Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

15 2


MEXICALI'DE SINIRI GEÇTİKTEN sonra bir an kararsızlığa düştüm. Isidoro Baltazar'la birlikte Meksika'ya gitme mazeretim, ki o sırada bana pek parlak görünmüştü, şimdi sadece onu beni götürmeye zorlamak için öne sürdüğüm kuşkulu bir bahane olarak görünüyordu bana. Ona söylediğim gibi cadıların evinde sosyoloji teorisi çalışabileceğimden şimdi şüpheliydim.

Orada tıpkı daha önceki gidişlerimde yaptıklarımı yapacağımı biliyordum: bol bol uyuyacak, tuhaf rüyalar görecek, büyücülerin dünyasındaki insanların benden ne yapmamı istediklerini umutsuzca anlamaya çalışacaktım.

“Pişman mıyız?” Isidoro Baltazar'ın sesi beni yerimden sıçratmıştı. Bana yan gözle bakıyordu, ihtimal ki bir süredir beni izliyordu.

Onu temin etmek için, “Tabii ki değilim,” dedim aceleyle, genel duygumu mu yoksa sessizliğimi mi ima ettiğini merak ederek. Havanın ne kadar sıcak olduğu hakkında bir iki anlamsız söz geveleyip dönüp pencereden dışarıya baktım.

Daha fazla konuşmadım, çünkü aslında korkuyordum ve huysuzlanmıştım. Kaygının, bir karınca sürüsü gibi tenimin üstünde süründüğünü hissedebiliyordum.

Oysa Isidoro Baltazar'ın içi içine sığmıyordu. Çok keyifliydi. Şarkı söylüyor, bana anlamsız şakalar yapıyordu. Ezberden İngilizce, İspanyolca ve Portekizce şiirler okuyordu. Her ikimizin de UCLA'da tanıdığı insanlar hakkında yaptığı ufak tefek edepsiz dedikodular bile canımın sıkıntısını geçirmeyi başaramadı. Benim hevesli bir dinleyici olmamam onun için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Hatta ona beni rahat bırakması için bağırmam bile keyfini kaçırmadı.

Gülmekten katılırken, “Eğer insanlar bizi seyretselerdi yıllardır evli olduğumuzu sanırlardı,” dedi.

Eğer büyücüler bizi seyretselerdi, diye düşündüm mahzun mahzun, bir şeylerin yanlış olduğunu bilirlerdi. Isidoro Baltazar ile benim eşit olmadığımızı bilirlerdi. Ben kararlarımda ve eylemlerimde olaylara dayanıyordum ve kesin idim. Onun içinse neticeleri ne olursa olsun eylemler ve kararlar akıcıydı ve kesinlikleri, bunlar ne kadar saçma ve ne kadar önemsiz olurlarsa olsunlar, bu kararların ve eylemlerin tüm sorumluluğunu üstlenmesiyle ölçülüyordu.

Dosdoğru güneye gidiyorduk. Cadıların evine gitmek için çoğunlukla yaptığımız gibi dolanmadık. Guaymas'dan çıktığımız zaman—daha önce cadıların evine gitmek için hiç bu kadar güneye inmemiştik— ona, “Beni nereye götürüyorsun?” diye sordum.

“Uzun yoldan gidiyoruz. Merak etme,” diye cevap verdi kayıtsızca.

Navojoa'da akşam yemeği yerken tekrar sorduğumda verdiği cevap da aynıydı.

Navojoa'yı geride bırakıp güneye, Mazatlân'a doğru yöneldik. Endişeden çıldırıyordum. Geceyarısına doğru Isidoro Baltazar ana yoldan çıkarak dar, toprak bir yola saptı. Kamyonet derin çukurların ve taşların üstünden geçerken sallanıp takırdıyordu. Arkamızda ana yol arka lambaların sönük ışığında bir an için göründü, sonra yolu çevreleyen çalılar tarafından yutulup hepten gözden kayboldu. Eziyetli ve uzun bir yolculuktan sonra birden durduk; Isidoro Baltazar farları söndürdü.

Etrafıma bakarak, “Neredeyiz?” diye sordum. Bir an hiç­ bir şey görmedim. Sonra gözlerim karanlığa alışınca önümüzde bize yakın küçük beyaz noktalar gördüm. Gökyüzünden düşüyormuş gibi görünen küçük yıldızlar. Dama tırmanan ve ramadadan aşağıya dökülen yaseminlerin taşkın kokusu zihnimden öylesine tümüyle çıkmıştı ki birdenbire bunları tanıyınca, sanki bu güzel kokulu havayı daha önce sadece bir rüyada içime çekmişim gibi hissettim. Kıkır kıkır gülmeye başladım. Bütün bunlar bana neredeyse çocuksu bir hayret ve zevk duygusu vermişti. Esperanza'nın evindeydik.

“Delia Flores'le ilk buraya gelmiştim,” diye mırıldandım kendi kendime. Sonra Isidoro Baltazar'ın elini tutup, “Ama bu nasıl mümkün olabilir?” diye sordum. Bir an içinde, duyduğum endişeden boğulur gibi oldum.

Isidoro Baltazar şaşkın bir sesle, “Ne?” dedi. Kaygılanmış ve heyecanlanmıştı; her zaman sıcak olan eli buz gibi soğuktu.

“Bu ev Ciudad Obregon'un dış mahallelerinde, buradan yüz milden daha uzakta, kuzeyde,” diye bağırdım. “Buraya arabayı kendim kullanarak geldim. Ve asfalt yoldan hiç çıkmadım.” Karanlıkta iyice etrafıma baktım; bu evden Tucson'a arabayla gitmiş olduğumu ve hayatımda hiç Navojoa'ya ya da civarına gitmemiş olduğumu hatırladım.

Isidoro Baltazar birkaç dakika suskun kaldı; zihninde bir cevap arıyormuş gibiydi. Beni memnun edecek bir cevabı olmadığını biliyordum. Omuzlarını silkerek bana döndü. Delia'yla beraber Hermosillo’dan çıkıp şifacının evine giderken benim rüya gören-uyanık olduğumdan hiç şüphesi olmadığını söylerken—tıpkı Mariano Aureliano'da olduğu gibi—bir keskinlik, bir güç vardı onda. “Sana bunu burada bırakmanı öneririm,” diye öğütledi. “Kişisel deneyimlerimden, zihnin düzenlenemez olanı düzenlemeye çalışırken nasıl aynı çember içinde dönüp durduğunu biliyorum.”

Karşı çıkmak üzereydim ki sözümü kesti ve bize doğru yaklaşan ışığı gösterdi. Sanki yere vuran bu kocaman, titrek gölgenin kime ait olduğunu biliyormuş gibi güvenle bekleyerek gülümsedi.

Gelip önümüzde durduğu zaman, hayretler içinde, “Bu bakıcı,” diye mırıldandım. Hiç düşünmeden kollarımı boynuna dolayıp yanaklarından öptüm. “Seni burada görmeyi hiç ummuyordum,” diye mırıldandım.

Mahcup mahcup gülümsedi ama hiçbir şey söylemedi. Latin erkeklerinin birbirlerini selamlarken yapmayı âdet edindikleri gibi Isidoro Baltazar'ın sırtına üst üste vurarak onu kucakladı ve mırıldanarak bir şeyler söyledi. Ne kadar işitmeye çalışsam da tek kelime anlayamadım. Sonra bizi eve doğru yöneltti.

Büyük ve ağır olan ön kapıda ürkütücü bir şey vardı. Kapı kapalıydı. Demirli pencereler de öyle. Kalın duvarlardan ne bir ışık ne bir ses sızıyordu. Evin çevresinden dolanıp yüksek bir çitle çevrelenmiş arka bahçeye çıktık; dosdoğru kare bir odaya açılan kapıya doğru gittik. Dört kapıyı tanıyınca artık iyice emin oldum. Delia Flores'in beni getirdiği aynı odaydı bu. Tıpkı hatırladığım gibi içerde pek az mobilya vardı: dar bir yatak, bir masa ve birkaç sandalye.

Bakıcı gaz lambasını masaya koyarak oturmam için ısrar etti. Isidoro Baltazar'a dönerek bir kolunu omzuna attı ve onunla birlikte karanlık koridora doğru yürüdü. Böylesine birdenbire gidivermeleri beni sersemletmişti. Daha ben şaşkınlığımdan ve onları takip edip etmeme konusundaki kararsızlığımdan kurtulamadan bakıcı tekrar göründü. Elime bir battaniye, bir yastık, bir el lambası ve bir lazımlık tutuşturdu.

“Evin dışındaki tuvaleti kullanmayı tercih ederim,” dedim resmi bir şekilde.

Bakıcı omuzlarını silkti ve lazımlığı yatağın altına itti.

“Gecenin bir yarısında gitmek zorunda kalırsın diye.” Gözleri birdenbire büyük bir neşeyle parlayarak, Esperanza'nın dışarı­ da bir bekçi köpeği tuttuğunu söyledi. “Geceleyin bahçede dolanan yabancılara pek iyi niyetle yaklaşmaz.” Sanki bir işaret verilmiş gibi bir köpeğin yüksek sesle havladığını işittim.

Hayvanın havlayışındaki uğursuz tınıyı duymazdan gelmeye çalışarak kayıtsızca, “Ben yabancı değilim,” dedim. “Daha önce de gelmiştim buraya. Köpeği tanıyorum.”

Bakıcı şaşkınlık içinde kaşlarını kaldırdı, “Bakalım köpek seni tanıyor mu?” diye sordu.

Ona ateş püsküren gözlerle baktım. İçini çekti, masadaki gaz lambasını alarak kapıya döndü.

Yolunu kesmek için çabucak önüne geçerek, “Işığı götürme,” dedim. Gülümsemeye çalıştım, ama ağzımın içi kupkuru kesilmişti. “Herkes nerede?” diye sormayı başardım. “Esperanza ve Florinda neredeler?”

“Şu an buradaki tek kişi benim,” dedi.

“Isidoro Baltazar nerede?” diye sordum paniğe kapılarak. “Beni cadıların evine götürmeye söz verdi. Tezim üstünde çalışmalıyım.” Isidoro Baltazar'la Meksika'ya gelmemin nedenlerini sayıp döktükçe düşüncelerim, sözlerim hepsi birbirine karışmış, karman çorman olmuştu. Bakıcıya çalışmamı bitirmemin benim için ne kadar önemli olduğunu söylerken neredeyse ağlayacaktım.

Bana güven vererek sırtıma vurdu; sanki bir çocukla konuşuyormuş gibi yatıştırıcı sesler çıkarttı. “Isidoro Baltazar uyuyor. Nasıldır bilirsin. Başını yastığa koyar koymaz dünyadan çıkıp gider.” Belli belirsiz gülümseyerek, “Bana ihtiyacın olur diye kapımı açık bırakacağım. Kâbus falan görürsen beni çağır, hemen gelirim.”

Daha ona Sonora'ya son gelişimden beri hiç kâbus görmediğimi söylememe fırsat kalmadan karanlık koridorda kayboldu.

Masadaki gaz lambasının ışığı titremeye başladı, birkaç dakika sonra da söndü. Ortalık zifiri karanlıktı. Üstümdeki giysilerle yatağa uzandım, gözlerimi kapattım. Uzaktan gelen hafif, hışırtılı bir soluma dışında her şey sessizdi. Bu soluma sesine takılarak ve yatağımın sertliği ve darlığı yüzünden bir süre sonra uyumaya çalışmaktan vazgeçtim.

El fenerini alarak Isidoro Baltazar'ı ya da bakıcıyı bulmak umuduyla sessiz adımlarla koridorda ağır ağır ilerledim. Art arda kapılara usulca vurdum. Kimse cevap vermedi. Odaların hiçbirinden ses gelmiyordu. Tuhaf, bunaltıcı bir sessizlik çökmüştü eve. Dışardaki cıvıltılar ve hışırtılar bile kesilmişti. Şüphelendiğim gibi evde yalnız bırakılmıştım.

Bunun için kaygı duymaktansa odalara bakmaya karar verdim. Odaların sekizi de aynı boyutta ve düzende yatak- odalarıydı: oldukça küçük, tam kare şeklindeydiler, ve her birinin içinde sadece bir yatak ve komodin vardı. Her odanın iki penceresi vardı, bütün pencereler ve duvarlar beyaza boyanmıştı; çini yerler girift bir desen oluşturuyordu. Dolapların sürme kapılarının sol alt köşelerini yavaşça ayağımla iterek açtım. Bu noktaya biraz vurmanın ya da hafif bir tekme atmanın kapıları açan bir mekanizmayı harekete geçirdiğini, nasıl bildiğimi bilmiyorum ama, biliyordum.

Dolaplardan birinde yerde yığılı duran katlanmış battaniyeleri kaldırdım ve küçük, gizli bir kapı buldum. Bir duvar prizi gibi görünen gizli sürgüyü oynattım. Artık şaşıracak halim kalmadığı için, kapak şeklindeki bu kapıları nasıl bildiğimi öylece kabul ediverdim, elbet bilinçli zihnime girmeyen bir bilgiydi bu.

Küçük, gizli kapıyı açtım, ufak açıklıktan sürünerek geçtim, ve kendimi yan odanın dolabında buldum. Hiç de hayrete kapılmadan— zira bunu zaten biliyordum— bu gizli açıklıkların içinden çömelip geçerek, birbiri ardına öbür yedi odaya geçilebildiğini keşfettim.

El feneri sönünce mırıldanarak bir küfür savurdum. Pilleri canlandırmayı umarak yerlerinden çıkartıp tekrar taktım. Faydasızdı; bitmişlerdi. Odalardaki karanlık öyle yoğundu ki kendi ellerimi bile göremiyordum. Bir kapıya ya da duvara çarpacağımdan korkarak, yavaş yavaş ellerimle etrafı yoklaya yoklaya koridora çıktım.

Harcadığım çaba o kadar büyüktü ki doğrulup duvara dayandığım zaman nefes nefese kalmış titriyordum. Odamı bulmak için ne yöne gideceğimi merak ederek uzun bir süre koridorda kaldım.

Uzaktan kesik kesik bir ses geliyordu. Sesin evin içinden mi yoksa dışarıdan mı geldiğini anlayamadım. Sesi takip ettim. Beni avluya yöneltti. Taş kemerin ötesindeki, eğreltiotları ve sık yeşillikleriyle, portakal çiçeklerinin ve hanımeli salkımlarının mis gibi kokularıyla, bu yemyeşil, adeta tropikal avluyu canlı bir şekilde hatırladım.

Daha birkaç adım atmıştım ki duvara gölgesi düşmüş kocaman bir köpek silueti gördüm. Hayvan hırladı; alev saçan gözlerini görünce sırtımda bir ürperti yükseldi.

Kendimi korkuya kaptıracağıma, ya da belki de bu yüzden, son kerte tuhaf bir şeyin olduğunu hissettim. Sanki hep katlanmış karton bir heykel ya da katlanmış bir japon yelpazesi gibiydim de, birdenbire açılıvermiştim. Bu bedensel duyumsama neredeyse acı vermişti.

Köpek şaşkın şaşkın beni seyrediyordu. Bir köpek yavrusu gibi inlemeye başladı. Kulaklarını sarkıtıp yere kıvrıldı. Ve ben orada çakılmış kalakaldım. Korkmuyordum. Sadece hareket edemiyordum. Sonra, sanki bu dünyadaki en doğal şeymiş gibi, tekrar katlandım, döndüm ve orayı terk ettim. Bu kez odamı bulmakta hiç zorluk çekmedim.

Bir başağrısıyla, ve uykusuzluk çeken biri olarak çok iyi bildiğim o hiç uyumamış olduğum kuruntusuyla uyandım. Bedenimdeki tüm kaslar birbiriyle bağlantısızdı. Bir kapı açılıp yüzüme ışık vurunca yüksek sesle inledim. Dar yataktan yere düşmeden öbür yanıma dönmeye çalıştım dermansızca.

Esperanza jüponunu ve eteğini sürüyerek, “Günaydın!” diye bağırdı. “Aslında tünaydın,” diye düzeltti, açık kapıdan güneşi işaret ederek. Isidoro Baltazar eski nagualla beraber gitmeden önce kamyonetten kitaplarımı ve kâğıtlarımı getirmeyi akıl edenin kendisi olduğunu söylerken halinde hoş bir şen şakraklık, sesinde keyifli bir erk vardı.

Birden yerimden doğruldum. Tümüyle uyanmıştım. “Neden nagual Mariano Aureliano bana merhaba demek için gelmedi? Neden Isidoro Baltazar bana gideceğini söylemedi?” dedim hiç düşünmeden.

Şimdi asla tezimi tamamlayıp ihtisas yapamayacağımı söyledim ona.

Esperanza yüzünde meraklı bir ifadeyle bana baktı ve eğer tezimi yazmak bu kadar çıkar gözeten bir edimse bunu hiç halledemeyeceğimi söyledi.

Ona ihtisas yapmasam bile şahsen buna aldırmayacağımı söylememe fırsat kalmadan, “Tezini ihtisas yapmak için yapmıyorsun,” diye ekledi. “Bunu yapıyorsun, çünkü bunu yapmayı seviyorsun. Çünkü şu anda yapmayı tercih edeceğin başka hiçbir şey yok.”

“Yapmayı tercih edeceğim pek çok şey var.”

“Ne gibi?” diye sordu meydan okurcasına.

Bir an düşündüm, ama belli bir şey öne süremedim. Bu tez üstünde çalışmaktan hoşlandığım kadar hiçbir tez üstünde çalışmaktan hoşlanmamış olduğumu, sadece kendi kendime bile olsa, itiraf etmek zorunda kaldım. Tezi teslim etme zamanı gelmeden birkaç gün önceye kadar beklemek yerine, ki genellikle böyle yapardım, ilk defa dönemin başında araştırmaya ve okumaya başlamıştım. Bunun benim ihtisas için önkoşul olduğunu bilmekti keyfimi kaçıran.

Esperanza sanki yine düşüncelerime ortak olmuş gibi, ihtisas yapmayı unutup sadece iyi bir tez yazmayı düşünmem gerektiğini söyledi. “Bir kez büyücülerin dünyasının bir parçası olup, rüyaların doğasını kavramaya başladığın zaman, büyücülüğün ne olduğunu anlama yolundasındır. Ve bu anlayış seni özgür kılar.”



Kafam karışmış bir halde ona baktım. Bana ne söyleme­ ye çalıştığını anlayamıyordum.

“Seni herhangi bir şey istemekten özgür kılar.” Esperanza bu cümleyi sanki sağırmışım gibi çok dikkatli bir şekilde telaffuz etti, sonra bana düşünceli bir şekilde bakarak ekledi, “Hırs senin göbek adın, yine de herhangi bir şey istemiyor ya da gereksinmiyorsun . . .” Masadaki kitaplarımı, kâğıtlarımı ve bir yığın kartoteksi düzenlerken sesi alçalıp kayboldu. Bana bakmak için döndüğü zaman yüzü ışıl ışıldı. Ellerinde bir­ kaç kurşunkalem tutuyordu. “Bir jiletle senin için bu kalemlerin uçlarını açtım,” dedi. “Körleştikleri zaman uçlarını senin için açarım.” Kurşunkalemleri bloknotumun arasına koydu, sonra da sanki bütün odayı saracakmış gibi kollarını kocaman açarak savurdu. “Çalışman için harika bir yer burası. Burada seni kimse rahatsız etmez.”

“Bundan eminim,” dedim. Gitmek üzere olduğunu görünce ona dün gece Isidoro Baltazar'ın nerede uyuduğunu sordum. “Hasır yaygısında. Başka nerede olabilir ki?” Usulca kıkır kıkır gülerek eteğini ve jüponunu toplayıp bahçeye çıktı.

Taş kemerin ardında gözden kaybolana dek arkasından baktım. Işığa bakmaktan gözlerim kamaştı ve acıdı.

Dakikalar sonra koridora açılan kapılardan biri hızla vuruldu.

“Müsait misin?” diye sordu bakıcı. Daha ona müsait olduğumu söylememe fırsat kalmadan kapıyı itip açtı.

“Beynin için gıda,” dedi masaya bambudan bir tepsi koyarak. Bir çanağa etsuyu döktü ve machaca Sonorense'yi yemem için üsteledi. “Bunu ben kendim yaptım,” dedi.

Çırpılmış yumurta, parça et, soğan ve acılı domates sosunun karışımı nefisti.

“Bitirdiğin zaman seni sinemaya götüreceğim,” dedi.

Bütün bir tortillayı ağzıma tıkarak, “Yemeği bitirdiğim zaman mı?” diye sordum heyecanla.

“Tezini bitirdiğin zaman,” dedi.

Yemeği bitirir bitirmez, köpekle tanışmam gerektiğini söyledi. “Aksi halde dışarı çıkamazsın. Hatta evin dışındaki tuvalete bile gidemezsin.”

Ona köpekle karşılaştığımı ve dün gece dışarıdaki tuvalete gittiğimi söylemek üzereydim ki çenesiyle hızlı bir hareket yaparak onu bahçeye kadar izlememi işaret etti. Büyük siyah köpek kamıştan yapılmış yüksek çitin gölgesinde kıvrılmış yatıyordu. Bakıcı hayvanın yanına çömelerek kulaklarının arkasını kaşıdı ve sonra eğilerek hayvanın kulağına bir şey fısıldadı.

Sonra birden ayağa kalktı; ürkerek geriye doğru bir adım attım, ve sırtüstü yere düştüm. Köpek inledi ve bakıcı inanılmaz bir sıçrayışla, yüksek çite hiç değmeden üstünden atladı. Apar topar ayağa kalktım ve tam oradan hızla koşup gidecektim ki köpek ön pençelerini uzatıp ayaklarımın üstüne koydu. Ayakkabılarımın içinden pençelerinin baskısını hissedebiliyordum. Köpek başını kaldırıp bana baktı ve ağzını kocaman açarak uzun uzun esnedi. Dili ve dişetleri mavi-siyahtı.

“En iyi soydan olmanın bir işaretidir bu.”

Arkamda bakıcının sesini duyunca öyle ürktüm ki, birdenbire geriye döndüm, dengemi tekrar kaybederek köpeğin üstüne düştüm. Önce hareket etmeye cesaret edemedim, sonra yavaş yavaş başımı yana çevirdim. Köpeğin kehribar rengi gözleri üstüme odaklanmıştı. Hırlayarak değil de, son derece dostça, köpeksi bir gülümsemeyle dişlerini gösterdi.

“Şimdi arkadaşsınız işte,” dedi bakıcı yerden kalkmama yardım ederek. “Ve tezine başlamanın zamanı geldi.”

Sonraki üç gün, tümüyle görevimi tamamlama isteği hâkim olmuştu bana. Aralıksız uzun süreler boyunca çalıştım, ama her nasılsa zamanın geçişini hissetmedim. Çalışmaya çok daldığım için saatlerle bağlantıyı kaybetmiş değildim. Daha ziyade, zaman kendisini bir uzay meselesine dönüştürmüş gibiydi sanki. Öyle ki zamanı aralarla, Esperanza'yı görüş aralarıyla ölçmeye başladım.

Her gün, sabahın orta yerinde, kahvaltımı—mutfakta benim için bıraktıklarını—yerken birden ortaya çıkıyordu. Sürekli mutfakta bir bulut gibi asılı duran mavimsi dumandan çıkıp sessizce maddeleşmiş gibi görünüyordu. Her seferinde sert bir tarakla saçımı tarıyordu, ama asla ne o ne de ben tek laf etmiyorduk.

Onu öğleden sonra tekrar görüyordum. Mutfakta ortaya çıktığı gibi sessiz bir şekilde, birdenbire bahçede maddeleşiyor, taş kemerin altındaki ısmarlama yapılmış sallanan sandalyesine oturuyordu. Sanki insanın görüş alanının sınırlarının ötesini görebilirmiş gibi, saatlerce gözlerini dikip boşluğa bakıyordu. Kısa bir baş sallamadan, gelişigüzel bir gülümsemeden başka o saatte aramızda hiçbir ilişki olmuyordu. Yine de onun bu sessizliği içinde korunduğumu biliyordum.

Köpek sanki bakıcı tarafından talimat verilmiş gibi hiç yanımdan ayrılmıyordu. Gece gündüz, hatta evin dışındaki tuvalete gittiğimde bile beni izliyordu. Özellikle, köpekle beraber araziler arasındaki ağaç sıralarına doğru tarlalarda yarıştığımız, o öğleden sonra geç saatlerde yaptığımız gezintileri dört gözle bekliyordum. Orada, Esperanza gibi gözlerimizi dikip boşluğa bakarak gölgede oturuyorduk. Bazen bana öyle geliyordu ki uzanıp uzaktaki dağlara dokunabilecektim. Yaprakların arasında hışırdayan esintiyi dinliyor ve batan güneşin sarı ışığının yaprakları altından çanlara dönüştürmesini bekliyordum. Yapraklar maviye, sonunda da siyaha dönüşünceye kadar bekliyordum. Nihayet rüzgârın bu sıcaktan çatlamış toprağın yalnızlığını anlatan belli belirsiz sesinden kaçmak için köpekle birlikte eve kadar yarışıyorduk.

Dördüncü gün ürkmüş bir halde uyandım. Avluya açılan kapının ardından bir ses, “Kalkma zamanı, tembel kemik torbası,” diye bağırdı. Bakıcının sesi uykulu ve kayıtsızdı.

“Neden içeri gelmiyorsun?” diye sordum. “Onca gün nerelerdeydin?”

Cevap gelmedi.

Onun ortaya çıkmasını bekleyerek battaniyeme sarınıp oturdum, nereye saklandığını görmek için dışarı çıkamayacak kadar uykulu ve gergindim. Bir süre sonra ayağa kalkıp dışarı çıktım. Avlu tenhaydı. Bu uykulu hali üstümden atma gayretiyle başımdan aşağıya kova kova soğuk su döktüm.

O sabah kahvaltım farklıydı: Esperanza ortalıkta görünmüyordu. Ancak çalışmaya oturduktan sonra köpeğin de ortadan kaybolduğunu anladım. Kayıtsızca kitaplarımın sayfalarını çevirmeye başladım. Çalışmak için enerjim azdı, çalışma isteğim ise daha da azdı. Açık kapıdan uzaktaki dağlara gözlerimi dikerek saatlerce masamda oturdum.

Sanki halen öğle üzeriymiş gibi mavi ve bulutsuz ışıkta titreşen ağustos böceklerinin içe işleyen ötüşleri ve yem arayarak yeri eşeleyen tavukların belli belirsiz gıdaklamaları ara ara öğleden sonranın saydam sessizliğini bozuyordu.

Tam uyuklamak üzereydim ki avluda bir ses işittim. Hemen başımı kaldırıp baktım. Çitin gölgesinde bakıcıyla köpek bir hasır yaygının üstüne yanyana uzanmışlardı. Uzanışlarında, hasır yaygının üstünde sereserpe yatışlarında tuhaf bir şey vardı. Öyle hareketsizlerdi ki ölü gibi görünüyorlardı.

Merak ve endişe karışımı bir duyguyla parmaklarımın ucuna basarak yanlarına yaklaştım. Köpekten önce bakıcı

varlığımın farkına vardı. Abartılı bir şekilde gözlerini kocaman açtı, sonra hızla, tek bir hareket yaparak bağdaş kurup doğruldu ve “Beni özledin mi?” diye sordu.

“Özledim!” diye bağırdım ve asabi bir şekilde güldüm. Onun bu soruyu sorması tuhafıma gitmişti. “Bu sabah neden odama girmedin?” diye sordum. Yüzündeki boş ifadeyi görünce, “Son üç gündür nerelerdeydin?” diye ekledim.

Cevap vermek yerine, kaba bir ses tonuyla, “Çalışmaların nasıl gidiyor?” diye sordu.

Bu sertliği karşısında öyle şaşırdım ki ne diyeceğimi bilemedim. Tezimin onun işi olmadığını mı söylemeliydim, yoksa tıkanıp kaldığımı itiraf mı etmeliydim, bilemedim.

“Bir açıklama bulmaya çalışarak kendini üzme,” dedi. “Sadece doğruyu söyle bana. Dönem tezinde benim uzman görüşüme ihtiyacın olduğunu söyle bana.”

Bir kahkaha patlatacağımdan korkarak köpeğin yanına çömelip başını kaşımaya başladım.

“Ee?” diye sordu bakıcı. “Ben olmadan şaşırıp kaldığını itiraf edemiyor musun?”

Ruh durumundan emin olmadığım için onunla çatışmaktansa suyuna gitmenin daha iyi olacağına karar verdim. Gerçekten de bütün bir gün tek bir satır yazmadığımı söyledim ona. Sadece onun beni kurtarabileceğini bilerek onu bekliyordum. Benim bir ihtisas öğrencisi olarak kaderimi kararlaştırmanın gerçekten de okuldaki profesörlerime değil, ona bağlı olduğunu söyledim ona.

Bakıcı sevinçle bana bakarak tezimi ona göstermemi istedi. Bir göz atmak istiyordu.

“Tezim İngilizce,” dedim manalı manalı. “Okuyamazsın.”

İspanyolca bile olmuş olsa onu anlayamayacağını eklemek için duyduğum dürtüyü, ne de olsa o kadar terbiyesiz olmadığımı düşünerek bastırdım.

Bakıcı tezi getirmem için ısrar etti. Getirdim. Sayfaları etrafına yaydı, bazılarını hasır yaygıya, diğerlerini de tozlu yere koydu, sonra gömleğinin cebinden metal çerçeveli bir gözlük çıkartarak gözlerine taktı.

“Eğitimli biri gibi görünmek önemlidir,” diye fısıldadı köpeğe doğru eğilerek. Hayvan bir kulağını havaya dikti, sonra da sanki onunla aynı fikirdeymiş gibi usulca hırlayarak yerini değiştirdi. Bakıcı bana kendisiyle köpeğin arasına oturmamı işaret etti.

Yerdeki dağınık sayfaları dikkatle okurken bir baykuş gibi âlimane ve müsamahasız görünüyordu. Diliyle, onaylamadığını gösteren, cık-cık diye sesler çıkartarak başını kaşıyor, sanki gözünden kaçırdığı bir düzeni bulmaya çalışıyormuş gibi sayfaları tekrar tekrar karıştırıyordu.

O pozisyonda oturmaktan boyun ve sırt kaslarım ağrımaya başlamıştı. Sabırsızlıkla içimi çekerek çite yaslanıp gözlerimi kapattım. Gittikçe artan kızgınlığıma rağmen uyuklamış olmalıyım ki birdenbire belli belirsiz, ama ısrarlı bir vızıltıyla ürktüm. Gözlerimi açtım. Yüzü bana dönük, uzun boylu, üstünde muhteşem bir kıyafet olan bir kadın oturuyordu yanımda. Bana bir şey söyledi, ama ne olduğunu işitemedim. Kulaklarımdaki vızıltı arttı.

Kadın bana doğru eğildi ve net ve yüksek bir sesle, “Bana merhaba demeyecek misin?” diye sordu.

“Nelida! Ne zaman geldin buraya? Silkinip kulaklarımdaki vızıltıyı geçirmeye çalışıyordum,” diye açıkladım.

Başını salladı, sonra uzun ve biçimli bacaklarını eteğinin içinde yukarıya çekip kollarını bacaklarına doladı.

“Seni görmek çok güzel,” dedi dalgın dalgın.

Bakıcı kaşlarını çatmış önündeki sayfaları incelerken kendi kendine mırıldanıyordu. Bir süre sonra, “Karalamaların sadece zor okunmakla kalmıyor,” dedi, “pek bir anlam da ifade etmiyor.”

Nelida, sanki 'hadi ona karşı çık da göreyim' dermiş gibi, gözlerini eleştirel bir şekilde kısarak bana dikti.

Kaçmak, onun bu cesaret kırıcı, dikkatli bakışlarından uzaklaşmak isteyerek yerimde huzursuz husursuz kıpırdandım. Nelida öne doğru eğilip sıkıca kolumu kavradı.

Bakıcı cinleri tepeme çıkaracak kertede yavaş yavaş sayfalardan bölümler okumaya koyuldu. Okudukları kulağıma bildik geliyordu, ama gerçekten metni takip edip etmediğini bilmiyordum, çünkü konsantre olamıyordum. Cümleleri, ibareleri ve hatta kimi zaman kelimeleri kaprisli bir havayla kesişine çok kızmıştım.

“Hepsi hepsi,” dedi son sayfayı da okumayı bitirince,

“kötü yazılmış bir tez bu.” Dağınık sayfaları bir yığın halinde toplayıp çite yaslandı. Mahsustan dizlerini Isidoro Baltazar'ın bana öğrettiği şekilde kaldırıp -sağ bacağının bileğini sol bacağının uyluğuna çarprazlama koyarak- gözlerini kapattı. O kadar uzun bir süre sessiz kaldı ki uykuya daldığını sandım, öyle ki yavaş yavaş, ölçülü bir sesle antropoloji, tarih ve felsefeden konuşmaya başlayınca ürktüm. Sanki düşünceleri konuşurken varlık buluyormuş gibiydi ve sözcükleri izlenmesi kolay, anlaşılması kolay bir yalınlıkla, net ve kesin bir şekilde akıyordu.

Dikkatle dinliyordum onu. Ama aynı zamanda da düşünmeden edemiyordum, “Batılı entelektüel eğilimler hakkında nasıl bu kadar çok şey bilebiliyordu? Ne kadar eğitim görmüştü? Kimdi o gerçekten?”

“Bütün bunları yine tekrarlayabilir misin?” diye sordum konuşmayı bitirdiği zaman. “Not almak istiyorum.”

“Söylediklerimin hepsi tezinde var,” dedi. “Bunlar pek çok dipnotun, alıntının ve gelişmemiş fikrin altına gömülmüş.” Neredeyse kafası kafama değecek kadar eğildi. “Tezine yoksun olduğu bir doğruluk verme çabasıyla yapıtları delil göstermek yeterli değildir.”

Afallamış bir halde ona bakakaldım. “Tezimi yazmama yardım edecek misin?” diye sordum.

“Hayır, bunu yapamam,” dedi gözlerinde vakur bir ifadeyle. “Senin kendi başına yapman gereken bir şey bu.”

“Ama yapamıyorum,” diye karşı çıktım. “Daha demin tezimin ne kadar kötü yazıldığını söyledin. Bu benim en iyi hamlem, inan bana.”

Şiddetle karşı çıkarak, “Hayır, değil!” dedi. Sonra dostça bir sıcaklıkla karışık bir hayret ifadesiyle gözlerini üstüme dikti. “Eminim profesörlerin, düzgünce daktilo edilince tezini kabul edeceklerdir. Ama ben etmezdim. Orijinal hiçbir şey yok bunda.”

Üzülemeyecek kadar sersemlemiştim.

“Sen sadece okuduklarını izah ediyorsun,” diye devam etti bakıcı. “Senin kendi fikirlerine daha çok itimat etmeni istiyorum, bu fikirler senden beklenenle çelişse bile.”

“Sadece bir dönem tezi bu,” dedim kendimi savunur gibi. “Bunun daha çok çalışma gerektirdiğini biliyorum, ama profesörlerimi de memnun etmem gerekiyor. Burada ifade edilen görüşleri kabul edip etmemem konunun dışında. İhtisasa kabul edilmem gerek, ve bu da, kısmen, profesörlerimi memnun etmemi gerektiriyor.”

“Eğer büyücülerin dünyasından erk çekmek istiyorsan,” dedi, “artık bu tür bir yaklaşımla çalışamazsın. Gizli amaçlar bizim bu sihirli dünyamızda kabul görmezler. Eğer bir ihtisas öğrencisi olmak istiyorsan, o zaman memnun etmek için eğitilmiş bir kadın gibi değil, bir savaşçı gibi davranmalısın. Biliyorsun, hayvan gibi iğrenç olduğun zamanlarda bile memnun etmek için uğraşıp duruyorsun. Şimdi, yazı yazdığın zamanlarda, yazı yazmak için eğitilmediğin için, yeni bir ruh halini benimseyebilirsin: savaşçıların yaklaşımını.”

“Savaşçıların yaklaşımı derken ne demek istiyorsun?” diye sordum. “Profesörlerimle savaşmalı mıyım?”

“Profesörlerinle değil,” dedi. “Kendinle savaşmalısın. Yolun her santiminde. Ve bunu öyle ustalıklı ve öyle akıllıca yapmalısın ki hiç kimse mücadeleni fark etmemeli.”

Ne demek istediğinden tam emin değildim ve bilmek de istemiyordum. Daha o bir şey söylemeden, ona antropoloji, tarih ve felsefe hakkında bu kadar çok şeyi nasıl bildiğini sordum.

Gülümseyerek başını iki yana salladı. “Bunu nasıl yaptığımı fark etmedin mi?” diye sordu, ve kendi sorusuna kendi cevap verdi. “Düşünceleri havadan topladım. Sadece enerji telciklerimi gerdim ve oradaki o engin düşünce ve fikir okyanusundan, oltayla balık yakalar gibi, o düşünceleri yakaladım.” Sanki çevresindeki havayı sarıyormuş gibi kollarını açtı.

“Düşünceleri toplamak için Isidoro Baltazar bana işe yarar olanlarının hangileri olduğunu bilmek gerektiğini söyledi,” diye karşı çıktım. “Öyleyse tarih, antropoloji ve felsefe okumuş olmalısın.”

Şaşkın bir halde başını kaşıyarak, kararsız bir şekilde, “Belki bir zamanlar okudum,” dedi.

“Okumuş olmalısın!” dedim tumturaklı bir şekilde, sanki büyük bir keşif yapmışım gibi.

Yüksek sesle içini çekerek çite yaslandı ve gözlerini kapattı.

“Neden hep haklı olduğunda ısrar ediyorsun?” diye sordu Nelida.

Onun konuştuğunu duyunca ürkerek, ağzım açık ona bakakaldım. Dudaklarının kenarlarını kıvırarak haylaz, esrarlı bir edayla gülümseyerek, bana ağzımı kapatmamı işaret etti. Zihnim bakıcının tezim hakkında neler söylediğini dinlemekle öyle meşguldü ki, tam önümde oturmasına rağmen Nelida'yı hepten unutmuştum. Yoksa oturmuyor muydu? Ben fark etmeden gitmiş ve geri dönmüş olabileceği düşüncesi beni çok endişelendirdi.

Sanki korkularımı yüksek sesle söylemişim gibi, “Bunun canını sıkmasına izin verme,” dedi Nelida usulca. “Hiç kimse bizi fark etmeden gelip gitme alışkanlığındayızdır bizler.”

Ses tonu, söylediklerinin tüyler ürpertici etkisini silmişti. Gözlerimi bir ona, bir bakıcıya dikerek, acaba gerçekten de tam gözlerimin önünde, hiç algılanmadan ortadan kayboluyorlar mı diye merak ettim. Böyle bir şey yapmadıklarından emin olmak istedim. Bir kedi gibi gerinerek hasır yaygının üstüne boylu boyunca uzandım ve ayağımı yavaş yavaş Nelida'nın yere sürünen elbisesinin eteğine doğru yaklaştırdım; elim de bakıcının ceketine doğru gitti. Bakıcı kol yenini çektiğimin farkına varmış olmalıydı ki birden doğrulup gözlerini bana dikti. Gözlerimi kapattım, ama kirpiklerimin arasından onları izlemeye devam ettim. Hareket etmiyorlardı. Dimdik duruşlarında hiçbir yorgunluk alameti yoktu, oysa ben gözlerimi açık tutmak için mücadele etmek zorunda kalıyordum.

Okaliptüs ağaçlarının güzel kokusunu taşıyan serin bir esinti çıktı. Çizgiler halinde renkli bulutlar gökyüzünde sürükleniyor ve koyu saydam mavi yavaş yavaş dağılıyordu. Saydam mavi öylesine ağır ağır eriyordu ki hangisinin bulut, hangisinin gökyüzü, hangisinin gündüz, hangisinin gece olduğunu ayırt etmek imkânsızdı.

Sanki hayatım buna bağlıymış gibi, ayağım Nelida'nın elbisesinin eteğinde, ve bakıcının ceketini sıkıca tutmuş bir halde uykuya daldım. Yüzüme değen bir el beni uyandırdığında sadece birkaç dakika geçmiş gibi geldi.

“Florinda?” diye fısıldadım. Yanımda oturan kadının başka biri olduğunu içgüdüsel olarak anlamıştım oysa. Kadın bir şeyler mırıldanıyordu. Onun uzun bir süredir mırıldandığını ve ne söylediğini işitmek için yeni uyanmış olduğumu duyumsadım.

Kalkmak istedim. Kadın omzuma yavaşça, fakat sert bir şekilde dokunarak kalkmamı engelledi. Karanlıkta bir yerlerde küçük bir alev kararsızca titreşiyordu. Kadının yüzüne hafif, titrek bir solgunluk veriyor, onu hayalet gibi gösteriyordu. Kadın yaklaştıkça daha da büyüyordu sanki. Aşağıya bakıp gözlerini gözlerimin içine dikince gözleri de büyümeye başladı. Kaşlarının kavsi, siyah bir keçeli kalemle çizilmiş bir eğri gibi çatıktı.

“Nelida!” Rahatlayarak içimi çektim.

Hafifçe gülümseyerek başını salladı.

Ona bakıcı ile dönem tezim hakkında sorular sormak istedim, ama o parmaklarını dudaklarıma bastırarak mırıldanmaya devam etti. Sesi gittikçe alçalıyordu. Sanki uzak bir mesafeden geliyormuş gibiydi, nihayet hepten silinip gitti.

Nelida ayağa kalkarak bana da kalkmamı işaret etti. Kalktım ve dışarıda avluda değil, koridordaki boş yatak odalarından birinde olduğumu fark ettim.

“Dönem tezim nerede?” diye sordum, rüzgârın sayfaları dağıtmış olmasından korkarak. Çalışmama tekrar sıfırdan başlamak zorunda kalabileceğim düşüncesi beni telaşlandırmıştı.

Nelida çenesini buyururcasına devindirerek kendisini izlememi imledi. Benden daha uzun boyluydu, ve tıpkı Florinda'ya benziyordu. O kadar narin olmasa onları birbirinden ayıramazdım. O anda Florinda'nın tamamlanmamış bir uyarlaması gibi—herhalde Florinda da gençken böyleydi—görünüyordu. Nelida'da öyle ince, öyle kırılgan, ama öyle çekici bir hava vardı ki! Şayet erkek olsaydım onun peşinden gideceğimi söyleyerek Isidoro Baltazar'a şaka yapıyordum hep. Isidoro Baltazar Nelida'nın benimle hemen hiç konuşmamasının nedeninin belki de bu olduğunu—ki bunu şaka söylediğini umuyordum— söylemişti.

Odama doğru gidiyorduk. Bütün etrafımda ayak sesleri işitiyordum. Bu Nelida olamaz diye karar verdim, zira öyle sessiz yürüyordu ki, hiç yere değmiyor gibiydi. Kendi ayak seslerimi işittiğime dair saçma bir düşünceye kapılarak, bir kedi gibi sessizce parmak uçlarıma basarak yürümeye başladım. Yine de ayak seslerini işitmeye devam ediyordum. Birinin ayakları, benimkiler gibi, çini döşeli zeminde hafifçe yankılanarak aynı ritimle hareket ediyordu. Birkaç kez arkama göz attım, ama elbette arkamda hiç kimse yoktu. Korkumu geçireceğini düşünerek yüksek sesle kıkır kıkır güldüm.

Nelida birdenbire döndü. Beni azarlayacağını sandım, ama o da gülmeye başladı. Kolunu omzuma koydu. Dokunuşu özellikle sıcak ya da şefkatli değildi. Ama aldırış etmedim. Ondan hoşlanıyordum ve dokunuşu benim için çok güven vericiydi. Hâlâ kıkır kıkır gülerek, tüm çevremizde ayak sesleri olduğu halde odama girdik.

Sanki odanın dört kapısından o anda göremediğim bir sis sızıyormuş gibi duvarlarda tuhaf bir parıltı asılıydı. Sis odanın biçimini değiştirmiş, ona tuhaf şekiller vermiş, adeta yuvarlaklaştırmıştı. Gözlerimi ne kadar kırpıştırıp şaşılaştırsam da, bütün görebildiğim son üç gündür üstünde çalışmış olduğum masaydı. Masaya yaklaştım. Tezimi düzgün bir yığın halinde düzenlenmiş görünce rahatladım. Tezimin yanında kurşunkalemlerim vardı; uçları açılmıştı.

“Nelida!” diye bağırdım heyecanla arkama dönerek. Artık onu göremiyordum. Sis daha da yoğunlaşmıştı şimdi. İçime çektiğim her nefeste sis çevremi kapatıyordu. Beni derin, heyecanlı bir hafiflik ve berraklık duygusuyla doldurarak içime sızıyordu. Görünmez bir kaynak tarafından yöneltilerek masaya oturdum, sayfaları etrafıma yaydım. Tezimin bütün yapısı, tam gözlerimin önünde, bir film şeridi üstündeki ikinci bir poz gibi orijinal taslağımın üstüne eklenerek ortaya çıktı.

Konuların ustalıklı gelişimine hayran kalarak dalıp gittim. Sanki düşünen ve yazı yazan görünmez bir el tarafından yönlendiriliyormuş gibi, paragraflar yeni bir düzen alarak kendilerini tekrar düzenliyorlardı. Bütün bunlar o kadar olağanüstü derecede açık ve basitti ki sevinçle bir kahkaha attım.

“Yaz.”

Bu sözcük odada usulca yankılandı. Merakla etrafıma baktım, ama kimseyi göremedim. Bu yaşadıklarımın kesinlikle bir rüyadan öte bir şey olduğunu bilerek not defterimle kurşunkaleme uzandım—hummalı bir hızla yazmaya koyuldum. Fikirler inanılmaz bir açıklık ve kolaylıkla geliyordu bana. Kafamda ve bedenimde ses dalgaları gibi zonkluyorlardı. Kelimeleri aynı anda hem görüyor hem de işitiyordum. Ne var ki, önümdekileri algılayan kulaklarım ya da gözlerim değildi. Daha ziyade içimdeki bazı teller dışarı uzanıyor ve sessiz bir elektrik süpürgesi gibi, önümde toz zerrecikleri gibi parıldayan kelimeleri emiyorlardı.

Bir süre sonra tezimin üstüne eklenen düzen bulanıklaşmaya başladı. Satırlar teker teker silikleşiyordu. Tek bir iz bile bırakmadan hepsinin kaybolacağını bilerek umutsuzca bu muhteşem yapıtı tutmaya çalıştım. Ama sadece bu harikulade berraklığına ilişkin farkındalığımın anısı kaldı geride. Sonra, sanki bir mum üflenip söndürülmüş gibi, o da yok oldu. Bir iplik kadar incecik bir sis kıvrımı kalmıştı odada. Sonra bu sis kıvrımı da küçük dalgacıklar halinde çekildi; ağır bir karanlık kapladı etrafımı. Öyle tükenmiştim ki bayılacağımı biliyordum.

“Uzan!”

Hiçkimseyi göremeyeceğimi bilerek, zahmet edip başımı kaldırıp bakmadım bile. Büyük bir çaba göstererek sandalyeden kalktım ve sendeleyerek yatağıma gittim.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön