ISIDORO BALTAZAR’IN STÜDYO-DAİRESİ bir park alanına bakan dikdörtgen bir oda, küçük bir mutfak ve pembe çinili bir banyodan ibaretti. Sonora’dan döndüğümüz gece beni oraya götürdü. Hiçbir şeye dikkat edemeyecek kadar yorgun bir halde onu izledim. İki kat merdiven çıkıp kasvetli bir halıyla kaplanmış bir koridordan geçerek 8 numaralı daireye geldik. Başımı yastığa koyar koymaz uyudum, ve hâlâ yolda olduğumuzu gördüm rüyamda. Sonora’dan itibaren bütün yolu, sadece benzin doldurmak ve yemek yemek için durarak, ve sırayla direksiyona geçerek hiç durmadan gelmiştik.
Dairede çok az mobilya vardı. Tek kişilik bir yatağın yanında çalışma masası olarak kullandığı, katlanır uzun bir piknik masası, katlanır bir sandalye ve notlarını sakladığı iki tane metal dosya dolabı vardı. Koridordaki iki büyük dolapta yarım düzine gömlek ve birkaç tane takım elbise asılıydı. Geri kalan her yer kitaplarla kaplıydı. Kitaplar kümeler halinde yığılmıştı. Hiç kitaplık yoktu. Kitaplar, okunmak bir yana, hiç dokunulmamış gibi duruyordu. Mutfaktaki dolaplar da, bir tabak, bir fincan, bir bıçak, bir çatal ve bir kaşık için ayrılmış olan bir raf dışında, tıka basa kitaplarla doluydu. Gaz ocağının üstünde bir çaydanlık ve bir tava duruyordu.
Üç hafta içinde, yolun aşağısında UCLA kampusundan bir mil kadar uzakta, tam Isidoro Baltazar’ın stüdyo-dairesinden köşeyi dönünce yeni bir daire buldum kendime. Yine de zamanımın çoğunu onun dairesinde geçirmeye devam ettim. Odanın öteki ucuna benim için tek kişilik ikinci bir yatak, katlanır bir masa ve— kendisininkinin tıpkısı— katlanır bir sandalye koymuştu.
Bunu izleyen altı ayda Sonora benim için mitolojik bir yer olmaya başladı. Artık deneyimlerimi bloke etmek gibi bir isteğim olmadığı için Sonora’da bulunduğum o iki sefere ait anılarımı yanyana sıraladım. Fakat ne kadar çabalarsam çabalayayım kaybetmiş olduğum o on bir gün hakkında tek bir şey hatırlayamadım: ilk gidişimde bir gün, İkincisinde de on gün yitirmiştim.
Isidoro Baltazar bu günlerin kaybedildiği fikrini bile ağzına almayı düpedüz reddediyordu. Bazen onunla tam anlamıyla hemfikir oluyordum; sadece hatırlayamadığım için o günleri kaybolmuş olarak düşünmenin saçmalığı benim için o kadar açık olmaya başladı ki bu meseleye hiç önem vermediği için ona minnet duydum. Beni koruduğu açıktı. Ne var ki bazen de, hiç nedensiz, derin bir dargınlık duyuyordum. Bana yardım etmenin, bu gizemi benim için aydınlatmanın onun görevi olduğunu tekrarlıyordum kendi kendime, ta ki benden kasten bir şeyleri sakladığına kanaat getirene kadar.
Nihayet bir gün, “Eğer ısrarla bu konunun üstünde durmaya devam edersen kafayı yiyeceksin,” dedi. “Ve bütün bu telaşın bir hiç yüzünden olacak, çünkü hiçbir şeyi çözmeyecek bu.” Sanki bundan sonra söyleyeceklerini dile getirmekte isteksizmiş gibi bir an durakladı, sonra omuzlarını silkerek, meydan okuyan bir ses tonuyla, “Neden aynı enerjiyi kötü alışkanlıklarını sıraya koyup incelemek gibi daha pratik bir şekilde kullanmıyorsun?” diye ekledi. Böyle bir fikri kabul etmek yerine, içimde patlamak üzere olan başka bir şikâyetle karşı saldırıya geçtim hemen. Eski nagual tarafından ona emanet edilmiş olan öteki genç kadınlarla hâlâ karşılaşmamıştım.
Bana onlardan o kadar çok bahsetmişti ki onları zaten tanıdığımı hissediyordum. Ne zaman onlar hakkında soru sorsam sorularıma uzun uzadıya cevap vermişti. Onlardan bahsettiği zaman kendinden geçerek konuşuyordu. Besbelli içten ve büyük bir hayranlıkla, dıştan bakan birinin onları çekici, zeki, başarılı—hepsinin de yüksek üniversite dereceleri vardı—kendine güvenli ve son derece bağımsız olarak tanımlayacağını söylemişti. Gerçi, onun için bu kadınlar bundan çok daha fazlaydı; onun alın yazısını paylaşan sihirli varlıklardı onlar. Toplumsal düzenle hiçbir ilgisi olmayan bir taahhüt ve sevgi bağıyla zincirlenmişlerdi ona. Ortaklaşa paylaştıkları şeyin özgürlük arayışları olduğunu söylemişti.
Bir defasında ona bir ültimatom bile verdim. “Beni onlara götürmelisin, yoksa karışmam.”
Isidoro Baltazar neşeli, boğuk bir kahkaha atarak kıkır kıkır güldü. “Sana bütün söyleyebileceğim hiçbir şeyin senin hayal ettiğin gibi olmadığıdır,” dedi. “Ve senin onlarla ne zaman karşılaşacağını bilmenin yolu yok. Yalnızca beklemek zorundasın.”
“Yeterince bekledim!” diye bağırdım. Yüzünde hiçbir tepki görmeyince, alay edercesine, "Eğer Los Angeles’ta bir grup kadın bulacağıma inanıyorsan kendini kandırıyorsun. Nereden aramaya başlayacağımı bile bilmiyorum,” diye ekledim.
“Beni bulduğun gibi bulacaksın onları da,” dedi. “Mariano Aureliano’yu bulduğun gibi.”
Ona kuşkuyla baktım. Elimde olmadan içinde bir tür gizli kötü niyet olduğundan şüpheleniyordum. “Ben seni aramıyordum,” dedim huysuz bir tavırla. “Mariano Aureliano’yu da aramıyordum. İnan bana, seninle ve onunla karşılaşmak sadece bir tesadüftü.”
“Büyücülerin dünyasında tesadüfi karşılaşmalar yoktur,” dedi ilgisizce. Tam ona bu tür bir nasihata ihtiyacım olmadığını söyleyecektim ki ciddi bir sesle, “Zamanı geldiği zaman onlarla karşılaşacaksın. Çıkıp onları araman gerekmiyor,” diye ekledi.
Duvara dönerek ona kadar saydım, sonra gülümseyerek ona döndüm ve tatlı bir şekilde, “Senin problemin tipik bir Latin olman. Yarın senin için her zaman yeterince iyi. İşleri yapıp bitirmek gibi bir anlayışın hiç yok,” dedim. Bana müdahale etmesini önlemek için sesimi yükselttim. “Arkadaşlarınla karşılaşmakta ısrar edişim işleri hızlandırmak için.”
“İşleri hızlandırmak için mi?” diye tekrarladı anlamamış gibi. “Hızlandıracak ne var?”
“Hemen her gün bana çok az zaman kaldığını söyleyip duruyorsun,” diye hatırlattım. “Sen kendin onlarla karşılaşmanın benim için ne kadar önemli olduğunu söylüyorsun, ama sanki önünde bir sonsuzluk varmış gibi davranıyorsun.”
“Sana durmadan bunu söylüyorum, çünkü acele etmeni ve iç varlığını temizlemeni istiyorum, yoksa olabildiğince çabuk anlamsız davranışlarda bulunmanı istediğimden değil,” dedi sabırsızca. “Onları seninle tanıştırmak bana bağlı değil. Eğer bana bağlı olsaydı, burada oturup senin saçmalıklarını dinlemezdim.” Gözlerini kapattı ve sahte bir teslimiyetle, abartılı bir şekilde iç çekti. Sonra gülümseyerek, usulca, “Neler olduğunu göremeyecek kadar ahmaksın,” diye mırıldandı.
Bu hakareti içime işleyerek, “Hiçbir şey olduğu yok,” dedim sertçe. “Düşündüğün kadar aptal değilim ben. Bana karşı tepkilerinde karışık hisler beslediğini fark ettim. Bazen benimle ne yapacağını bilmediğin izlenimine kapılıyorum.”
“Ne yapacağımı pekâlâ biliyorum,” diye karşı çıktı. “Öyleyse neden bir şey önerdiğim zaman hep kararsız görünüyorsun?” Sözlerim sanki kendiliğinden dökülmüştü ağzımdan.
Isidoro Baltazar bana sertçe baktı. Bir an için o her zamanki keskin, insafsız sözleriyle bana saldırmasını, sert bir eleştiriyle beni yıkmasını bekledim. Ama bana bu değerlendirmemde tümüyle haklı olduğumu söylerken sesi şaşılacak derecede nazikti.
“Ben olaylar benim için bir seçim yapana kadar beklerim hep,” dedi. “Ve sonra hızlı ve gayretli bir şekilde harekete geçerim. Eğer dikkat etmezsen seni geride bırakırım.”
“Zaten çok gerideyim,” dedim, kendime-acıyan bir ses tonuyla. “Bu kadınları bulmama yardım etmeyeceğine göre geride kalmaya mahkûmum.”
“Ama asıl ivedi problem bu değil,” dedi. “Henüz kararını vermedin sen, sorun bu.” Sanki hemen feveran etmemi bekliyormuş gibi kaşlarını kaldırdı.
“Ne demek istediğini bilmiyorum. Neye karar vermeliyim?”
“Büyücülerin dünyasına katılmaya karar vermedin. İçeri bakıp neler olacağını görmek için bekleyerek eşikte duruyorsun. Bu zahmetine değecek pratik bir şeyler bekliyorsun.”
Boğazımdan ona karşı çıkmak için kelimeler yükseldi. Fakat daha ben bu haksızlığa karşı duyduğum büyük öfkeyi açığa vuramadan, Isidoro Baltazar yeni bir daireye taşınmanın ve eski yaşam tarzımı bırakmamın bir değişim olduğuna dair yanlış bir fikre kapıldığımı söyledi.
“Öyleyse nedir bu yaptığım?” diye sordum alay ederek.
“Eşyaların dışında hiçbir şeyi geride bırakmadın,” dedi, ses tonuma aldırmayarak. “Bazı insanlar için bu devasa bir adımdır. Oysa senin için hiçbir şey bu. Sen mala mülke aldırmıyorsun.”
“Hayır, aldırmıyorum,” diye kabul ettim, sonra da o neye inanırsa inansın, büyücülerin dünyasına katılmak için uzun zaman önce kararımı vermiş olduğumda ısrar ettim. “Eğer daha katılmadıysam, neden burada oturduğumu sanıyorsun?”
“Bedeninle katıldın kesinlikle,” dedi, “ama tininle değil. Şimdiyse nihai kararını vermeden önce bir tür harita, rahatlatıcı bir plan bekliyorsun. Bu arada, onları hoş tutmaya devam edeceksin. Senin esas problemin büyücülerin dünyasının sana sunacağı bir şeyi olduğuna ikna olmayı istemen.”
“Sunmuyor mu?” deyiverdim hiç düşünmeden.
Isidoro Baltazar yüzü zevkten buruşmuş bir halde bana döndü. "Evet, sunduğu çok özel bir şey var. Buna özgürlük deniyor. Ne var ki buna ulaşmayı başaracağına dair, ki bu anlamda herhangi birimizin başaracağına dair de, hiçbir garanti yok.”
Düşünceli bir şekilde başımı salladım, sonra onu gerçekten büyücülerin dünyasına katılmış olduğuma ikna etmek için ne yapmam gerektiğini sordum.
“Beni ikna etmen gerekmez. Tini ikna etmen gerekiyor. Kapıyı arkandan kapatman gerekiyor.”
“Ne kapısı?”
“Halen açık tuttuğun kapı. Eğer işler istediğin gibi olmazsa ya da beklentilerine uymazsa kaçmana izin verecek olan kapı.”
“Yani gideceğimi mi söylüyorsun?”
Anlaşılmaz bir ifadeyle bana baktı, sonra omuzlarını silkerek, “Bu seninle tin arasında,” diye mırıldandı.
“Ama eğer sen inanıyorsan...”
“Ben hiçbir şeye inanmıyorum,” diye lafımı kesiverdi. “Sen de başkalarının geldiği gibi geldin bu dünyaya. Bu hiç kimsenin yaptığı bir şey değildi. Ve eğer sen ya da başkası gitmeye karar verirse, bu da kimsenin yaptığı bir şey olmayacaktır.”
Kafam karışmış bir halde ona bakakaldım. “Ama mutlaka ikna etmeye çalışacaksın . . . eğer ben . . . ,” diye kekeledim. Daha ben konuşmamı bitirmeden başını iki yana salladı.
“Seni ya da başkasını ikna etmeyeceğim. Eğer tereddüt ettiğin ya da şüpheye düştüğün her seferinde desteklenmeye ihtiyaç duyarsan kararında erk olmaz.”
“Ama bana kim yardım edecek?” diye sordum yüreğim acıyarak.
“Ben edeceğim. Senin hizmetkârınım ben.” Gülümsedi, alaycı değil, ama utangaç ve tatlı tatlı. “Ama önce tine hizmet ediyorum. Savaşçı bir köle değil, tinin bir hizmetkârıdır. Kölelerin hiçbir seçeneği yoktur; hizmetkârlarınsa vardır. Onların seçeneği hatasız bir şekilde hizmet etmektir.
“Benim yardımım hesapçılıktan uzaktır,” diye devam etti. “Sana yatırım yapamam, ve elbet sen de bana ya da büyücülerin dünyasına yatırım yapamazsın. Bu dünyanın temel öncülü budur: bu dünyada işe yarar olarak yorumlanabilecek hiçbir şey yapılmaz; sadece stratejik davranışlara izin verilmiştir. Benim yaşam tarzım ve nagual Juan Matus’un bana öğrettiği şudur: bir büyücü başkasına ne öğretiyorsa kendisi de onu uygular. Yine de hiçbir şey pratik nedenler için yapılmaz. Bunu anlamaya başladığın ve uyguladığın zaman kapıyı ardından kapatmış olacaksın.”
Uzun, hareketsiz bir sessizlik çöktü aramıza. Oturduğum yatağın üstünde kıpırdandım. Kafamda bir yığın düşünce kaynaşıyordu. Belki büyücülerin hiçbiri bana inanmayacaktı ama kesinlikle değişmiştim. İlk başta neredeyse algılanamaz bir değişimdi bu. Bu değişimi fark etmiştim, çünkü biz kadınlardan bazılarımızın karşı karşıya kaldıkları en zor şeyle ilgisi vardı bunun: kıskançlık ve bilme ihtiyacı ile.
Kıskançlık krizlerim bir aldatmacaydı, mutlaka bilinçli bir aldatmaca olmasa da, bir yapaylığı vardı. İçimdeki bir şey Isidoro Baltazar’ın hayatındaki bütün öbür kadınları kıskanmamı istiyordu. Ama sonra yine içimdeki bir şey, yeni nagualın yaşantısının sıradan bir insanın, hatta pek çok karısı olan sıradan birinin yaşantısı bile olmadığının şiddetle farkındaydı. İlişkimiz, eğer bu ilişki diye adlandırılabilirse, ne kadar alışılmış, bilinen bir kalıba uydurmaya çalışırsam çalışayım, bu türden hiçbir kalıba uymuyordu. Kıskançlığın ve sahiplenmenin olması için, sadece kişinin kendisinin değil, eşinin de bir yansımasına ihtiyaç vardı. Ve Isidoro Baltazar artık bir erkeğin duygularını, hislerini, ihtiyaçlarını ve dürtülerini yansıtmıyordu.
Isidoro Baltazar’ın yaşantısını bilme ihtiyacım çok kuvvetli bir ihtiyaçtı; özel hayatına gerçekten girmeme hiç izin vermemesi beni yiyip bitiriyordu. Yine de bu konuda hiçbir şey yapmıyordum. Onu takip etmek ya da kâğıtlarına burnumu sokup bir defada gerçekten kim olduğunu keşfetmek çok kolay olurdu diyordum sık sık kendi kendime. Ama bunu yapamıyordum. İçimdeki bir şey, ona karşı normalde davranmam gerektiği şekilde davranamayacağımı biliyordu. Beni durduran, görgü kurallarından çok, bana beslediği güvendi. Bana eşyalarının tümünü kullanma hakkını vermişti; bu da onu, sadece günlük yaşantımda değil, düşüncelerimde bile dokunulmaz kılıyordu.
Yüksek sesle güldüm. Bir savaşçının stratejik davranışının ne olduğunu anlamıştım. Isidoro Baltazar yanılıyordu. Ömürboyu süren alışkanlığım olan günü gününe uymaz mizacımı ve Almanvari titizliğimi taahhüt eksikliği olarak görüyordu. Ama önemi yoktu bunun. Biliyordum ki en azından o buradayken— mutlaka evde olması gerekmiyordu, Los Angeles’tayken— savaşçının stratejisini anlamaya ve uygulamaya başlamıştım. Oysa, o yokken genellikle bocalamaya başlıyor, bocaladığım zaman da çoğunlukla onun evine uyumaya gidiyordum.
Bir gece, anahtarımı kilide sokarken bir kolun dışarı uzanıp beni içeri çektiğini hissettim. Dehşet içinde bir çığlık attım. Kolumu tutan el beni bırakınca, “Ne . . . ne diye kekeledim. Dengemi kazanmak için duvara yaslandım. Kalbim deli gibi çarpıyordu. “Florinda!” Şaşkın şaşkın ona bakakaldım. Belinde toplanan uzun bir elbise vardı üstünde. Saçları sırtına dökülüyordu. Gerçek mi yoksa sadece omuzlarının arkasından gelen solgun ışıkta dış hatları belirginleşen gölge gibi bir görüntü mü acaba diye merak ettim. Ona doğru yaklaştım ve gizlice elbisesinin koluna dokundum.
“Bu sen misin, Florinda? Yoksa rüya mı görüyorum?” “Bu gerçek canım. Gerçek benim.”
“Buraya nasıl geldin? Tek başına mısın?” diye sordum, ama ona bunu sormamın abes olduğunun farkındaydım. “Geleceğini bilseydim temizliğe daha erken başlardım,” dedim gülümsemeye çalışarak. Dudaklarım kupkuru olmuştu. “Isidoro Baltazar’ın evini geceleri temizlemeyi seviyorum. Hep geceleri temizlerim burayı.”
Florinda bir şey demeden yan döndü ve ışık yüzüne çarptı. Gözleri şeytani bir hazla gülümsüyordu. “Hiçbirimizi asla takip etmemeni ya da davet edilmeden gelmemeni söylemiştim sana. Şanslısın,” dedi. “Seni bu gece içeri çeken başka birisi olmadığı için şanslısın.”
“Başka kim içeri çekebilirdi ki?” diye sordum, zerre kadar hissetmediğim bir kabadayılıkla.
Florinda gözlerini dikip bir süre daha bana baktı, sonra arkasına dönerek omzunun üstünden, “Senin korkudan ölmene aldırış etmeyecek biri,” dedi. Başını belli belirsiz oynatınca, soluk ışık profilini aydınlattı. Usulca güldü ve sanki sözcükleri bir tarafa itiyormuş gibi elini havada sallayarak odayı geçip küçük mutfağa girdi. Yürüyor gibi değil de, içinden geldiği gibi dans ediyormuşçasma süzülüyor gibi görünüyordu. Örmeden omuzlarına bıraktığı beyaz saçları belli belirsiz ışıkta gümüş bir perde gibi titreşiyordu.
Florinda'nın zarif yürüyüşünü taklit etmeye çalışarak arkasından gittim. “Benim bir anahtarım var,” dedim. “Sonora’dan döndüğümüzden beri her gün, değişik zamanlarda buraya geliyorum. Esasında düpedüz burada yaşıyorum ben.”
“Isidoro Baltazar Meksika’dayken buraya gelmemeni söylemedi mi sana?” Florinda’nın ses tonu tekdüze ve adeta ilgisizdi. Beni suçlamıyordu, yine de suçladığını hissediyordum.
“Bir şeyler söylemiş olabilir,” dedim domuzuna kayıtsız bir tavırla. Kaşlarını çattığını görünce kendimi savunmak zorunda hissettim. Ona sık sık kendi başıma orada kaldığımı ve Isidoro Baltazar’ın beş ya da beş yüz kilometre uzakta olmasının hiçbir şey fark ettirmeyeceğini düşündüğümü söyledim. Sürekli başını sallamasından cesaretlenerek, sır verir gibi, okul ödevimi orada yapmaktan başka, dolaplardaki kitapları tekrar düzenleyerek saatler geçirdiğimi söyledim. Kitapları yazarlarına ve konularına göre tekrar kümeliyordum. “Bazı kitaplar o kadar yeni ki sayfaları kesilmemiş,” diye açıkladım. “Onları bir yana ayırıyorum. Esasında bu gece buraya bu işi yapmak için geldim.”
“Sabahın üçünde mi?” diye haykırdı.
Yüzüm kızararak başımı salladım. “Daha kesilecek pek çok sayfa var. Sayfalara zarar vermemek için çok dikkatli olunması gerektiğinden çok zaman alıyor. Mamafih, sakinleştirici bir iş bu. Uyumama yardım ediyor.”
“Olağanüstü,” dedi Florinda usulca.
Açıkça beni onaylamasından cesaretlenerek konuşmaya devam ettim. “Burada olmanın bana nasıl bir etki yaptığını anlayacağına eminim,” dedim. “Bu dairede eski yaşantımdan, Isidoro Baltazar ve onun sihirli dünyasından başka herkesten ve her şeyden kopuk hissediyorum kendimi. Buradaki hava bile içimi bir uzaklık duygusuyla dolduruyor.” Yüksek sesle uzun bir iç çektim. “Çoğu zaman burada tek başıma olsam da hiç kendimi yalnız hissetmiyorum. Bu dairenin atmosferinde ki bir şey bana cadıların evini hatırlatıyor. Önceleri o kadar tedirgin edici bulduğum o aynı soğukluk ve duygusuzluk duvarların içine işliyor. Ve benim gece gündüz aradığım da işte bu sıcaklığın olmaması, bu uzaklık. Bunu tuhaf bir şekilde güven verici buluyorum. Bana kuvvet veriyor bu.”
Florinda sanki inanamıyormuş gibi, “Hayret!” diye fısıldadı ve çaydanlığı lavaboya götürdü. Su sesi yüzünden işitemediğim bir şeyler söyledi, sonra su dolu çaydanlığı ocağa koydu.
Dramatik bir şekilde içini çekerek, “Burada kendini bu kerte evde hissetmene sevindim,” dedi. “Bir eşin olduğunu bilerek böyle küçük bir yuvada duyman gereken o güvenliği hissetmene sevindim.” Son derece şakacı bir ses tonuyla, Isidoro Baltazar’ı mutlu etmek için elimden gelen her şeyi yapmam gerektiğini ve buna, korkunç bir dobralıkla tasvir ettiği, cinsel uygulamaların da dahil olduğunu ekledi.
Böyle şeyleri duymaktan sersemleyerek ağzım açık ona bakakaldım. Mutfağın kendine özgü düzenini iyi bilen birisi gibi becerikli ve güvenli bir şekilde iki kupayla benim özel demliğimi ve dolapta kalın Almanca ve Fransızca Cassels’ sözlüklerinin arkasına sakladığım çikolatalı kurabiyeleri çıkarttı.
Gülümseyerek bana döndü ve birdenbire,” Bu gece kimi bulmayı umuyordun?” diye sordu.
“Seni değil!” deyiverdim, cevabımın beni ele verdiğini çok geç anlayarak. Orada diğer genç kadınların hepsini olmasa da, en azından birini bulabileceğime neden inandığımı uzun uzadıya, ayrıntılı bir şekilde açıklamaya koyuldum.
“Zamanı gelince senin yolundan geçecekler,” dedi Florinda. “Onlarla karşılaşmayı zorlamak senin işin değil.”
Daha ne söylediğimi anlamadan, böyle sinsi olduğum için Mariano Aureliano’yu ve lsidoro Baltazar’ı suçladığım gibi onu da suçlarken buldum kendimi. Bilinmeyen bazı kadınlar yolumdan geçene dek beklememi ve onları içsel ışıltı gibi akıl almaz bir şey vasıtasıyla tanıyacağıma inanmamı beklemelerinin—imkânsız dememek için—olmayacak bir şey olduğunu söyledim. Her zamanki gibi, şikâyet ettikçe kendimi daha iyi hissettim.
Florinda söylediklerime kulak asmadı. Çayı ölçerken abartılı bir İngiliz aksanıyla, “Bir kaşık, iki kaşık ve bir kaşık da demlik için,” dedi şarkı söyler gibi. Sonra son kerte ilgisiz bir tavırla, benim için tek çılgınca ve gerçekleştirilemeyecek şeyin lsidoro Baltazar’ı bir erkek olarak düşünmek ve öyle davranmak olduğunu söyledi.
“Ne demek istediğini anlamıyorum,” dedim kendimi savunurcasına.
Yüzüm kızarana dek dikkatle gözlerini dikip bana baktı. “Ne demek istediğimi mükemmel biliyorsun,” dedi, ve kupalara çay koydu. Çenesiyle çabucak kupaların hangisini almam gerektiğini işaret etti. Elinde kurabiye kutusuyla mutfağa en yakın yatak olan lsidoro Baltazar’ın yatağına oturdu. Yavaş yavaş çayını yudumladı. Yanına oturup ben de çayımı yudumlamaya başladım.
“Hiç değişmedin,” dedi birdenbire.
“Birkaç gün önce lsidoro Baltazar da aynısını söylemişti,” dedim sertçe. “Yine de ben çok değiştiğimi biliyorum.”
Sonora’dan döndüğümden beri dünyamın altüst olduğunu söyledim ona. Uzun uzadıya, yeni bir daire bulmamı, taşınmamı ve sahip olduğum her şeyi geride bırakışımı anlattım. Başını bile sallamadan, orada sessizce bir taş gibi kaskatı oturdu.
Asabi bir şekilde gülüp, sessizliğini bozarak, “Esasında rutinleri kesmek ve erişilmez olmak konusunda pek iyi not alamıyorum,” diye itiraf ettim kekeleyerek. “Isidoro Baltazar’la yakın ilişkide olan herkes gün ile gece, hafta içi günler ile hafta sonları arasında sınır olduğunu unutur.” Sözlerimden memnun kalarak ona yan gözle baktım. “Zaman akıp gidiyor ve bazı . . .” Cümlemi bitiremedim. Tuhaf bir düşünce düşmüştü aklıma. Belleğimde, hiç kimse bana rutinleri kesmekten ya da erişilmez olmaktan bahsetmemişti. Dikkatle Florinda’ya baktım, sonra bakışım elimde olmadan titreşti. Bu Florinda'nın işi mi acaba diye sordum kendime. Bu fikirleri nereden almıştım? Ve daha da afallatıcı olan, bu fikirlerin ne anlama geldiğini tam olarak biliyordum.
Florinda, sanki düşüncelerimi izliyormuş gibi, “Bir şeyin içinden çıkmak üzere olduğuna dair bir uyarı olmalı bu,” dedi. O ana kadar rüyalarda yaptıklarımın uyanık saatlerimi büyücülerin dünyasında yolculuk etmek için gerekli özdüzence, gerekli ciddiyetle doldurmadığını söyledi.
“Hayatımda hiç böyle şeyler yapmadım ben,” dedim. “Biraz ara ver. Daha çok yeniyim.”
“Elbette,” diye hemen kabul ederek başını yastıklara yasladı ve gözlerini kapattı. O kadar uzun bir süre sessiz kaldı ki uyuduğunu sandım, konuştuğu zaman irkildim. “Gerçek bir değişim ruh halindeki, tavırlardaki ya da görünüşteki bir değişim değildir. Gerçek değişim özün tam bir dönüşümünü gerektirir.”
Ona müdahale etmek üzere olduğumu görerek parmaklarını dudağıma koydu ve, “Benim bahsettiğim türde değişim üç ayda ya da bir yılda ya da on yılda gerçekleştirilemez. Bir ömür alır bu değişim,” diye ekledi. Bir insanın yetiştirildiğinden farklı bir şey olmasının olağanüstü zor olduğunu söyledi.
“Büyücülerin dünyası bir rüya, bir efsanedir, yine de her günkü dünya kadar gerçektir,” diye konuşmaya devam etti. “Büyücülerin dünyasında iş görmek ve algılamak için, doğduğumuz günden beri yüzümüze geçirilen her günkü maskeyi çıkartmak ve ikinci bir maske, kendimizi ve çevremizi gerçekten olduğu gibi— bir kez geçici bir varoluşa açılan ve bir daha asla tekrarlanmayan nefes kesici olaylar olarak—görmemize imkân veren bir maske takmalıyız.
“Bu maskeyi kendin yapmak zorundasın.” Yatağa daha rahat oturup tekrar doldurduğum kupasını avuçlarının içine aldı ve höpürdeterek çayını yudumladı.
“Bu maskeyi nasıl yapacağım?” diye sordum.
“Öteki özünü rüyada görerek,” diye mırıldandı. “Yeni bir adrese, yeni elbiselere, yeni kitaplara sahip olarak değil elbette.” Yan gözle bana bakarak alaycı bir şekilde sırıttı. “Ve elbette yeni bir erkeğe sahip olduğuna inanarak da değil.”
Daha ben onun bu kaba suçlamasını reddedemeden, dıştan benim büyük bir hızla hareket edebilen, akıcı bir kişi olduğumu söyledi. Ama içimde sert ve katıydım. Isidoro Baltazar’ın da zaten söylemiş olduğu gibi, yeni bir daireye taşınmanın ve içimden gelen bir dürtüyle sahip olduğum her şeyi elden çıkartmanın bir değişim olduğuna inanmamın benim için yanıltıcı olduğunu iddia etti.
Eleştirisini kabul ederek başımı eğdim. Her zaman bir şeylerden kurtulmak için itici bir güç hissetmiştim. Florinda’nın da belirttiği gibi, esasında içten gelen bir dürtüydü bu. Çocukluğumdan beri dönem dönem oyuncaklarımı ve giysilerimi etrafa dağıtmıştım, annemle babam hayal kırıklığına uğramışlardı. Odamı ve dolaplarımı titizce düzenlenmiş ve neredeyse bomboş görmenin verdiği sevinç, bir şeylere sahip olmanın verdiği sevinçten daha baskındı. İçimden gelen bu dürtü bazen o kadar kuvvetliydi ki annemle babamın ve erkek kardeşlerimin dolaplarını da boşaltıyordum. Bu eşyalar hemen hiç kaybolmazlardı, çünkü bir süre giyilmediğini gördüğüm giysilerden mutlaka kurtuluyordum. Mamafih, birçok defa, babam oda oda dolaşıp gardıropları açarak ve bağırarak bir gömleğini ya da pantalonunu ararken evde tam bir karmaşa patlak vermişti.
Florinda güldü ve ayağa kalkarak ara sokağa bakan pencereye gitti. Sanki perdenin arkasından görebiliyormuş gibi karanlık perdelere baktı. Omzunun üstünden geriye bir göz atarak, geçmişle ve aileyle bağları kopartmanın bir kadın için erkek için olduğundan çok daha kolay olduğunu söyledi.
“Kadınlar,” dedi, “sorumlu değillerdir. Bu sorumluluk eksikliği kadınlara büyük ölçüde akıcılık verir. Maalesef kadınlar bu avantajı, kullansalar bile, pek seyrek kullanırlar.” Eliyle büyük metal dosya dolabına ve katlanabilir masaya dokunarak odada dolaştı. "Büyücülerin dünyası hakkında kavranılması en zor olan şey, onun tam özgürlük sunmasıdır.” Yüzünü bana dönerek yavaşça, “Ama özgürlük bedava değildir,” diye ekledi.
“Özgürlüğün bedeli nedir?”
“Özgürlüğün bedeli yüzündeki maskedir,” dedi. “O kadar rahat olduğu ve çok iyi uyduğu için değil de, bunu uzun süredir taktığın için çıkartıp atması çok zor olan bu maskedir bedeli.” Odayı arşınlamayı keserek gelip masanın önünde durdu.
“Özgürlüğün ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu bir hatip edasıyla. “Özgürlük kendin hakkındaki kaygıların hepten yok olmasıdır,” dedi yatakta yanıma oturarak. “Ve kendinle ilgilenmeyi kesmenin en iyi yolu da başkaları hakkında kaygılanmaktır.”
“Kaygılanıyorum, inan” diye yanıtladım onu. “Durmadan Isidoro Baltazar’ı ve onun kadınlarını düşünüyorum.”
“Eminim öyle yapıyorsundur,” diye hemen kabul etti başını iki yana sallayarak esnedi. “Yeni maskeni şekillendirmenin zamanı geldi. Kendinden başka hiç kimsenin damgasına sahip olmayan bir maske. Bu maskenin tek başınayken oyulması gerek. Yoksa doğru dürüst uymaz. Yoksa fazla sıkı geleceği zamanlar olacaktır, fazla gevşek, fazla sıcak, fazla soğuk . . .” En tuhaf rahatsızlıkları bir bir sayarken sesi gittikçe alçalıyordu.
Ardından uzun bir sessizlik geldi, sonra aynı uykulu sesle, “Büyücülerin dünyasını seçmek sadece seçtiğini söylemek meselesi değildir. O dünyada eylemde bulunman gerekir. Senin durumunda rüya görmen gerekiyor. Döndüğünden beri rüya gören-uyanık mıydın?” dedi.
Huysuz bir tavırla olmadığımı itiraf ettim.
“Öyleyse daha kararını vermedin sen,” dedi sertçe. “Yeni maskeni oymuyorsun. Öteki özünü rüyada görmüyorsun.
“Büyücüler dünyalarına sadece hatasız oluşlarıyla bağlıdırlar,” dedi ve gözlerinde keskin bir ışık belirerek şöyle ekledi, “Büyücüler insanları kendi görüşlerine çekmekle ilgilenmezler hiç. Büyücülerin arasında ne gurular ne de bilge adamlar yoktur, sadece naguallar vardır. Onlar liderdir, daha çok şey bildikleri ya da bir şekilde daha iyi büyücüler oldukları için değil, sadece daha çok enerjiye sahip oldukları için. Mutlaka fiziksel kuvvetten değil, varlıklarının insanın algının parametrelerini kırmasına yardım etmelerine imkân veren yapılanmalarından bahsediyorum.”
“Eğer büyücüler insanları kendi görüşlerine çekmekle ilgilenmiyorlarsa, o zaman Isidoro Baltazar neden eski nagualın çömezi?” diye sözünü kestim.
“Isidoro Baltazar büyücülerin dünyasına senin girdiğin gibi girdi,” dedi. “Onu getiren her ne ise Mariano Aureliano bunu görmezden gelemezdi. Isidoro Baltazar’a büyücülerin dünyası hakkında bildiği her şeyi öğretmek onun göreviydi.”
Florinda hiç kimsenin beni ya da Isidoro Baltazar’ı aramadığını açıkladı. Bizi onların dünyasına getiren her ne ise, bunun herhangi birinin yaptıklarıyla ya da iradesiyle hiçbir ilgisi yoktu. “Senin iradene karşı seni bu sihirli dünyada tutmak için herhangi birimizin yapacağı hiçbir şey yok,” dedi gülümseyerek. “Yine de bu dünyada kalmana yardım etmek için tasavvur edilebilen ya da edilemeyen her şeyi yaparız.”
Florinda sanki yüzünü benden saklamak istiyormuş gibi yan döndü. Sonra omzunun üstünden arkaya baktı. Gözlerinde kopuk ve soğuk bir şey belirdi. Yüz ifadesindeki bu değişiklik öyle çarpıcıydı ki korktum. İçgüdüsel olarak yanından uzaklaştım.
“Bu hususta ne benim ne de Isidoro Baltazar’ın yapamayacağı ve yapmayı isteyemeyeceği tek şey, o eski çirkin, aç gözlü ve düşkün kendin olmana yardım etmektir. Bu bir parodi olur.”
Sanki bu hakareti hafifletmek istiyormuş gibi kolunu omzuma atarak beni kucakladı. “Sana neye ihtiyacın olduğunu söyleyeceğim,” diye fısıldadı, sonra öyle uzun bir süre sustu ki ne söyleyeceğini unuttuğunu düşündüm.
“Senin iyi bir uykuya ihtiyacın var,” diye mırıldandı sonunda.
“Zerre kadar yorgun değilim,” dedim sertçe. Otomatik olarak yanıt vermiştim ve yanıtlarımın çoğunun söylenenlerin tam tersi olduğunu kavradım. Haklı olmak benim için bir prensip meselesiydi.
Florinda usulca gülerek tekrar sarıldı bana. “Bu kadar Alman olma,” diye mırıldandı. “Ve her şeyin sana net ve kesin bir şekilde açıklanmasını bekleme.” Büyücülerin dünyasında hiçbir şeyin net ve kesin olmadığını ekledi; tersine, her şey yavaş yavaş ve belirsiz bir şekilde açılıyordu. “Isidoro Baltazar sana yardım edecek,” diye güvence verdi. “Ama, sana yardım edilmeyi umduğun şekilde yardım etmeyeceğini aklında tut.”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordum, ona bakmak için kollarından sıyrılarak.
“Sana duymak istediklerini söylemeyecek. Sana nasıl davranılacağını söylemeyecek, zira, senin de bildiğin gibi, büyücülerin dünyasında ne kural ne de nizam vardır.” Neşeli bir şekilde kıkır kıkır güldü, besbelli hüsrana uğradığım için benimle eğleniyordu. “Şunu her zaman hatırla ki sadece doğaçlamalar vardır,” diye ekledi. Sonra ağzını yayarak esnedi ve yatağın üstüne iyice yayılıp yerde düzgünce katlanmış yığılı duran battaniyelerden birine uzandı. Battaniyeyi üstüne çekmeden önce dirseğine dayanıp doğrularak bana baktı. Isidoro Baltazar’ın yürüdüğü aynı savaşçı yolunda yolculuk ettiğimi hep aklımda tutmam gerektiğini söylerken uykulu sesinde ipnotize edici bir şey vardı.
Gözlerini kapattı ve neredeyse duyulamayacak kadar zayıf bir sesle, “Onu asla gözden kaybetme,” dedi. “Onun eylemleri sana öyle ustalıklı bir şekilde yol gösterecek ki bunun farkına bile varmayacaksın. Hatasız ve emsalsiz bir savaşçıdır o.”
Aceleyle kolundan tutup sarstım. Konuşmayı bitirmeden uykuya dalmasından korkuyordum.
Florinda gözlerini açmadan, “Onu dikkatle izlersen eğer Isidoro Baltazar’ın sevgi ya da onay aramadığını göreceksin,” dedi. “Her koşul altında etkilenmeden kaldığını göreceksin. Hiçbir şey talep etmez, yine de kendinden her şeyi vermek ister. Tinden müşfik bir sözcük, uygun bir davranış şeklinde bir işaret bekler arzuyla ve bu imi aldığı zaman, çabalarını iki katına çıkararak teşekkürlerini ifade eder.
“Isidoro Baltazar yargılamaz. Dinlemek için, izlemek için kendisini kuvvetle hiçe indirger, böylelikle zafer kazanabilir ve bu zaferiyle mütevazılaşır ya da yenilir ve bu yenilgisiyle büyür.
“Dikkatle izlersen eğer, Isidoro Baltazar’ın teslim olmadığını göreceksin. Yenik düşebilir, ama asla teslim olmaz. Ve hepsinden öte Isidoro Baltazar özgürdür.”
Sözünü kesip bütün bunları zaten anlatmış olduğunu bağırmak için can atıyordum, ama daha ben bir şey soramadan Florinda derin bir uykuya dalmıştı bile.
Eğer kendi daireme dönersem sabehleyin onu kaçırabileceğimden korkarak öteki yatağa oturdum.
Farkındalık alanıma tuhaf düşünceler hücum ediyordu. Gevşedim. Bunların geri kalan normal düşüncelerimden bağlantısız olduğunu anlayınca kendimi iyiye bırakıverdim. Bu düşünceleri ışık ışınları, ani sezgi parıltıları gibi görüyordum.
Bu ani sezgi parıltılarından birini izleyerek, üstünde oturduğum yatağı popomla hissetmeye karar verdim ve hayretler içinde kalçalarım sanki yatağın içine batmış gibi hissettim. Bir an için ben yataktım ve yatak kalçalarıma dokunmak için uzanıyordu sanki. Epey bir zaman bu duyumsamanın tadını çıkarttım. O zaman rüya gördüğümü anladım; Esperanza’nın “duygularımın bana geri fırlatılması” diye tanımladığı şeyi hissettiğimi net bir şekilde anladım. Ve sonra bütün varlığım eridi, daha doğrusu, patladı.
Duyduğum sevinçten dolayı yüksek sesle gülmek istedim, ama Florinda’yı uyandırmak istemiyordum. Her şeyi hatırlamıştım! Cadıların evinde, o kaybolmuş on günde ne yaptığımı hatırlamakta güçlük çekmiyordum şimdi. Rüya görmüştüm! Esperanza’nın dikkatli gözlemi altında, tekrar ve tekrar, cadıların evinde ya da Esperanza’nın yerinde ya da o anda pek anlayamadığım başka yerlerde uyandığımı görmüştüm rüyamda.
Clara, rüyalarda gördüğüm belli bir şey belleğimde sürekli olarak sabitlenmeden önce onu iki defa görmem gerektiğini söylemişti ısrarla. Kadınların hepsini iki defadan fazla görmüştüm; sürekli olarak belleğime kazınmışlardı. Yatağa oturup Florinda'nın uyumasını seyrederken, o kaybolmuş günlerde rüya benzeri bir durumdayken ilişkiye geçtiğim büyücülerin grubundaki öteki kadınları da hatırladım. Sanki büyüyle önümde belirivermişler gibi ya da daha doğrusu sanki bedensel olarak o olaylara geri dönmüşüm gibi açıkça görüyordum onları.
En çarpıcı olanı Nelida’ydı. Florinda’ya o kadar çok benziyordu ki ilkin onun ikizi olduğunu sanmıştım. Sadece Florinda kadar uzun ve ince değil, üstelik gözleri, saçları ve ten rengi de aynıydı; yüz ifadeleri bile aynıydı. Mizaç olarak da benziyorlardı, sadece Nelida daha durgun ve daha az güçlü olduğu izlenimini veriyordu. Florinda’nın bilgeliğinden ve enerjik gücünden yoksun gibi görünüyordu. Yine de Nelida’da güven verici sabırlı ve sessiz bir kuvvet vardı.
Hermelinda rahat Carmela’nın küçük kızkardeşi sanılabilirdi. Zayıf, bir altmışlık bedeninin narin yuvarlak hatları vardı, zarif tavırlarının da öyle. Carmela’dan daha az kendine güvenli görünüyordu. Tatlı dilliydi ve bir şekilde zarafet taşıyan hızlı ve ani hareketleri vardı. Arkadaşları çekingenliğinin ve sessizliğinin diğerlerinin en iyi yönlerini meydana çıkarttığını ve Hermelinda'nın bir grubu, hatta iki kişiyi bile aynı anda idare edemeyeceğini söylemişlerdi bana.
Clara’yla Delia ikisi fevkalade şakacı bir ekip oluşturuyorlardı. İlk başta göründükleri kadar cüsseli değillerdi esasında. Dinçlikleri, zindelikleri, enerjileri onların çok iri ve dayanıklı kadınlar olduklarını düşündürüyordu insana. Son kerte zevkli rekabet oyunları oynuyorlardı. En ufak bir fırsat bulduklarında tuhaf eksantrik kıyafetlerle gösteriş yapıyorlardı. Her ikisi de çok iyi gitar çalıyordu, birbirine uyan çok güzel sesleri vardı; biri ötekini bastırmaya çalışarak şarkı söylüyorlardı, sadece İspanyolca değil, İngilizce, Almanca, Fransızca ve İtalyanca da söylüyorlardı. Repertuvarlarında baladlar, halk şarkıları, en son pop şarkıları da dahil olmak üzere, akla gelebilecek her tür popüler şarkı vardı. Bir şarkının ilk dizesini ezberden söylemem ya da mırıldanmam yeterdi. Ya Clara ya da Delia benim için bütün şarkıyı sonuna kadar söyleyiveriyorlardı. Sonra bir de duruma göre dizeler yazma yarışmaları vardı.
Benim için şiirler yazarak imzalamadan kapımın altından atıyorlardı. Bu şiiri kimin yazmış olduğunu tahmin etmem gerekiyordu. Hepsi de, eğer onun beni sevdiği gibi ben de onu gerçekten seviyorsam sezgisel olarak şairi tanıyacağımı iddia ediyordu.
Onların bu rekabetini bu kadar keyifli bir şekilde cazip kılan şey, bunda bir üstünlüğün söz konusu olmamasıydı. Bunu birbirlerini alt etmek için değil, eğlenmek amacıyla yapıyorlardı. Clara’yla Delia’nın dinleyicileri kadar eğlendiklerini söylemeye gerek yok.
Eğer biri hoşlarına giderse, ki ben gitmiştim galiba, sevgilerinin ve sadakatlerinin sınırı yoktu. Her ikisi de beni şaşırtıcı bir sebatla savunuyorlardı, hatta hatalı olan ben olsam bile. Onların gözünde ben mükemmeldim ve hiç hata yapamazdım. Bu güveni ayakta tutmanın karşılıklı sorumluluk olduğunu onlardan öğrendim. Onları hayal kırıklığına uğratmaktan korkarak onların beklentilerine göre yaşamaya çalıştığım falan yoktu, mükemmel olduğuma inanmak ve onlara karşı hatasız bir şekilde davranmak benim için en doğal şeydi.
Bütün bu kadınların içinde en tuhafı, bana hiçbir zaman hiçbir şey öğretmeyen rüya görme öğretmenim Zuleica’ydı. Benimle hiç konuşmuyordu hatta belki de var olduğumun farkına bile varmamıştı.
Tıpkı Florinda gibi Zuleica da çok güzeldi; o kadar çarpıcı değildi belki, ama çok daha uçarı bir güzelliği vardı. Narindi; iki yana doğru uzanan kaşlarıyla koyu renk gözlerini, küçük ve kusursuz burnunu ve ağzını, beyazlaşan kıvırcık koyu renk saçları çevreliyordu. Bütün bunlar ondaki o dünyevi olmayan işlere dalmışlık havasını belirginleştiriyordu.
Vasat bir güzellik değildi onunkisi, amansız bir öz-denetimle kıvamını bulan ince bir güzelliği vardı. Başkalarının gözünde güzel ve cazip olmanın komik bir faktör olduğunun gayet farkındaydı. Bunu kabul etmeyi öğrenmişti ve sanki kazandığı bir ödül gibi kullanıyordu bunu. Bu nedenle herkese ve her şeye karşı tamamıyla kayıtsızdı.
Zuleica vantrilok olmayı öğrenmişti ve bunu olağanüstü bir sanat haline getirmişti. Ona göre, dudakları hareket ettirerek seslendirilen sözcükler gerçekte olduklarından çok daha fazla zihin karıştırıyorlardı.
Zuleica’nın, bir vantrilok olarak önündeki duvarlara, masalara, porselenlere ya da herhangi bir nesneye konuşma alışkanlığına bayılıyordum, bu yüzden ne zaman ortalıkta görünse onu takip ediyordum. Sanki hiç havayı devindirmiyor, hiç yere değmiyor gibi yürüyordu evde. Diğer büyücülere bunun bir illüzyon olup olmadığını sorduğum zaman bana Zuleica’nın ayak izi bırakmaktan nefret ettiğini açıkladılar.
Bütün kadınlarla karşılaşıp ilişkiye geçtikten sonra bana rüya görücülerle iz sürücüler arasındaki farkı açıkladılar. Bunları iki gezegen olarak adlandırıyorlardı. Florinda, Carmela, Zoila ve Delia iz sürücüydüler: büyük bir fiziksel enerjisi olan güçlü varlıklar; tuttuğunu koparan insanlar; yorulmak bilmez işçiler; rüya gören-uyanık dedikleri bu aşırı farkındalık durumunun uzmanları.
Öteki gezegen— rüya görücüler— öbür dört kadından oluşuyordu: Zuleica, Nelida, Hermelinda ve Clara. Bunların daha incelikli bir niteliği vardı. Daha az güçlü ya da daha az enerjik değillerdi; daha ziyade, enerjileri o kadar görünürde değildi. En sıradan bir etkinlikte bulundukları zaman bile, dünyevi olmayan işlere dalmış gibi bir his uyandırıyorlardı. “Bu dünyadan başka dünyalarda rüya görme” dedikleri, başka bir özel farkındalık durumunun uzmanıydılar. Bana bunun kadınların ulaşabildikleri en karmaşık farkındalık durumu olduğu söylenmişti.
Rüya görücülerle iz sürücüler beraber çalıştıkları zaman, iz sürücüler derin bir nüveyi saklayan koruyucu, sert bir dış tabaka gibiydiler. Rüya görücüler ise bu derin nüveydiler; sert dış tabakaya kanat geren yumuşak bir kalıp gibiydiler.
Cadıların evindeki o günlerde, sanki onların en değerli şeyleriymişim gibi bakılıp gözetilmiştim; sanki bir bebek imişim gibi üstüme titreyip şımartmışlardı beni. Bana en sevdiğim yemekleri pişirmişlerdi; o zamana dek sahip olduğum en zarif ve üstüme en iyi uyan kıyafetler hazırlamışlardı bana. Dediklerine göre, uyanacağım günü bekleyerek bir tarafa kaldırdıkları hediyeler, değerli mücevherler ve düpedüz gülünç şeyler yağdırmışlardı bana.
Büyücülerin dünyasında iki kadın daha vardı: Martha ve Teresa adında iki şişman kızdı bunlar. Her ikisi de göze çok hoş görünüyorlardı ve her ikisinde de birbirine taş çıkartan bir iştah vardı. Kimseyi aldattıkları falan yoktu, ama kilerde gizli bir bölmede çeşit çeşit şekerlerden, çikolata ve kurabiyelerden oluşan bir erzak saklıyorlardı. Ta en başından beri beni sır ortakları yaptılar, ve erzaklarını özgürce kullanmam için teşvik ettiler, tabii ben de öyle yaptım.
Martha daha büyüktü. Yirmilerini yarılamıştı. Alman ve Kızılderili ırklarının egzotik bir karışımıydı. Teni bütünüyle beyaz olmasa da soluktu. Yumuşak, kıvırcık şaşaalı siyah saçları, elmacık kemikleri yüksek geniş yüzünü çevreliyordu. Yana yatmış gözleri fevkalade parlak mavi-yeşil bir renkteydi; bir kedininkine benzeyen adeta pembemsi şeffaf, küçük, narin kulakları vardı.
Martha üzgün bir tavırla uzun uzun iç çekmeye—bunun Almanvari olduğunu iddia ediyordu—ve Kızılderili ruhunun bir mirası olan kasvetli suskunluklara pek düşkündü. Son zamanlarda keman dersleri almaya başlamıştı ve günün her saatinde alıştırma yapıyordu. Kimse onu eleştirmiyor ya da kızmıyordu, hepsi onun çok iyi bir müzik kulağı olduğunda birleşiyorlardı.
Teresa sadece bir altmış boyundaydı, ama cüssesi onu çok daha uzun gösteriyordu. Bir Meksikalıdan çok bir Hintliye benziyordu. Kusursuz cildi parlak, kremsi açık kahverengiydi. Badem şeklindeki berrak, koyurenk gözleri uzun, kıvrık ve öyle kalın kirpiklerle çevrelenmişti ki gözkapakları inik duruyordu, bu da ona düşsel, dalgın bir ifade veriyordu. Nezaketi ve tatlı mizacı insanda onu koruma isteği uyandırıyordu.
Teresa’nın da sanatkâr bir yönü vardı. Öğleden sonra geç saatlerde suluboya resim yapıyordu. Sehpası önünde, boyaları, suyu, fırçaları ve tablası hazır bir şekilde, ışığın ve gölgelerin uygun olmasını bekleyerek avluda saatlerce oturur, sonra, Zen-benzeri bir denetim ve akıcılıkla boyaya batırılmış fırçalarını kâğıda vurmaya başlardı.
Gizli kalmış bu anılarımın büyük kısmı yüzeye çıkmıştı. Tükenmiştim. Florinda’nın odada bir yükselip bir alçalan hafif horultusunun ritmi ipnotize ediciydi.
Gözlerimi açtığımda ilk yaptığım şey Florinda’yı çağırmak oldu. Cevap vermedi. Yatak boştu. Şiltenin altına sıkıca sıkıştırılan sarı çarşafta, orada uyumak bir yana, birinin oturduğunu bile kanıtlayacak hiçbir şey yoktu. İki yastık her zamanki yerlerindeydi— duvara yaslanmışlardı—ve kullandığı battaniye yerdeki battaniye yığınının üstündeydi.
Onun gerçekten oraya gelmiş olduğunu gösteren bir işaret, bir ipucu bulmaya çalışarak sabırsızca daireyi aradım. Hiçbir şey, hatta banyoda bir tek uzun beyaz saç bile bulamadım.