Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

8 2


BU NOKTADA, HATIRLADIĞIM kadarıyla, olayların sırası belirsizleşiyor. Belki uykuya dalmıştım ve farkında değildim ya da belki de Mariano Aureliano'nun sırtıma uyguladığı basınç öyle büyüktü ki kendimden geçmiştim.

Tekrar kendime geldiğim zaman yerdeki bir hasırın üstünde yatıyordum. Gözlerimi açtım ve hemen o anda etrafımdaki keskin parlaklığın bilincine vardım. Sanki odaya güneş ışığı dolmuştu. Gözlerimde bir sorun olup olmadığını merak ederek tekrar tekrar gözlerimi kırpıştırdım. Gözlerimi odaklayamıyordum.

“Bay Aureliano,” diye bağırdım. “Gözlerimde bir sorun var galiba.” Doğrulup oturmak istedim, ama yapamadım.

Yanımda duran ne Bay Aureliano'ydu ne de Bay Flores'ti; bir kadındı. Tabir yerindeyse, ışığın parlaklığını perdeleyerek üstüme eğilmişti. Siyah saçları omuzlarından aşağıya dökülüyordu; yuvarlak bir yüzü ve muhteşem bir göğsü vardı. Tekrar doğrulmaya çalıştım. Bana dokunmuyordu, ama bir şekilde beni yerde tuttuğunu biliyordum.

“Ona Bay Aureliano deme,” dedi. “Mariano da deme. Bu saygısızlık olur. Ona nagual de ve onun hakkında konuştuğun zaman da nagual Mariano Aureliano de. Tam adının söylenmesinden hoşlanır.” Sesi melodi gibiydi. Ondan hoşlandım.

Aksileşip, ona saygısız olma konusundaki bütün bu saçmalığın nedenini sormak istedim. Delia'nın ve öteki kadınların, sanki o en gözde oyuncak bebekleriymiş gibi onun üstüne titrediklerini ve onu son kerte gülünç kedi-köpek isimleriyle çağırdıklarını duymuştum. Mariano Aureliano da bundan hoşlanmıştı. Fakat buna ne zaman ve nerede tanık olduğumu hatırlayamıyordum.

“Anlıyor musun?” diye sordu kadın.

Evet demek istedim, ama sesim çıkmıyordu. Boş yere ağzımı açmaya ve bir şeyler söylemeye çalıştım. Anlayıp anlamadığımı bilmek için üsteleyince, bütün yapabildiğim başımı sallamak oldu.

Beni yerden kaldırmak için elini uzattı. Daha o bana dokunmadan ben kalkmıştım. Sanki kalkma isteğim onun eliyle aramdaki gerçek bir temasın yerine geçmişti ve ondan önce beni çekip kaldırmıştı.

Bu olaydan şaşkınlaşmış bir halde, ona bunun nasıl olduğunu sormak istedim, ama güçlükle dik durabiliyordum. Konuşmaya gelince, kelimeler ağzımdan çıkmayı reddediyorlardı.

Kadın durmadan saçımı okşuyordu. Besbelli içinde bulunduğum o kötü durumun farkındaydı. Müşfik bir şekilde gülümsedi ve “Rüya görüyorsun,” dedi.

Söylediğini duymamıştım, ama sözcüklerin doğrudan doğruya onun zihninden benimkine geçtiğini biliyordum. Başını salladı ve gerçekten onun düşüncelerini duyabileceğimi ve onun da benimkileri duyabileceğini söyledi. Kendisinin hayal gücümün ürünü gibi bir şey olduğunu, yine de benimle ya da bana göre hareket edebileceği konusunda beni temin etti.

“Dikkat et!” diye buyurdu. “Dudaklarımı oynatmıyorum, ama yine de seninle konuşuyorum. Sen de aynısını yap.”

Dudakları hiç oynamıyordu. O sessizce sözcükleri telaffuz ederken dudaklarında bir hareket hissedip hissetmeyeceğimi merak ederek parmaklarımla ağzına dokunmak istedim. Gerçekten çok güzel, ama tehditkâr bir kadındı. Uzanıp elimi tutarak gülümseyen dudaklarının üstüne koydu. Hiçbir şey hissetmedim.

“Dudaklarım olmadan nasıl konuşabilirim?” diye düşündüm.

“Bacaklarının arasında bir deliğin var,” dedi dosdoğru zihnimin içine. “Dikkatini ona odakla. Kutun konuşur.”

Söyledikleri içimde komik bir duygu uyandırmıştı. Öyle çok güldüm ki nefesim kesildi ve tekrar bilincimi yitirdim.

Kadın beni sarsarak uyandırdı, hâlâ yerde, aynı hasırın üstündeydim, ama sırtıma kaim bir yastık konmuştu. Ürpererek gözlerimi kırpıştırdım, sonra derin bir nefes alarak kadına baktım. Yerde yanımda oturuyordu.

“Ben bayılma meraklısı değilimdir,” dedim ve bu sözleri söyleyebildiğim için kendime şaştım. Kendi sesimin tınısı öyle güven vericiydi ki bir kahkaha atarak aynı cümleyi bir­ kaç kez tekrarladım.

Kadın, “Biliyorum, biliyorum,” diye yatıştırdı beni. “Endişelenme, tamamen uyanık değilsin zaten. Ben Clara. Esperanza'da karşılaşmıştık.”

Ona karşı çıkmalı ya da ne demek istediğini sormalıydım. Oysa bunun yerine, bir an bile şüphe etmeden, hâlâ uyuduğumu ve Esperanza'da karşılaşmış olduğumuzu kabul ettim.

Hatıralar, sisli düşünceler, insan ve mekan görüntüleri yavaş yavaş su üstüne çıkmaya başladı. Pat diye zihnimde net bir düşünce çaktı: bir zamanlar onunla karşılaştığımı görmüştüm rüyamda. Bir rüyaydı bu. Bu yüzden bunu hiç gerçek olaylar bağlamında düşünmemiştim. Bunu kavradığım anda Clara'yı hatırladım.

