Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

4 bolum gunumuzde eski goruculerin dunyasi


Adı olmayanın izniyle, bu anlatıyı tamamlamak ve kendi bütünselliği içinde gerçeği sunmak için tanıklığımı sürdürüyorum.

Bir gün, sabahın çok erken bir vaktinde bir telefon çağrısıyla uyandım. Arayan Carlos'tu ve doğrusu çok kötü bir hali vardı. Mexico'daki Camino Real oteline geldiğini ve çok hasta olduğunu söylüyordu. Tüm gece uyuyamamıştı. Beni aramak için günün ağarmasını beklediğini belirtti.

Kendisine nasıl yardımcı olabileceğimi sordum.

Komşu şehirdeki bir otçu tarafından kendisine özel hazırlanan, belli bir ilaca çok acil ihtiyacı olduğunu söyledi ve benden onu bulup bulamayacağımı sordu.

Emrine amadeydim. Şurubu bulmam için gitmem gereken yerin adresini ve adamın ismini verdi. Bana tuhaf gelen bir açıklamada bulundu. Zira konuştuğumuzla hiçbir ilgisi yoktu:

"Hernan Cortés Meksika'ya ulaştığında, gemilerinin yakılmasını buyurdu. Ona zaferi garantileyen bu sihirli eylem oldu. Bu onun için, kazanmaya ya da can vermeye mecbur olduğu anlamına geliyordu; başka seçeneği yoktu. Her girişimin sonuncu olabileceğini aklımızda tutmamız gerekiyor.”

Sözlerini keskin bir mide ağrısı olduğunu ve bu bitkilerin ağrısını dindirebilecek dünyadaki tek çare olduğunu söyleyerek sürdürdü.

Daha fazla beklemedim. Telefonu kapatır kapatmaz, otobüsle Mexico’dan bir saat çeken dağ yamacında şirin küçük bir şehir olan Tepoztlan'a gitmek için çoktan yola koyulmuştum. Niyetim, Carlos’un ağrısını dindirmeye yardım etmek için ısmarlanan şeyle birlikte mümkün mertebe hızlı geri dönmekti.

Her girişimin sonuncu olabileceğini bana açıkladığında ne demek istediğini, bugün geriye dönerek anlıyorum.

Otobüsten indim ve dosdoğru çarşıya yöneldim. Yolda yürürken, manzaranın güzelliğine hayran kalmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Şehre hâkim tepenin en üstünden, Tepozteco Piramidi görülebiliyordu.

Güneşli bir gündü, ve şehir merkezine varmam sadece birkaç dakikamı aldı. Çarşıda, otçular köşesini aradım ve Don Eladio'yu sordum. Hiç kimse onu tanıyor gözükmüyordu ya da sorularıma yanıt vermek istemiyorlardı.

Beyaz giyimli, hasır şapkalı ve sandaletli, Kızılderili simali, orta yaşlı bir adam bana nasıl yardımcı olabileceğini sorana kadar, ne yapacağımı bilmeksizin orada kaldım.

Ona Senyör José Cortes tarafından gönderildiğimi ve otçu Don Eladio'yu aradığımı söyledim. Yüzü kocaman bir gülümsemeyle aydınlandı; kendisinin Eladio Zamora olduğunu söyleyerek elimi sıktı, hizmetimdeydi.

Hazırladığı ilacı götürmek için buraya geldiğimi söyledim ona.

Neyden bahsettiğimi anlamamış gibiydi, fakat güçlü bir mide ağrısı çeken José Cortes tarafından gönderildiğimi söylediğimde, bir şeyler hatırlıyormuşçasına tepki gösterdi. Dramatik bir ses tonuyla, mevzubahis olanın ne olduğunu bildiğini ama ne yazık ki adı geçen bitkileri bir araya getiremediğini ve içiti hazırlamak için şimdilik uygun olmadığını söyledi.

Telaşlandım, zira çok iyi biliyordum ki, Carlos'un ona verdiği işleri savsaklamasından başka bir şey değildi bu; işleri ıskartaya çıkarmıştı.

Don Eladio'ya başka yerden bitki bulup bulamayacağımı sordum.

Kafasını hayır anlamında salladı:

“Aradığın şey kullanışsız, burada hiç kimse onu satmıyor."

Onun bulunabileceği bir yeri biliyor olması gerektiğini söyleyerek ısrarcı oldum.

Umutsuz halimi görünce, şu anda bitki aramaya gidemeyeceğini, ama belki hafta sonuna tekrar gelebileceğimi söyledi.

Çok sinirlendim ve ona bitkiyi ve bitkinin yetiştiği yeri bana tarif edip edemeyeceğini sordum, ilacı hazırlayabilmesi amacıyla, kendi başıma aramaya gidebilirdim. Kararlılığımı görünce, Don Eladio kabul etti, ama bitkinin bulunduğu yerin yorgunluk ve tehlike yaratabileceği konusunda beni uyardı.

"Her şeye hazırım!” diye bağırdım.

Sözlerimi değerlendirmiş gibiydi zira eski bir botanik kitabı getirdi ve sayfaları karıştırdıktan sonra bana bir bitki resmi gösterdi. Bana bitkinin bir tek yerde, buraya bir hayli uzaklıkta tepeler arasındaki dar bir boğazda bittiğini söyledi ve oraya hangi yolla ulaşabileceğimi açıkladı.

Oraya varmam için gereken sürenin iki saat olduğunu hesapladım, yola koyulmak için hemen oradan ayrıldım. Bu yerlerin güzelliği dayanılmazdı. Binlerce yıl önce, bir zamanlar bu boş patikalardan, eski zamanlardaki savaşçıların bir kez olsun geçmiş olması düşüncesi beni sevinçle doldurdu.

Tepe bana göründüğünden çok daha uzaktaydı. Boğaza vardığımda, mantar gibi her yanda bitmiş yüksek bitkilerin ortasına daha ustaca sokulabildim. Söz konusu yer, son yağmur sularının dağınık su birikintileri halinde toplanıp, yavaş ve tembelce aktığı bir yerde karşılıklı iki tepe tarafından biçimlendirilmişti.

Hayli uzun bir süre bitkiyi aradım. Nihayet onu buldum, ama onu toplamak için eğildiğimde, başımda çok güçlü bir darbe hissettim ve bilincimi kaybettim.

Kuvvetli bir ağrı beni uyandırdı. Bir yatakta, bir ot yığınının tepesinde uzanmıştım. Çevreme baktım ve bir kır kulübesinde bulunduğumu fark ettim. Yer sertleşmiş topraktandı, çatı isten kararmış ağaçtan kirişlerle desteklenen kiremitlerle kaplıydı.

Kilden bir fırının yanında Kızılderili kıyafetleri giyinmiş yaşlı bir kadın duruyordu. Beyaz tenli olduğu dikkatimi çekti. Uyandığımı görünce gülümsedi ve bana:

“İşte buradasın! Hoş geldin canlılar dünyasına! Bir an için seni kaybedeceğimi sandım” dedi.

Ne diyeceğimi bilmiyordum. Hareket etmeyi denedim, fakat kafamın içinde berbat bir ağrı hissettim; tüm vücudum ağrıyordu.

Yaşlı kadın çarçabuk yanıma geldi ve kımıldamamamı emretti, zira mucize eseri hayattaydım. Sanırım ağrıyı tekrar hissetmiş olmamdan kaynaklı, durumumun vahametine inanabildim ve bana dediğini yaptım.

Başıma ne geldiğini sordum. Bilmediğini söyledi. Bana saldıran haydutlar tarafından dövülmüş ve tepeliklerde ölüme terk edilmiş olduğumu düşünüyordu. Üstümdeki elbiseleri bana göstererek, beni bulduğunda çıplak olduğumu söyledi. O an tıpkı Kızılderili kadınlar gibi sinek kuşu desenli, beyaz bir etekle olduğumu fark ettim.

Yaşlı kadın kendini tanıttı. Adının Silvia Magdalena olduğunu, otçulukla uğraştığını, yaralarımı tedavi ettiğini söyledi.

Beni bulmuş olmasının bir talih olduğunu, onun yolu üzerine atılmış haldeyken neredeyse kan kaybından ölmek üzere olduğumu anlattı. Üç gündür bilincimin yerinde olmadığını, ancak bir ya da iki gün içinde ayağa kalkabileceğimi söyledi.

Sözleri beni yerimden sıçrattı. Yeniden doğrulmak istedim, fakat o kadar dermansızdım ki, tekrar yatağa kapaklandım.

Bana anlattıklarından ne kadar dehşete düştüğümü ve sızlanır bir tonda, ona bir arkadaşa bitki aramak için orada bulunduğumu takat görevimi tamamlayamadığımı, bundan dolayı da, kuşkusuz ki onu asla tekrar görmeyeceğimi söyledim.

Hikâyemi dinlediğinde gülmeye başladı. Niçin güldüğünü anlamadım.

Şaşkınlığımı görünce açıkladı:

“Aldırma sen bana, ben deli gibi gülerim!"

Müteakip günler hayatımın en garip günleri oldu. Her gün, Doña Silvia'nın çeşitli hastalıklardan muzdarip hastalarını nasıl tedavi ettiğini inceleme fırsatım oluyordu. Kendimi daha iyi hissettiğimde, kendisine yardım etmemi bile istedi. Bu şekilde, gerçekten hiç farkına varmaksızın şifacı olmaya başladım.

Zamanla, sanatının bütün inceliklerini öğrendim. Bana insanların enerjisini temizlemeyi, farklı tipte hastalıklar için; birçok şiropratik teknik ve sınırsız sayıda çay reçetesiyle bakım yapmayı öğretti.

Silvia Magdalena’nın bir büyücü olduğunu çabuk anladım, bir öğrenci gibi kabul görmüştüm. Sadece onun yakınında olmak olgusu bile benim için gerçekten büyük zevkti. Yaptığı her şeye nükteli ve dramatik bir yan katması harikaydı ve bana Carlos’un kendi ustalarından aktardığı betimlemeleri hatırlatıyordu.

Yatakta yaklaşık üç gün geçirdim. Başlangıçta en zoru, şifacının yardımcılarının tuvalete gitmem için bana yardıma geldikleri, hareket edemediğim zamandı. Şifacının evin uzağında olması gerçeği durumu kolaylaştırmıyordu.

Bir gün, kendimi çok daha iyi hissettiğimde, Dona Silvia önümüzdeki dolunayda benim için bir el verme töreni yapılacağını söyledi. Onun dünyası hakkında şimdiden çok şey öğrenmiştim ve büyük bir onurla kabul ettim.

"Sana söyleyebileceğim tek şey, bu törene katılanlar sonsuza kadar değişir ve asla tekrar eskisi gibi olamazlar. Bunun geri dönüşü yok," diye ekledi.

Her zamanki gibi, bana söylediğini anlamadım. Zaten hep tuhaf ifadeler kullanırdı.

Benden kendisiyle gelmemi istediğinde, saat akşamın dokuzuna geliyordu. Bir ateşin çevresinde birkaç insanın oturduğu bir yere varana kadar, yaklaşık bir saat karanlıkta yürüdük. Yaklaştığımızda, bir jestle bana özel bir taşa oturmam gerektiğini işaret etti.

Toplantı yeri bir çağlayanın yakınındaydı; onun gürleyişini duyabiliyor ve bulunduğumuz yere kadar ulaşan nemli havasını hissedebiliyordum.

Diğer katılımcıların görülmesi için ateş kâfiydi. Grup, Dona Silvia'nın yaşında birkaç yaşlı ile birlikte çoğunluğu genç, on beş kişiden oluşuyordu. Rahatı yerinde ve bir kenarda olmaktan biraz rahatsız oldum, zira tek yeni gibi görünüyordum.

Bu türden bir törene daha önce hiç katılmamıştım, dolayısıyla ne nasıl davranılacağını, ne de öngörülen programı biliyordum. Bu beni endişeli kılıyordu. Katılımcılar anlayamadığım görkemli şarkılar söylediler, tanımlanamaz bir arzuyla dolmuştum.

Bir süre bekledik, sonra kurt postuna bürünmüş bir adam çıktı karanlıktan. Garip bir tarzda dans ederek ateşe yaklaştı. Maske yerine hayvanın kafasını taşıyordu ve yüzünü göremiyordum. Tavır ve hareketlerinden, bunun bir büyücü olduğunu hemen anladım.

Adam bir tek kelime etmeden bana doğru geldi. Çok ustaca bir hareketle, sol elimi yakaladı ve kolunun altına geçirdi, beni tam sırtına doladı. Parmaklarımın arasında keskin bir ağrı hissettim ve kolumu çekmek istedim, fakat kararlı bir biçimde kolumu tutuyordu. Beni bıraktığında, yüzükle orta parmağımın arasına bir kesik atmış olduğunu gördüm.

Şoktaydım, eğer dehşetle felce uğratılmış olmasaydım koşarak kaçacaktım.

O haldeyken, büyücü daha fazla kan çıkarmak için elime bastırdı, birazını yere, birazını ateşe ve kalanı kilden bir tabağın üzerine döktü.

Sonra, bana kalkmamı, elbiselerimi çıkarmamı ve gözlerimi kapatmamı buyurdu. Sözlerinde öylesine bir güç ve otorite vardı ki boyun eğdim.

Uzun süre, büyücü çevremde dua etti ve şarkı söyledi. Sonra, üzerime üflediğini ve hoş kokulu bitkileri tüm bedenime sürdüğünü hissediyordum. Sonunda, beni bir meşalenin ateşiyle ya da bunun gibi bir şeyle yıkadı.

Bir anda, sıcak ve yapışkan bir maddeyi kafamın üzerinden döktüğünü hissettim. Çok meraklanıyordum fakat ona itaatsizlik etmeye ve bakmaya cesaret edemedim.

Nihayet, gözlerimi açmamı buyurdu. Tam bir şok! Vücudum kanla kaplanmış! Karşımdaki dik bir kayanın üzerinde, boynu kesik kara bir teke bedeni gördüm. Karşı çıkmak istiyordum, ama durumun ciddiyeti beni engelliyordu.

Sonra, bana yıkanmaya gitmemi söylediler; denileni yaptım. Karşılarında çıplak ilerliyordum ve çağlayana doğru yöneldim. Su soğuktu, ama vücudum alev alevdi ve tüm vücudumu kaplayan kırmızı kanı yıkarken soğuk suyun yarattığı duygu çok hoştu.

Sudan çıktığımda, kendimi kurulamam için bir kişi havluyla bekliyordu. Elbiselerimi bana verdiler ve giyindim. Bu beklenmedik olaylar karşısında hâlâ şaşkındım. Sonra, ateşin yanındaki yerimi aldım.

Daha henüz oturmuştum ki, çemberin etrafında yeniden grup oluşturanlar peyote tomurcuklarıyla dolu bazı sepetleri elden ele geçirmeye başladılar. Herkes bir tomurcuk alıyor ve sepeti solundakine uzatıyordu. Reddetmek üzereydim, fakat hiçbir neden yoktu bunun için; kararımı önceden vermiştim. O zaman "ne bekliyorsun" dedim kendi kendime ve sevinçle törene katılmaya hazırlandım.

Peyote yedik ve gecenin büyük bir bölümünde şarkılar söyledik. Bir anda, bitkinin etkisi kendisini göstermeye başlamışken, büyücü bana yaklaştı ve maskesini çıkardı. Neredeyse korkudan bayılacaktım. Katedralin yeraltı ayin salonunda gördüğüm, aynı hayalet olduğuna yemin edebilirdim!

Sırtımdan bir ürperti geçti ve çığlık atmak istedim, ama büyücü garip bir sesle benimle konuştu; sesi çok pürüzlü ve belirgin bir biçimde kuruydu. Bana adının Melchor Ramos olduğunu söyledi ve aramıza hoş geldin dedi.

Ne yanıt vereceğimi bilmiyordum, sadece bir baş işaretiyle onaylamakla yetindim. Çok özel bir bilinç durumundaydım ve o an yararlandığım berraklık günlük hayatımdakine benzemiyordu.

Tan ağarırken, yardımcılar ateşin közlerinden kocaman bir helezon yaptılar. Don Melchor bana doğru geldi ve Xolostoc (şeytan) kendini bana gösterene kadar helezona bakmam gerektiğini söyledi.

Büyüyen bir korkuyla, kendime bunun bütünüyle sembolik olduğunu söyleyerek bana emrettiğini yaptım. Fakat közlere baktıktan bir müddet sonra onu döndürdüm ve artık kendimde etkili olamadığım tam bir karanlığın, bir tünelin içine düştüğümü hissettim.

O geceden itibaren, geldiğim dünyanın içine asla geri dönmedim. Başıma gelen her şeyi şimdi anlıyorum. Ustam ve velinimetim olan bu harika varlıkların yolu üzerine beni çıkarmış olan masalsı güzel şansıma minnettarım.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön