SOĞUKTAN TİTREYEREK BATTANİYEYE iyice sarındım, kalkıp oturdum. Yabancı bir yatakta, içinde sadece üstünde oturduğum bu yatak ve bir komodin olan yabancı bir odadaydım, yine de etrafımdaki her şeyde tanıdık bir şeyler vardı. Ama neden bu odanın bana bu kadar tanıdık geldiğini anlayamıyordum. Belki de hâlâ uyuyorum diye düşündüm. Bunun bir rüya olmadığını nasıl bilebilirdim ki? Tekrar yastıkların içine gömüldüm. Kollarımı başımın altına koyarak orada öylece yattım ve bıraktım, tanık olduğum ve—yarı rüya, yarı hatıra—yaşadığım garip olaylar zihnimin içinde aksın.
Elbette her şey, bir yıl önce, Delia Flores'le beraber şifacının evine gittiğimde başlamıştı. Orada herkesle beraber katıldığım pikniğin bir rüya olduğunu iddia etmişti Delia. Ona gülmüş ve söylediklerini abes bularak kafamdan atmıştım.
Oysa Delia haklıydı, şimdi o pikniğin bir rüya olduğunu biliyordum. Benim rüyam değildi, ama diğerlerinin gördüğü ve benim de davet edildiğim bir rüyaydı bu; ben bu rüyaya katılan bir konuktum. Benim baştan beri yaptığım hata, inatla buna karşı çıkmaya, bunu bir düzmece olarak görerek—ki düzmeceyle neyi kastettiğimi bilmiyordum— kafamdan atmaya çalışmaktı. Bütün becerebildiğim bu olayı zihnimde tümüyle bloke etmek olmuştu, öyle ki asla bunun farkında olmamıştım.
Yapmam gereken, rüyalar için bir yola, sadece rüyaların aktığı bir oluğa sahip olduğumuzu kabul etmekti. Sonora’da görmüş olduğum rüyayı, başka bir şey olarak değil de sadece bir rüya olarak hatırlamak için kendimi hazırlasaydım, bu rüya görülürken olup bitenlerin mucizesini aklımda tutmayı başarırdım.
Bu olayı ve şimdi başıma gelen her şeyi kafamda tarttıkça huzursuzluğum daha da artıyordu. Fakat beni en çok şaşırtan, destekleyici olsalar da, ne olursa olsun korkutucu bir grup olan bu insanlardan gerçekten korkmamamdı. Ve aniden, onları çok iyi tanıdığım için onlardan korkmadığım kafama dank etti. Bunun kanıtı, onların da benim hissettiğim o tuhaf, fakat rahatlatıcı duyguyu dile getirmiş olmalarıydı: yani benim eve döndüğüm duygusunu.
Bu düşünceleri açıkça belirler belirlemez hemen kafamdan attım ve acaba zihnen dengesizim de, onlar buna odaklanacak bir yol bulup bu dengesizliğimi daha da mı arttırdılar diye gerçekten merak eder hale geldim. Ciddi ve sistematik bir şekilde ailemin geçmişini tekrar gözden geçirerek, akıl hastalığı hakkında duymuş olabileceğim her şeyi anımsamaya çalıştım.
İncil elinde, sokak köşelerinde vaaz veren, anne tarafından bir büyük amcanın hikâyesi vardı. Sonra hem büyükbabam hem de büyük-büyükbabam, sırasıyla, biri İkinci Dünya Savaşı’nın, öteki de Birinci Dünya Savaşının başlangıcında, her şeylerini kaybettiklerini anlayarak intihar etmişlerdi. Büyükannelerimden biri güzelliğini ve cinsel cazibesini yitirdiğini anlayınca canına kıymıştı.
Bu kopukluk hissimin, bütün bu çatlakların gerçek torunu olduğum için bana onlardan miras kaldığına inanmak istiyordum. Cesaretimi bu kopukluk duygusundan aldığıma inanmıştım hep.
Bu marazi duygular içimde öyle bir kaygı uyandırdı ki kendimi yataktan dışarı attım. Sinirli, titrek hareketlerle battaniyeden sıyrıldım. Kendimi kalın, pazen bir gecelikle sarıp sarmalanmış bulunca affalladım. Üstümde dizlerime kadar çıkan yün çoraplar, bir hırka ve ellerimde tek parmaklı eldivenler vardı. Dehşet içinde kendi kendime, “Hasta olmalıyım,” diye mırıldandım. “Başka neden üstümdeki bütün bu giysilere rağmen böyle üşüyeyim ki?” Normalde, havanın sıcaklığı ne olursa olsun, çıplak uyurdum.
Ancak o zaman odada güneş ışığı olduğunu fark ettim; kalın, buzlu camdan içeri güneş giriyordu. Beni gözlerime giren ışığın uyandırmış olduğuna emindim. Ve banyoyu bulmam gerekiyordu. Evde bir su tesisatı olmayacağından endişelenerek, odanın öbür ucunda açık duran sürmeli kapıya doğru gittim; gerçekten de, içinde kapaklı bir lazımlık bulunan bir tuvaletti bu.
“Kahretsin! Ben böyle bir tuvalette yapamam,” diye bağırdım.
Kapı açıldı ve Florinda içeri girdi. Beni kucaklayarak, “Sorun değil,” dedi. “Evin dışında bir tuvalet var. Bu tuvalet geçmişten kalan bir yadigâr.”
“Şimdi sabah olması ne büyük talih,” dedim gülerek. “Hiç kimse karanlıkta evin dışındaki tuvalete gidemeyecek kadar yüreksiz olduğumu bilmeyecek.”
Florinda bana tuhaf bir bakış attı, sonra gözlerini uzağa çevirerek, “Sana sabah olduğunu düşündüren ne?” diye fısıldadı.
Pencereye doğru giderek, “Biraz önce beni güneş uyandırdı,” dedim ve aklım almayarak dışarıdaki karanlığa bakakaldım.
Florinda’nın yüzü ışıldadı. Kendini kontrol ediyor gibiydi, ama yatağın arkasındaki lambanın içindeki ampulü işaret ederken omuzları kahkahalarla sarsılıyordu. Parlak ampulü güneş ışığıyla karıştırmıştım.
“Uyanık olduğuna bu kadar emin olmanı sağlayan nedir?” diye sordu.
Dönüp ona bakarak, “Tuvalete gitmek için duyduğum dayanılmaz dürtü,” dedim.
Kolumdan tutarak, “Kendini rezil etmeden önce seni tuvalete götüreyim,” dedi.
“Bana rüya mı gördüğümü yoksa uyanık mı olduğumu söylemeden hiçbir yere gitmeyeceğim,” diye haykırdım.
“Bu ne huysuzluk!” diye bağırdı Florinda, alnı başıma değene kadar eğilerek. Gözleri kocaman açılmıştı. Her kelimeyi dikkatle telaffuz ederek, “Şu anda rüya gören-uyanıksın,” diye ekledi.
Gittikçe daha da kaygılanmama rağmen gülmeye başladım. Bütün odada uzaklardan bir eko gibi yankılanan gülüşümün tınısı endişemi yatıştırdı. O anda, rüya mı görüyordum yoksa uyanık mıydım ilgilenmiyordum artık. Bütün dikkatimi tuvalete gitmeye odaklamıştım.
“Tuvalet nerede?” diye homurdandım.
Florinda kollarını göğsünde kavuşturarak, “Nerede olduğunu biliyorsun,” dedi. “Ve eğer orada olmayı dilemezsen, asla zamanında ulaşamazsın oraya. Ama sakın tuvaleti yatağına getirme. Buna tembel rüya görme denilir ve yatağını pisletmenin en kesin yoludur. Göz açıp kapayıncaya kadar gidiver tuvalete.”
Kapıya doğru gitmeye çalıştığımda, dehşet içinde bunu yapamadığımı gördüm. Ayaklarımın yürüyeceklerine güveni yoktu. Ne yöne gideceklerine karar veremiyorlarmış gibi, biri ötekinin önüne geçerek, yavaş yavaş ve tereddütlü bir şekilde hareket etmeye başladılar. Ayaklarımın artık benim buyruğum altında olmadığını kabul etmemekte direnerek, sırayla ayaklarımı art arda ellerimle kaldırarak hareketlerimi hızlandırmaya çalıştım.
Florinda bana neler olduğuna aldırmıyor gibi görünüyordu. Olduğum yerde çakılıp kalınca, kızgınlık ve kendime-acıma duygusuyla gözlerim yaşlarla doldu. Dudaklarım imdat dercesine büzüldü, ama ağzımdan hiç ses çıkmadı.
Florinda kolumdan tutup yavaşça beni yere oturtarak, “Sorun nedir?” diye sordu. Kalın yün çoraplarımı çıkartıp ayaklarımı inceledi; şimdi gerçekten endişelenmiş görünüyordu. Ona, duygusal olarak tükendiğim için hareket edemediğimi açıklamak istedim. Ama ne kadar çabalasam da düşüncelerimi kelimelere dökemiyordum. Bir ses çıkartmak için çırpınırken, görüşümde bir sorun olduğunu fark ettim: artık gözlerimi odaklayamıyordum. Yüzümü onunkine ne kadar yaklaştırsam da, gözlerimi ne kadar kıssam da Florinda’nın yüzü bulanık ve donuk kalıyordu.
“Sorunun ne olduğunu biliyorum,” diye fısıldadı Florinda kulağıma. “Tuvalete gitmen gerekiyor. Git! Orada olmayı dile!”
Başımı sallayarak onayladım. Gerçekten rüya gören-uyanık halde olduğumu, ya da daha doğrusu, henüz tümüyle bana ait olmayan, fakat bu insanlar vasıtasıyla girebildiğim bir başka gerçeklik içinde yaşadığımı biliyordum. O anda kendimi açıklanmaz bir şekilde rahat hissettim. Ve işte birdenbire evin dışındaki tuvaletteydim, rüyası görülen değil, gerçek bir tuvaletteydim.
Etrafı incelemek, bunun gerçek olduğundan emin olmak uzun zamanımı aldı. Gerçekti.
Sonra, nasıl bilmiyorum ama, tekrar odadaydım. Florinda rüya görme kapasitem hakkında övgü dolu bir şeyler söyledi. Söylediklerine pek dikkatimi veremedim, çünkü dikkatim duvarın karşısında üstüste konulmuş olan battaniye yığınına takılmıştı. Uyandığımda bunları fark etmemiştim, ama bu battaniyeleri daha önce gördüğümden emindim.
Onları nerede gördüğümü hatırlamaya çalışırken, hissettiğim o rahatlık duygusu çabucak kayboluverdi. Giderek ıstırap duymaya başladım. Isidoro Baltazar’la beraber gelmiş olduğum aynı evde miydim, yoksa başka bir yerde miydim artık bilemiyordum.
“Bu kimin odası?” diye sordum. “Ve kim beni bu giysilerle sarıp sarmaladı?” Kendi sesimi duymak beni dehşete düşürmüştü.
Florinda saçlarımı okşadı ve müşfik, yumuşak bir sesle, o an için bunun benim odam olduğunu söyledi. Üşümemem için beni kendisi sarıp sarmalamıştı. Çölün aldatıcı olduğunu söyledi, özellikle geceleri.
Sanki başka bir şey ima ediyormuş gibi muammalı bir ifadeyle bana baktı. Rahatsız olmuştum, çünkü sözleri neyi kastedebileceği konusunda hiçbir ipucu vermiyordu bana. Düşüncelerim amaçsızca dönüp dolaşıyordu. Anahtar sözcüğün çöl olduğuna karar verdim. Cadıların evinin çölde olduğunu bilmiyordum. Eve öyle dolambaçlı bir yoldan gelmiştik ki evin tam olarak nerede bulunduğunu belirleyememiştim.
“Kimin evi bu, Florinda?” diye sordum.
Sanki büyük bir sorunla uğraşıyormuş gibi, yüzünde kâh düşünceli, kâh endişeli bir ifade belirdi. “Evindesin,” dedi nihayet, sesinde derin bir duygu vardı. Daha soruma cevap vermediğini ona hatırlatmama fırsat kalmadan bana sessiz olmamı işaret etti ve parmağıyla kapıyı gösterdi.
Dışarıda karanlıkta bir şey fısıldıyordu. Rüzgâr ya da yapraklar olabilirdi bu fısıltı, ama her ikisinin de olmadığını biliyordum. Yatıştırıcı, bildik bir sesti bu; pikniğin anısını aklıma getirmişti. Özellikle de Mariano Aureliano’nun sözlerini aklıma getirdi: “Diğerlerini de üflediğim gibi, seni şimdi efsaneyi ellerinde tutan bir kişiye üfleyeceğim.”
Bu sözler kulaklarımda çınlıyordu; acaba Mariano Aureliano odaya girdi de tam o anda bu sözleri yüksek sesle tekrarlıyor mu diye düşünerek arkama döndüm.
Florinda onaylıyormuş gibi başını salladı. Zihnimi okumuştu. Üstüme diktiği gözleri, Mariano Aureliano’nun bu iddiasını anladığımı kabul etmeye zorluyordu beni. Piknikte onun bu sözleri üstünde fazla düşünmemiştim; sadece pek abes gelmişti. Şimdi bu “diğerlerinin” kim olduğunu öyle merak ediyordum ki konuşmanın akıp gitmesine izin veremezdim.
“Isidoro Baltazar kendisiyle beraber çalışan bazı insanlardan bahsetti,” diye ihtiyatla konuşmaya başladım. “Bu insanların ona emanet edildiğini ve onlara yardım etmenin kendisinin kutsal vazifesi olduğunu söylemişti. Bunlar ona . . . üflenen insanlar mı?” diye sordum duraksayarak.
Florinda üflemek kelimesini söylerkenki isteksizliğimi eğlenceli bulmuş gibi, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle başını olumlu anlamda salladı. “Onlar eski nagualın yeni naguala üflediği insanlar; onlar da kadın ve senin gibiler.”
“Benim gibiler mi?” diye sordum şüpheyle.
Keşke o yolculuk sırasında Isidoro Baltazar’a karşı hissettiğim duygulara ve ruh halimdeki şaşırtıcı değişimlere kapılmasaydım da bana kendi dünyası hakkında açıkladığı her şeye daha çok dikkat etseydim.
“Bu kadınlar ne yönden benim gibiler?” diye sordum ve ekledim, “Onları tanıyor musun?”
“Onları gördüm,” dedi üstünde durmadan.
“Isidoro Baltazar’a kaç kadın üflendi?” diye sordum gizleyemediğim bir hoşnutsuzlukla. Yine de onları sırf düşünmek bile beni hem heyecanlandırıyor hem de telaşlandırıyordu.
Florinda bu tepkim karşısında neşelenmişti. “Birkaç tane. Fiziksel olarak sana benzemiyorlar, ama yine de senin gibiler. Demek istediğim, benim yoldaşım olan kadın büyücülerle birbirimize benzediğimiz gibi birbirine benziyor onlar da,” diye açıkladı. “Sen kendin bizimle ilk karşılaştığında ne kadar birbirimize benzediğimize şaşırmadın mı?”
Başımı olumlu anlamda salladığımı görünce, onu ve topluluğunu—açıkça görülen fiziksel farklılıklara rağmen—bu kadar benzer kılanın, büyücülerin dünyasına tarafsız bir şekilde tabi olmaları olduğunu söyledi. “Senin akıl erdiremeyeceğin bir sevgiyle bir araya geldik bizler.”
“Bahse girerim öyledir,” dedim olabildiğince alaylı bir şekilde. Sonra Isidoro Baltazar’a üflenen bu kadınlar hakkındaki merakım ve heyecanım baskın çıktı. “Onlarla ne zaman karşılaşacağım?”
“Onları bulduğun zaman,” dedi Florinda. Alçak bir tonla söylendiği halde, bir anda lafı ağzıma tıkayan olağanüstü bir güç vardı sesinde.
“Eğer onları tanımıyorsam nasıl bulabilirim ki? Olanaksız bu.”
“Bir cadı için değil,” dedi kayıtsızca. “Söylediğim gibi, onlara fiziksel olarak benzemiyorsun, fakat senin içindeki ışıltı onların içindeki ışıltı kadar parlak. Onları bu ışıltıdan tanırsın.” Sanki içimdeki ışıltıyı gerçekten görebiliyormuş gibi gözlerini dikkatle üstüme dikmişti. “Bu büyücülerin ışıltısıdır.” Yüzü vakur, sesi olağandışı alçaktı.
Küstahça bir iki laf söylemek istedim, ama halindeki bir şey beni korkuttu. “Ben bu ışıltıyı görebilir miyim?" diye sordum.
Florinda, “Bunun için naguala ihtiyacımız var,” diyerek odanın karanlık köşesinde duran Mariano Aureliano’yu işaret etti. Onu hiç fark etmemiştim, ama birdenbire ortaya çıkışı da hiç korkutucu gelmedi bana.
Florinda ona ne istediğimi söyledi. Mariano Aureliano bana odanın ortasına kadar onu izlememi işaret etti. “Sana bu ışıltıyı göstereceğim,” dedi, sonra çömelerek ellerini yukarı kaldırdı ve sırtına binmemi işaret etti.
Hayal kırıklığımı gizlemek için hiçbir çaba göstermeyerek, “Sırtında gezintiye mi çıkacağız?” diye sordum. “Bana büyücülerin ışıltısını göstermeyecek misin?” Mariano Aureliano'nun hakiki büyücülüğün tuhaf davranışlar, ritüeller, uyuşturucu maddeler ya da sihir olmadığına dair söylediklerini açıkça hatırlamama rağmen, yine de ateşin üstünde büyülerle kocakarı ilaçlarını karıştırmak gibi bir gösteri yapmasını, erkini göstermesini bekliyordum.
Mariano Aureliano benim hüsrana uğradığımı görmezden gelerek kollarımı, onu boğmamak için sıkmadan, boynunun etrafına dolamamı istedi.
“Böyle taşınmak için biraz fazla büyük olduğumu düşünmüyor musun?” diye uyardım onu.
Mariano Aureliano’nun kahkahası içinde bir çağlayan gibi yükselerek müthiş bir zevkle patladı. Tek bir hareket yaparak, hızla ayağa fırladı. Kollarını dizlerimin arkasına sıkıştırarak beni rahat bir pozisyona getirdi ve koridora çıktı, ama kafam kapıya çarpmamıştı.
O kadar hızlı ve çaba sarfetmeden yürüyordu ki kendimi uzun, karanlık koridordan aşağı süzülüyormuşum gibi duyumsadım. Merakla etrafıma bakıyordum. Ama çok hızlı hareket ediyorduk; eve anca şöyle bir göz atabiliyordum. Her şeye yumuşak olmakla beraber inatçı bir koku işlemişti: portakal çiçeklerinin güzel kokusu ve soğuk havanın tazeliği.
Dışarıda pus avluyu silikleştirmişti. Bütün görebildiğim, birbirine benzer karanlık silüetlerden oluşan bir kütleydi. Sis helezonları ağaçların ve taşların tuhaf şekillerini bir açığa çıkartıp bir silerek her şeyin şeklini değiştiriyordu. Cadıların evinde değildik. Bundan emindim.
Ritmik bir solumadan başka bir şey işitmiyordum. Bunun Mariano Aureliano’nun mu yoksa benim solumam mı olduğunu ayırt edemiyordum. Ses bütün avluya yayılıyor ve sanki rüzgâr dalların arasında hışırdıyormuş gibi yaprakları titretiyordu. Bu titreyiş aldığım her nefesle bedenimin içine sızıyordu. Bu başımı öyle döndürmüştü ki bilincimi kaybetmeyeyim diye kollarımı sıkıca Mariano Aureliano'nun omuzlarına doladım. Ne hissettiğimi ona söylememe fırsat kalmadan sis etrafımı çevreledi ve çözülüp hiçlik olduğumu hissettim,
“Çeneni başımın üstüne daya.” Nagual Mariano Aureliano’nun sesi sanki uzak bir mesafeden geliyormuş gibiydi. Bu sözler beni ürkütmüştü, çünkü onun sırtına bindiğimi hepten unutmuştum.
Çenemi başının üstüne koymam için beni sırtında yukarı iterken, aceleyle, “Ne yaparsan yap ama sakın beni bırakma,” diye ekledi.
Giderek artan kaygımı açığa vuran bir sesle, “Eğer bırakırsam ne olabilir ki?” diye sordum. “Sadece yere düşerim, öyle değil mi?” Sesim korkunç derecede tizleşmişti.
Mariano Aureliano tatlı tatlı güldü, ama cevap vermedi. Adeta dans eder gibi yumuşak, hafif adımlarla geniş avluda bir aşağı bir yukarı yavaş yavaş yürüyordu. Ve sonra bir an için havada yükseldiğimizi sandım; ağırlığımız yoktu. Çabucak gelip geçen bir an boyunca, gerçekten karanlıkta dolaştığımızı hissettim, sonra da Mariano Aureliano’nun bedeni aracılığıyla sert zemini duyumsadım. Sis mi kalkmıştı, yoksa farklı bir avluda mıydık karar veremedim, ama bir şey değişmişti. Belki de değişen sadece havaydı; daha ağırdı, nefes almak daha zordu.
Ay yoktu ve yıldızlar donuktu, yine de gökyüzü, sanki uzak bir noktadan aydınlatılıyormuş gibi, parlıyordu. Yavaş yavaş ağaçların şekilleri, sanki birisi havada dış hatlarını çiziyormuş gibi, netleşmeye başladı.
Mariano Aureliano iki metre kadar uzakta, uzun ve çalılarla kaplı bir zapote ağacının önünde birden duruverdi. Ağacın dibinde bir grup insan oturuyordu, on iki ya da on dört kişi kadardılar. Pusla ağırlaşan uzun yapraklar yüzlerini gölgeliyordu. Ağaçtan yayılan tuhaf bir ışık her birini olağanüstü canlı gösteriyordu. Gözleri, burunları, dudakları, bütün yüz hatları bu yeşil ışıkta parıldıyordu, ama yine de yüzlerini çıkartamıyordum. Hiçbiri bana tanıdık gelmedi. Kadın mı yoksa erkek mi olduklarını bile kestiremiyordum, sadece insandılar. “Ne yapıyorlar?” diye fısıldadım Mariano Aureliano’nun kulağına. “Kim bunlar?”
“Çeneni başımın üstünde tut,” diye tısladı.
Eğer fazla itersem bütün yüzümün kafatasına gömüleceğinden korkarak çenemi sıkıca başına bastırdım.
İçlerinden birini sesinden tanımayı umarak onlara iyi geceler dedim.
Dudaklarından şöyle bir gülümseme gelip geçti. Selamıma karşılık vereceklerine yüzlerini çevirdiler. Ortalarından garip bir ses geldi. Onlara enerji veren bir sesti bu, çünkü onlar da ağaç gibi ışıldamaya başladılar. Yeşil bir ışık değil de altınımsı bir parlaklık yek vücut halinde titreşti, ta ki hepsi eriyip, orada ağacın altında uçup duran büyük bir altınımsı küre halinde birleşinceye kadar.
Sonra altınımsı küre çözülerek parça parça parıltılar haline geldi. Devasa ateş böcekleri gibi, gidip gelirken ışık ve gölge yayarak ağaçların arasında bir görünüp bir kayboluyorlardı.
“Bu ışıltıyı hatırla,” diye mırıldandı Mariano Aureliano. Sesi kafamın içinde yankılanıyordu. “Bu . . . suremin parıltısıdır.”
Ani bir esinti sözcüklerini dağıttı. Rüzgâr canlıydı; gökyüzünün karanlığında ışıldıyordu. Tuhaf bir yırtılma sesi çıkartarak büyük bir şiddetle esiyordu. Sonra rüzgâr bana karşı döndü; beni yok etmek niyetinde olduğundan emindim. Buz gibi ani bir esinti ciğerlerimi yakarken acıyla haykırdım. Bedenimin içine bir soğukluk yayıldı, ta ki katılaştığımı hissedene kadar.
Konuşan Mariano Aureliano muydu yoksa rüzgâr mıydı bilmiyordum. Rüzgâr etrafımdaki her şeyi silerek kulaklarımda kükredi. Sonra ciğerlerimin içine girdi. Bedenimdeki her hücreyi yiyip yutmak hevesiyle, canlı bir şey gibi kıvrılıyordu. Yere yıkıldığımı hissettim, öleceğimi biliyordum. Ama kükreme durdu. Sessizlik öyle ani idi ki sessizliği duydum. Hâlâ canlı olduğuma şükrederek yüksek sesle güldüm.