“Elbette karşılaştık,” dedim zafer kazanmış bir edayla. “Fakat bir rüyada karşılaştık biz, öyleyse sen gerçek değilsin. Şimdi de rüya görüyor olmalıyım, bu yüzden seni hatırlıyorum.”

Her şeyin bu kadar kolayca açıklanabilmesinden hoşnut bir halde içimi çektim ve yastığa yaslanarak gevşedim. Ve net bir şekilde zihnimde çat diye başka bir rüyanın anısı çaktı. Bu rüyayı ne zaman görmüş olduğumu tam olarak hatırlayamıyordum, ama sanki bu olay gerçekten olmuş gibi net bir şekilde anımsıyordum rüyayı; rüyamda Delia beni Clara'yla tanıştırıyordu. Clara'yı kadın rüya görücüler arasında en insan canlısı olarak tanımlamıştı. Sır verir gibi, “Ona tapan arkadaşları var gerçekten,” demişti.

O rüyadaki Clara oldukça uzun boylu, kuvvetli ve toplucaydı. Beni, bilinmeyen bir tür canlıyı izler gibi dikkatli gözlerle ve tedirgin bir gülümsemeyle izlemişti. Beni ince eleyip sık dokuyarak incelemesine rağmen ondan çok hoşlanmıştım. Gözleri düşünüyordu, gülümsüyordu ve yemyeşildi. Onun o yoğun dikkatini çok iyi hatırlıyordum; kedi gibi gözlerini hiç kırpmadan sabit bakışlarını üstüme dikmişti.

Sanki kendi kendime inancımı tazelemek istiyormuşum gibi, “Bunun sadece bir rüya olduğunu biliyorum Clara,” diye tekrarladım.

Şiddetle karşı çıkarak, “Hayır. Sadece bir rüya değil, özel bir rüya bu,” dedi. “Bu tür düşünceler beslemekle hata yapıyorsun. Düşüncelerin erki vardır; onlara dikkat et.”

Gergin ve tiz bir sesle, “Sen gerçek değilsin Clara,” diye direttim. “Bir rüyasın sen. Uyanıkken seni hatırlamamamın nedeni de bu.”

İnatla ısrar etmem karşısında Clara kendi kendine güldü. “Hiç beni hatırlamaya çalışmadın ki,” dedi sonunda. “Bunun için bir neden, bir gerek yoktu. Biz kadınlar dayanılmaz derecede pratiğizdir. En büyük hatamız ya da en büyük kazancımız da budur bizim.”

Onu şimdi hatırlamanın pratik yönünün ne olduğunu sormak üzereydim ki sorumu önceden tahmin etti.

“Şimdi senin önünde olduğum için beni hatırlaman gerekiyor. Ve hatırlıyorsun.” Öne eğildi ve kedi gibi sabit bakışlarını üstüme dikerek ekledi, “Artık beni unutmayacaksın. Beni yetiştiren büyücüler, kadınların bir şeyi somutlaştırmak için onu iki defa duyumsamaya ihtiyaç duyduklarını söylemişlerdi bana. Bir şeyi iki defa görmek, iki defa okumak, iki defa korkmak, vb. Seninle iki defa karşılaştık. Şimdi ben somut ve gerçeğim.”

Ne kadar gerçek olduğunu ispatlamak için bluzunun kollarını yukarı sıyırıp pazılarını şişirdi. “Dokun onlara,” dedi. Kıkır kıkır gülerek pazılarına dokundum. Gerçekten sert ve çok belirgindi kasları. Her şey kadar gerçektiler. Clara ardından uyluk ve baldırlarındaki kaslara da dokundurttu. “Eğer bu özel bir rüyaysa,” dedim ihtiyatla, “ben bu rüyada ne yapıyorum?”

“Gönlünün istediği her şeyi,” dedi. “Şimdiye dek iyi gittin. Ne var ki ben sana yol gösteremem, zira senin rüya görme öğretmenin ben değilim. Öteki cadılara bakıp gözeten şişko bir cadıyım ben sadece. Seni, tıpkı bir ebe gibi büyücülerin dünyasına doğuran ortağım Delia idi. Ama seni ilk bulan o değildi. Florinda'ydı.”

Kontrol edilemez bir şekilde kıkır kıkır gülerek, “Florinda da kim?” dedim. “Ve beni ne zaman buldu?”

“Florinda da başka bir cadı,” dedi hiç üstünde durmadan, sonra o da kıkır kıkır gülmeye başladı. “Onunla karşılaştın. Esperanza'nın evinde seni kendi rüyasına alan oydu. Pikniği hatırlıyor musun?”

“Ah,” diye iç geçirdim. “O kısık sesli, uzun boylu kadını mı kastediyorsun?” Yüzüm parlamıştı. Uzun boylu kadınlara hep hayran olmuştum.

“O kısık sesli, uzun boylu kadın,” diye doğruladı Clara. “Seni birkaç yıl önce erkek arkadaşınla birlikte katıldığın bir partide buldu. Texas, Houston'da bir petrolcünün evindeki lüks bir yemekte.”

“Bir cadının bir petrolcünün evinde ne işi olur ki?” diye sordum. Ancak o sırada Clara'nın söyledikleri kafama dank etti. Donakaldım. Florinda'yı gördüğümü hatırlamasam da partiyi hatırlıyordum kesinlikle. Partiye katılmak için Los Angeles'tan özel jetiyle gelen ve ertesi gün dönen bir arkadaşımla gitmiştim oraya. Onun tercümanıydım. Partide İngilizce konuşmayan birkaç Meksikalı iş adamı vardı.

“Aman allahım!” dedim dişlerimin arasından. “Olaylar ne tuhaf bir yön almış!” Clara'ya ayrıntılı bir şekilde partiyi anlattım. Texas'a ilk gidişimdi. Artistleri taklit eden bir sinema meraklısı gibi erkeklere göz süzüyordum, yakışıklı olduklarından değil de, pastel rengi takım elbiseleri, kovboy çizmeleri ve şapkalarıyla bana pek sıradışı göründükleri için. Petrolcü göstericiler kiralamıştı. Bu parti için yapılmış, mağara gibi bir gece klübünde, Las Vegas'a yakışır bir varyete sahnelemişlerdi. Klüp yüksek sesli müzik ve elektronik flaşlarla sarsılıyordu. Ve yiyecekler muhteşemdi.

“Fakat Florinda neden böyle bir partiye katıldı ki?” diye sordum.

“Büyücülerin dünyası son kerte tuhaf bir şeydir,” diye cevap verdi. Akrobat gibi, kollarını kullanmadan, bir sıçrayışta oturma pozisyonundan ayakta durur bir pozisyona geçiverdi. Üstünde oturduğum hasırın önünde bir ileri bir geri odayı arşınlamaya başladı. Koyu renk, bol eteği, kovboyvari kot ceketi—sırtı rengarenk süslüydü—ve sağlam kovboy çizmeleriyle muazzam görünüyordu. Sanki öğle güneşinden korunmak içinmiş gibi kaşlarının üstüne indirdiği Avusturalya tarzı şapkası egzantrik, sıradışı görünüşüne son bir rötuş ekliyordu.

“Kıyafetimi nasıl buluyorsun?” diye sordu önümde durarak. Yüzü ışıl ışıl parlıyordu.

“Mükemmel,” dedim hislerimi açığa vurarak. Üstünde her tür kıyafeti taşıyacak kadar kabiliyetli ve güvenliydi besbelli. “Gerçekten muhteşem.”

Hasırın üstüne, yanıma diz çöktü ve sır verir gibi fısıldayarak, “Delia kıskançlıktan çatlıyor. Kimin en uçuk kaçık kıyafetle ortaya çıkacağını görmek için hep rekabet ederiz biz. Giysilerimizin aptalca değil, çılgınca olması gerekiyor.” Bir an sustu. Düşünceli bir şekilde gözleriyle beni izledi. “Sen de rekabet edebilirsin,” diye önerdi. “Oyunumuza katılmak ister misin?”

Başımı olumlu anlamda salladım, o da bana kuralları söyledi.

“Orijinallik, pratiklik, düşük maliyet ve hiç kendini-önemsememe,” diye ezbere söyledi. Sonra tekrar ayağa kalkarak odayı birkaç kez daha arşınladı ve gülerek yanıma diz çöktü. “Florinda katılman için seni teşvik etmem gerektiğini düşünüyordu. O partide senin pratik kıyafetler konusunda esaslı bir tarzın olduğunu anladığını söylüyor.”

Cümlesini zar zor bitirip makaraları koyuverdi.

“Florinda orada benimle konuşmuş mu?” diye sordum; hikâyemde atladığım ve benim kendiliğimden vermeyeceğim bilgiyi bana söyleyip söylemeyeceğini merak ederek kurnazca gözlerimi ona diktim.

Başını sallayarak, artık parti hakkındaki soruları geri çevireceğini gösteren dalgın bir ifadeyle gülümsedi.

Konuşmayı öteki partiye çevirerek, “Nasıl oldu da Delia Arizona Nogales'teki vaftiz törenine geldi?” diye sordum.

Clara serbestçe dökülen saçlarını Avusturalya tarzı şapkasının içine tıkıştırarak, “Delia'yı oraya Florinda gönderdi,” dedi. “Herkese seninle birlikte geldiğini söyleyerek beleşten partiye dalıverdi.”

“Dur bir dakika!” diye sözünü kestim. “Bu rüya değil. Bana ne yapmaya çalışıyorsun?”

Aynı kayıtsız havayla, “Sana öğretmeye çalışıyorum,” dedi. Ses tonu tekdüze, neredeyse ilgisizdi. Sözlerinin üstümde yaptığı etkiye aldırmıyor gibi görünüyordu. Sonra beni dikkatle gözleyerek şöyle dedi: “Bu bir rüya ve biz kesinlikle senin rüyanda konuşuyoruz, çünkü ben de senin rüyanın rüyasını görüyorum.”

Bu acayip sözlerinin beni teskin etmeye yetmesi rüya gördüğümün kanıtıydı. Zihnim sakin, uykulu ve durumu kabul edebilir bir hale gelmişti. “Florinda'nın benim Nogales'e gittiğimi bilmesinin hiçbir yolu yok,” dediğimi işittim, sesim irademin dışında çıkıyordu. “Kız arkadaşımın davetini hemen anında kabul edip apar topar yola çıktım.”

“Bunun senin için akıl almaz bir şey olacağını biliyordum,” diye içini çekti Clara. Sonra gözlerimin içine bakıp sözlerini dikkatle tartarak, “Florinda şimdiye dek sahip olduğun her anneden daha çok annendir senin,” dedi.

Sözlerini abes bulmuştum, ama tek laf edemedim.

“Florinda seni hissediyor,” diye devam etti. “Kullandığı bir güdücü var. Böylece senin nerede olduğunu biliyor,” diye eklerken gözlerinde şeytani bir parıltı vardı.



“Ne güdücüsü?” diye sordum. Birdenbire zihnim tüm kontrolü eline almıştı. Birinin ne dolaplar çevirdiğimi bilebileceği düşüncesi içimi dehşetle doldurdu.

“Onun sana karşı duyguları bir güdücü,” dedi Clara. Bunu hoş bir saflıkla, öyle yumuşak ve ahenkli bir ses tonuyla söyledi ki endişelerim kayboluverdi.

“Florinda'nın bana karşı duyguları ne Clara?”

“Kim bilir, çocuğum?” dedi özlemle. Bacaklarını yukarı çekip kollarını etrafına dolayarak çenesini dizlerine dayadı.

“Hiç böyle bir kızım olmadı ki benim.”

Neşeli ruh halim birdenbire değişerek kaygılı bir hal aldı, her şeyi inceden inceye, ussal bir şekilde düşünerek, ki tarzım buydu, Clara'nın sözlerindeki ince imalardan endişelenmeye başladım. Ve elbette kafamdaki bu ussal ölçüp biçmeler kuşkularımı tekrar ayaklandırdı. Bunun bir rüya olması mümkün değildi. Uyanıktım; konsantrasyonum aksi olmayacak kadar yoğundu.

Sırtımı yasladığım yastıktan aşağı kayarak gözlerimi yarı kapadım. Rüyalardaki sahnelerin ve insanların silikleşip gittiği gibi Clara da yavaş yavaş silikleşip gidecek mi diye merak ederek kirpiklerimin arasından onu izlemeye devam ettim. Silikleşip gitmedi. An be an Clara'nın da benim de uyanık olduğumuza emin oluyordum.

Clara yine zorla düşüncelerime girerek, “Hayır, uyanık değiliz,” diye karşı çıktı.

Tümüyle bilinçli olduğumu doğrulamak amacıyla, “Konuşabiliyorum,” dedim.

“Ne büyük iş!” diye kıs kıs güldü. “Şimdi seni uyandıracak bir şey yapacağım, böylece gerçekten uyanıkken konuşmaya devam edebilirsin.” 'Uyanıkken' sözcüğünü büyük bir dikkatle, abartılı bir şekilde uzatarak söylemişti.

“Bekle. Bekle, Clara,” diye yalvardım. “Kendimi bütün bunlara alıştırmam için zaman ver bana.” Tereddüt içinde olmayı bana yapacaklarına tercih ediyordum.

Clara yalvarmama aldırış etmeden ayağa kalktı ve yandaki alçak bir masanın üstünde duran bir sürahi suya uzandı. Hâlâ kıkır kıkır gülerek sürahiyi kafamın üstünde tutup başımda dikildi. Yana yatıp yuvarlanmayı denedim, fakat yapamadım. Bedenim bana itaat etmiyordu, sanki hasıra yapışmıştı. Clara daha suyu gerçekten başımdan aşağı dökmeden önce, yüzümde soğuk, yumuşak bir serpinti hissettim. Islaklıktan çok soğukluk son kerte acayip bir duyumsama uyandırmıştı bende. İlkin, kocaman bir karartı gibi üstüme çöken Clara'nın yüzü, küçük dalgaların suyun yüzeyini bozması gibi, bulanıklaştı; sonra soğukluk karnımda odaklandı ve içi dışına çevrilen bir yen gibi beni içeri doğru çekti. Son düşündüğüm şey, bir sürahi suda boğulacağımdı. Simsiyah baloncuklar beni fırıl fırıl döndürüp durdu, ta ki her şey kararana kadar.

Tekrar kendime geldiğim zaman artık yerde hasırın üstünde değil, oturma odasındaki kanepede yatıyordum. İki kadın kanepenin ayakucunda durmuş kocaman, meraklı gözlerle bana bakıyorlardı. Uzun boylu, beyaz saçlı, kısık sesli Florinda yanımda oturuyor, eski bir ninni— ya da bana öyle geliyordu—mırıldanıyor ve büyük bir şefkatle saçlarımı, yüzümü ve kollarımı okşuyordu.

Dokunuşu ve sesinin tınısı beni olduğum yere mıhlıyordu. Gözlerimi hiç kırpmadan onun gözlerine dikerek öylece yattım. Her zaman rüya gibi başlayan ve sonunda kâbusa dönüşen o canlı rüyalarımdan birini gördüğüme emindim. Florinda benimle konuşuyor, gözlerinin içine bakmamı söylüyordu. Kelimeleri, kelebeklerin kanatları gibi, sessizce deviniyordu. Fakat gözlerinde gördüğüm her ne ise beni aşina olduğum bir duyguyla doldurmuştu— kâbuslarımda hissettiğim us dışı, bayağı bir dehşetle. Yerimden fırladığım gibi doğruca kapıya koştum. Karabasanlarımda sürekli yaşadığım otomatik, hayvani bir tepkiydi bu.

“Korkma canım,” dedi, uzun boylu kadın arkamdan gelerek. “Gevşe. Hepimiz sana yardım etmek için buradayız. Bu kadar üzülmene gerek yok. Küçük bedenini gereksiz korkulara maruz bırakarak inciteceksin.”

Orada kalmaya ikna olduğumdan değil de, kahrolası şeyi açamadığım için kapının yanında duruyordum. Deli gibi itip kakıyordum kapıyı; yerinden kımıldamıyordu. Uzun boylu kadın tam arkamdaydı. Titremem gittikçe artıyordu. O kadar çok sarsılıyordum ki bedenim sancıyordu ve kalbim o kadar yüksek sesle ve düzensiz çarpıyordu ki göğsümü delip fırlayacağını biliyordum.

Uzun boylu kadın başını omzunun üstünden geriye çevirerek, “Nagual!” diye bağırdı, “bir şeyler yapsan iyi olacak. Korkudan ölecek.”

Kiminle konuştuğunu görmedim, ama çılgınca kurtulacak bir delik ararken odanın diğer ucunda ikinci bir kapı gördüm. Kapıya doğru atılacak kadar enerjim kaldığından emindim, ama bacaklarım çözülüverdi. Sanki yaşam bedenimi terk etmiş gibi yere çöktüm. Son nefesim de içimden çıkıp gitti. Kadının uzun kolları büyük bir kartalın kanatları gibi üstüme kapanmıştı. Beni tuttuğu gibi ağzını ağzıma dayayarak içime hava üfledi.

Bedenim yavaş yavaş gevşedi; kalp atışlarım normale döndü. Tuhaf bir huzurla dolmuştum ki çabucak vahşi bir heyecana dönüştü bu. İçimi vahşetle dolduran korku değil, onun nefesiydi. Nefesi sıcaktı; boğazımı, ciğerlerimi, karnımı, kasıklarımı yakarak ellerime ve ayaklarıma kadar inmişti. Bir anda şimşek gibi, kadının tıpkı bana benzediğini, yalnızca daha uzun boylu, benim olmak istediğim kadar uzun boylu olduğunu idrak ettim. Ona karşı öyle bir sevgi duydum ki garip bir şey yaptım: onu tutkuyla öptüm.

Dudaklarının yayılarak gülümsediğini hissettim. Sonra başını arkaya atarak güldü. Diğerlerine dönerek, “Bu küçük sıçan beni öptü,” dedi.

“Ben rüya görüyorum,” diye bağırdım. Hepsi de çocuklar gibi kendilerini vererek güldüler.

İlkin ben de gülmeden edemedim. Ne var ki, birkaç dakika içinde, yine o bildik kendim oldum—düşünmeden yaptığım bu hareketten sonra utanmış ve böyle faka bastığım için kızmıştım.

Uzun boylu kadın beni kucaklayarak, “Ben Florinda,” dedi. Beni ayağa kaldırıp sanki bir bebekmişim gibi kollarının arasına aldı. “Sen ve ben aynıyız,” diye konuşmaya devam etti. “Benim olmak isteyeceğim kadar narinsin sen. Uzun boylu olmak büyük bir dezavantaj. Hiç kimse seni kollarına alamaz bile. Benim boyum bir yetmiş beş.”

“Benimse bir elli beş,” diye itiraf ettim ve ikimiz de güldük, çünkü birbirimizi mükemmel anlamıştık. Birkaç santim daha kısaydım, ama hep rakamları yuvarlıyordum. Florinda’nın da bir yetmiş sekize yakın olduğundan, ama rakamları yuvarlayıp bir yetmiş beşe indirdiğinden emindim. Yanaklarını ve gözlerini öpmeye başladım. Benim için anlaşılmaz olan bir sevgiyle seviyordum onu; kuşku, korku ya da beklentiyle lekelenmemiş bir duyguydu bu. İnsanın rüyalarda hissettiği türde bir sevgiydi bu.

Görünüşe göre benimle aynı fikirde olan Florinda usulca kendi kendine güldü. Gözlerindeki anlaşılması zor ışık, saçlarının hayaletimsi beyazlığı unutulmuş bir anıya benziyordu. Sanki onu doğduğum günden beri tanıyormuşum gibi hissediyordum kendimi. Birden aklıma, annelerini en çok seven çocukların yitik çocuklar olduğu geldi. Oysa, annenin bedensel varlığına karşı duyulan hayranlıkla birleşen çocuk sevgisi, benim bu uzun boylu, gizemli kadına karşı duyduğum sevgi gibi, eksiksiz bir sevgi hissi olmalıydı.

Florinda benden ayrılıp, koyu renk gözlü, koyu saçlı, güzel bir kadına döndürerek, “Bu Carmela,” dedi. Kadının yüz hatları narindi ve teni kusursuzdu; çoğunlukla evin içinde kalan insanlar gibi, düzgün, krem rengi bir solgunluk vardı yüzünde.

Kadın beni kucaklayarak, “Ben sadece ay banyosu yaparım,” diye fısıldadı kulağıma. “Sen de öyle yapmalısın. Dışarıda güneş altında kalmak için fazla sarışınsın; cildini bozuyorsun.”

Her şey bir yana, sesini tanımıştım. Piknikte bana açıkça bütün o kişisel soruları soran kadındı bu. Onu otururken hatırlıyordum; küçük ve kırılgan görünmüştü gözüme. Şaşırdım, benden yedi-sekiz santim daha uzundu. Onun o güçlü, adaleli bedeniyle kıyaslayınca kendimi önemsiz hissettim.

Florinda kolunu omzuma koyarak, uyandığımda kanepenin yanında duran ikinci kadına doğru yöneltti beni. Kadın adaleli ve uzun boyluydu, ama Florinda kadar uzun değildi. Alışıldık bir güzelliği yoktu—yüz hatları bunun için fazla sertti—gene de, besbelli rengini açmaya ya da ağartmaya zahmet etmediği için dudağının üstünü hafifçe gölgeleyen ince tüyler de dahil olmak üzere çarpıcı, büsbütün çekici bir şey vardı onda. Müthiş bir kuvvet, tümüyle kontrol altına alınmış olsa da, yine de içinde var olduğunu bildiğim bir heyecan hissettim bu kadında.

“Bu Zoila,” dedi Florinda.

Zoila ne elimi sıkmaya ne de beni kucaklamaya teşebbüs etti. Carmela güldü ve Zoila’nın yerine konuştu: “Seni tekrar gördüğüme çok sevindim.”

Zoila’nın dudaklarında gülümsemelerin en tatlısı belirdi, beyaz, büyük ve düzgün dişleri göründü. Değerli taşlarla süslü yüzüklerle parıldayan ince, uzun elini yanağıma hafifçe dokundurunca, onun yüzünü karman çorman bir saç yığınının ardına saklayan kadın olduğunu anladım. Piknikte üstünde oturduğumuz çadır bezinin etrafına o Belçika dantelini dikmiş olan kadındı bu.

Üç kadın etrafımı çevirerek beni kanepeye oturttular.

“Seninle ilk karşılaştığımız zaman sen rüya görüyordun,” dedi Florinda. “Bu yüzden ilişkiye girecek zamanımız olmamıştı. Ama bu sefer uyanıksın, hadi bize kendinden bahset.”

Sözünü kesip, bunun bir rüya olduğunu ve piknik sırasında, uyuyor da olsam, uyanık da olsam, onlara kendim hakkında bilinmeye değer her şeyi anlattığımı söylemek istedim.

Sanki düşüncelerimi yüksek sesle söylemişim gibi, Florinda, “Hayır, hayır. Yanlışın var,” dedi. “Şimdi tamamen uyanıksın. Ve bizim bilmek istediğimiz, son görüşmemizden beri senin neler yaptığın. Özellikle Isidoro Baltazar’ı anlat bize.”

“Bu bir rüya değil mi demek istiyorsun?” diye sordum ürkek ürkek.

“Hayır. Bu bir rüya değil,” diye temin etti beni. “Birkaç dakika önce rüya görüyordun, ama bu farklı.”

“Ben fark göremiyorum.”

“Çünkü iyi bir rüya görücüsün sen,” diye açıkladı. “Karabasanların gerçek; bunu sen söyledin.”

Bütün bedenim gerildi. Sonra da, sanki başka bir korku nöbetine daha dayanamayacağını biliyormuş gibi teslim oldu ve kendini o ana bıraktı. Mariano Aureliano ve Bay Flores’e daha önce defalarca anlattıklarımı onlara da tekrarladım. Ne var ki bu kez, Isidoro Baltazar’ın yüzünün iki yanı, aynı anda yaşadığı ve alenen gözlerinde açığa vurduğu iki ruh hali gibi, daha önce gözden kaçırmış olduğum ayrıntıları da hatırladım. Sol gözü uğursuz ve tehditkârdı; sağdaki ise dostça ve açıktı.

Kendimi gözlemlerime kaptırarak, “Tehlikeli bir adam o,” diye iddia ettim. “Kendisi senin kıvrandığını seyrederek dışarıda kalırken, olayları istediği yöne çevirmek konusunda tuhaf bir erki var.”

Kadınlar söylediklerimden büyülenmişlerdi. Florinda konuşmaya devam etmemi işaret etti.

“İnsanların onun tılsımına karşı bu kadar hassas olmalarını sağlayan onun cömert bir insan olması,” diye konuşmayı sürdürdüm. “Ve cömertlik hiç birimizin karşı koyamayacağı tek erdem belki de, çünkü nereden geldiğimiz bir yana, hepimiz mahrumuz bundan.” Ne söylediğimin farkına vararak birden durdum ve şaşkın şaşkın kadınlara diktim gözlerimi.

“Bana ne olduğunu bilmiyorum,” diye mırıldandım, özür dilemeye çalışarak. “Isidoro Baltazar hakkında kendim bile bu terimlerle düşünmediğim halde neden böyle şeyler söylediğimi gerçekten bilmiyorum. Konuşan ben değilim. Ben bu tür yargılarda bulunamam bile.”

“Bu düşünceleri nereden edindiğine aldırma, çocuğum,” dedi Florinda. “Besbelli kaynağın kendisine iniyorsun. Bunu herkes yapar— kaynağın kendisine iner— ama bunun farkında olmak için bir büyücü olmak gerekir.”

Bana ne söylemeye çalıştığını anlamamıştım. Onlara hiç de ağzıma geleni söylemek niyetinde olmadığımı söyledim tekrar.

Florinda kıkır kıkır gülerek düşünceli bir şekilde bir süre bana baktı. “Sanki bir rüyadaymışsın gibi davran. Cüretkâr ol ve özür dileme,” dedi.

Kendimi aptal gibi hissettim, ne hissettiğimi analiz edemiyordum. Florinda onaylıyormuş gibi başını salladı ve arkadaşlarına dönerek, “Ona bizden bahsedin,” dedi.

Carmela boğazını temizledi ve bana bakmadan, “Biz üçümüz ve Delia bir birim oluşturuyoruz. Günlük dünyayla uğraşıyoruz biz.”

Söylediği her sözü can kulağıyla dinlemiştim, ama ne söylediğini hiç anlamadım.

“Biz, insanlarla uğraşan kadın büyücüler birimiyiz,” diye açıkladı Carmela. “İnsanlarla hiç uğraşmayan dört kadının oluşturduğu başka bir birim daha var.” Elimi ellerinin içine alarak— sanki falıma bakacakmış gibi— avucumu inceledi, sonra yavaşça elimi kapatıp yumruk yaptı ve “Sen de genelde tam bize benziyorsun. Yani insanlarla uğraşabiliyorsun. Özel olarak da Florinda’ya benziyorsun,” diye ekledi. Yine sustu ve yüzünde hülyalı bir bakışla Clara’nın önceden bana söylediklerini tekrar etti. “Seni bulan Florinda’ydı,” dedi. “Bu nedenle, büyücülerin dünyasında kaldığın sürece ona aitsin. O sana yol gösterecek ve bakıp gözetecek,” Ses tonunda öyle bir kesinlik vardı ki gerçek bir kaygıya kapıldım.

“Ben kimseye ait değilim,” dedim. “Ve kimsenin de bana bakıp gözetmesine ihtiyacım yok.” Sesim doğal değildi, gergin ve kararsızdı.

Kadınlar, yüzlerinde şaşkın gülümsemelerle, sessizce beni izliyorlardı.

Gözlerimi birinden diğerine çevirdim ve kafa tutarak, “Yol gösterilmeye ihtiyacım olduğunu mu düşünüyorsunuz?” diye sordum. Gözleri yarı kapalıydı, dudaklarında aynı dalgın gülümsemeler vardı. Çenelerini belli belirsiz sallamaları, söyleyeceklerimi bitirmemi beklediklerini gösteriyordu açıkça. “Sanırım yaşantımı kendi başıma iyi götürüyorum,” diye bitirdim sözlerimi zayıf bir sesle.

“Seni bulduğum partide ne yaptığını hatırlıyor musun?” diye sordu Florinda.

Ona hayretler içinde bakakalınca, Carmela kulağıma, “Endişelenme, her şeyi açıklayacak bir yol bulabilirsin her zaman,” diye fısıldadı. Bana doğru parmağını salladı, zerre kadar rahatsız olmamıştı. O partide düzinelerce insanın önünde çırılçıplak yürüdüğümü bilebileceklerini düşünerek yavaş yavaş paniğe kapılmaya başlıyordum.

Artık, bu garip davranışımdan gurur duymasam bile, en azından kabullenmiştim bunu. Benim düşünce tarzıma göre, o partide yaptıklarım kendiliğinden kişiliğimin bir tezahürüydü. İlk önce, evsahibine—bana meydan okuduktan ve yapamayacağıma dair bahse girdikten sonra—herhangi bir kovboy kadar iyi ata bindiğimi göstermek için, üstümde gece kıyafeti olduğu halde eğersiz bir ata binerek onunla beraber uzun bir gezinti yapmıştım. Venezüella’da at çiftliği olan bir amcam vardı ve daha yürümeye başladığımdan beri at sırtındaydım. Bahsi kazandıktan sonra, gösterdiğim çabadan ve alkolden başım dönerek, evsahibinin havuzuna daldım—çırıl­ çıplak.

“Sen çırılçıplak havuza girdiğinde ben de havuzun yanındaydım,” dedi Florinda, besbelli hatırladığım olayı biliyordu. “Çıplak kalçalarınla bana dokunup geçtin. Ben de dahil herkesi şok ettin. Cüretkârlığından hoşlandım. Hepsinden öte, sadece bana dokunup geçmek için ta havuzun öbür ucundan bütün yolu çırılçıplak yürümenden hoşlandım. Bunu tinin seni bana işaret ettiği şeklinde bir belirti olarak aldım.”

“Bu doğru olamaz,” diye mırıldandım. “Eğer o partide olsaydın, seni hatırlardım. Fazla uzunsun ve gözden kaçmayacak kadar dikkati çeken bir görünüşün var.” Bunu iltifat olsun diye söylememiştim. Kendimi aldatıldığıma ve yönlendirildiğime inandırmak istiyordum.

“Sırf gösteriş yapacağım diye kendini paralaman hoşuma gitti,” diye konuşmaya devam etti Florinda. “Ne pahasına olursa olsun dikkat çekmek için can atan bir soytarıydın, özellikle evsahibi avazı çıktığı kadar yırtınırken, masanın üstüne zıplayıp utanmadan kalçalarını sallayarak dans ettiğin zaman.”

Söyledikleri beni utandırmak yerine, içimi inanılmaz bir rahatlık ve hazla doldurmuştu. Kendimi özgür kalmış hissediyordum. Sır açığa çıkmıştı, asla itiraf etmeye cesaret edemediğim sır, dikkati çekmek için her şeyi yapabilecek bir fiyakacı olduğum, açığa çıkmıştı. Şimdi daha alçakgönüllü, daha az savunucu yeni bir ruh hali gelmişti üstüme. Ama böylesi bir ruh halinin sürmeyeceğinden korkuyordum. Rüyalarda ulaştığım anlayışların ve içgörülerin asla devam etmediğini biliyordum. Ama belki de Florinda haklıydı, bu bir rüya değildi ve içinde bulunduğum bu ruh durumu sürecekti.

Besbelli ne düşündüğümün farkında olan kadınlar başlarını salladılar. Beni onaylamaları beni cesaretlendirecek yerde, sadece şüphelerimi uyandırmıştı yine. Korktuğum gibi, içgörülere ulaştığım bu ruh halim kısa sürdü. Birkaç dakika içinde, kuşkularla içim içimi yemeye başlamıştı. Bir soluklanmak istedim.

“Delia nerede?” diye sordum.

“Oaxaca’da,” dedi Florinda, sonra da manalı bir şekilde ekledi, “Sadece seni karşılamak için buradaydı.”

Eğer konuyu değiştirirsem, biraz soluklanıp, tekrar kuvvetimi kazanmaya fırsat bulacağımı düşünmüştüm. Şimdiyse öyle bir şeyle karşı karşıydım ki bununla uğraşmam mümkün değildi. Florinda’yı alenen—normalde herkese yapacağım gibi— beni yönlendirmek için yalan söylemekle suçlayamazdım. Ona beni sersemletip bilinçsizken odadan odaya taşıdıklarından şüphelendiğimi söyleyemezdim.

“Söylediklerin gerçekten abes, Florinda,” diye çıkıştım. “Seni ciddiye almamı beklemene inanamıyorum.” Dudaklarımın içini ısırarak, gözlerimi sertçe, uzun bir süre ona diktim.

“Delia odalardan birinde saklanıyor, biliyorum.”

Florinda’nın gözleri işin içinden çıkamadığımı anladığını söylüyordu sanki. “Beni ciddiye almaktan başka seçeneğin yok,” dedi. Ses tonu yumuşak olsa da kesindi.

Giderek artan endişemi yatıştıracak bir şey, bir tür cevap bekleyerek öbür iki kadına döndüm.

“Eğer başka birisi sana yol gösterirse rüya görmek gerçekten çok kolaydır,” dedi Carmela sır verir gibi. “Tek mahzuru şu ki bu başkasının bir nagual olması gerek.”

“Sürekli bir nagual lafı duyuyorum,” dedim. “Nedir nagual?”

“Nagual büyük bir erki olan ve öbür büyücüleri karanlıktan geçirip çıkartabilen bir büyücüdür,” diye açıkladı Carmela. “Ama nagual kısa bir süre önce sana bunları kendisi anlattı ya. Hatırlamıyor musun?”

Ben hatırlama çabasıyla şekilden şekile girerken Florinda araya girdi. “Günlük yaşamın içinde yaşadığımız olayları hatırlamak kolaydır. Bunu bol bol uygularız. Ama rüyalarda yaşanan olaylar başka bir hikâyedir. Sırf beden bu olayları farklı yerlerde depoladığı için, bunları anımsamak için çok çaba sarfetmemiz gerekir.

“Senin uyurgezer beynine sahip olmayan kadınlar için,” dedi, “rüya görme eğitimi onlara kendi bedenlerinin bir haritasını çizdirtmekle başlar— rüyaların imgelerinin bedenlerinin neresinde depolandığını açığa çıkaran özenli bir iştir bu.”

“Bu haritayı nasıl çiziyorsunuz, Florinda?” diye sordum, gerçekten meraklanarak.

“Bedenin her bir noktasına sistemli bir şekilde vurarak,” dedi. “Ama daha fazlasını anlatamam sana. Ben senin annenim, rüya görme öğretmenin değil. Senin öğretmenin, gerçek anlamda bir vuruş için küçük bir tahta çekiç salık veriyor. Bir de sadece bacaklara ve kalçalara vurulmasını. Pek nadir olarak beden bu anıları göğüste ya da göbekte depolar. Göğüste, sırtta ve göbekte depolanan günlük yaşamın anılarıdır. Ama bu başka bir mesele.

“Şimdi seni ilgilendiren tek şey, rüyaları hatırlamanın, o imgelerin depolandığı o özel noktaya fiziksel bir basınç uygulanmasıyla ilgili olduğudur. Mesela eğer klitorisine basınç uygulayarak vajinanı itersen Mariano Aureliano’nun sana ne söylediğini hatırlayacaksın,” diye bitirdi sözlerini yalın bir neşeyle.

Dehşet içinde ona bakakaldım, sonra da asabi bir şekilde kesik kesik gülmeye başladım. Hiçbir şeyi itmeyecektim.

Florinda da çocukca bir neşeyle güldü, belli ki böyle sıkılmam onu eğlendiriyordu. “Eğer sen yapmazsan,” diye tehdit etti beni, “ben de bunu senin için Carmela’ya yaptırıveririm .”

Carmela’ya döndüm. Kahkahaya dönüşmesine ramak kalan yarım porsiyon bir gülümsemeyle gerçekten de benim için vajinamı iteceğine dair söz verdi.

“Lüzum yok!” diye bağırdım yılgınlık içinde. “Her şeyi hatırlıyorum!” Gerçekten de hatırlıyordum. Sadece Mariano Aureliano’nun söylediklerini değil, başka olayları da hatırlıyordum.

“Bay Aureliano...”

“Clara ona nagual Mariano Aureliano demeni söyledi sana,” diye lafımı kesti Carmela.

“Rüyalar bilinmeyenin içine açılan kapılardır,” dedi Florinda başımı okşayarak, “naguallar rüyalar aracılığıyla yol gösterirler. Ve amaçlı bir şekilde rüya görme sanatı büyücülerin sanatıdır. Nagual Mariano Aureliano senin hepimizin gördüğü rüyalara girmene yardım etti.”

Sürekli gözlerimi kırpıyordum. Başımı iki yana salladım ve bütün bu hatırladıklarımın saçmalığı karşısında şok olarak kanepedeki yastıkların üstüne bıraktım kendimi.

Onları bir yıl önce, Sonora’da rüyamda görmüş olduğumu hatırladım, bana göre sonsuza dek süren bir rüyaydı bu. O rüyada Clara, Nelida ve Hermelinda’yla karşılaşmıştım. Bunlar öteki takımdı, rüya görücülerdi. O takımın liderinin Zuleica olduğunu, ama benim henüz onu rüyamda göremeyeceğimi söylediler.

Bu rüyanın hatırası zihnimde netleştikçe, bu kadınların arasında hiç birinin diğerinden ne bir fazlası ne bir eksiği olmadığı da netleşmeye başlamıştı kafamda. Her grupta bir kadının lider olması, hiçbir şekilde bir erk, prestij ya da başarı meselesi değil, sadece bir yeterlik meselesiydi. Neden bilmiyorum, ama onlar için önemli olanın birbirlerine karşı duydukları derin sevgi olduğuna kanaat getirmiştim.

Bu rüyada herkes bana Zuleica’nın benim rüya görme öğretmenim olduğunu söylemişti. Bütün hatırlayabildiğim buydu. Tıpkı Clara’nın söylediği gibi, onlara dair bilgimi somutlaştırmak için bir kez daha onları görmem ya da rüyada görmem gerekiyordu. Şu durumda ise, sadece bedensiz hatıralardılar.

Hayal meyal Florinda’nın bana, bir kaç defa daha denedikten sonra rüyaların hatırasından, gördüğüm rüyaya ve sonra da normal uyanıklık durumuna geçmekle daha iyi olacağımı söylediğini işittim.

Florinda’nın kıkır kıkır güldüğünü duydum, ama artık odada değildim. Dışarıdaydım, çalıların içinde yürüyordum. Görünmez bir patika boyunca yavaş yavaş yürüyordum, biraz huzursuzdum, zira gökyüzünde ne bir ışık, ne ay, ne de bir yıldız vardı.

Görünmez bir kuvvet tarafından çekilerek büyük bir odanın içine adım attım. İçerisi karanlıktı, sadece iki çember halinde— bir iç ve bir dış çember halinde— oturan insanların yüzlerinde, duvardan duvara çaprazlama geçen ışık çizgileri vardı. Sanki çemberdeki biri bir açıp bir kapatarak elektrik düğmesiyle oynuyormuş gibi, ışık parlayıp donuklaşıyordu.

İç çemberin ortasında sırt sırta oturan Mariano Aureliano ile Isidoro Baltazar’ı tanıdım. Onların yüzlerinden çok enerjilerini tanımıştım. Enerjileri diğerlerinin enerjilerinden daha farklı ya da daha parlak falan değildi. Sadece daha fazlaydı; kütleseldi enerjileri. Büyük, muhteşem, bitmez tükenmez bir parıltı öbeğiydi.

Oda bembeyaz parlıyordu. Her kenarda, her köşede bir keskinlik, her şeyde bir canlılık vardı. Odada öyle bir berraklık vardı ki her şey kendi başına, ayrı ayrı duruyordu, özellikle çemberde oturan insanlara bağlanan— ya da onlardan yayılan—o ışık çizgileri. İnsanların hepsi birbirlerine ışık çizgileriyle bağlanmışlardı ve sanki devasa bir örümcek ağının birleşme noktaları gibi görünüyorlardı. Işık yoluyla, hiç konuşmadan birbirleriyle iletişim kuruyorlardı. Bu sessiz, elektriksel gerilime doğru çekildim, ta ki ben de bu ışıltılı ağda bir nokta olana dek.

“Ne olacak şimdi?” diye sordum, başımı kaldırıp Florinda’ya bakarak. Başım onun kucağında, kanepenin üstüne uzanmıştım.

Cevap vermedi; gözleri kapalı onun yanında oturan Zoila ve Carmela da cevap vermedi. Sorumu birkaç kez tekrarladım, fakat bütün duyduğum bu üç kadının yavaş yavaş solumalarıydı. Uyuduklarından emindim, yine de onların sessiz, keskin bakışlarını üstümde hissediyordum. Karanlık ve sessizlik, beraberlerinde çölün kokusunu ve buz gibi bir rüzgâr getirerek, canlı bir şey gibi evin içinde hareket ediyorlardı.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön