Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

11 2


IŞIĞI SÖNDÜRDÜM VE evdeki seslerle, tuhaf gıcırtılarla ve kapımın dışında duran toprak bir süzgeçten damlayan suyun sesiyle uyuşarak hamağımda hiç hareketsiz yattım.

Birdenbire koridorda yankılanan bariz ayak sesleriyle yerimden doğruldum. “Bu saatte kim olabilir ki?” diye düşündüm. Ayaklarımın ucuna basarak odayı geçtim ve kulağımı kapıya dayadım. Ayak sesleri kuvvetliydi ve yaklaştıkça kalbim yüksek sesle hızlı hızlı atmaya başladı. Ayak sesleri kapimin önünde durdu. Kapı acele acele çalındı, bunu beklememe rağmen yine de ürkmüştüm. Geriye sıçradım ve bir sandalyeyi devirdim.

“Kâbus mu gördün?” diye sordu Florinda odaya girerek. Kapıyı yarı açık bırakmıştı, koridordaki ışık içeri giriyordu. Gülümseyerek, “Ayak sesimi duyunca sevineceğini sanıyordum,” dedi alaylı bir tavırla. “Gizli gizli yanına sokulmak istemedim.” Sandalyeyi yerden kaldırarak arkasına haki renk bir pantalon ve bir gömlek attı. “Bakıcıdan selamlarla. Bunların sende kalabileceğini söylüyor.”

“Bende kalabilirler miymiş?” diye tekrarladım, giysilere şüpheyle bakarak. Temiz ve ütülü görünüyorlardı. “Kot pantolonumun nesi var?”

“Uzun Los Angeles yolculuğunda bu pantolonla daha rahat edersin,” dedi Florinda.

“Ama ben gitmek istemiyorum!” diye bağırdım telaşla. “Isidoro Baltazar dönene kadar burada kalıyorum.”

Florinda güldü ve ağlamak üzere olduğumu görerek, “Isidoro Baltazar döndü, ama istiyorsan daha kalabilirsin.”

“Yok, hayır, istemem,” deyiverdim. Son iki gündür hissettiğim endişeleri neredeyse unutuvermiştim. Florinda’ya sormak istediğim bütün soruları da. Tüm düşünebildiğim Isidoro Baltazar’ın geri dönmüş olduğuydu. “Onu şimdi görebilir miyim?” diye sordum.

“Korkarım, göremezsin.” Ben odadan çıkmaya kalkışınca beni durdurdu.

Bir an söylediğini kavrayamamıştım. Anlamadan ona bakakaldım, Florinda yeni nagualı bu gece görmemin mümkün olmadığını tekrarladı.

“Neden mümkün değil?” diye sordum şaşkın şaşkın. “Eminim beni görmeyi isterdi.”

“Eminim isterdi,” diye onayladı hemen. “Ama derin uykuda ve onu uyandıramazsın.” Bu öyle şiddetli bir reddedişti ki bütün yapabildiğim, dilim tutulmuş bir halde ona bakakalmak oldu.

Florinda uzun bir süre yere baktıktan sonra başını kaldırıp gözlerini bana dikti. Yüzünde üzgün bir ifade vardı. Bir an, merhamete gelip beni Isidoro Baltazar’ı görmeye götüreceğini sandım. Ama tersine, kesin bir tarzda, “Korkarım onu bu gece göremezsin,” diye tekrarladı. Sanki hâlâ fikrini değiştirebilirmiş gibi beni aceleyle kucaklayıp öperek odadan çıktı. Dışarıdaki ışığı söndürdü, sonra koridordaki gölgelerin içinden sıyrılarak bana baktı ve “Hadi, şimdi git uyu,” dedi.

Sağa sola dönerek saatlerce uyanık yattım. Şafağa yakın nihayet kalkarak Florinda’nın getirmiş olduğu giysileri giydim. Üstüme iyi uydular, pantolon dışında, onu belimden bir iple bağlamak zorunda kaldım— yanımda kemer getirmemiştim.

Elimde ayakkabılar gizlice koridora çıkıp bakıcının odasını geçerek arka girişe çıktım. Gıcırdayan menteşeleri hatırlayarak kapıyı dikkatle açıp birazcık araladım. Dışarısı hâlâ karanlıktı, ama doğu ufkuna hafif, parlak bir mavilik yayılmıştı. Duvarın içine oyulan kemerli geçite koştum ve geçitin dış tarafındaki patikaya muhafızlık eden iki ağacın yanında bir an durdum. Hava çiçeklerin güzel kokularıyla ağırlaşmıştı. Çalılıktan geçme konusunda içime musallat olan şüphelerim, yere taze küllerin serpilmiş olduğunu görünce geçti. Başka bir şey düşünmeden fırlayıp öteki eve doğru koştum.

Kapı aralıktı. Hemen içeri girmedim. Bir pencerenin altına çöktüm ve bir ses duymayı bekledim. Çok beklemem gerekmedi, yüksek bir horlama işitmiştim. Bir süre dinledim ve sonra içeri girdim. Açıkça duyulan bu horlama sesini izleyerek dosdoğru evin arkasındaki odaya gittim. Karanlıkta, hasırın üstünde uyuyan şekli zar zor çıkarabildim, ama onun Isidoro Baltazar olduğundan hiç şüphem yoktu. Onu birden uyandırırsam ürkebileceğinden korkarak öndeki odaya dönüp kanepeye oturdum. O kadar heyecanlıydım ki hareketsiz oturamıyordum. Artık her an uyanabileceğini düşünerek sevinçten kendimden geçmiştim. İki kez ayaklarımın ucuna basarak odaya gidip ona baktım. Uykusunda dönmüştü ve artık horlamıyordu.

Kanepede kestirmiş olmalıydım. Düzensiz uykumun arasında odada birinin durduğunu sezdim. Yarı doğrulup, “Isidoro Baltazar’ın uyanmasını bekliyorum,” diye mırıldanmak istedim, fakat hiç ses çıkartamadığımı anladım. Kalkıp oturmak için bilinçli bir gayret gösterdim. Gözlerimi yanımda duran adama odaklayamadan, başım dönerek yerimde sallandım. Yanımda duran Mariano Aureliano’ydu. "Isidoro Baltazar hâlâ uyuyor mu?” diye sordum ona.

Eski nagual uzun süre gözlerini bana dikti. Rüya görüp görmediğimi merak ederek uzanıp elini tuttum ve birdenbire bırakıverdim. Ateş gibi yanıyordu eli.

Mariano Aureliano hareketlerim karşısında şaşırmış gibi kaşlarını kaldırdı. “Sabaha kadar Isidoro Baltazar’ı göremeyeceksin,” dedi. Sanki kelimeleri telaffuz etmek için büyük bir çaba harcıyormuş gibi yavaş yavaş konuşuyordu.

Ona neredeyse sabah olduğunu ve Isidoro Baltazar’ı kanepede bekleyeceğimi söylemeye fırsat bulamadan Mariano Aureliano yanan elini sırtıma koyarak beni eşikten dışarı itti.

“Hamağına geri dön.”

Aniden bir rüzgâr esti. Karşı çıkmak için arkama döndüm, ama Mariano Aureliano artık orada değildi. Rüzgâr boğuk bir gong sesi gibi kafamın içinde tekrar titreşti. Ses gittikçe hafifledi, ta ki sadece bir titreşim haline gelene dek. Son silik yankıları da uzatmak için ağzımı açtım.

Sabahın ilerleyen saatlerinde, üstümde Florinda’nın getirmiş olduğu giysilerle hamağımda uyandım. Otomatik olarak, neredeyse hiçbir şey düşünmeden dışarı çıkıp açıklığı geçerek küçük eve gittim. Kapı kilitliydi. Kapıya üst üste vurdum, bağırdım, ama hiç cevap yoktu. Zorlayıp pencereleri açmaya çalıştım, fakat onlar da kilitliydi. O kadar kötü olmuştum ki ağlamama ramak kalmıştı. Koşarak tepeyi çıkıp, bir arabanın park edilebileceği tek yer olan yolun yanındaki küçük açıklığa gittim. Isidoro Baltazar’ın kamyoneti orada değildi. Taze lastik izleri arayarak uzun süre toprak yolda yürüdüm. Hiçbir iz yoktu.

Her zamankinden daha da çok kafam karışmış bir halde eve döndüm. Kadınları odalarında aramanın boşuna olacağını bilerek iç avlunun ortasında durup avazım çıktığı kadar bağırarak Florinda’yı çağırdım. Etrafıma çöken kendi sesimin yankısından başka bir ses yoktu ortalıkta.

Florinda’nın söylediklerini ne kadar düşünsem de tatminkâr bir yanıt bulamıyordum. Emin olduğum tek şey Florinda’nın üstümdeki bu giysileri getirmek için gecenin bir yarısında odama gelmiş olduğuydu. Bu ziyareti ve Isidoro Baltazar’ın geri döndüğünü söylemesi içimde canlı bir rüya başlatmış olmalıydı.

Neden evde yalnız olduğumu—bakıcı bile ortalıkta görünmüyordu— düşünmekten kaçınmak için yerleri silmeye koyuldum. Temizlik yapmak her zaman yatıştırıcı bir etki yapmıştı üstümde. Mutfak dahil olmak üzere bütün odaları temizlemeyi yeni bitirmiştim ki net bir şekilde bir Volkswagen motorunun sesini işittim. Tepeden aşağı koştum ve daha kamyonetinden çıkmadan Isidoro Baltazar’ın üstüne atıldım, az kalsın onu yere düşürüyordum.

“Hâlâ anlayamıyorum,” diye güldü, kollarıyla beni sıkıca sararak. “Bana nagualın o kadar çok anlattığı kişi sendin. Seni selamladıkları zaman neredeyse bayılacaktım biliyor musun?”

Cevap vermemi beklemeden beni tekrar kucakladı ve gülerek beni havaya kaldırdı. Sonra, sanki içindeki bir engelin önü açılmış gibi hiç durmadan konuşmaya başladı. Benden bir yıldır haberi olduğunu söyledi; nagual ona garip bir kız emanet edeceğini söylemişti. Nagual bu kızı mecazi olarak, “ne rüzgârlı ne sakin, ne sıcak ne soğuk olan, fakat insanın tepesini attıracak kerte bütün bunların arasında gidip gelen, bulutsuz bir öğle üzeri” şeklinde tanımlıyordu.

Isidoro Baltazar, kendisi burnu büyük bir ahmak olduğu için, hemen nagualın kız arkadaşını kastettiğini düşündüğünü söyledi.

Lafını kısa keserek, “Senin kız arkadaşın kim?” diye sordum.

Sözlerimden rahatsız olarak eliyle sert bir hareket yaptı. “Bu olgulardan oluşan bir hikâye değil,” dedi sertçe. “Fikirlerden oluşan bir hikâyeydi bu. Böylece benim ne kadar budala olduğumu görecektin.” Yüzündeki kızgınlık yerini çabucak aydınlık bir gülümsemeye bıraktı. "Gerçekten bu kızın kim olduğunu kendi başıma bulabileceğime inanıyordum.” Bir an sustu, sonra usulca, “Bu arayışımda çocukları olan evli bir kadını bile işin içine soktum,” diye ekledi.

Derin bir iç çekti ve sırıtarak, “Bu hikâyemden çıkartılacak kıssadan hisse şu ki büyücülerin dünyasında insan egoyu iptal etmelidir, yoksa bu bizim için mahvolmak demektir, zira bu dünyada bizim gibi sıradan insanların herhangi bir şeyi önceden tahmin etmelerinin hiçbir yolu yoktur,” dedi.

Sonra ağladığımı görerek karşıma geçti, kolunu omzuma koyup endişeyle gözlerini bana dikti. “Sorun nedir, nibelunga?” diye sordu.

Gözyaşlarımı silerek hıçkırıklarımın arasından, “Hiçbir şey değil esasında,” dedim gülerek ve alaycı bir tavırla, “Soyut hikâyelerden tasalanabilecek soyut bir zihniyetim yok benim,” diye ekledim olabildiğince sert bir ses tonuyla. “Şimdi ve burası hakkında tasalanıyorum ben. Bu evde başıma neler geldiğine ilişkin hiçbir fikrin yok senin.”

Kasten kaba bir ses tonuyla, “Elbette çok iyi bir fikrim var,” diye cevabı yapıştırdı. “Yıllardır buradayım ben.” Bana bir araştırmacı gibi dikkatle bakarak, “Benim bilmek istediğim, neden bana zaten onlarla birlikte olduğunu söylemediğin.”

“Söyleyecektim, ama bu önemli gibi gelmedi bana,” diye mırıldandım kafam karışmış bir halde. Sonra sesim düzenli ve sert bir ahenk kazanarak, kelimeler gayri ihtiyari ağzımdan dökülmeye başladı. “Onlarla karşılaşmak yaptığım en önemli şey oldu çıktı.” Şaşkınlığımı gizlemek için hemen evde tek başıma bırakıldığım için şikâyet etmeye başladım.

Isidoro Baltazar aniden gülümsemesini zaptedemeyerek, “Nagualla beraber dağlara gittiğimi sana bildirecek fırsatım olmadı,” diye fısıldadı.

“Ben bunu unuttum bile,” dedim. “Ben bugünden bahsediyorum. Bu sabah uyandığımda burada olmanı umuyordum. Geceyi küçük evde, bir hasırın üstünde uyuyarak geçirdiğinden emindim. Seni bulamadığım zaman panik oldum.”



Yüzündeki şaşkın ifadeyi görünce, ona Florinda’nın gece yarısındaki ziyaretini, ondan sonraki rüyamı, bu sabah uyandığımda kendimi evde yapayalnız buluşumu anlattım. Söylediklerim kulağa tutarsız geliyordu. Düşüncelerimle söylediklerimin hepsi birbirine karışmıştı. Ne var ki konuşmamı durduramıyordum.

Nihayet bu hummalı konuşmama bir son vererek, “Kabul edemediğim o kadar çok şey var ki,” dedim. “Ama bunları yalanlayamıyorum da.”

Isidoro Baltazar tek laf söylemedi. Kaşlarını sorgulayıcı ve alaycı bir şekilde kaldırarak, sanki devam etmemi bekliyormuş gibi bana bakmayı sürdürdü. Yüzü duman rengini almıştı, süzülmüş ve bitkindi. Teninden, sanki günlerini yeraltındaki bir mağarada geçirmiş gibi hafif bir toprak kokusu ve tuhaf bir serinlik yayılıyordu.

Gözlerimi, korkunç ve merhametsiz bir bakışı olan o uğursuz sol gözüne dikince bütün bu karman çorman düşüncelerim kayboldu. O anda artık neyin asıl gerçek ve neyin illüzyon, neyin rüya içindeki bir rüya olduğunun önemi yoktu. Kendimi tüy gibi hafif hissederek yüksek sesle güldüm. Onun bu sihirbaz gözüne bakmayı sürdürdükçe omuzlarımdan dayanılmaz bir ağırlığın kalktığını hissedebiliyordum. Bu gözü tanıyordum. Florinda’nın, Mariano Aureliano’nun, Esperanza’nın ve bakıcının da böyle bir gözü vardı. İlelebet duygusuz ve hissiz olması mukadder olan bu göz boşluğu yansıtıyordu. Sanki bir şeyleri yeterince açığa vurmuş gibi, sol göz­ bebeğinin üstüne—kertenkelelerin gözündeki gibi—bir göz­ kapağı kapandı.

Daha ona bu sihirbaz gözü hakkında bir şey söylememe fırsat kalmadan Isidoro Baltazar bir an için her iki gözünü de kapattı. Tekrar açtığı zaman gözleri tastamam birbirinin aynıydı, kopkoyuydular ve gülmekten parlıyorlardı, sihirbaz gözü ise sadece bir illüzyondu. Isidoro Baltazar bir kolunu omzuma koydu ve birlikte tepeye çıktık.

Tam eve varmadan önce, “Eşyalarını topla,” dedi. “Ben seni arabada bekleyeceğim.”

Benimle beraber içeri girmemesi tuhaf gelmişti, ama o anda ona bunun nedenini sormayı düşünmedim. Birkaç parça eşyamı toplarken belki de kadınlardan korktuğunu düşündüm. Bu olasılık beni güldürdü, çünkü birdenbire Isidoro Baltazar’ın korkmadığı tek şeyin kadınlar olduğunu, beni hayrete düşüren bir kesinlikle, anlayıvermiştim.

Tepenin eteğindeki kamyonete vardığımda hâlâ gülüyordum. Tam Isidoro Baltazar’a bu neşeli halimin nedenini açıklamak için ağzımı açmıştım ki garip, şiddetli bir duygu kapladı içimi. Bu öyle güçlü bir sancıydı ki konuşamadım. Hissettiğim cinsel ihtiras değildi. Platonik bir sevgi de değildi. Anne babama ya da erkek kardeşlerime ya da arkadaşlarıma karşı duyduğum his de değildi bu. Onu beklenti, şüphe ya da korkuyla lekelenmemiş bir sevgiyle seviyordum sadece.

Sanki yüksek sesle konuşmuşum gibi Isidoro Baltazar beni öyle sımsıkı kucakladı ki nefesim kesildi.

Arabaya binip yavaş yavaş uzaklaştık. Meyve ağaçlarının arasında bakıcıyı görebilmeyi umarak başımı pencereden dışarı uzattım. Kendimi koltuğa bırakarak, “Böyle çekip gitmek tuhaf geliyor,” dedim düşünceli bir halde. “Bir şekilde Florinda bana dün gece veda etti sayılır. Ama keşke Esperanza’yla bakıcıya teşekkür edebilseydim.”

Toprak yol tepenin etrafından dönerek keskin bir dönemece ulaştığı zaman küçük evin arka kısmı ortaya çıktı. Isidoro Baltazar arabayı durdurup motoru kapatarak evin önünde bir kasanın üstünde oturan zayıf, yaşlı adamı gösterdi. Arabadan çıkıp koşarak tepeye çıkmak istedim, ama Isidoro Baltazar beni durdurarak, “Sadece el salla ona,” diye fısıldadı.

Bakıcı kasadan kalktı. Rüzgâr, bol ceketini ve pantolonunu kollarına ve bacaklarına yapıştırarak kanat gibi çırpıyordu. Yüksek sesle güldü, sonra arkaya doğru eğildi ve geriye doğru, adeta rüzgârın hızıyla iki defa takla attı. Bir an havada asılı kalmış gibi göründü ve hiç yere inmedi, sanki rüzgâr onu emmiş gibi ortadan kayboluvermişti.

“Nereye gitti?” diye fısıldadım korkuyla.

Isidoro Baltazar çocuksu bir keyifle kıkırdayarak, “Öteki tarafa,” dedi. “Bu onun sana veda ediş şekliydi.” Tekrar arabayı çalıştırdı. Sanki bana işkence ediyormuş gibi, arada sırada bana alaycı bir bakış atıyordu. Nihayet, “Canını sıkan ne, nibelunga?” diye sordu.

“Onun kim olduğunu biliyordun, değil mi?” dedim onu suçlayarak. “Bakıcı değil o, öyle değil mi?”

Isidoro Baltazar hafifçe kaşlarını çattı. Uzun bir sessizlikten sonra nagual Juan Matus’un benim için Mariano Aureliano olduğunu hatırlattı. Onu bu isimle tanımamın iyi bir nedeni olması gerektiğini söyledi. “Eminim yaşlı adamın sana ismini açıklamamasının da aynı derecede sağlam bir nedeni vardır.”

Karşı çıkarak, Mariano Aureliano’nun kim olduğunu bildiğim için, yaşlı adamın böyle bir iddiada bulunmasının amacını anlamadığımı söyledim. “Ve,” diye vurguladım kendimi beğenmiş bir havayla, “bakıcının kim olduğunu biliyorum ben.” Isidor Baltazar’ın tepkisini görmek için ona bir göz attım. Yüzü hiçbir şey açığa vurmuyordu.

“Büyücülerin dünyasındaki herkes gibi bakıcı da bir büyücü,” dedi. “Fakat sen onun kim olduğunu bilmiyorsun.” Şöyle bir bana bakıp dikkatini tekrar yola çevirdi. “Bunca yıldan sonra, nagual Juan Matus da dahil olmak üzere, onların gerçekten kim olduklarını ben bile bilmiyorum. Nagual Juan Matus’la beraber olduğum sürece kim olduğunu bildiğimi sanıyorum, ama sırtını döndüğü anda şaşırıp kalıyorum.”

Isidoro Baltazar konuşmaya devam ederek, adeta hülyalı bir havayla, her günkü dünyada öznel durumlarımızı bütün hemcinslerimizin paylaştığını söyledi. Bu nedenle, belirli koşullar altında hemcinslerimizin ne yapacağını her zaman biliyorduk.

“Yanılıyorsun, müthiş yanılıyorsun,” diye bağırdım. ''Hemcinslerimizin belirli koşullar altında ne yapacaklarını bilmemek yaşamın heyecanlı yanıdır. Geriye kalan birkaç heyecanlı şeyden biridir bu. Bundan kurtulmak istediğini söyleme bana.”

Isidoro Baltazar, “Hemcinslerimizin tam olarak ne yapacağını bilmiyoruz,” diye açıkladı sabırlı bir şekilde, “fakat doğru çıkacak bir olasılıklar listesi hazırlayabiliriz. Bunun çok uzun bir liste olacağını kabul ediyorum, ama yine de sınırlı bir liste olacaktır. Bu listeyi yazmak için hemcinslerimize tercihlerini sormak zorunda değiliz. Bütün yapmamız gereken kendimizi onların yerine koymak ve bize uygun olasılıkları yazmaktır. Bu olasılıklar herkes için doğru olacaktır, çünkü bunları paylaşıyoruz. Öznel durumlarımızı hepimiz paylaşırız.” Dünya hakkındaki öznel bilgimizin bizce sağduyu olarak bilindiğini söyledi. Sağduyu gruptan gruba, kültürden kültüre biraz farklılık gösterebilirdi, yine de bütün bu farklılıklara rağmen, her günkü dünyanın ortak-öznel bir dünya olduğu ifadesini haklı çıkaracak kadar aynı türdendi.

“Ne var ki alıştığımız bu sağduyu büyücülerde aktif değildir,” diye vurguladı. “Onların sağduyusu başka türdendir, çünkü başka türden öznel durumları vardır.”

“Yani başka bir gezegenden gelen varlıklar gibi mi onlar?” diye sordum.

Isidoro Baltazar güldü. “Evet, başka bir gezegenden gelen varlıklar gibiler.”

“Bu kadar gizli kapaklı olmalarının nedeni bu mu?”

“Gizli kapaklı doğru bir terim değil bence,” dedi düşünceli bir şekilde. “Onlar her günkü dünyayla farklı bir şekilde uğraşırlar. Hareketleri bize gizli kapaklı görünüyor, çünkü bizler aynı anlamı paylaşmıyoruz ve onlar için neyin sağduyu olduğunu ölçecek bir standardımız olmadığı için de onların davranışlarının gizli kapaklı olduğuna inanmayı tercih ediyoruz.”

Araya girerek, “Onlar da bizim yaptıklarımızı yapıyorlar: uyuyorlar, yemek pişiriyorlar, okuyorlar,” dedim. “Ne var ki onları hiç hareket halindeyken yakalayamadım. İnan bana, gizli kapaklı insanlar onlar.”

Gülümseyerek başını iki yana salladı. “Onların senin görmeni istediklerini gördün,” dedi ısrarla. “Ama yine de senden hiçbir şey saklamıyorlardı. Sen göremedin. Hepsi bu.”

Ona karşı çıkmak istedim, ama hoşuna gitmemekten korkuyordum. Haklı olduğu için falan değil, zaten neden bahsettiğini pek anlamamıştım; daha ziyade, her şeyi gizli gizli kolaçan etsem de, bunun bana bu insanların kim olduğuna ya da ne yaptıklarına dair bir ipucu vermediğini hissediyordum. İçimi çekerek gözlerimi kapatıp başımı koltuğun arkalığına yasladım.

Yolda giderken ona tekrar rüyamı anlatmaya başladım. Onu hasırın üstünde horul horul uyur görmem ne kadar da gerçekti. Ona Mariano Aureliano ile konuşmamı, elinin ne kadar sıcak olduğunu anlattım. Konuştukça bunun bir rüya olmadığına gittikçe daha çok ikna oluyordum. Kendimi öyle bir heyecana kaptırdım ki sonunda ağladım.

“Bana ne yaptılar bilmiyorum,” dedim. “Şimdi bile uyanık mıyım yoksa rüya mı görüyorum tam emin değilim. Florinda durmadan bana rüya gören-uyanık olduğumu söylüyordu.”

Isidoro Baltazar başını sallayarak usulca, “Nagual Juan Matus buna yükseltilmiş bilinç diyor,” dedi.

“Yükseltilmiş farkındalık,” diye tekrarladım.

Bu sözcükler kulağa rüya gören-uyanıklığın tam tersi gibi gelse de ağzımdan kolayca dökülüverdiler. Bu sözcükleri daha önce de duyduğumu yarım yamalak hatırlıyordum. Florinda ya da Esperanza kullanmıştı bu terimi, ama hangi bağlamda kullandıklarını anımsayamıyordum. Bu sözcükler, belli belirsiz de olsa, neredeyse bir anlam ifade edecekti, ama beynim beceriksizce cadıların evindeki günlük işlerimi anlatmaya çalışırken zaten fazlasıyla körleşmişti.

Ne kadar çok çabalarsam çabalayayım anımsayamadığım bazı olaylar vardı. Yarı görülen, yarı hatırlanan bir imge gibi, tam gözlerimin önünde bir şekilde silikleşip kaybolan sözcükleri geveleyip duruyordum, bir şeyleri unutmuş olduğumdan değil de, imajlar, bir yap-boz oyunundaki tam uymayan parçalar gibi, bana parçalanmış gibi geldikleri için. Bu unutkanlık fiziksel bir duyumsamaydı, sanki beynimin belli kısımlarına bir sis çökmüştü.

“Öyleyse rüya gören-uyanıklıkla yükseltilmiş farkındalık aynı şey mi?” Bir soru olmaktan çok, anlamını çıkartamadığım bir ifadeydi bu. Yüzümü Isidoro Baltazar’a dönüp bacaklarımı altıma çekerek oturdum. Güneş profilini belirginleştirmişti. Geniş alnının üstüne düşen siyah kıvırcık saçları, heykel gibi elmacık kemikleri, güçlü burnu ve çenesi, keskin hatlı dudakları ona bir Romalı görüntüsü veriyordu.

“Hâlâ yükseltilmiş farkındalık içinde olmalıyım,” dedim.

“Sana daha önce hiç dikkat etmemişim.”

Başını geriye atıp gülerken araba yolda yalpaladı. Uyluğuna bir şaplak atarak, “Kesinlikle rüya gören-uyanıksın,” dedi. “Kısa boylu, esmer tenli ve gösterişsiz olduğumu hatırlamıyor musun?”

Güldüm. Onun bu tanımlamasına katıldığım için değil de, bu onunla resmen tanıştığım gün verdiği konferansta söyledikleri içinde hatırladığım tek şey olduğu için gülmüştüm. Ama bu neşeli halimin yerini çabucak tuhaf bir kaygı aldı. Cadıların evine geldiğimizden beri, sadece iki gün değil, aylar geçmiş gibi geldi bana.

Sanki yüksek sesle konuşmuşum gibi, “Zaman büyücülerin dünyasında farklı geçer,” dedi Isidoro Baltazar. “Ve farklı duyumsanır.” Çömezliğinin en zor yönlerinden birinin, zaman bağlamında olayların ardışıklığıyla uğraşmak olduğunu söyledi. Sık sık olayların hepsi kafasında karışıyor, ne zaman onlara odaklanmaya çalışsa daha da derine gömülen karışık imajlar haline geliyorlardı. “Nagualın yardımıyla ancak şimdi, yıllar önceki öğretilerinin yönünü ve olaylarını hatırlıyorum,” dedi.

“Sana nasıl yardım ediyor?” diye sordum. “Seni ipnotize mi ediyor?”

“Farkındalık seviyelerimi değiştirmemi sağlıyor,” dedi. “Ve bunu yaptığı zaman, sadece geçmiş olayları hatırlamakla kalmıyor, üstelik bunları tekrar yaşıyorum da.”

“Bunu nasıl yapıyor?” diye sordum. “Yani farkındalık seviyelerini değiştirmekte ustadırlar. Bazıları o kadar ustadır ki başkalarının bilinç seviyelerini de değiştirebilirler,” dedi.

Başımı salladım. Kafamda bir yığın soru vardı, ama eliyle sabırlı olmamı işaret etti.

“Büyücüler,” diye devam etti, “gerçekliğin tüm doğasının, öyle olduğuna inandığımızdan farklı, yani bize öğretildiğinden farklı olduğunu gösterirler. Zihinsel anlamda, bizim kim olduğumuzu, nasıl davrandığımızı, neyi bilmek istediğimizi, neyi hissedebildiğimizi kültürün önceden belirlediği fikriyle kendi kendimizi didiklemek istiyoruz. Fakat bu fikri şekillendirmek, bunu somut, pratik bir mesele olarak kabul etmek istemiyoruz. Ve bunun nedeni, neyi algılayabildiğimizi de kültürün önceden belirlediğini kabul etmek istemememizdir.



“Büyücüler sadece dünya hakkında değil, kendimiz hakkında da değişik olasılıkların, değişik gerçekliklerin farkına varmamızı sağlarlar, hem de o dereceye kadar ki artık kendimiz ve çevremiz hakkında en sağlam sanılara bile inanamayız.”

Söylediklerini gerçekten anlamadığım halde sözlerini bu kadar kolayca kavrayıvermeme şaşırmıştım.

“Bir büyücü sadece değişik gerçekliklerin farkına varmaz,” diye devam etti, “bu bilgiyi pratiğe de döker. Büyücüler—yalnızca zihinsel anlamda değil, pratik olarak da—gerçekliğin ya da bildiğimiz şekliyle dünyanın, sadece her birimizden çıkarılan bir anlaşmadan ibaret olduğunu bilirler. Bu anlaşma, sadece toplumsal bir olgu olduğu için, çökertilebilir. Ve çöktüğü zaman, onunla birlikte bütün dünya da çöker.”

Söylediklerini takip edemediğimi görerek bunu başka bir açıdan anlatmaya çalıştı. Toplumsal dünyanın algımızı, günlük yaşantıdaki deneyimin karmaşıklığında bize yol göstermekte faydalı olduğu nispette tanımladığını söyledi. Toplumsal dünya algıladıklarımıza, algılayabildiklerimize sınır koyuyordu. “Bir büyücü için algı bu kabul edilmiş parametrelerin ötesine geçebilir,” diye vurguladı. “Bu parametreler sözcüklerle, dille, düşüncelerle kurulmuş ve desteklenmiştir. Yani sözleşmeyle.”

Bu savını anlamak gayretiyle bir çaba gösterip, “Peki, büyücüler bir sözleşmeye varmıyorlar mı?” diye sordum.

“Varıyorlar,” dedi, ışıl ışıl gözlerle bana bakarak. “Ama onların anlaşması farklı. Büyücüler normal sözleşmeyi bozuyorlar, sadece zihinsel anlamda değil, fiziksel ya da pratik anlamda da ya da adını ne koymak istiyorsan o anlamda da. Büyücüler sosyal olarak belirlenmiş algının parametrelerini çökertirler ve büyücülerin bununla ne demek istediklerini anlamak için de insanın bunu uygulaması gerekir. Yani, teslim olması gerekir; bedeni kadar zihnini de vermelidir. Bilinçli, korkusuz bir teslimiyet olmalıdır bu.”

“Bedenini mi?” diye sordum kuşkuyla, bunun ne tür bir ritüel içerebileceğini merak ederek. “Bedenimden ne istiyorlar?”

“Hiçbir şey, nibelunga,” diyerek güldü. Sonra da ciddi, ama müşfik bir ses tonuyla, ne bedenimin ne de zihnimin henüz büyücülerin çetin yolunu izleyecek durumda olmadığını ekledi. Ona karşı çıkmak üzere olduğumu görerek çabucak, ne zihnimde ne de bedenimde bir terslik olmadığını söyledi.

Hemen araya girerek, “Şimdi dur bakalım!” dedim.

Isidoro Baltazar müdahale edişimi duymazdan gelerek, büyücülerin dünyasının ileri düzeyde karmaşık bir dünya olduğunu, onun prensiplerini sezgi yoluyla anlamanın yeterli olmadığını söyledi. İnsanın bunları zihinsel olarak da özümsemesi gerekiyordu. “İnsanların inandıklarının tersine,” diye açıkladı, “büyücüler çapraşık, gizli ritüeller uygulayan insanlar değillerdir, fakat zamanımızın ötesindedirler. Ve zamanımızın tarzı ussallıktır. Hepimiz bir bütün olarak makul insanlarız. Bununla beraber, büyücüler ussal insanlardır, ki bu da tümüyle farklı bir meseledir. Büyücüler düşüncelerle romantik aşk yaşarlar; ussallığı sınırlarına kadar geliştirmişlerdir, zira ancak zihni tümüyle anlayarak kendilerine hâkimiyetlerini ve bütünlüklerini kaybetmeden büyücülüğün prensiplerini somutlaştırabileceklerine inanırlar. Büyücüler bu noktada bizden kesin olarak ayrılırlar. Bizler kendimize pek az hâkimizdir, hele bütünlüğümüz daha da azdır.”

Bana bir göz atarak gülümsedi. Benim ne düşündüğümü, daha doğrusu hiç düşünemediğimi anlamış gibi görünüyordu. Sözlerini anlamıştım, ama anlamlarını çıkartamamıştım. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Ne soracağımı bile bilmiyordum. Hayatımda ilk defa kendimi iyice aptal hissettim. Gerçi bu yüzden kendimi yetersiz hissetmedim, çünkü haklı olduğunu kavramıştım. Zihinsel meselelere karşı ilgim hep sığ ve yapay olmuştu. Fikirlerle romantik bir aşk yaşamak bana tümüyle yabancı bir kavramdı.

Birkaç saat içinde Arizona’daki Birleşik Devletler sınırına varmıştık, ama bu birkaç saat hiç nedensiz yorucu geçmişti. Konuşmak istiyordum, ama ne söyleyeceğimi bilmiyordum, daha doğrusu kendimi ifade edecek sözcükleri bulamıyordum. Bütün bu olanlardan bir şekilde gözüm korkmuştu. Benim için yeni bir duyguydu bu.

Isidoro Baltazar kararsız ve rahatsız olduğumu hissederek konuşmaya başladı. Samimi bir tavırla, büyücülerle ilişki içinde olduğu ve çalıştığı onca yıldan sonra bugün bile büyücülerin dünyası karşısında afalladığını itiraf etti.

“Ve çalışma derken gerçekten çalışmayı kastediyorum.” Bir kahkaha atarak söylediklerini vurgulamak için uyluğuna bir şaplak attı.

“Daha bu sabah açıklanması imkânsız bir şekilde büyücülerin dünyasına yenildim.” Yarı iddialı, yarı şikâyetçi bir ses tonuyla konuşuyordu, yine de sesinde öyle keyifli bir erk, kendisinde öyle mükemmel bir içsel kuvvet vardı ki yüceldiğimi hissettim. Bana her şeyi yapabilecek, her şeye katlanabilecek ve hiçbir şeyin mesele olmasına izin vermeyecek biri izlenimi veriyordu. Onda bir istenç, bütün engelleri aşabilecek bir yeterlik seziyordum.

“Düşünsene, nagualla sadece iki günlüğüne gittiğimi sanıyordum gerçekten.” Gülerek bana dönerek boştaki eliyle beni sarstı.

Sesinin tınısına, sesinin canlılığına kendimi öyle kaptırmıştım ki ne söylediğini anlayamamıştım. Söylediğini tekrarlamasını istedim. Tekrarladı, ama hâlâ ne demek istediğini yakalayamadım.

Birden bana ne söylemeye çalıştığını anlayamadığım için sinirlenerek, “Seni bu kadar heyecanlandıran nedir anlayamıyorum,” dedim sonunda. “İki günlüğüne gitmiştin. Ne olmuş yani?”

“Ne?” diye bağırdı yüksek sesle. Yerimde sıçrayıp kafamı kamyonetin tavanına vurdum.

Dikkatle tam gözlerimin içine baktı, ama tek kelime söylemedi. Beni hiçbir şey için suçlamadığını biliyordum, ama benim bu maraziliğimle, değişen ruh halimle, dikkatsizliğimle dalga geçtiğini hissediyordum. Arabayı yolun kenarına çekerek motoru kapatıp bana döndü.

“Şimdi bütün yaptıklarını bana anlatmanı istiyorum.” Sesinde asabi bir heyecan, bir kabına sığmazlık, bir canlılık vardı. Olayların ardışık sırasının hiçbir anlamı olmadığını temin etti bana.

Zorlayıcı, çekici gülümsemesi öyle güven vericiydi ki ona uzun uzadıya bütün hatırladıklarımı anlattım.

Zaman zaman kendi kendine gülerek, konuşmakta bocaladığım her seferinde çenesiyle devam etmemi işaret edip beni teşvik ederek dikkatle dinledi beni.

“Yani bütün bu başına gelenler . . .” Işıl ışıl gözlerini üstüme dikerek durakladı, sonra da kayıtsızca, “iki gün içinde mi oldu?” diye ekledi.

“Evet,” dedim kesin bir tavırla.

Kollarını çoşkulu bir tavırla göğsünde kavuşturdu. “Öyleyse sana haberlerim var,” dedi. Gözlerindeki keyifli bakış, ses tonundaki ciddiyeti ve dümdüz dudaklarının yansıttığı ifadeyi yalanlıyordu.” On iki günlüğüne gitmiştim ben. Ama sadece iki günlüğüne gittiğimi sanıyordum. Bundaki ironiyi senin takdir edeceğini, çünkü senin zamanı daha iyi hesaplamış olduğunu sanıyordum. Oysa hesaplamamışsın. Tıpkı benim gibisin. On gün kaybettik.”

Şaşkın şaşkın, “On gün,” diye mırıldandım, sonra pencereden dışarı baktım. Yolculuğun geri kalan kısmında tek laf etmedim. Ona inanmadığımdan değil. Konuşmak istemediğimden de değil. Söyleyecek hiçbir şeyim olmadığı için, hatta ilk gazeteciden, on gün kaybetmiş olduğumu doğrulayan L.A. Times gazetesini aldıktan sonra bile. Fakat gerçekten bu on gün kaybolmuş muydu? Kendime bu soruyu sordum, ama bir cevap vermek istemedim.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön