Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

18 1


BAKICI, ZAPOTE AĞACININ gölgesindeki sevgili sırasında uyukluyordu. Son iki gündür bütün yaptığı buydu. Artık avluları süpürmüyor ya da yaprakları tırmıklamıyordu, bunun yerine, sanki gizli bir şeyi yalnızca kendisi görüp anlıyormuş gibi gözlerini uzaklara dikerek ya da uyuklayarak saatlerce o sırada oturuyordu.

Her şey değişmişti evde. Onları görmek için gelmekle hata mı etmiştim? Sürekli kendime bunu soruyordum. Her zamanki gibi suçluluk duyan ve kendimi savunan bir ruh haline giriyordum. Ve bütün yaptığım sürekli, kesintisiz bir şekilde saatlerce uyumaktı. Mamafih, uyanıkken, hiçbir şeyin aynı olmadığının tedirgin bir şekilde farkındaydım. Amaçsızca evde dolanıyordum. Ama boşunaydı. Evden bir şeyler uçup gitmiş gibiydi.

Bakıcının uzun ve yüksek sesle içini çekişi zorla düşüncelerime bir son verdi. Artık endişemi daha fazla tutamayarak kitabımı bir yana itip ayağa kalktım ve bakıcıyla aramdaki kısa mesafeyi aşarak, “Bugün yaprakları tırmıklayıp yakmayacak mısın?” diye sordum.

Ürkmüş bir halde başını kaldırıp bana baktı, ama cevap vermedi. Güneş gözlüğü takıyordu. Koyu camlardan gözlerindeki ifadeyi göremiyordum. Kalayım mı, gideyim mi, yoksa cevabını mı bekleyeyim, bilemedim. Tekrar uyuklamasından korkarak yüksek sesle ve sabırsızca, “Artık yaprakları tırmıklamamanın ve yakmamanın bir nedeni var mı?” diye sordum.

Sorumu kendi sorduğu bir soruyla geçiştirdi, “Son iki gündür tek bir yaprağın düştüğünü gördün ya da duydun mu?” Gözlüklerini çıkartınca, bakışları içimi delip geçti sanki.

“Hayır,” dedim. Söylediklerinden çok, tavrındaki ve ses tonundaki ciddiyeti gülünç bulduğum için cevap vermek zorunda hissetmiştim kendimi.

Sıraya onun yanına oturmamı işaret etti. Bana doğru eğilerek kulağıma, “Bu ağaçlar ne zaman yapraklarını bırakacaklarını bilirler,” diye fısıldadı. Sanki işitilmekten korkuyormuş gibi çevresine bir göz atıp, sır verir gibi fısıldayarak, “Ve şimdi ağaçlar yapraklarını düşürmeye hiç gerek olmadığını biliyorlar.”

“Yapraklar hiçbir şeye aldırmadan sararıp dökülürler,” dedim azametli bir sesle. “Bu bir doğa kanunudur.”

“Bu ağaçlar çok keyfidirler,” diyerek karşı koydu. “Kendi zihinleri vardır. Doğa kanunlarını izlemez onlar.”

“Ağaçların hiç yaprak dökmemesini sağlayan nedir?” diye sordum, yüzüme ciddi bir ifade vermeye çalışarak.

Çenesini düşünceli bir şekilde ovuşturarak, dalgın dalgın, “İyi bir soru,” dedi. “Korkarım bunun cevabını henüz bilmiyorum. Ağaçlar bana söylemediler.” Bana anlamsız bir şekilde gülümseyerek, “Sana söylemiştim, bu ağaçların değişken bir mizacı vardır,” diye ekledi.

Daha ona cevap verme fırsatı bulamadan, damdan düşer gibi, “Kendine yemek yaptın mı?” diye sordu.

Böyle birdenbire konuyu değiştirmesi beni şaşırtmıştı. “Yaptım,” dedim, sonra bir an duraksadım. Adeta meydan okuyan bir ruh hali gelmişti üstüme. “Yemek hiç de umurumda değil. Günbegün aynı yemeği yemeye alışığım ben. Eğer sivilcelerim çıkmasaydı, çikolata ve kuruyemiş yiyerek yaşardım.”

İhtiyatı elden bırakarak şikâyet etmeye başladım. Bakıcıya keşke kadınlar benimle konuşsalardı dedim. “Bana neler olup bittiğini anlatsalardı bunu çok takdir ederdim. İçim içimi yiyiyor.” Bütün söylemek istediklerimi söyledikten sonra kendimi çok daha iyi, çok daha rahatlamış hissettim. “Ebediyen gidecekleri doğru mu?” diye sordum.

“Ebediyen gittiler zaten,” dedi bakıcı. Yüzümdeki anlamadığımı açığa vuran ifadeyi görünce, “Ama sen bunu biliyordun, değil mi? Sadece benimle gevezelik ediyorsun, öyle değil mi?” diye ekledi.

Yaşadığım şoktan kurtulmama fırsat kalmadan, gerçekten şaşırmış bir ses tonuyla, “Bu seni neden şoke etsin ki?” diye sordu. Sanki bana düşünmem için zaman veriyormuş gibi bir an durakladı, sonra sorusuna kendi cevap verdi. “Ah, anladım! Öfkelisin, çünkü Isidoro Baltazar'ı da yanlarına aldılar.” Sanki her kelimeyi vurguluyormuş gibi tekrar tekrar sırtıma vuruyordu. Bakışları, benim kendimi kızgınlığa ya da gözyaşlarına bırakmama aldırmadığını söylüyordu bana.

Hiçbir seyircinin olmadığını görünce bir anda kendimi topladım.

“Bunu bilmiyordum,” diye mırıldandım. “Yemin ederim ki bunu bilmiyordum." Sessiz bir çaresizlik içinde gözlerimi ona diktim. Yüzümden bütün kanın çekildiğini hissettim. Dizlerim ağrıyordu. Göğsüm o kadar sıkıştı ki nefes alamıyordum. Bayılmak üzere olduğumu anlayarak iki elimle sıraya tutundum.

Bakıcının sesini uzaktan gelen bir ses gibi duyuyordum. “Geri gelecek mi kimse bilmiyor. Ben bile bilmiyorum bunu.” Bana doğru eğilerek, “Benim kişisel düşüncem, geçici olarak onlarla gittiği, ama geri gelecek; hemen olmasa da bir gün. Benim fikrim bu.”

Benimle dalga mı geçiyor diye dikkatle gözlerine baktım. Neşeli yüzünden sadece iyi niyet ve dürüstlük yayılıyordu. Ve gözlerinde çocuksu bir saflık vardı.

“Ne var ki, döndüğü zaman artık Isidoro Baltazar olmayacak o,” diye uyardı beni. “Senin tanıdığın Isidoro Baltazar çoktan gitti sanırım. Ve en üzücü kısmı ne biliyor musun?” Durdu, sonra kendi sorusuna kendi cevap verdi. “Onun yaptıklarının kıymetini bilmeden öylesine hak diye kabul ettin ki ona gösterdiği bütün ihtimam için, yardımları ve sana karşı duyduğu sevgisi için teşekkür bile etmedin.

“Bizim büyük trajedimiz, kendi maskaralığımız dışındaki her şeyden habersiz maskaralar olmamızdır.”

Tek kelime söyleyemeyecek kadar yıkılmıştım.

Bakıcı birden ayağa kalktı. Sanki benimle oturamayacak kadar sıkılmış gibi, başka bir laf etmeden, öteki eve giden patikaya doğru yürüdü.

“Beni burada böyle tek başıma bırakamazsın,” diye bağırdım arkasından.

Döndü, elini salladı ve sonra da gülmeye başladı.

Çalılıklarda yankılar uyandıran neşeli, yüksek bir sesti bu. Bir kez daha el salladı, sonra sanki çalılar onu yutmuş gibi kayboluverdi.

Onu takip edemediğim için geri dönmesini ya da birden önümde belirip ödümü patlatmasını bekledim. Zihnimde beklemekten çok, bedenimde sezinlediğim bir korkuya karşı hazırladım kendimi.

Daha önce de olduğu gibi, Esperanza'nın yaklaştığını ne gördüm ne işittim, ama varlığını duyumsuyordum. Arkama döndüm, işte oradaydı, zapote ağacının altındaki sırada oturuyordu. Sadece onu seyretmek bile beni mutlu etmişti.

“Seni bir daha hiç göremeyeceğimi sanmıştım,” dedim içimi çekerek. “Neredeyse umudumu kesmiştim. Gittiğini sandım.”

Yapmacık bir hayretle, “Hay allah!” diye azarladı beni. “Gerçekten Zuleica mısın sen?” deyiverdim.

“Yok öyle şey,” dedi sertçe. “Ben Esperanza'yım. Ne yapıyorsun sen? Hiç kimsenin cevap veremeyeceği sorularla kafayı mı yiyiyorsun?”

Hayatımda hiçbir zaman, o anda olduğu kadar tam bir çöküntüye yaklaşmamıştım. Zihnimin bütün bu baskıyı kaldıramayacağını hissettim. Duyduğum ıstırap ve karmaşa beni parça parça edecekti.

“Kendini hazırla, kızım,” dedi Esperanza sertçe. “Daha en kötüsü gelecek. Ama seni koruyamayız biz. Büyücüler için şimdi bu baskıyı durdurmak, zira aklını kaçırmak üzeresin, düşünülemez bir şeydir. Bugün denenmek senin meydan okuyuşun. Ya yaşarsın ya ölürsün. Ve bunu mecazi anlamda söylemiyorum.”

“Isidoro Baltazar'ı bir daha hiç göremeyecek miyim?” diye sordum. Gözyaşlarımdan güçlükle konuşabiliyordum.

“Duygularını korumak için sana yalan söyleyemem. Hayır, geri gelmeyecek hiç. Isidoro Baltazar büyücülüğün bir anıydı sadece. Görüldükten sonra geçip giden bir rüya. Isidoro Baltazar da, rüya gibi, çoktan gitti.”

Dudakları adeta dalgın ve küçük bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Benim henüz bilmediğim,” diye devam etti, “o adamın da, yeni nagualın da, ebediyen gidip gitmediği. Dönse bile onun Isidoro Baltazar olmayacağını anlıyorsun tabii. Tekrar karşılaşman gereken başka biri olacak o.”

“Bir yabancı mı olacak benim için?” diye sordum, ama bunu bilmek istediğimden pek emin değildim.

“Bilmiyorum, çocuğum,” dedi, kati olamamanın verdiği bir bezginlikle. “Bilmiyorum işte. Ben kendim bir rüyayım. Yeni nagual da öyle. Bizim gibi rüyalar daimi değildir, zira var olmamıza izin veren daimi olmayışımızdır. Bu rüya dışında hiçbir şey tutmaz bizi.”

Gözyaşlarımdan onu zor görüyordum.

“Acını hafifletmek için, içine daha derinlere dal,” dedi usulca. “Dizlerini kaldırarak otur ve sol elinle sağ bileğini tutacak şekilde, kollarını çarprazlayarak bileklerini tut. Başını dizlerinin üzerine koy ve bırak üzüntü gitsin.

“Bırak yeryüzü acını yatıştırsın. Bırak yeryüzünün şifa veren gücü sana gelsin.”

Aynı tarif ettiği şekilde yere oturdum. Birkaç dakika için­ de üzüntüm geçmişti. Derin bir bedensel esenlik duygusu aldı ıstırabımın yerini. O anı yaşamak dışında kendimi unutmuştum. Öznel belleğim olmadan hiç acı duymuyordum.

Esperanza eliyle sırada yanındaki yere vurdu. Ben oturur oturmaz, elimi ellerinin arasına aldı ve sanki masaj yapıyormuş gibi bir süre elimi ovuşturdu, sonra elimin böyle kemikli olmasına rağmen çok etli olduğunu söyledi. Avucumu çevirerek dikkatle inceledi. Tek kelime etmedi ve yavaşça elimi kıvırarak yumruk yaptı.

Uzun süre sessizlik içinde oturduk. Öğleden sonra geç bir saatti; esintiyle hareket eden yaprakların ritmik sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu.

Gözlerimi ona diktiğim zaman, son derece acayip bir kesinlik hissettim içimde: Esperanza'yla beraber, cadıların evine gelişim ve büyücülerin ayrılışı hakkında zaten uzun uzadıya konuşmuş olduğumuzu anladım.

“Bana ne oluyor, Esperanza?” diye sordum. “Rüya mı görüyorum?”

Yavaş yavaş konuşmaya başlayarak rüyayı test etmemi önerirken gözlerinde bir parıltı vardı. “Yere otur ve test et.”

Oturdum. Bütün hissettiğim üstüne oturduğum kayanın soğukluğuydu. Hiçbir duygu bana geri gelmiyordu. “Rüya görmüyorum,” dedim. “Öyleyse, neden daha önce konuştuğumuzu hissediyorum?” Bu ikilemime dair bir ipucu bulabilir miyim diye yüzünü inceledim. “Buraya gelişimden beri seni ilk görüşüm bu, ama her gün beraber olduğumuzu hissediyorum,” diye mırıldandım, ondan çok kendime söylemiştim bunu. “Yedi gün oldu.”

“Daha çok. Ama bu bilmeceyi en az yardımla sen kendin çözmelisin,” dedi.

Onaylayarak başımı salladım. Sormak istediğim çok şey vardı, ama konuşmanın yararsız olduğunu biliyor ve kabul ediyordum. Nasıl bildiğimi bilmiyordum, ama bütün sorularım üstünde çoktan konuşmuş olduğumuzu biliyordum. Cevaplardan tatmin olmuştum.

Esperanza, anladığımdan şüphe duyuyormuş gibi düşünceli bir şekilde bana baktı. Sonra kelimelerini dikkatle telaffuz ederek, yavaş yavaş, “Burada edindiğin farkındalık, sana ne kadar derin ve devamlı görünürse görünsün, sadece geçici olduğunu bilmeni istiyorum,” dedi. “Pek yakında saçmalıklarına geri döneceksin. Biz kadınların kaderi bu, yani özellikle zor olmak.”

“Sanırım yanılıyorsun,” diye karşı çıktım. “Beni hiç tanımıyorsun.”

“Kesinlikle seni tanıdığım için bunu söylüyorum.” Bir an sustu, tekrar konuşmaya başladığı zaman sesi sert ve ciddiydi. “Kadınlar çok kurnazdır. Bir hizmetçi olmak için yetiştirilmek kadını son kerte hilekâr ve akıllı yapıyor.” Çınlayarak patlayan kahkahası bütün karşı çıkma isteğimi yok etmişti.

“Yapabileceğin en iyi şey hiçbir şey söylememek,” dedi. Elimi tutarak beni ayağa kaldırdı, uzun ve çok gerekli bir konuşma yapmak için küçük eve gitmemizi önerdi.

Evin içine girmeden ön kapının yanındaki bir sıraya oturduk. Sessizlik içinde, yaklaşık bir saat oturduk orada. Sonra Esperanza bana döndü; sanki beni görmüyor gibiydi. Acaba onunla geldiğimi ve yanında oturduğumu unuttu mu diye merak ettim. Esperenza orada olduğumun farkında olmaksızın ayağa kalktı, benden birkaç adım uzaklaşıp, bir ağaç kümesinin arasına gizlenmiş olan öteki eve dikti gözlerini. Epey bir zaman sonra, “Ben uzağa gidiyorum,” dedi.

Mide boşluğumda tuhaf, kusturucu bir duyumsama uyandıran umut muydu, heyecan mıydı, yoksa korku muydu anlayamadım. Kilometreler anlamında değil, öteki dünyalar anlamında uzaklıktan bahsettiğini biliyordum.

“Ne kadar uzağa gittiğimiz umurumda değil,” dedim, zerre kadar hissetmediğim bir kabadayılıkla. Yolculuğumuzun sonunda ne olacağını umutsuzca bilmek istiyor, ama sormaya cesaret edemiyordum.

Esperanza gülümsedi ve sanki batan güneşi kucaklıyormuş gibi kollarını kocaman açtı. Gökyüzü batıda ateş kırmızısıydı; uzaklardaki dağlar gölgeli pembeydi. Ağaçların arasından hafif bir esinti geçti; yapraklar titreşip hışırdadı.

Sessizlik içinde bir saat geçti, sonra her şey sakinleşti. Alacakaranlığın büyüsü etrafımızdaki her şeyi hareketsiz kılıyordu. Bütün sesler ve hareket kesildi; çalıların, ağaçların ve tepelerin dış hatları öylesine net bir şekilde belirginleşmişti ki sanki gökyüzündeki bir gravür gibi görünüyorlardı.

Gölgeler yavaş yavaş bize doğru yaklaşıp gökyüzünü karartınca Esperanza'ya sokuldum. Işıkları karanlıkta ateşböcekleri gibi parıldayan öteki evin sessiz görüntüsü içimde derine gömülmüş bir duygu uyandırdı. Bu duygu o anki özel bir hisle değil, çocukluğuma gömülmüş üzücü, nostaljik ve silik bir anıyla bağıntılıydı.

İyice dalıp gitmiş olmalıyım; birden kendimi Esperanza'nın yanında yürürken buldum. Yorgunluğum ve önceki endişelerimin hepsi kaybolmuştu. Büyük bir canlılıkla, bir tür vecd, sessiz bir mutluluk içinde yürüyordum, ayaklarım ileri gidiyordu, ama sadece irademle değil.

Üstünde yürüdüğümüz patika birden sona erdi. Yer yükseldi. Ağaçlar yükseklere uzanıyordu. Oraya buraya iri kaya parçaları saçılmıştı. Uzaktan bir yerlerden, yumuşak, rahatlatıcı bir nağme gibi, akan suyun sesi geliyordu. Ani bir bitkinlikle iri kaya parçalarından birine yaslandım, ve bunun yolculuğumuzun sonu olmasını diledim.

“Daha gideceğimiz yere varmadık!” diye bağırdı Esperanza. Çoktan bir kayanın yarısına kadar çıkmıştı bile, bir keçi gibi çevikti hareketleri. Beni beklemedi. Onu takip edip etmediğimi görmek için dönüp bakmadı bile. Bu kısacık dinlenme son kuvvetimi de alıp götürmüştü. Nefes nefese arkasından tırmanırken sürekli taşlara tökezliyordum.

Yolun yarısında keçiyolu büyük bir kayanın etrafından dolaştı. Kuru ve narin bitki örtüsü, akşamın ilk ışıkları altındaki karanlıkta, yerini gürbüzce bir gelişmeye bırakıyordu. Hava da aynı değildi artık; nemliydi, nefes almamı kolaylaştırıyordu. Esperanza dar patikada kendinden emin bir şekilde ilerliyordu; patika gölgelerle, sessizlik ve hışırtılarla doluydu. Esperanza gecenin bütün bilinmedik seslerini biliyordu. Gecenin nabız gibi atan bütün seslerini, hayvan çığlıklarını, bütün ötüşleri ve tıslamaları tanıyordu.

Patika, kayanın içine oyulmuş birkaç basamağın önünde sona erdi. Basamaklar gizlenmiş bir taş yığınına çıkıyordu.



“Birini al,” diye emretti, “ve cebine koy.”

Küçük bir ırmaktaki çakıltaşları gibi düzgün bir şekilde aşınmış olan taşların hepsi aynı göründü gözüme ilk başta. Ama daha yakından inceleyince hepsinin farklı olduğunu keşfettim. Bazıları o kadar düzgün ve parlaktı ki makineyle cilalanmış gibi görünüyorlardı.

Hoşuma giden bir taş bulmak epey vaktimi aldı. Bulduğum taş ağırdı, ama kolayca avucuma uydu. Açık kahverengi ve iri kütlesi kama şeklindeydi, içinden adeta yarı saydam süt gibi damarlar geçiyordu.

Bir gürültüden ürkerek, nerdeyse taşı yere düşürüyordum. “Birisi bizi takip ediyor,” diye fısıldadım.

“Kimse takip etmiyor bizi!” diye bağırdı Esperanza, kuşku ve zevk karışımı bir ifadeyle. Bir ağacın arkasına çekildiğimi görünce usulca kıkırdadı, ve bunun muhtemelen çalılerın içinde zıplayan bir kurbağa olduğunu söyledi.

Ona kurbağaların karanlıkta zıplamadıklarını söylemek istedim, ama bunun doğru olduğundan emin değildim. Alışkanlığım olduğu üzere, bunu son derece kesin bir katiyetle söylememiş olmam beni şaşırtmıştı. “Bana bir şeyler oluyor, Esperanza,” dedim korkmuş bir sesle. “Kendim değilim.”

Dalgın bir tavırla, “Hiçbir şey olmuyor sana, canım,” diye temin etti beni. “Esasında her zamankinden daha çok kendinsin.”

“Kendimi tuhaf . . .” Sesim kesildi. Cadıların evine ilk gelişimden bu yana bana neler olduğunu açıkça görmeye başlamıştım.

“Rüya görme gibi böylesine maddi olmayan bir şeyi öğretmek çok zor,” dedi Esperanza. “Özellikle kadınlara. Bizler son derece çekingen ve akıllıyız. Ne de olsa, hayatımız boyunca köle olduk; herhangi bir şeyin, elde etmek için bu kadar çok çalıştığımız şeyi, yani statükomuzu bozmasını istemediğimiz zamanlarda her şeyi nasıl idare edeceğimizi kesinkes biliriz.”

“Yani erkekler böyle yapmazlar mı?”

“Yaparlar elbet, ama onlar daha açıktır. Kadınlar el altından mücadele ederler. Tercih ettikleri mücadele tekniği kölelerin manevrasıdır: zihni kapatmak. Dikkat etmeden işitirler ve görmeden bakarlar.” Esperanza kadınları eğitmenin övgüye değer bir başarı olduğunu ekledi.

“Senin mücadelenin açık oluşundan hoşlanıyoruz biz,” diye devam etti. “Senin için büyük umut var. Bizim en çok korktuğumuz, yeniye aldırmayan, ve yapmanı istediğin her şeyi yapan, sonra da yenilikten sıkıldığı ya da yorulduğu anda dönüp seni itham eden kabullenici kadınlardır.”

Düşünceye dalmış bir halde, “Sanırım, anlamaya başlıyorum,” dedim kararsızca.

“Elbette anlamaya başladın!” Bunu öylesine komik, muzafferane bir edayla söyledi ki gülmek zorunda kaldım.

“Niyetin ne olduğunu bile anlamaya başladın.”

“Büyücü olmaya başladığımı mı söylemeye çalışıyorsun?” diye sordum. Gülmemi bastırmaya çalışırken bütün bedenim sarsılıyordu.

“Buraya geldiğinden beri zaman zaman rüya gören-uyanıktın,” dedi. “Bu kadar çok uykuya dalmanın nedeni buydu.” Gülümseyen yüzünde hiç alaycılık ya da en ufak bir küçümseme yoktu.

Bir süre sessizlik içinde yürüdük, sonra bir büyücüyle sıradan bir insan arasındaki farkın, ilkinin istediği zaman rüya gören-uyanıklık durumuna girebilmesi olduğunu söyledi. Sanki söylediğini vurguluyormuş gibi tekrar tekrar koluma vurdu; ardından, sır verir gibi bir ses tonuyla, “rüya gören- uyanıksın, çünkü, enerjini bilemene yardım etmek için, buraya geldiğin ilk geceden beri senin etrafında bir kabarcık oluşturduk,” dedi.

Konuşmasına devam ederek, benimle karşılaştıkları ilk andan itibaren bana Fosforito, yani kibritçik, adını taktıklarını söyledi. “Çok hızlı ve yararsız bir şekilde yanıyorsun.” Sessiz kalmamı işaret ederek, enerjimi nasıl odaklayacağımı bilmediğimi de sözlerine ekledi. “Enerjin kendin fikrini ayakta tutmak ve korumak için oraya buraya yayılıyor.” Tekrar sessiz olmamı işaret etti; kişisel özümüz olduğunu düşündüğümüz şeyin, gerçekte, sadece bir fikir olduğunu anlattı. Enerjimizin büyük kısmının bu fikri savunmakta tükendiğini iddia etti.

Kaşları biraz kalkarak, yüzüne neşeli bir gülümseme yayıldı. “Özün sadece, istendiği zaman değiştirilebilen bir fikir olduğu bir kopma noktasına ulaşmak, büyücülüğün gerçek edimidir—ki bütün edimlerin en zorudur,” diye açıkladı. “Öz düşüncesi geri çekildiği zaman, büyücüler kendilerini niyete uydurmak için— ve normal olduğuna inandığımızdan fazla bir şey olmak için— enerjiye sahip olurlar.

“Kadınlar, bir rahme sahip oldukları için, rüya görürken dikkatlerini büyük bir yetenekle rüyalarının dışındaki bir şeye odaklayabilirler,” diye açıkladı. “Senin haberin olmadan yapıp durduğun şey buydu işte. Bu nesne seni niyete bağlayan bir köprü oluyor.”

“Pekiyi, ben hangi nesneyi kullanıyorum?”

Gözlerinde bir sabırsızlık parıltısı belirdi. Sonra bu nesnenin çoğunlukla bir pencere, bir ışık ya da hatta bir yatak olduğunu söyledi. “Sen bunda o kadar iyisin ki bu senin için bir alışkanlık,” dedi. “Kâbus görmenin nedeni bu. Sana bunu derin bir rüya gören-uyanıklık durumundayken anlattım ve uyumadan evvel dikkatini herhangi bir nesne üstüne odaklamayı reddettiğin sürece kötü rüya görmediğini anladın.

“İyileştin, değil mi?” diye sordu.

Tabii ilk tepkim ona karşı gelmek oldu. Gerçi, bir an düşündükten sonra ona katılmadan edemedim. Onlarla Sonora'da karşılaşmamdan sonra kâbuslardan tamamen kurtulmuştum.

“Kendin olmakta dayattıkça, gerçekten o kâbuslardan kurtulamayacaksın asla,” dedi. “Yapman gereken, elbette, rüya görme yeteneklerini bilerek ve zekice kullanmaktır. Bunun için buradasın. Ve ilk ders, bir kadının rahmi aracılığıyla dikkatini bir nesneye odaklaması gerektiğidir. Bu nesne rüyaya ait değil, bağımsız, rüyadan önceki dünyaya ait bir nesne olmalıdır.

“Gene de, önemli olan nesne değildir,” diye belirtti aceleyle. “Önemli olan rüyadan önce de, rüyaya devam ederken de, istendiği zaman bilerek nesneye odaklanma edimidir.” Bunun, basit gibi gelse de, başarılması yıllar alabilecek çok zor bir görev olduğu konusunda uyardı beni. “Normalde, insan dikkatini dışarıdaki bir nesneye odakladığı anda uyanır,” dedi.

“Rahmi kullanmak ne demek?” diye sözünü kestim. “Bu nasıl yapılıyor?”

“Sen bir kadınsın,” dedi yavaşça. “Rahimle nasıl hissedileceğini biliyorsun.”

Ona karşı çıkmak, böyle bir şey bilmediğimi söylemek istedim. Ama daha ben konuşamadan, açıklamasına devam ederek bir kadında duyguların rahimden geldiğini söyledi.

“Erkeklerde,” dedi, “duygular beyinden gelir.” Karnımı dürterek, “Bunu düşün,” diye ekledi. “Bir kadın çocukları dışında kalpsizdir, çünkü duyguları rahminden çıkar.

“Dikkatini rahminde odaklamak için bir nesne al ve göbeğinin üstüne koy ya da cinsel organına sürt.” Gözlerimdeki dehşeti görünce kahkahadan kırıldı, sonra kahkahalarının arasından beni azarladı. “O kadar da kötü değildim. Nesneyi beden salgılarına sürmen gerektiğini söyleyebilirdim, ama söylemedim.

“Nesneyle derin bir aşinalık kurunca,” diye devam etti ciddi bir ses tonuyla, “sana bir köprü hizmeti görmek için her zaman orada olacaktır.”

Bir süre sessizlik içinde yürüdük; Esperanza derin düşüncelere dalmışa benziyordu; bir şeyler söylemek için can atıyordum, ama söyleyecek hiçbir şeyim olmadığını da biliyordum. Nihayet konuşmaya başladığında sesi sertti, talepkârdı. “Harcayacak daha fazla zamanın yok artık,” dedi. “Bu aptallığımızla çuvallamamız çok doğal. Büyücüler bunu herkesten daha iyi bilirler. Fakat onlar ikinci bir şans olmadığını da bilirler. Kontrolü ve disiplini öğrenmen gerek, çünkü hata yapacak daha fazla bir alanın yok artık.

“Çuvalladın, biliyorsun. Isidoro Baltazar'ın gittiğini bile bilmiyordun.”

İçimdeki duygu çığını tutan o pek narin set çöktü. Belleğim eski haline geldi ve tekrar üzüntü doldu içime. Üzüntüm o kadar yoğundu ki oturduğumun da, sanki yer süngerden yapılmış gibi yerin içine gömüldüğümün de farkına varmamıştım. Sonunda yer beni yuttu. Boğucu, klostrofobik bir deneyim değildi bu, zira yüzeyde oturma duyumsamasıyla, yeryüzü tarafından yutulmanın farkındalığı aynı anda, bir aradaydı. Bu ikili duyumsama karşısında, “Şimdi rüya görüyorum!” diye bağırdım. Bunu yüksek sesle ilan etmek içimde bir şey başlattı; değişik anılardan oluşan yeni bir heyelan boşaldı üstümden. Neyim olduğunu biliyordum: çuvallamıştım ve rüya görecek enerjim yoktu. Geldiğimden beri her akşam, o ana kadar unutmuş olduğum aynı rüyayı görmüştüm. Bütün kadın büyücülerin odama geldiklerini ve bana büyücülerin mantık dizgesini öğrettiklerini görüyordum rüyamda. Bana tekrar ve tekrar, rüya görmenin rahmin ikincil işlevi olduğunu söylemişlerdi- birincil işlevi üreme ve üremeye ilişkin şeylerdi. Rüya görmenin kadınlarda doğal bir işlev, enerjinin saf bir sonucu olduğunu söylediler. Bir kadının bedeni yeterli enerjiye sahipse kendiliğinden rahmin ikincil işlevlerini uyandıracak, öylece kadın akıl almaz rüyalar görecekti.

Bu gerekli olan enerji az gelişmiş bir ülkeye yapılan yardım gibiydi: asla ulaşmazdı. Sosyal yapımızın genel düzenindeki bir şey bu enerjinin serbest kalmasını, böylece kadınların rüya görebilmelerini önlüyordu.

Kadın büyücüler bana, bu enerji serbest kaldığı takdirde, her alanda “uygarlık” düzenini yıkacağını söylediler. Fakat kadınların büyük trajedisi, toplumsal vicdanlarının bireysel vicdanlarına tamamıyla hükmetmesiydi. Kadınlar farklı olmaktan korkuyor, bilinenin rahatlığından çok fazla uzaklaşmak istemiyorlardı. Yoldan sapmamaları için kadınların üstüne konan baskı çok kuvvetliydi; kadınlar değişmekten çok, kendilerine takdir edilene razı oluyorlardı: kadınlar erkeklerin hizmetinde olmak için vardılar. Bu nedenle, bunun için gerekli organik yapıya sahip olsalar da, kadınlar büyücülük rüyaları göremezlerdi asla.

Kadınlık, kadınların şanslarını mahvediyordu. Dini ya da bilimsel bir eğilimle renklenmiş olsa da kadınlık hâlâ aynı mühürle damgalıyordu kadınları: ana fonksiyonları üremekti —bir dereceye kadar politik, sosyal ya da ekonomik bir eşitliğe ulaşmış olsalar da nihayetinde önemsizdi bu.

Kadınlar bütün bunları her gece anlatıp durdular bana. Söylediklerini hatırlayıp anlamaya başladıkça üzüntüm o kerte artıyordu. Duyduğum ıstırap artık sadece kendim için değil, hepimiz içindi, bizi kendi yetersizliklerimize zincirleyen bir sosyal düzende tuzağa düşmüş şizofren varlıklardan oluşan bir ırk olan hepimiz içindi. Kendimizi kurtarsak bile, bu sadece anlıktı, isteyerek ya da zorla tekrar karanlığa gömülmeden önceki kısa ömürlü bir açıklıktı.

“Bu duygusal süprüntüleri kes,” dedi bir ses. Bir erkek sesiydi bu. Başımı kaldırıp bakınca, bakıcının eğilmiş, gözlerini kısarak bana baktığını gördüm.

“Buraya nasıl geldin?” diye sordum. Kafam karışmış ve biraz da telaşlanmıştım. “Bizi mi takip ediyordun?” Soru sormaktan çok bir suçlamaydı bu.

Bana yan yan bakarak, “Evet, özellikle seni takip ediyordum,” dedi.

Yüzünü inceledim. Ona inanmıyordum. Benimle alay ettiğini biliyordu; gene de ne kızdım ne de gözlerindeki keskin parıltıdan korktum.

“Esperanza nerede?” diye sordum. Ortalıkta görünmüyordu. “O nereye . . .?” Kelimeleri telaffuz edemeyerek asabi bir şekilde kekeledim.

“Buralarda,” dedi gülümseyerek. “Merak etme. Ben de senin öğretmeninim. İyi ellerdesin.”

Tereddüt içinde elimi elinin içine bıraktım. Bakıcı hiç zorlanmadan, beni büyük, oval bir su birikintisine bakan düz, iri bir kayanın üstüne çekti. Karanlıkta bir yerlerden azar azar akan, çağıldayan bir akıntı besliyordu bu su birikintisini.

“Şimdi üstündekileri çıkart,” dedi. “Kozmik banyo yapmanın zamanı geldi!”

“Ne yapmamın?” Şaka ettiğine kanaat getirerek gülmeye başladım.

Ama o ciddiydi. Tıpkı Esperanza'nın yaptığı gibi koluma tekrar tekrar vurarak üstümdekileri çıkartmam için üsteledi. Daha ben ne yaptığını anlamadan çoktan tenis ayakkabılarımın bağlarını çözmüştü bile. “O kadar çok zamanımız yok,” diye uyardı, sonra da soyunmaya devam etmem için üsteledi. Bakışları soğuk, duygulardan arınmış ve gayrı şahsiydi. Esperanza'nın etrafta zıpladığını iddia ettiği o kurbağa bile olabilirdim pekâlâ.

Sırf bu karanlık, soğuk suya girip, hiç şüphesiz, her türlü yapışkan yaratık tarafından sarılmak düşüncesi bile beni dehşete düşürüyordu. Bu abes duruma bir son verme isteğiyle, iri kayadan yan yan aşağıya indim ve ayak parmaklarımı suya soktum. “Hiçbir şey hissetmiyorum!” diye bağırdım, dehşet içinde geri çekilerek. “Neler oluyor? Su değil bu!”

“Çocuk olma,” dedi bakıcı küçümseyerek. “Tabii ki su. Sadece onu hissetmiyorsun, hepsi bu.”

Bir küfür savurmak için ağzımı açtım, ama tam zamanın­ da kendimi kontrol ettim. Duyduğum dehşet kaybolmuştu. “Neden suyu hissetmiyorum?” diye sordum zaman kazanmaya çalışarak, oysa beklemenin yararsız olduğunu biliyordum, zira suyu hissetsem de hissetmesem de eninde sonunda suya gireceğimden hiç şüphem yoktu. Ama nazikçe teslim olmaya hiç niyetim yoktu.

“Bu susuz su bir tür arıtma sıvısı mı?” diye sordum.

Tehditkâr olasılıklarla gerginleşen uzun bir sessizlikten sonra, bakıcı buna bir arıtma sıvısı da denilebileceğini söyledi. “Gerçi, insanı arıtabilecek bir ritüel olmadığı konusunda uyarmalıyım seni,” diye vurguladı. “Arıtma içten gelmeli. Özel ve yalnız bir mücadeledir bu.”

Bütün gücümü toplayarak, “Öyleyse, hissetmesem bile yapışkan olan bu suya girmemi neden istiyorsun?” dedim.

Sanki gülecekmiş gibi dudakları seğirdi, ama besbelli kendini bırakmayı istemeyerek yüzünde tekrar ağırbaşlı bir ifade belirdi, sonra da, “Seninle beraber bu su birikintisine dalacağım,” dedi. Ve hiç duraksamadan baştan aşağıya soyundu.

Sadece bir buçuk metre uzağımda, anadan doğma çırıl­ çıplak önümde duruyordu. Ne gece ne gündüz olmayan bu tuhaf ışığın altında bedeninin her santimini net bir şekilde görebiliyordum. Çıplaklığını kapatmak için utangaç hareketler yapmadı. Tam tersi; erkekliğiyle pek övünüyormuş gibi görünüyordu ve cüretkâr bir küstahlıkla önümde bunun gösterisini yapıyordu.

“Çabuk ol, üstündekileri çıkart,” diye sıkıştırdı beni. “Fazla zamanımız yok.”

“Bunu yapmayacağım. Delilik bu!” diye karşı çıktım.

“Yapacaksın. Kendi başına vereceğin bir karar bu.” Hiç kızmadan, hiddet göstermeden, ama kararlılıkla konuşuyordu. “Bu gece, bu acayip dünyada, tek bir davranış yolu olduğunu anlayacaksın: büyücülerin yolu.” Şefkat ve zevk karışımı garip bir ifadeyle gözlerini üstüme dikti.

Bana güven vermeyi amaçlayarak— ama vermemişti— gülümsedi, su birikintisine atlamanın beni sarsacağını söyledi. İçimdeki bir şey yerinden oynayacaktı. “Bu oynama, sonradan bizim ne olduğumuzu ve ne yaptığımızı anlamanı sağlayacaktır,” dedi bakıcı sonunda.

Yüzünde bir anlık bir gülümseme belirip geçti, ardından, suya atlamanın bana kendi başıma rüya gören-uyanık olmam için enerji vermeyeceğini söyledi aceleyle. Enerjimi biriktirip bilememin kesinlikle çok uzun zamanımı alacağı, ve bunu hiç başaramayabileceğim konusunda uyardı beni. “Büyücülerin dünyasında garanti yoktur,” dedi. Sonra da su birikintisine atlamanın dikkatimi her günkü ilgilerimden uzaklaştırabileceğini söyledi: benim yaşımda, benim çağımdaki bir kadının ilgilerinden.

“Kutsal bir su birikintisi mi bu?” diye sordum.

Bariz bir şaşkınlık içinde kaşlarını kaldırdı. “Bu büyücülerin su birikintisi,” diye açıkladı, gözlerini sabit bir şekilde üstüme odaklayarak. Kararımı verdiğimi anlamış olmalıydı ki bileğimdeki kol saatini çıkarttı. “Bu su birikintisi ne ilahi ne de şeytani.” Zayıf omuzlarını silkti ve kol saatimi kendi bileğine taktı. “Şimdi kol saatine bak,” diye emretti. “Yıllardır senin bu saat. Onu benim bileğimde hisset.” Tam bir şeyler söyleyecekti ki söylememeye karar vererek kendi kendine güldü. “Hadi, üstündekileri çıkart.”

“Üstümdekilerle suya girmeyi düşünüyorum,” diye mırıldandım. Fazla iffet taslayan biri olmasam da, nedense onun önünde çırılçıplak durmak düşüncesine direniyordum.

Bakıcı sudan çıkınca kuru giysilere ihtiyacım olacağını belirtti. “Zatürree olmanı istemem.” Gözlerinde şeytani bir gülümseme parladı. “Sen onu hissetmesen bile gerçek bir su bu,” dedi.

İsteksiz isteksiz kotumla gömleğimi çıkarttım.

“Kilotunu da,” dedi.

Suyun içine dalıverip bu işi bitireyim mi, yoksa hatırladığım kadarıyla Venezüella'da yaşlı kadınların denize girmeden önce yaptıkları gibi suyu avuçlarıma alıp bacaklarıma, kollarıma, karnıma ve en son da kalbime dökerek azar azar mı ıslanayım diye düşünerek su birikintisinin çimlerle kaplı kenarında yürüdüm.

“İşte gidiyorum!” diye bağırdım, ama suya atlamak yerine dönüp bakıcıya baktım.

Hareketsizliği beni korkuttu. İri kayanın üstünde öyle hareketsiz ve dimdik oturuyordu ki sanki taşa dönüşmüştü. Sadece gözlerinde yaşam var gibiydi; gözleri garip, zorlayıcı bir şekilde parlıyordu, bu ışığın kaynağının ne olduğu anlaşılmıyordu. Yanaklarından aşağıya yavaş yavaş gözyaşlarının döküldüğünü görmek beni hüzünlendirmekten çok hayrete düşürdü. Nedenini bilmeden ben de sessizce ağlamaya başladım. Bakıcının gözyaşlarının bileğindeki kol saatime doğru aktığını düşündüm. Onun inancının meşum ağırlığını hissettim, birden korktum; birden kararsızlığım geçiverdi, su birikintisine daldım.

Su yapışkan değildi, ama ipek gibi saydam ve yeşildi. Üşümüyordum. Bakıcının iddia ettiği gibi suyu hissetmiyordum. Aslında hiçbir şey hissetmiyordum; sanki sıvı hissini veren ama ıslatmayan bir su birikintisinin ortasında yüzen, bedeninden ayrılmış bir farkındalık gibiydim. Suyun derinliklerinden ışık yayıldığını fark ettim. Bir balık gibi hız kazanmak için suyun üstüne sıçrayıp ışığı araştırmak için suya daldım.

Hava almak için suyun yüzeyine çıktım. “Bu su birikintisinin derinliği ne kadar?”

“Yeryüzünün merkezi kadar derin.” Esperanza'nın sesi yüksek ve netti; sesinde öyle bir katiyet vardı ki, sırf kendim olmak için ona karşı çıkmak istedim. Ama bana engel olan tedirgin edici bir şey vardı havada. Bütün çevremizi saran keskin, hışırtılı bir ses birdenbire bu doğal olmayan durgunluğu, bu gerginliği bozdu. Bu bir tür uyarı fısıltısıydı, tuhaf bir şeylerin olduğuna dair aceleci, uğursuz bir uyarıydı bu.

Tam bakıcının durduğu aynı noktada Esperanza duruyordu; çırılçıplaktı.

“Bakıcı nerede?” diye bağırdım paniğe kapılmış bir sesle. “Bakıcı benim,” dedi.

İkisinin bana korkunç bir oyun oynadıklarından emin olarak büyük bir kulaç atıp Esperanza'nın üstünde durduğu çıkıntılı iri kayaya doğru yöneldim. “Neler oluyor?” diye sordum, sesim fısıltı halinde çıkmıştı, çünkü güçlükle nefes alıyordum.

Bana olduğum yerde kalmamı işaret ederek, sanki hiç kemiği yokmuş da çözülüyormuş gibi hareket ederek, o karakteristik yürüyüşüyle bana doğru geldi. Bana bakmak için boynunu uzattı, sonra da yanıma yaklaşarak bileğine takılı kol saatimi gösterdi.

“Bakıcı benim,” diye tekrarladı.

Otomatikman kabul ederek başımı salladım. Ama o sırada, tam önümde, Esperanza yerine bakıcı daha önceki gibi çırılçıplak duruyor, bileğindeki saatimi gösteriyordu. Saate bakmadım; bütün dikkatim cinsel organına odaklanmıştı. Belki de iki cinsiyetli (hermaphodite) olduğunu düşünerek ona dokunmak için uzandım. Değildi. Elim hâlâ araştırırken, görmekten çok, bedeninin kendi içine katlandığını hissettim— elim bir kadın vajinasına dokundu. Penisin oralarda bir yerlerde saklı olmadığına emin olmak için vajinanın dudaklarını ayırdım.

“Esperanza . . .” Sesim kesildi, bir şey boğazımı sıkıştırıyordu. Bir şey beni su birikintisinin derinliklerine çekerken suyun yarıldığının bilincindeydim. Üşüyordum. Fiziksel bir üşüme değildi bu, daha ziyade sıcaklığın, ışığın, ses yokluğunun; bu su birikintisinin var olduğu dünyada insan duygusunun yokluğunun farkındalığıydı bu.

Hafif bir horlama sesiyle uyandım; Zuleica yerde serili bir hasır yaygının üstünde yanımda uyuyordu. Her zamanki gibi güzel görünüyordu, genç ve güçlüydü, ama yaydığı erk ve ahenge karşın—öbür kadın büyücülerin tersine—incinebilir görünüyordu.

Bir an onu seyrettim, sonra gecenin bütün olayları zihnimde akmaya başlayınca doğrulup oturdum. Onu sarsarak uyandırıp neler olduğunu anlatmasını isteyecektim ki tepelerdeki su birikintisinin yanında olmadığımızı, daha önce oturmuş olduğumuz aynı yerde, cadıların asıl evinin ön kapısının yanında olduğumuzu fark ettim.

Bütün bunların bir rüya olup olmadığını merak ederek yavaşça omzunu sarstım.

“Ah, nihayet uyandın,” diye mırıldandı uykulu uykulu. “Neler oldu?” diye sordum, “her şeyi anlatmalısın bana.” “Her şeyi mi?” dedi, yüksek sesle esneyerek.

Sert ve sabırsız bir tavırla, “Su birikintisinde olan her şeyi,” dedim.

Tekrar esnedi ve kıkır kıkır gülmeye başladı. Bileğindeki saatimi inceleyerek, içimdeki bir şeyin tahmin ettiğinden daha fazla yer değiştirdiğini söyledi. “Büyücülerin dünyasının, ürkek ruhları caydıran doğal bir engeli vardır,” diye açıkladı. “Büyücülerin bunu aşabilmeleri için müthiş bir güce gereksinmeleri var. Görüyorsun, büyücülerin dünyası canavarlarla, uçan ejderhalarla ve şeytani varlıklarla dolu, ki bunlar, elbette, kişisel olmayan enerjiden başka bir şey değil. Bizler kendi korkularımızla güdülenerek bu kişisel olmayan enerjiyi cehennem yaratıklarına dönüştürürüz.”

“Ama ya Esperanza'yla bakıcı?” diye sözünü kestim.

“Her ikisinin de gerçekten sen olduğunu gördüm rüyamda.”

“Öyleler,” dedi, sanki bu dünyadaki en doğal şeymiş gibi.

“Söyledim sana. Tahmin ettiğimden daha derine indin ve rüya görücülerin bu dünyadan başka dünyalarda rüya görme diye adlandırdıkları şeye girdin.

“Senle ben farklı bir dünyada rüya görüyorduk. Suyu hissetmemenin nedeni bu. Nagual Elias'ın icatlarını bulduğu dünya o. O dünyada ben erkek ya da kadın olabiliyorum. Ve tıpkı nagual Elias'ın icatlarını bu dünyaya getirmesi gibi, ben de ya Esperanza'yı ya da bakıcıyı getirebiliyorum. Ya da daha doğrusu, kişisel olmayan enerjim yapıyor bunu.”

Düşüncelerimi ya da duygularımı kelimelere dökemiyordum. Çığlık çığlığa koşup kaçmak için inanılmaz bir dürtü hissettim içimde, ama yapmadım. Hareket kontrolüm artık iradi bir mesele değildi benim için. Ayağa kalkıp çığlık atmaya çalışarak yere yıkıldım.

Zulieca benim bu halimden en ufak endişelenmiş ya da etkilenmiş değildi. Sanki bir bez bebek gibi yere sere serpe yayılmamışım gibi, sanki dizlerimin bağının çözüldüğünü görmemiş gibi konuşmaya devam etti. “İyi bir rüya görücüsün. Ne de olsa, bütün ömrün boyunca canavarlarla rüya görüyordun. Şimdi büyücüler gibi rüya görmek için, kişisel olmayan enerjinin rüyasını görmek için enerji kazanmanın zamanı geldi.”

Sözünü kesip, Esperanza ve bakıcıyla ilgili rüyama dair kişisel olmayan hiçbir şey olmadığını, esasında bunun kâbuslarımdaki canavarlardan daha beter olduğunu söylemek istedim, ama konuşamıyordum.

Zuleica gırtlağımdan çıkan acayip seslere aldırmadan, “Bu gece kol saatin seni yaşadığın en derin rüyadan geri getirdi,” diye konuşmasına devam etti. “Ve bunu ispatlamak için bir taşın bile var.”

Ağzım açık ona bakakalmış bir halde yattığım yere geldi. Eliyle cebimin içini aradı. Haklıydı. Taş tepeciğinden aldığım taş oradaydı işte.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön