Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

13 2


TAMAMEN UYANIK OLDUĞUM zamanlarda, o kayıp günlerin yitirilmediğini kesin olarak bilmek dışında, o günler hakkında pek bir şey hatırlamıyordum. O günler süresince, içsel bir anlamı olan, bir türlü sırrına varamadığım bir şey olmuştu bana. Bütün bu belirsiz anıları hatırlamak için bilinçli bir çaba göstermiyordum; sadece yarı-gömülü orada olduklarını biliyordum, tıpkı az biraz tanıdığımız ama adlarını hatırlayamadığımız insanlar gibi.

Hiçbir zaman iyi uyuyan biri olmamıştım, ama o geceden itibaren—Florinda’nın Isidoro Baltazar’ın stüdyosunda ortaya çıkışından beri— sırf rüya görmek için her saat uyumaya başladım. Ne zaman uzansam kendimden geçiveriyor, hiç aralıksız, aşırı uzun bir süre uyuyordum. Kilo da almıştım, ama maalesef hiç de doğru yerlerde toplanmamıştı bu kilolar. Ne var ki, büyücülerle beraber rüya görmedim hiç.

Bir öğleden sonra, birdenbire yüksek bir takırtı sesiyle uyandım. Isidoro Baltazar çaydanlığı lavaboya düşürmüştü. Başım ağrıyor, gözlerim bulanıklaşıyordu. Hemen hatırımdan çıkan kokunç bir rüya vardı belleğimde. Müthiş terliyordum. “Hepsi senin hatan,” diye bağırdım Isidoro Baltazar'a. “Bana yardım etseydin hayatımı uyuyarak geçirmezdim.” Atıp tutmak, kendimi sabırsızlığa ve hüsrana koyuvermek istiyordum. Ama birdenbire, bunu yapamayacağım, çünkü artık alıştığım gibi şikâyet etmekten zevk almadığım dank etti kafama.

Sanki düşündüklerimi yüksek sesle söylemişim gibi Isidoro Baltazar’ın yüzü parladı. Sandalyesini çekip ata biner gibi oturdu. "Sana yardım edemeyeceğimi biliyorsun,” dedi. “Kadınların farklı bir rüya görme yolu var. Kadınların rüya görmek için ne yaptıklarına benim aklım ermiyor bile.”

Kaba bir tavırla, “Yaşantında bu kadar kadın varken bilmen gerekir,” diye cevabı yapıştırdım.

Güldü; sanki hiçbir şey keyfini bozmuyordu. “Kadınların rüya görmek için ne yaptıklarına aklım ermeye bile başlamadı daha,” diye devam etti. “Erkeklerin rüyada dikkatlerini ayarlamak için hiç durmadan uğraşmaları gerekir, kadınlar bunun için uğraşmazlar, ama onların içsel disiplin kazanmaları gerekir.” Işıl ışıl bir gülümsemeyle, “Sana yardım edebilecek bir şey var,” diye ekledi. “Rüya görmeye o her zamanki içten gelen itici tavrınla yaklaşma. Bırak o sana gelsin.”

Bir şey söylemek için ağzımı açtım, ama hemen kapattım. Şaşkınlığım bir anda öfkeye dönüşmüştü. Daha önce kazandığım içgörüyü unutarak ayakkabılarımı giydim ve hiddetle ayaklarımı sertçe yere vurarak ve kapıyı arkamdan hızla çekmeyi de unutmayarak çıktım gittim. Isidoro Baltazar’ın kahkahası park alanındaki arabama kadar beni izledi.

Mahzun mahzun, son kerte yalnız olduğumu ve sevilmediğimi hissederek ve hepsinden öte kendime acıyarak kumsala sürdüm arabayı. Kumsal ıssızdı. Yağmur yağıyordu. Rüzgâr yoktu, yağmur dik ve yavaş yavaş yağıyordu.

Usulca kıyıya çarpan dalgalarla suya vuran yağmurun suskunlaştırıcı sesinde huzurlu bir şey vardı. Ayakkabılarımı çıkarttım, pantalonumun paçalarını kıvırdım, kendimi böylesine kaptırdığım bu ruh halimden arınana kadar yürüdüm. Usulca kıyıya çarpan dalgaların arasından Florinda’nın sözlerini duyunca bu ruh halimden kurtulduğumu anladım. “Bu tek başına vereceğin bir mücadele.” Bu sözler bana tehditkâr gelmedi; hakikaten yalnız olduğumu kabul ettim o kadar. Ve ne yapmam gerektiğine dair bana inanç veren de bu kabulleniş oldu. Bekleyecek biri olmadığım için de hemen

harekete geçtim.

Isidoro Baltazar’ın kapısının altına bir not bırakarak—beni bundan vazgeçirmek için dil dökmesini istemiyordum— cadıların evine doğru yola koyuldum. Tucson’a kadar bütün gece araba sürdüm. Bir motele girdim ve hemen hemen bütün gün uyudum, sonra öğleden sonra geç saatlerde, Isidoro Baltazar'ın dönüş yolculuğumuzda izlediği aynı rotayı takip ederek tekrar yola koyuldum.

Yön duygum zayıftı, ama bu rota zihnime iyice kazınmıştı. Şaşırtıcı bir güvenle nereye sapılacağını, hangi yoldan gidileceğini tam olarak biliyordum. Göz açıp kapayıncaya kadar cadıların evine ulaşmıştım. Arabaya bindiğim zamanla cadıların evine varışım arasında hiç zaman geçmediği duygusunu kaybetmek istemediğim için zahmet edip saatime bakmadım.

Evde kimsenin olmaması hiç canımı sıkmadı. Bana doğrudan doğruya, resmi bir davet yapılmadığının farkındaydım. Fakat Nelida’nın, bana verdikleri bütün hediyeleri koyduğu küçük bir sepeti bir çekmeceye saklarken, istediğim zaman geri gelmemi söylediğini açıkça hatırlıyordum. “Gece ya da gündüz, bu sepet seni sağ salim içeri alacaktır.” sözleri kulaklarımda çınlıyordu.

Sadece alışkanlıktan gelen bir güvenle, dosdoğru Esperanza’nın bana verdiği odaya gittim. Volanlı, beyaz hamak sanki beni bekliyormuş gibi hazırdı. Sonunda içimi belli belirsiz bir huzursuzluk kaplamaya başlamıştı, ama korkmam gerektiği kadar korkmuş değildim. Pek de gevşemeden, ileri geri sallanmak için bir bacağımı dışarıda bırakarak kendimi hamağa bıraktım.

“Korkularımın canı cehenneme,” diye bağırdım ve bacağımı içeri çekip eklemlerim çatırdayana kadar bir kedi gibi rahatça gerindim.

“Oo, sağ salim geri gelmişsin,” dedi bir ses koridordan.

Onu görmemiştim, sesini tanıdığım da söylenemezdi, ama onun Nelida olduğunu biliyordum. İçeri girmesini bekledim, ama girmedi.

“Yemeğin mutfakta,” dediğini işittim. Ayak sesleri kapımdan uzaklaşarak koridorda kayboldu.

Yerimden kalkıp arkasından fırladım. “Bekle, bekle, Nelida!” diye bağırdım. Mutfağa giderken holde önünden geçtiğim odalarda kimse yoktu. Hatta bütün evde hiç kimse yoktu. Yine de onların orada olduğundan emindim. Seslerini, gülüşlerini, tabak çanakların ve tavaların tıkırtılarını işitiyordum.

Bundan sonraki birkaç günü, anlamlı bir şeylerin olmasını bekleyerek sürekli beklenti içinde geçirdim. Ne olacağını tahayyül edemiyordum, ama bunun kadınlarla bağlantılı olması gerektiğini biliyordum.

Nedendir bilinmez, kadınlar görünmek istemiyorlardı. Onların bu şaşırtıcı derecedeki gizli davranışları karşısında, bir gölge gibi, sinsi sinsi, sessizce dolanıyordum koridorlarda. Kadınları şaşırtmak için ustalıkla tasarladığım sinsi planlar bir yana, onları şöyle bir göz ucuyla bile göremedim. Arkalarında seslerinin ve kahkahalarının tınısını bırakarak, sanki dünyaların arasında süzülüyorlarmış gibi evde, odalarda bir içeri bir dışarı süzülüp duruyorlardı.

Bazen acaba kadınlar gerçekten orada mı, acaba ayak sesleri, mırıltılar ve kıkırdamalar sadece hayalimin bir ürünü mü diye merak ediyordum. Tam bunların benim hayal gücüm olduğuna inanmak üzereyken birinin avluda bir şeyleri tamir ettiğini duyuyordum. O zaman yenilenmiş bir şevk, bir beklenti ve heyecanla evin arkasına koşuyor, sadece bir kez daha alt edildiğimi anlamış oluyordum. Böyle zamanlarda, gerçek cadılar olarak kadınların, çıkardığım seslere karşı tetikte durmalarını sağlayan yarasa gibi bir içsel yankı sistemleri olduğuna inanıyordum.

Onları mutfakta ocağın önünde yakalayamayınca uğradığım hayal kırıklığı, benim için bıraktıkları küçük egzotik yemekleri görünce kayboluveriyordu; yemeklerin lezzeti porsiyonların küçük olmasını fazlasıyla telafi ediyordu. Büyük bir hazla bu mükemmel yemekleri yiyiyordum, ama yine de aç kalıyordum.

Bir gün, tam alacakaranlıktan önce, bir erkek sesinin evin arkasından yavaşça adımı seslendiğini işittim. Hamağımdan fırladığım gibi koridora koştum. Bakıcıyı görünce öyle sevindim ki, adeta bir köpek gibi üstüne zıpladım. Sevincime hâkim olamayarak yanaklarından öptüm.

“Dikkat et, nibelunga.” Bunu Isidoro Baltazar’ın sesi ve tavrıyla söylemişti. Geriye sıçradım, gözlerim şaşkınlıktan kocaman açılmıştı. Bana göz kırptı ve, “Kendini kaybetme, çünkü bundan sonra yapacağın, benden istifade etmek olacaktır,” dedi.

Bir an sözlerinden ne anlam çıkaracağımı bilemedim. Ama güven verircesine gülerek sırtıma vurduğu zaman tamamen gevşedim.

“Seni görmek çok güzel,” dedi yavaşça.

“Seni görmek harika!” dedim sıkılgan sıkılgan kıkırdayarak. Sonra öbürlerinin nerede olduğunu sordum.

“Buralardalar,” dedi yarım ağızla. “Şu anda esrarengiz bir şekilde ulaşılmaz durumdalar, ama hep buralardalar.” Hayal kırıklığına uğradığımı görerek, “Sabırlı ol,” diye ekledi.

“Buralarda olduklarını biliyorum,” diye mırıldandım. “Benim için yemek bırakıyorlar.” Abartılı bir şekilde rol yaparak omzumun üstünden bir göz attım ve sır verir gibi, “Ama hâlâ açım. Porsiyonlar çok küçük,” dedim.

Bakıcıya göre erk yiyeceklerinin doğal durumuydu bu: asla yeterince yiyemezdi insan onlardan. Kendi yemeğini kendinin pişirdiğini—kuşbaşı doğranmış domuz, sığır ya da tavuk etiyle beraber pilav ve fasulye—üstelik asla aynı saatte olmamak üzere günde sadece bir kez yediğini söyledi.

Sonra beni geçici olarak kaldığı yere götürdü. Mutfağın arkasındaki, yasemin ve okaliptüs kokularıyla kesifleşmiş havanın kapalı perdelerin etrafında ağır ve hareketsiz öylece durduğu, ağaçtan ve demirden yapılmış garip heykellerin arasında o büyük, darmadağınık odada yaşıyordu. Kullanmadığı zaman katlayıp bir köşeye koyduğu portatif bez bir yatakta uyuyor, yemeğini ince uzun ayaklı küçük bir masada yiyiyordu.

Bakıcı, o gizemli kadınlar gibi kendisinin de rutinleri sevmediğini söyledi. Gündüz ya da gece, sabah ya da öğleden sonra hepsi aynıydı onun için. Canı ne zaman isterse o zaman açıklığın dışındaki yaprakları tırmıklıyor, avluyu süpürüyordu; yerdekilerin çiçek ya da yaprak olması önemli değildi.

Bunu izleyen günlerde, görünüşe göre plansız programsız olan bu yaşam biçimine uymaya çalışırken korkunç bir zaman geçirdim. İşe yarama arzusundan çok, içten gelen itici bir hisle günlük işlerinde bakıcıya yardım ediyordum. Ayrıca yemeğini paylaşmak için yaptığı teklifleri istisnasız kabul ediyordum. Yemekleri de arkadaşlığı kadar nefisti.

Onun bakıcıdan fazla bir şey olduğuna kanaat getirerek, dolambaçlı sorularımla onu hazırlıksız yakalamak için elimden geleni yaptım; ama bu teknik bir işe yaramadı, çünkü tatmin edici bir cevap alamadım hiç.

Bir gün yemek yerken, açıkça, “Nerelisin sen?” diye sordum.

Başını tabağından kaldırıp bana baktı ve sanki düpedüz bir sorgulama bekliyormuş gibi, itaatkâr bir şekilde, açık pencerenin bir resim gibi çevrelediği doğudaki dağları gösterdi.

“Bacatete Dağları mı?” Sesimden ona inanmadığım belli oluyordu. “Ama sen bir Kızılderili değilsin,” diye mırıldandım canım sıkılmış bir halde. “Benim gördüğüm kadarıyla sadece Mariano Aureliano, Delia Flores ve Genaro Flores Kızılderili.” Yüzündeki şaşkın ve beklenti içindeki ifadeden cesaret alarak, bana göre Esperanza’nın ırksal kategorileri aştığını ekledim. Masanın üstünden uzanarak, sır verir gibi bir ses tonuyla, daha önce Florinda’ya anlattıklarımı söyledim ona. “Esperanza bir insan gibi doğmamış. O bir büyüyle meydana gelmiş. Şeytanın ta kendisi o.”

Bakıcı sandalyesinde arkaya yaslanarak neşeyle bağırdı. “Ya Florinda’ya ne dersin? Fransız olduğunu biliyor muydun? Daha doğrusu, anne babası Fransızdı. Meksika’ya Maximilian ve Carlota’yla birlikte gelen ailelerdendiler.”

“Florinda çok güzel,” diye mırıldandım, bin sekiz yüzlerde Avusturya Prensinin tam olarak ne zaman Napolyon tarafından Meksika’ya gönderildiğini hatırlamaya çalışarak.

“Baştan aşağıya süslenip püslendiği zaman görmedin onu,” dedi bakıcı çoşkuyla. “O zaman bambaşka bir şey oluyor. Yaşın onun için hiçbir anlamı yok.”

Hüsnükuruntuya kapılarak, kibirli bir havayla, “Carmela benim Florinda gibi olduğumu söyledi,” dedim.

Bakıcı içinde kabaran bir kahkahayla sandalyesinden ayağa fırladı. “İşte başladık.” Bunu belli bir duyguyla söylememişti, sanki bu sözlerinin nasıl anlaşılacağını en ufak umursamıyormuş gibiydi.

Bu sözlerine ve duygusuzluğuna sinirlenerek ona gizleyemediğim bir düşmanlıkla ters ters baktım. Sonra konuyu değiştirmek maksadıyla ona Mariano Aureliano’yu sordum. “Tam olarak nereli o?”

Pencereye doğru giderek, “Nagualların nereli olduğunu kim bilir?” diye mırıldandı. Gözlerini uzun bir süre uzaktaki dağlara dikti, sonra tekrar bana dönerek, “Kimileri nagualların cehennemden geldiğini söylüyor. Ben buna inanıyorum. Kimileri de nagualların insan bile olmadıklarını söylüyor,” dedi. Yine sustu, acaba o uzun sessizlik tekrarlanacak mı diye merak ettim. Sanki sabırsızlandığımı sezmiş gibi gelip yanıma oturdu ve, “Bana sorarsan naguallar süper insanlardır derim,” diye ekledi. “İnsan tabiatı hakkında her şeyi bilmelerinin nedeni bu. Bir naguala yalan söyleyemezsin. İçini görürler. her şeyin içini görür onlar. Uzayın içini bile, bu dünyadaki başka dünyaları ve bu dünyanın dışındaki başka dünyaları da görürler.”



Konuşmayı kesmesini dileyerek sandalyemde huzursuzca kıpırdandım. Onu böyle bir konuşmaya soktuğuma pişman olmuştum. Adamın deli olduğundan hiç şüphem kalmamıştı. “Hayır, deli değilim,” dedi. Yüksek sesle bir çığlık attım.

“Daha önce hiç duymadığın şeyler söylüyorum, hepsi bu.” Kendimi savunuyormuşum gibi bir hava takınarak, gözlerimi kırpıştırdım. Ama bu huzursuzluğum bana cesaret vermişti. Ona dobra dobra, “Neden benden saklanıyorlar?” diye sordum.

“Bu çok açık,” diye cevabı yapıştırdı, sonra bunun benim için hiç de açık olmadığını görerek ekledi, “Senin bunu bilmen gerekir. Sen ve senin türündekiler ekipsiniz, ben değil. Onlardan biri değilim ben. Ben sadece bakıcıyım. Makineyi yağlıyorum ben.”

Kızarak, “Kafamı olduğundan daha da çok karıştırıyorsun,” diye mırıldandım. O sırada şimşek gibi anlık bir içgörü parladı içimde. “İma ettiğin ekipte kimler var?”

“Geçen sefer buradayken karşılaştığın bütün kadınlar. Rüya görücüler ve iz sürücüler. Bana iz sürücülerin senin türün olduğunu söylediler. Onlardan birisin sen de.”

Kendisine bir bardak su doldurarak pencereye doğru gitti. Birkaç yudum içti, sonra nagual Mariano Aureliano’nun beni Tucson’da yemeğime bir hamamböceği koymam için kafeye gönderdiği zaman iz sürücülük yeteneklerimi denemiş olduğunu söyledi. Sırtını pencereye döndü ve dosdoğru yüzüme bakarak, “Başarısız oldun,” diye ekledi.

“Bu saçmalıkları duymak istemiyorum,” diye sözünü kestim. Hikâyenin geri kalanını işitmek niyetinde değildim.

Yüzünü haylazca buruşturdu. “Ama bu başarısızlığından sonra hiç saygı ya da hiç utanç duymadan nagual Mariano Aureliano’ya bağırıp tekme atarak kendini temize çıkarttın. İz sürücülerin,” dedi üstüne basarak, “insanlarla uğraşma konusunda bir hünerleri vardır.”

Anlattıklarından tek kelime anlamadığımı söylemek için ağzımı açmıştım ki hemen vazgeçtim.

“Şaşırtıcı olan,” diye devam etti, “büyük bir rüya görücüsün sen. Eğer bu olmasaydı Florinda gibi olurdun -boy ve güzellik hariç tabii.”

Dişlerimi gıcırdatarak gülümsedim ve bu yaşlı dalkavuğa içimden sessizce küfrettim.

“Piknikte kaç tane kadın olduğunu hatırlıyor musun?” diye sordu birdenbire.

Pikniği göz önüne getirebilmek için gözlerimi yumdum. Okaliptüs ağaçlarının altına yayılan çadır bezinin üstünde oturan altı kadını açıkça görüyordum. Esperanza yoktu, ama Carmela, Zoila, Delia ve Florinda oradaydı.

İyice aptala dönerek, “Diğer ikisi kimdi?” diye sordum.

Zeki bir gülümsemeyle yüzü buruşarak takdir edercesine, “Ah,” diye mırıldandı. “O ikisi başka bir dünyadan gelen rüya görücülerdi. Açıkça gördün onları, ama sonra ortadan kayboldular ve zihnin onların yok olduğunu kabullenmedi, çünkü bu fazlasıyla tuhaf olurdu.”

Dalgın dalgın başımı salladım. Orada altı kadın olduğunu bilmeme rağmen gerçekte dört kadın gördüğümü aklım almıyordu.

Bunu o da düşünmüş olmalıydı ki dördü üzerine odaklanmamın doğal olduğunu söyledi. “Diğer ikisi senin enerji kaynağın. Onlar cisimsizdir ve bu dünyadan değiller.”

Aklım karışmış ve afallamış bir halde ona bakakaldım; soracak başka bir sorum yoktu.

“Sen rüya görücülerin gezegeninde olmadığın için,” diye açıkladı, “rüyaların kâbus halinde ve rüyalarla gerçeklik arasındaki geçişlerin çok kararsız ve sen ve diğer rüya görücüler için çok tehlikeli. Bu sebeple Florinda hızını kesip seni korumayı üstlendi.”

Öyle bir hızla yerimden kalktım ki sandalye devrildi. “Başka bir şey bilmek istemiyorum!” diye bağırdım. Onların çılgınca yöntemlerini ve mantık dizgelerini bilmemenin benim için daha hayırlı olacağını söyleyecektim ki tam zamanında kendimi tuttum.

Bakıcı elimden tuttu ve beni açıklıktan ve çalılıkların içinden geçirerek küçük evin arkasına götürdü.

“Jenaratör konusunda yardıma ihtiyacım var,” dedi. “Tamir edilmesi gerekiyor.”

Bir kahkaha atarak jenaratörler hakkında hiçbir şey bilmediğimi söyledim. Ancak yerdeki beton bir kaplamanın kapağını açtığı zaman, evdeki ışıkların kaynağı olan elektrik akımının orada üretildiğini kavradım. Kırsal Meksika’daki elektrik ışığının ve aletlerinin benim bildiklerime benzediğini sanıyordum oysa.

O günden itibaren bakıcıya çok fazla soru sormamaya çalıştım. Vereceği cevaplar için hazır olmadığımı hissediyordum. Karşılaşmalarımız, yaşlı adamın konuştuğu o enfes İspanyolcayla boy ölçüşmek için elimden geleni yaptığım bir ritüel niteliği kazanmıştı. Onu etkilemek için odama bir yığın sözlük yığıp, yeni ve çoğunlukla artık kullanılmayan kelimeler arayarak saatler geçiriyordum.

Bir öğleden sonra bakıcının yemeği getirmesini beklerken—odasını keşfettiğimden beri ilk kez odasında yalnız kalmıştım—o eski, garip aynayı hatırladım. Aynanın lekeli, bulanık yüzeyini dikkatle inceledim.

“Eğer kendine çok fazla bakarsan aynada kapana kısılacaksın,” dedi bir ses arkamdan.

Bakıcıyı görmeyi umarak arkama döndüm, ama odada kimse yoktu. Kapıya ulaşmak için ileri atıldığımda az kalsın arkamdaki ağaç ve demirden yapılmış heykeli düşürecektim. Otomatik olarak heykeli tutmak için ileri uzandım, ama daha ben ona dokunamadan, heykel sanki tuhaf bir dairesel hareketle dönerek benden uzaklaştı, sonra da şaşırtıcı derecede insana benzeyen bir iç çekişle eski yerine indi.

“Sorun nedir?” diye sordu bakıcı odaya girerek. Sallanan masaya büyük bir tepsi koydu ve kül gibi bembeyaz kesilmiş yüzüme bakarak tekrar neyim olduğunu sordu.

“Bazen bu hilkat garibelerinin canlı olduklarını ve beni izlediklerini hissediyorum,” dedim, çenemle hemen yanımdaki heykeli işaret ederek. Yüzündeki vakur ifadeyi ve gülümsemediğini fark ederek, aceleyle hilkat garibesi derken çirkin olduklarını değil, büyüklüklerini kastettiğimi söyledim. Birkaç defa derin derin içimi çektim ve heykellerinin bana canlı oldukları izlenimi verdiklerini tekrarladım.

Gizlice etrafına göz atarak ancak duyulabilen bir fısıltıyla, “Canlılar,” dedi.

O kadar huzursuzlandım ki odasını ilk kez keşfettiğim o öğleden sonrası hakkında, sonradan kırık bir camdan perdeyi iten rüzgâr olduğu ortaya çıkan tüyler ürpertici bir mırıltıyla nasıl o odaya çekildiğim hakkında bir şeyler gevelemeye başladım. Asabi bir şekilde kıkır kıkır gülerek, sır verir gibi, “Yine de o anda bunun bir canavar olduğuna inanıyordum,” dedim. “Alacakaranlığın gölgeleriyle beslenen yabancı bir varlık.”

Bakıcı alt dudağını emerek keskin gözlerle bana baktı. Sonra bakışını hiçbir şeye odaklamadan odada dolaştırdı. “Oturup yemek yesek iyi olur,” dedi sonunda. “Yemeğimizin soğumasını istemem.” Sandalyeyi benim için çekti ve ben rahatça oturur oturmaz çınlayan bir sesle, “Onlara varlık demekte çok haklısın, çünkü onlar heykel değil. İcat onlar.” Sır verir gibi, esrarengiz bir ses tonuyla, “Büyük bir nagual tarafından, başka bir dünyada şöyle bir görülüveren örneklerden tasarlandı onlar,” dedi.

“Mariano Aureliano tarafından mı?” diye sordum.

Başını iki yana sallayarak, “Elias adında daha yaşlı bir nagual tarafından,” dedi.

“Bu icatlar neden senin odanda?” diye sordum. “O büyük nagual bunları senin için mi yaptı?”

“Hayır,” dedi. “Sadece bunlara bakıp gözetiyorum ben.” Ayağa kalkıp elini cebine soktu ve düzgün bir şekilde katlanmış beyaz bir mendil çıkartarak oradaki bir heykelin tozunu almaya koyuldu. “Bakıcı ben olduğum için bunlara bakıp gözetmek de bana düşüyor. Bir gün, karşılaştığın bütün o büyücülerin yardımıyla bu icatları ait oldukları yere teslim edeceğim.”

“Orası neresi?”

“Sonsuzluk, evren, boşluk.”

“Onları oraya nasıl götürmek niyetindesin?”

“Onları buraya getiren aynı erk vasıtasıyla: rüya gören-uyanıklığın erkiyle.”

Sesimdeki zaferi saklamaya çalışarak, “Eğer bu büyücülerin rüya gördüğü gibi rüya görüyorsan,” diye konuşmaya başladım ihtiyatla, “o zaman sen de bir büyücü olmalısın.”

“Büyücüyüm, ama onlar gibi değilim.”

Bunu böyle içten bir şekilde kabullenmesi kafamı karıştırmıştı. “Arada ne fark var?”

“Ah!” diye bağırdı bilgiç bilgiç. “Çok fark var. Ama bunu şimdi açıklayamam. Eğer açıklarsam daha çok kızacak ve marazileşeceksin. Gerçi, bir gün, kimsenin sana anlatmasına gerek kalmadan, kendi kendine bütün bunları öğreneceksin.”

Çaresizce söyleyecek bir şey, soracak başka bir soru bulmaya çalışırken, kafamın içinde çarkların döndüğünü hissedebiliyordum.

“Bana nagual Elias’ın nasıl olup da bu icatları yaptığını söyleyebilir misin?”

“Onları rüya görürken görüp yaptı,” dedi sır verir gibi. “Bazıları, bu icatları taşıyamadığı için kendisinin yaptığı kopyalar. Diğerleri ise gerçek. O büyük nagualın buraya kadar getirdiği icatlar bunlar.”

Söylediği tek söze inanmamakla beraber, elimde olmadan sordum, “Nagual Elias neden getirdi bunları?”

“Çünkü icatlar kendileri ondan bunu istediler.”

“Neden istediler?”

Bakıcı eliyle bir hareket yaparak sorularımı bir yana itti ve yemeğimi yemem için üsteledi. Merakımı tatmin etmek için isteksiz olması ilgimi daha da arttırmıştı. Kaçamak cevap vermekte bu kadar iyi iken bu garip aletler hakkında neden konuşmak istemediğini anlayamıyordum; bana herhangi bir cevap verebilirdi.

Yemeğimizi bitirdiğimiz zaman, benden portatif bez yatağını getirmemi istedi. Nereye koyulmasını istediğini bilerek, perdeli Fransız kapısının önüne koyup açtım yatağı. Hoşnut bir şekilde içini çekti ve yatağın bir ucuna iliştirilmiş olan küçük, dikdörtgen bir yastığa başını koyarak uzandı. Yastık kurumuş fasulye ve darı taneleriyle doldurulmuştu. Ona göre, bu yastık tatlı rüyalar veriyordu.

“Biraz şekerleme yapmak için hazırım şimdi,” dedi, pantolonunun kemerini gevşeterek. Bu beni kibarca dışarı atma yoluydu.

İcatlar hakkında konuşmayı reddetmesi karşısında hırçınlaşarak tabakları tepsinin üstüne koyduğum gibi odadan dışarı fırladım. Mutfağa kadar yol boyunca horultuları beni izledi.

O gece bir gitar tıngırtısıyla uyandım. Otomatik olarak, alçak hamağımın yanında duran el fenerine uzandım ve saatime baktım. Geceyarısını biraz geçiyordu. Sıkıca battaniyeye sarınıp parmaklarımın ucuna basarak iç avluya açılan koridora çıktım.

Avluda bir adam hasır bir sandalyede oturmuş gitar çalıyordu. Yüzünü göremedim, ama oraya geldiğim ilk seferinde Isidoro Baltazar’la beraber gördüğümüz adam olduğunu biliyordum. O zaman da yaptığı gibi, adam beni görünce çalmayı bıraktı; sandalyesinden kalktı ve eve girdi.

Odama geri döner dönmez adam tekrar çalmaya başladı. Tam uykuya dalmak üzereydim ki net ve güçlü bir sesle şarkı söylediğini duydum. Kilometrelerce öteden sessizlik ve boşluktan gelmesi için çağırarak rüzgâra şarkı söylüyordu.

Rüzgâr, sanki onun söylediği bu akılda kalıcı yakarışına cevap veriyormuş gibi kuvvetlendi. Çalılıkların arasında ıslık çaldı. Sararmış yaprakları ağaçlardan koparıp, onları hışırtılı öbekler halinde evin duvarlarına sürükledi.

İçimden gelen bir dürtüyle avluya açılan kapıyı açtım. Rüzgâr odayı anlatılmaz bir üzüntüyle, gözyaşlarının üzüntüsüyle değil de, gölgelerin, toz toprağın ve çölün melankolik yalnızlığıyla doldurdarak odada duman gibi dönmeye başladı. Her nefeste onu içime çekiyordum. Ciğerlerime ağır bir şekilde çöküyordu, yine de ne kadar derin nefes alırsam, kendimi o kadar hafif hissediyordum.

Dışarı çıktım ve uzun çalıların arasında sıkışa sıkışa evin arka kısmına çıktım. Beyaz badanalı duvarlar ayışığını tutmuş parlak bir şekilde rüzgârın süpürdüğü geniş açıklığa yansıtıyordu. Görünebileceğimden korkarak, ayışığının yaydığı karanlık gölgelerde saklanarak bir meyve ağacından diğerine koştum, ta ki küçük eve giden patikaya muhafızlık eden ve duvarın dışında çiçek açan o iki portakal ağacına ulaşana dek.

Rüzgâr çalılıkların içinden kıkır kıkır gülme sesleri ve belli belirsiz mırıltılar taşıyordu. Korkusuzca patikaya doğru atıldım, ama küçük, karanlık evin ön kapısına ulaştığımda cesaretimi kaybettim. Heyecandan tir tir titreyerek, yavaş yavaş açık bir pencereye doğru yaklaştım. Delia ile Florinda’nın seslerini tanıdım, ama kadınların ne yaptığını göremeyeceğim kadar yüksekti pencere.

Oraya geliş nedenimi—rüya görmekteki yetersizliğimi— çözmeme yardım edecek, zihnimi allak bullak edecek bir açıklamayla çılgına dönmeyi, çok önemli bir şey işitmeyi umarak onları dinlemeye başladım. Ama sadece dedikodu duydum. Kötü niyetli kinayelerine kendimi o kadar kaptırmıştım ki konuşmalarına gizlice kulak misafiri olduğumu unutarak bir kaç defa yüksek sesle güldüm.

Önce ilgisiz alakasız insanlar hakkında dedikodu ettiklerini sandım, ama sonra kadın rüya görücülerden bahsettiklerini ve en sinsice sözlerin Nelida’ya yönelik olduğunu anladım.

Onun bunca yıldan sonra, dünyanın pençesinden kurtulamadığını söylüyorlardı. Sadece kendini beğenmiş değil— bütün günü aynanın önünde geçirdiğini iddia ediyorlardı—üstelik tombuldu da. Nagual Mariano Aureliano’yu baştan çıkartmak için cinsel yönden arzulanabilir bir kadın olmak amacıyla elinden gelen her şeyi yapıyordu. İçlerinden birisi, kindarcasına, ne de olsa onun o kocaman, mest edici organını barındırabilecek tek kişinin Nelida olduğunu söyledi.

Sonra Clara’dan söz etmeye koyuldular. Onun herkese lütuflar bahşetmenin kendi görevi olduğuna inanan azametli bir fil olduğunu söylüyorlardı. O an için, dikkatini yönelttiği kişi nagual Isidoro Baltazar’dı ve ikramı da çıplak bedeniydi. Isidoro Baltazar vücuduna sahip olmayacak, sadece görecekti onu. Sabahları bir kere ve akşamları da bir kere olmak üzere, Clara ona çıplaklığını göstererek bir ziyafet çekecekti. Böyle yapmakla genç nagualı cinsel arzunun doruğuna ulaştıracağına inanıyordu.

Bahsettikleri üçüncü kadın Zuleica idi. Onun bir azize ve Bakire Meryem olma hülyalarında olduğunu söylüyorlardı. Sözde ruhaniliği çılgınlıktan başka bir şey değildi. Periyodik olarak aklını yitiriyordu. Ve bu delilik krizlerine girdiği zamanlar evi baştan aşağıya temizliyordu, hatta avludaki ve arazinin çevresindeki kayaları bile temizliyordu.

Sonra Hermelinda’ya geldi sıra. Kendine son derece hâkim, toplum kurallarına uyan, orta-sınıf değerlerin fevkalade bir örneği olarak tanımlıyorlardı onu. Nelida gibi o da, bunca yıldan sonra mükemmel bir kadın, mükemmel bir ev hanımı olmak için çabalamaktan kendini alamıyordu. Yemek pişirmeyi ya da dikiş dikmeyi ya da nakış işlemeyi ya da konukları eğlendirmek için piyano çalmayı bilmese de, tıpkı Nelida’nın fevkalade edepsiz bir dişilik örneği olarak tanınmak istemesi gibi, Hermelinda’nın da fevkalade iyi bir dişilik örneği olarak tanınmak istediğini söylediler kıkır kıkır gülerek.

Seslerden biri, eğer bu ikisi yeteneklerini birleştirirse efendiyi memnun edecek mükemmel kadını oluşturacaklarını söyledi: bir önlükle mutfakta ya da bir gece elbisesiyle oturma odasındaki mükemmel kadın ve efendi ne zaman isterse bacakları havada yatakta bekleyen mükemmel kadın.

Sustukları zaman, gerisingeriye eve, odama koşup hamağımın içine atladım. Ama ne kadar çabalarsam çabalayayım tekrar uyku tutmadı. Beni saran bir tür koruyucu kabarcığın, cadıların evinde olmaktan dolayı hissettiğim büyülenmeyi, keyif duygusunu silip götürerek, patladığını hissettim. Bütün düşünebildiğim, Los Angeles’ta eğleniyor olabilecekken, bu sefer kendi yaptıklarım yüzünden, dedikodu etmekten başka hiçbir şey yapmayan bir grup çılgın yaşlı kadınla Sonora’da çakılıp kaldığımdı.

Öğüt almak için gelmiştim oraya. Oysa bir kadın olduğuna inandığım yaşlı, bunak bir adamın arkadaşlığına bırakılmış, görmezden gelinmiştim.

Bakıcıyla beraber sabahleyin yemek yemek için oturduğumda, kendimi haklı gördüğüm için öylesine öfkeli bir haldeydim ki bir lokma bile yutamıyordum.

Yaşlı adam dikkatle gözlerini bana dikerek, “Sorun ne?” diye sordu. Dosdoğru gözlerime bakmaktan kaçınıyordu. “Aç değil misin?”

Gözlerim ateş saçarak ona baktım. Kendimi kontrol etme çabasından vazgeçerek, içimde hapsolmuş bütün hüsranımı ve kızgınlığımı boşalttım. Şikâyet etmeyi sürdürürken bir an kendime hâkim oldum; kendi kendime bu yaşlı adamı suçlamamam gerektiğini, bana şefkatten başka bir şey göstermediği için ona minnettar olmam gerektiğini söyledim. Ama kendimi tutmak için çok geçti artık. Benim bu ufak tefek yakınmalarımın kendi yaşamları vardı. Son bir kaç günün olaylarını abartıp çirkinleştirdikce sesim daha da tizleşmeye başladı. Kötü niyetli bir hoşnutlukla, kadınların konuşmasına gizlice kulak misafiri olduğumu söyledim ona.

Sesim çınlayarak, “Bana en ufak bir yardım etmek istemiyorlar,” dedim otoriter bir şekilde. “Bütün yaptıkları dedikodu etmek. Kadın rüya görücüler hakkında korkunç şeyler söylediler.”

“Ne söylediklerini duydun?”

Büyük bir zevkle her şeyi anlattım ona. Kadınların söylediği kötü sözlerin her ayrıntısını hatırlamakta gösterdiğim olağanüstü erke kendim de hayret etmiştim.

Hikâyemi bitirdiğim zaman, “Besbelli senden bahsediyorlardı,” dedi bakıcı. “Sembolik bir şekilde, elbette.” Bu sözlerin iyice içime işlemesini bekledi ve daha ben karşı çıkamadan, masum bir şekilde, “Sen de bir parça öyle değil misin?” diye sordu.

“Hem de eşşek gibi öyleyim” diye patladım. “Ve sakın bana psikolojik zırvalar yumurtlama; sen ağzına sıçtığımın amelesi bir yana, eğitimli bir adamdan bile gelse bu tür saçmalıkları yemem.”

Bakıcının gözleri hayretle kocaman açıldı ve zayıf omuzları çöktü. Ona karşı hiç şefkat duymuyordum, sadece kendime acıyordum. Duyduklarımı ona anlatarak zamanımı harcamıştım.

Tam ona bir hiç için bu uzun ve çetin yolculuğu yapmamın büyük bir hata olduğunu söylemek üzereydim ki bakıcı bana öyle bir küçümsemeyle baktı ki bu feveranımdan! utandım.

“Eğer hiddetini tutarsan, bu büyücülerin yaptığı hiçbir şeyin içlerinden gelen dürtülerini salıvermek ya da birisini etkilemek ya da kendilerini eğlendirmek için olmadığını anlayacaksın,” dedi büyük bir ağırbaşlılıkla. “Söyledikleri ya da yaptıkları her şeyin bir nedeni, bir amacı vardır.” Bakışlarını öyle keskin bir şekilde üstüme dikti ki uzaklaşmak istedim, ama yapamadım. “Burada tatilde olduğunu düşünme sakın,” dedi üstüne basarak. “Ellerine düştüğün bu büyücüler için tatil falan yoktur.”

“Bana ne söylemeye çalışıyorsun?” diye sordum kızgın bir sesle. "Lafı dolaştırıp durma, söyle gitsin.”

“Daha nasıl açık olunabilir ki?” Sesinde aldatıcı derecede tatlıydı; benim anlayabileceğimden çok daha fazla bir anlam yüklüydü. "Cadılar geçen gece senin ne olduğunu söylediler zaten. Sana, sen kulak misafirine, gerçekte ne olduğunu, yani büyüklük taslayan bir sürtük olduğunu anlatmak için rüya görücülerin gezegeninden dört kadını sahte bir paravan olarak kullandılar.”

Öylesine şok olmuştum ki bir an sersemleştim. Sonra bütün bedenimden lav gibi kızgın bir öfke aktı. “Seni sefil, değersiz pislik,” diye bağırarak kasıklarına bir tekme attım. Daha ayağım yere inmeden, bu küçük, yaşlı piçin yerde acıyla kıvranırkenki hayali bir şimşek gibi çakmıştı gözlerimin önünde—ne var ki tekmem havadan başka bir yere isabet etmemişti. Profesyonel bir boksör gibi hızla ona ulaşabileceğim alanın dışına zıplayıvermişti.

Oflayıp poflayıp inleyerek beni seyrederken dudakları gülümsüyordu, ama gözleri donuk ve soğuktular. “Nagual Isidoro Baltazar’a cadıların söylediği bütün o oyunları oynuyorsun. Bunun için eğitildin sen. Bunu bir düşün. Sadece öfkelenme.”

Bir şey söylemek için ağzımı açtım, ama hiç sesim çıkmadı. Söyledikleri yüzünden değil de, o ezici derecedeki kayıtsız, buz gibi ses tonu karşısında dilim tutulmuştu. Bana bağırmasını tercih ederdim, zira o zaman nasıl tepki göstereceğimi bilirdim: ben de daha yüksek sesle bağırırdım.

Onunla savaşmanın anlamı yoktu. Haklı olmadığını düşünüyordum. Sadece keskin dilli bir bunaktı. Hayır, onun karşısında çıldırmayacaktım, ama onu ciddiye de almayacaktım.

Daha ben içinde bulunduğum şoktan çıkamadan, “Umarım ağlamayacaksın,” diye uyardı beni.

Bu bunak piç karşısında çıldırmamaya karar vermiş olmama rağmen yüzüm öfkeden kıpkırmızı oldu. “Tabii ağlamayacağım,” dedim sertçe. Bir tekme daha atmaya kalkışmadan önce, ona bu küstahlığı için dövülmeyi hak ettiğini bağırarak söyledim, ama gözlerindeki katı, amansız ifade karşısında hızımı kaybettim. Nasıl olduysa, o nazik ama ifadesiz ses tonunda en ufak bir değişiklik olmaksızın beni ondan özür dilemem gerektiğine ikna etmeyi başardı.

“Üzgünüm,” dedim nihayet, hakikaten gerçeği söylüyordum. “Kötü mizacım ve kötü tavırlarım her zaman beni alt ediyor.”

“Biliyorum; herkes beni senin hakkında uyardı,” dedi ciddi bir şekilde, sonra da gülümseyerek ekledi, “yemeğini ye.” Bütün yemek boyunca huzursuzdum. Yemeğimi yavaşça çiğneyerek gizliden gizliye onu izledim. Dostça davranmak için en ufak bir çaba göstermemesine rağmen bana kızgın olmadığını biliyordum. Kendimi bu düşünceyle rahatlatmak istedim, ama bu düşünce pek rahatlatıcı gelmedi bana. İlgisizliğinin kasten ya da maksatlı olmadığını sezinliyordum. Beni cezalandırmıyordu. Söylediğim ya da yaptığım hiçbir şey onun üstünde herhangi bir etki yapmamıştı.

Son lokmamı da yuttum ve beni hayrete düşüren bir kesinlikle kafamdan geçen ilk şeyi söyledim, “Sen bakıcı değilsin.”

Bana baktı ve, “Peki, kim olduğumu düşünüyorsun?” diye sordu. Yüzünde keyifli bir gülümseme belirmişti.

Gülümsemesi karşısında bütün tedbiri elden bıraktım. Müthiş bir pervasızlık gelmişti üstüme. Ona—bir hakaret kadar doğal bir şekilde—bir kadın olduğunu, onun Esperanza olduğunu söyleyiverdim. Nihayet içimdekini söylediğim için rahatlayarak yüksek sesle içimi çektim ve ekledim, “Aynası olan tek kişinin sen olmasının nedeni de bu; ya bir kadın ya da bir erkek olarak inandırıcı görünmen gerekiyor.”

“Sonora havası etkilemiş olmalı seni,” dedi düşünceli bir şekilde. “Hafif çöl havasının insanları çok tuhaf bir şekilde etkilediği bilinen bir gerçektir.” Bileğime uzanıp sıkıca tutarak, “Ya da belki de hırçın ve sıkıcı olmak, kesin bir otorite havasıyla, kafandan geçen her şeyi söyleyivermek senin tabiatındır?”

Kıs kıs gülerek bana doğru eğildi ve onunla biraz kestirmemi önerdi. “Bu bize çok iyi gelecek. Her ikimiz de sıkıntılıyız,” dedi.

“Demek öyle!” diye bağırdım. Bu önerisi karşısında alınmalı mıyım yoksa gülmeli miyim karar veremiyordum. “Seninle yatmamı istiyorsun, ha?” Esperanza’nın beni onun hakkında zaten uyarmış olduğunu ekledim.

Ensemi ovuşturarak, “Eğer benim Esperanza olduğuma inanıyorsan, neden benimle biraz kestirmeye karşı çıkıyorsun?” diye sordu. Eli sıcak ve yatıştırıcıydı.

Zayıf bir sesle kendimi savunarak, “Karşı çıkmıyorum,” dedim.” Sadece kestirmekten nefret ederim. Hiç kestirmem ben. Bebekken bile kestirmekten nefret ettiğimi söylüyorlar.” Sözcüklerimi dilim sürçerek telaffuz ediyor ve kendimi tekrarlayarak hızlı ve asabi bir şekilde konuşuyordum. Kalkıp gitmek istiyordum, ama ensemdeki elinin hafif baskısı beni sandalyeye mıhlamıştı. “Senin Esperanza olduğunu biliyorum,” diye ısrar ettim hiç düşünmeden. “Onun dokunuşunu tanırım; seninki gibi yatıştırıcı bir etkisi vardır.” Başımın döndüğünü ve gözlerimin irademe karşın kapandığını hissedebiliyordum.

“Öyle,” diye kabullendi usulca. “Bir an için bile olsa, uzanmak sana iyi gelecek.” Suskunluğumdan razı olduğum anlamını çıkararak gidip portatif bez yatağıyla iki battaniye çıkarttı. Birini bana verdi.

Sonu gelmez şaşkınlıklar yaşıyordum. Neden olduğunu bilmiyorum, ama hiç karşı çıkmadan uzandım. Yarı kapalı göz kapaklarımın ardından, onun bütün eklemleri çatırdayana kadar gerindiğini hissettim. Ayaklarından botlarını silkip attı, kemerini çözdü, sonra portatif karyolada yanıma uzandı. İnce pamuklu battaniyesinin altında, sağa sola kıpırdanarak pantalonunu çıkarttı ve kayıtsızca yere, botlarını yanına attı.

Battaniyeyi kaldırıp kendini bana gösterdi. Yüzüm kızararak şaşkın bir merak ve hayretle ona bakakaldım. Çıplak bedeni, Esperanza’nınki gibi, düşündüğümün tam tersiydi. Bedeni esnek, tüysüz ve pürüzsüzdü. Sırım gibi ince, ama adaleliydi. Ve kesinkes bir erkekti— gençti de!

Düşünmek için bile duraksamadan, nefesimi tutarak ihtiyatla battaniyemi kaldırdım.

Bir kadının belli belirsiz kıkırdadığını duyunca gözlerimi kapatıp uyuyormuş gibi yaptım. Ama odaya girmeyeceğini bilerek gevşedim. Kollarımı başımın altına koyarak, bakıcıyla, koridordan gelen bu belli belirsiz kıkırdamaların bir denge oluşturmuş olduklarına, etrafımdaki sihirli kabarcığı yenilemiş olduklarına dair acayip bir duyumsamaya kapıldım. Bununla tam olarak neyi kastettiğimi bilmiyordum; bedenim ne kadar gevşerse, bir yanıta o kadar yaklaştığımı biliyordum sadece.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön