yarısına kadar doluydu— yetmediğini düşünüyordum. Çikolataya karşı hep zaafım olmuştu ve hiçbir kötü etkisini görmeden aşırı miktarda yiyebiliyordum. Eğer daha fazla çikolata içme isteğime konsantre olursam, benim ona sormama gerek kalmadan bana bir fincan daha vermeye mecbur olacağına emindim. Çocukken bir şeyi fena halde isteyince bunu yapabiliyordum.

Açgözlü bir şekilde, uzun çini bölmeden iki fincan daha almasını izledim. Raflardaki kristallerin, porselenlerin ve gümüş takımların arasında, garip bir şekilde düzenlenmiş, İspanyol fethi öncesi tarzında kil heykelcikler ve plastik tarih öncesi canavarlar olduğunu fark ettim.

“Burası cadıların evi,” dedi Bay Flores esrarlı bir ses tonuyla, sanki çini bölmenin dekorundaki uyumsuzluğu açıklıyormuş gibi.

“Mariano Aureliano'nun karılarının evi mi?” diye sormaya cüret ettim.

Cevap vermedi, eliyle arkama dönmemi işaret etti. Mariano Aureliano tam arkamda duruyordu.

Masaya porselen bir çorba kâsesi koyarak, "Onların,” dedi neşeli bir sesle. “Bu leziz çorbayı yapan cadıların.” Gümüş bir kepçeyle benim için bir tabak dolusu çorba koydu ve buna yarım dilim limon ve bir dilim avokado eklemem için üsteledi.

Dediği gibi yaptım ve hepsini birkaç kaşıkta bitirdim. Üstüne birkaç tabak daha doldurdum, ta ki karnımı doyurmuş, hatta tıkanmış hissedene kadar. Uzun bir süre masada oturduk. Çorba bende son derece yatıştırıcı bir etki yapmıştı. Rahatlamıştım. Genellikle pek sevimsiz olan içimdeki bir şey sönmüştü. Kendimi savunmak için enerjimi tüketmediğim için bütün varlığım, bedenim ve ruhum, müteşekkirdi.

Mariano Aureliano, sanki her düşüncemi sessizce onaylıyormuş gibi başını sallayarak keskin ve keyifli bakışlarla beni izliyordu.

Ona Juan Matus diye hitap etmek üzereydim ki niyetimi önceden sezinledi ve, “Ben Isidoro Baltazar için Juan Matus'um. Senin içinse nagual Mariano Aureliano'yum,” dedi. Gülümseyerek bana doğru eğildi ve sır verir gibi şöyle fısıldadı, “Seni buraya arabayla getiren adam yeni nagual, nagual Isidoro Baltazar'dı. Onunla ya da onun hakkında konuştuğun zaman bu ismi kullanmalısın.”

Konuşmasına devam ederek, “Şu anda ne tamamıyla uyuyorsun ne de tamamıyla uyanıksın,” dedi. “Bu sebeple sana söylediğimiz her şeyi anlayabilecek ve hatırlayabileceksin.” Sözünü kesmek üzere olduğumu görerek sertçe, “Ve bu gece aptalca sorular sormayacaksın,” diye ekledi.

Ses tonundan çok, ondaki bir üstünlük, bir kuvvetti tüyler ürpertici olan. Dilim tutulmuştu; ama kafam, söylediklerini kabul ediyormuş gibi, kendiliğinden sallanıyordu.

Bay Flores arkadaşına, “Onu test etmen gerekiyor,” diye hatırlattı. Gözlerinde şeytanca bir ışık belirerek, “ya da en iyisi, bırak onu ben test edeyim,” diye ekledi.

Mariano Aureliano duraladı, uğursuz olasılıklarla dolu uzun, ağır bir an boyunca sustu ve sanki yüz hatlarını ona önemli bir sır verecekmiş gibi, eleştirel bir şekilde dikkatle beni inceledi.

Keskin, içe işleyen bakışlarından ipnotize olmuş gibi gözlerimi bile kırpamıyordum.

Mariano Aureliano düşünceli bir şekilde başını salladı ve Bay Flores boğuk ve ciddi bir sesle, “Isidoro Baltazar'a âşık mısın sen?” diye sordu.

Allah canımı alsaydı da mekanik, cansız bir sesle evet demeseydim.

Bay Flores, kafasını neredeyse kafama değene dek yaklaştırarak, sesi bastırdığı kahkahalardan titreye titreye, “Gerçekten ona delice, delice âşık mısın?” diye fısıldadı.

Tekrar evet dedim ve her ikisi de sevinç içinde, yüksek sesle gülmeye başladılar. Odanın içinde pinpon topları gibi zıplayan kahkaha sesleri, nihayet içinde bulunduğum o transa benzer durumu bozmuştu. Seslere tutunup, kendimi bu büyüden çekip kurtardım.

“Lanet olsun, nedir bu?” diye bağırdım avazım çıktığı kadar.

Her ikisi de ürkerek sandalyelerinden fırladılar. Önce bana, sonra birbirlerine baktılar ve kendilerinden geçmiş bir halde tekrar gülmeye başladılar. Hakaretlerim ne kadar tumturaklı olursa, o kadar neşeleniyorlardı. Gülmelerinde bulaşıcı bir şeyler vardı, ben de kıkır kıkır gülmekten alamadım kendimi.

Hepimiz sakinleşir sakinleşmez Mariano Aureliano ve Bay Flores beni soru yağmuruna tuttu. Özellikle Isidoro Baltazar'la ilk ne zaman ve nasıl karşılaştığımla ilgileniyorlardı. Küçücük, saçma bir ayrıntı onları fazlasıyla sevindiriyordu. Olayları dört-beş kez tekrarladım; her anlatışta hikâyemi ya düzeltip uzatmış ya da hatırlamayı ummadığım ayrıntıları hatırlamıştım.

Nihayet muhtelif hikâyelerimi anlatmayı bitirdiğim zaman Mariano Aureliano, “Isidoro Baltazar seni ve tüm olayı gördü,” diye hükümde bulundu. “Fakat henüz yeterince iyi görmüyor. Seni ona benim gönderdiğimi akıl bile edememiş.” Sonra yüzünde şeytanca bir ifadeyle bana bakarak söylediklerini düzeltti. “Esasında seni ona gönderen ben değildim. Gönderen tindi. Tin buyruğunu yerine getirmem için beni seçti ve ben de, sen en erkli halindeyken, rüya gören-uyanık halinin ortasındayken seni ona üfledim.” Hafifseyerek, adeta kaygısız bir edayla konuşuyordu; sadece gözleri verdiği bilgilerin aciliyetini ifade ediyordu. “Belki de rüya gören-uyanık halinin erki yüzünden, Isidoro Baltazar görmesine rağmen ve gözlerini ilk defa sana çevirdiği anda tinin bunu ona bildirmesine rağmen senin kim olduğunu anlamadı. Sisin içinde ışıkların görünmesi büyük bir işarettir. Apaçık olanı görmemesi Isidoro Baltazar için ne büyük aptallık.”

Usulca kendi kendine güldü ve ben de neyi onayladığımı bilmeden başımı salladım.

“Bu da sana büyücü olmanın bir matah olmadığını gösteriyor,” diye devam etti konuşmasına. “Isidoro Baltazar bir büyücüdür. Bilgi adamı olmaksa başka bir şeydir. Bunun için büyücüler bazen bir ömür boyu beklemek zorundadırlar.”

“Aralarındaki fark nedir?” diye sordum.

Sesini alçaltarak, “Bilgi adamı bir liderdir,” diye açıkladı, örtülü, giz sezindiren bir sesle. “Büyücülerin, bize yol gösterip bilinmeyenin içinden geçirecek liderlere ihtiyacı vardır. Bir lider, eylemleriyle anlaşılır. Liderlere rüşvet vermenin ya da onları satın almanın ya da kandırmanın ya da afallatmanın hiçbir yolu olmadığını gösteren bir etiket yoktur başlarında.”

Sandalyesine iyice yerleşerek, grubundaki herkesin, onların bu gerekleri yerine getirip getirmediğini görmek için çağlar boyunca liderleri incelemeye önem verdiklerini söyledi.

“Hiç böyle bir lider buldunuz mu?”

“Birkaç tane. Bulduklarımız nagual olabildiler.” Parmağını dudağıma bastırarak, “Bu durumda naguallar doğal liderlerdir, repertuarlarına bir seyri daha, bilinmeyeni ekleyerek büyücü olan müthiş enerji adamlarıdır onlar. Eğer bu büyücüler bilgi adamı olmayı başarırlarsa, o zaman yapabileceklerinin haddi hududu yoktur.”

“Kadınlar da . . .” Sözümü bitirmeme izin vermedi.

“Birgün senin de öğreneceğin gibi, kadınlar bundan çok daha karmaşık şeyler yapabilirler,” dedi.

Bay Flores araya girerek, “Isidoro Baltazar sana daha önce karşılaştığın birini hatırlattı mı?” diye sordu.

“Onunla kendimi çok rahat hissettim,” diye hevesle konuşmaya başladım. “Onu tüm hayatım boyunca tanıyormuşum gibi hissettim kendimi. Herhalde bana çocukluğumdaki birini hatırlattı, unuttuğum bir çocukluk arkadaşımı belki de.”

Bay Flores sözümü keserek, “Yani onunla daha önce karşılaştığını gerçekten hatırlamıyorsun, öyle mi?” dedi.

“Esperanza'nın evinde mi demek istiyorsun?” diye sordum, acaba onu şifacının evinde görmüşmüydüm diye düşünerek, ama böyle bir şey hatırlamıyordum.

Hayal kırıklığına uğramış bir halde başını salladı. Sonra, besbelli artık cevabımla ilgilenmeyerek, eve gelirken yolda bize el sallayan birini görüp görmediğimi sordu.

“Hayır,” dedim. “Bize el sallayan hiç kimse görmedim.” “İyice düşün,” diye ısrar etti.

Yuma’dan sonra 8 numaralı otoyoldan doğuya Nogales'e gitmek yerine— ki en mantıklı rota buydu— Isidoro Baltazar'ın güneye Meksika'nın içine yöneldiğini, sonra doğuya dönüp “El Gran Desierto”nun içinden geçerek tekrar kuzeye yönelip Sonoyta'dan Birleşik Devletler'e, Arizona'ya, Ajo'ya girdiğini, oradan da tekrar gerisingeriye Meksika'ya, acılı domates soslu sığır dilinden ibaret son derece lezzetli bir yemek yediğimiz Caborca'ya gittiğini anlattım.

“Tıka basa dolu bir mideyle arabaya bindikten sonra yola pek dikkatimi vermedim,” dedim. “Santa Ana'dan geçtiğimizi biliyorum, sonra tekrar kuzeye Cananea'ya, sonra da tekrar güneye yöneldik. Bana sorarsanız tam bir karmaşaydı bu.”

“Yolda birini gördüğünü hatırlayamıyor musun?” diye üsteledi Bay Flores. “Sana el sallayan birini?”

Gözümde bana el sallayan birini canlandırmak gayretiyle sıkıca gözlerimi yumdum. Ama bu yolculuktan aklımda kalan sadece hikâyeler, şarkılar ve yorgunluktu. Sonra, tam gözlerimi açmak üzereyken, önümde şimşek gibi bir adam imgesi çaktı. Onlara, bu kasabalardan birinin dış mahallelerinde otostop yapmaya çalışan genç bir adam gördüğümü hayal meyal hatırladığımı söyledim.

“Bize el sallamış olabilir,” dedim. “Ama emin değilim.”

Her ikisi de bir sırrı açığa vurmamaya çalışan çocuklar gibi kıs kıs güldüler.

“Isidoro Baltazar bizi bulacağından pek emin değildi,” dedi Mariano Aureliano çocuksu bir neşeyle. “Bu acayip rotayı izlemesinin nedeni bu. Büyücülerin yolunu, çakal izini takip ediyordu o.”

Sözünü keserek, “Neden sizi bulacağından emin değildi?” diye sordum.

“Ona el sallayan adamı görene kadar bizi bulup bulmayacağını bilmiyordu,” diye açıkladı Mariano Aureliano. “O genç adam öbür dünyadan bir nöbetçiydi. El sallaması yola devam edilebileceğini gösteren bir işaretti. Isidoro Baltazar hemen o anda senin gerçekte kim olduğunu anlamalıydı, ama o da sana çok benziyor, aşırı derecede ihtiyatlı ve ihtiyatlı olmadığı zaman da aşırı derecede gözükara oluyor.” Sözlerinin iyice tesir etmesi için bir an sustu, sonra anlamlı anlamlı ekledi, “Bu iki nokta arasında gidip gelmek treni kaçırmanın en kesin yoludur. İhtiyatlılık gözükaralık kadar körleştirir insanı.”

“Bütün bunların mantığını anlayamıyorum,” diye mırıldandım, bezgin bir halde.

Mariano Aureliano, “Isidoro Baltazar'ın bir konuk getirirken, yoluna devam etmeden önce nöbetçinin işaretini dikkate alması gerekiyor,” diye açıkladı.

Bay Flores kendi kendine gülerek, “Bir defasında âşık olduğu bir kızı getirmişti,” dedi. Sanki bu kızın hatırasıyla kendinden geçmiş gibi gözlerini kapattı. “Uzun boylu, siyah saçlı, güçlü kuvvetli bir kız. Büyük ayaklar. Hoş bir yüz. Isidoro Baltazar bütün Baja California'yı arabayla katetti, ama nöbetçi onun geçmesine asla izin vermedi.”

Yani buraya kız arkadaşlarını mı getirdiğini söylemeye çalışıyorsunuz?” diye sordum marazi bir merakla. “Kaç tane getirdi?”

Bay Flores, “Oldukça çok,” dedi içtenlikle. “Tabii bütün bunları kendi başına yapmıştı. Ama senin durumun farklı,” dedi. “Sen onun kız arkadaşı değilsin; sadece geri dönüyordun sen. Isidoro Baltazar tinin bütün belirtilerini kaçıracak kadar aptal olduğunu anladığı zaman neredeyse ruhunu teslim ediyordu. Sadece şoföründü o senin. Biz zaten seni bekliyorduk.”

“Eğer nöbetçi orada olmasaydı ne olurdu?”

“Her zaman Isidoro Baltazar yanında biriyle gelirken olan şey olurdu,” diye cevap verdi Mariano Aureliano. “Bizi bulamazdı, çünkü büyücülerin dünyasına kimi getireceğini seçmek ona bağlı değildir.” Baştan çıkartacak kerte yumuşak bir sesle, “Sadece tinin işaret ettikleri, bizlerden biri tarafından içeri alındıktan sonra kapımızı çalabilir,” diye ekledi.

O’nun sözünü kesmek üzereydim ki aptalca sorular sormamamı tembih ettiğini hatırlayarak hemen elimle ağzımı kapattım.

Mariano Aureliano takdir edercesine gülümseyerek, beni onların dünyasına Delia'nın getirmiş olduğunu söyledi. “O, tabir yerindeyse, kapımızı kapı yapan iki sütundan biridir. Diğeri ise Clara. Yakında onunla karşılaşacaksın.”

Sesinde ve gözlerinde gerçek bir hayranlık vardı. “Delia sırf seni getirmek için geçti sınırı. Sınır hakiki bir olgudur, fakat büyücüler bunu sembolik olarak kullanırlar. Sen öteki taraftaydın ve buraya, bu tarafa getirilmen gerekiyordu. Öteki taraf her günkü dünyadır, burası ise büyücülerin dünyası.

“Delia seni yumuşak bir şekilde içeri aldı. Gerçekten profesyonelce bir iş. Zamanla daha da takdir edeceğin hatasız bir manevraydı bu.”

Mariano Aureliano sandalyesinde biraz doğrulup büfedeki porselen komposto kâsesini alarak önüme koydu. “Al biraz. Çok lezzetlidir.”

Kendimden geçmiş bir halde, el boyaması çanaktaki etli kuru kayısılara baktım, sonra bir tane alıp denedim. Tadı bir harikaydı. Ağzıma üç tane daha attım.

Bay Flores bana göz kırparak, “Devam et,” diye kışkırttı beni. “Biz tabağı almadan hepsini ağzına at.”

Yüzüm kızardı ve tıka basa kayısıyla dolu ağzımla özür dilemeye çalıştım.

Mariano Aureliano, “Özür dileme!” diye bağırdı birdenbire. “Kendin ol, fakat kontrollü bir şekilde kendin ol. Eğer kayısıları bitirmek istiyorsan bitirirsin ve bu iş de orada kapanır. Asla yapmaman gereken, kayısıları bitirip, sonra da bunu yaptığın için üzülmektir.”

“Pekâlâ bunları bitireceğim,” dedim. İkisi de güldü.

“Isidoro Baltazar'la geçen yıl karşılaştığını biliyor musun?” dedi Bay Flores. Arkaya doğru kaykılmış sandalyesinde öyle tehlikeli bir şekilde dengede duruyordu ki arkaya düşüp çini bölmeyi kıracağından korktum. Gözleri şeytani bir zevkle parlayarak ünlü bir ranchera şarkısı mırıldanmaya başladı. Şarkının sözlerini söylemek yerine, Tucson'da meşhur bir aşçı olan Isidoro Baltazar'ın hikâyesini anlatan küçük bir şiir uydurmuştu kafasından. Yemeğe bir hamamböceği koymakla suçlandığı zaman bile asla soğukkanlılığını kaybetmeyen bir aşçıydı bu.

“Ah!” diye bağırıverdim. “Aşçı! Kafedeki aşçı Isidoro Baltazar'dı! Ama bu doğru olamaz,” diye mırıldandım. “Sanmam ki o . . Cümlenin ortasında kalakaldım.

Mariano Aureliano'nun yüzünde, o gaga burunda, o delici gözlerde bir şey keşfetmeyi umarak gözlerimi ona diktim. Birden üşümüş gibi elimde olmadan titredim. Mariano Aureliano'nun soğuk gözlerinde vahşi bir şey vardı.

“Evet?” diye kışkırttı beni. “Sanmazsın ki o . . .” Başıyla cümlemi bitirmemi işaret etti.

Isidoro Baltazar'ın bana böyle alçakça bir yalan atabileceğini sanmadığımı söyleyecektim. Ne var ki bir türlü söyleyemedim.

Mariano Aureliano'nun bakışları daha da sertleşmişti, ama ben korkmayacak kadar üzgündüm ve kendime acıyordum.

Ona dik dik bakarak, “Yani, öyle ya da böyle aldatıldım ben,” dedim. “Isidoro Baltazar baştan beri kim olduğumu biliyordu. Bütün bunlar bir oyun.”

Mariano Aureliano hemen onaylayarak, “Bütün bunlar bir oyun,” dedi. “Müthiş bir oyun ama. Oynamaya değer tek oyun.” Sanki bana biraz daha şikâyet etmem için zaman veriyormuş gibi sustu. Ama daha ben şikâyet etmeye fırsat bulamadan, kafamdan çekip aldığı peruğu hatırlattı bana. “Eğer sen—o sırada kılık değiştirmemiş olan—Isidoro Baltazar'ı tanıyamadıysan, ne diye onun seni o kaniş köpeğine benzer halinde tanıdığını düşünüyorsun ki?”

Bana bakmaya devam ediyordu. Gözlerindeki sertlik kaybolmuştu; şimdi bakışları üzgün ve yorgundu. “Aldatılmadın sen. Ayartılmadın bile. Ki eğer bunu gerekli görseydim yapmaz da değildim hani,” dedi yumuşak bir ses tonuyla. “Sana başından beri neyin ne olduğunu söyledim. Harikulade olaylara tanık oldun, ama hâlâ bunların farkında değilsin. Çoğu insan gibi sen de büyücülüğü tuhaf davranışlarla, ayinlerle, uyuşturucu maddelerle, sihirle bir tutuyorsun.” Bana doğru eğildi ve fısıldayarak, hakiki büyücülüğün algının son kerte ince ve zarif bir şekilde yönlendirilmesi olduğunu ekledi.

Bay Flores araya girerek, “Hakiki büyücülük,” dedi, “insanın müdahalesini hesaba almaz.”

“Ama Bay Aureliano beni Isidoro Baltazar'a üflediğini iddia ediyor,” dedim küstahça. “Bu müdahale etmek değil mi?” “Ben bir nagualım,” dedi Mariano Aureliano. “Ben nagual Mariano Aureliano'yum ve benim nagual olmam olgusu algıyı yönlendirmemi mümkün kılıyor.”

Söylediklerini dikkatle dinlemiştim, fakat algıyı yönlendirmekle ne demek istediği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Sırf asabilikten, tabakta kalan son kuru kayısıya uzandım. “Hastalanacaksın,” dedi Bay Flores. “Öyle ufak tefeksin

ki, ama yine de öyle bir baş . . . ağrısısın ki.”

Mariano Aureliano gelip yanımda durdu, sonra sırtıma öyle bir bastırdı ki öksürüp ağzımdaki son kayısıyı da dışarı fırlattım.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön