Benden büyük kuzenlerimden biri tıp eğitimi görüyordu. Stajyer hekim olduğu günlerin birinde beni alıp morga götürmüştü. Genç bir erkeğin mutlaka ölü insanları görmesi gerektiğini, çünkü bu görüntünün çok eğitici bir şey olduğunu, hayatın faniliğini gözler önüne serdiğini söylerdi. Hep bağıra çağıra nutuklar çekerek beni gitmek için ikna etmeye çalışırdı. Ölüm karşısında ne denli güçsüz olduğumuzu anlatıp durdukça, iyice meraklanmaya başlamıştım. Bir ceset görmemiştim, hiç. En sonunda merakım galip geldi ve peşine takıldım.
Morgda bir sürü kadavra gösterdi ve korkudan taş kesilmemi sağladı. Bu işte eğitici ve aydınlatıcı hiçbir şey bulamamıştım. Hiç kuşkusuz, hayatımda gördüğüm en dehşet verici şeylerdi. Kuzenim benimle konuşurken, sanki her an çıkagelecek birini bekliyormuş gibi sürekli saatine bakıyordu. Beni gücümün yettiğinden daha fazla bir süre morgda tutmak istediği besbelliydi. Rekabetçi kişiliğim yüzünden, dayanma gücümü, erkekliğimi sınadığı hissine kapılmıştım. Dişlerimi sıktım ve sonuna kadar dayanmaya ahdettim.
Son, hiç ummadığım şekilde geldi. Bütün cesetlerin uzatılmış olduğu mermer masadan bir takırtı yükseldi, ve üzeri çarşafla örtülü bir kadavra, sanki oturmaya hazırlanırmış gibi yerinden kalkıverdi. Öyle korkunç bir geğirme sesi çıkarmıştı ki, ömrümün sonuna dek unutamayacağım şekilde içime işledi. Kuzenim bir hekim, bir bilim adamı olarak, bunun tüberkülozdan ölen bir adamın cesedi olduğunu, ciğerlerinin bir bakteri tarafından içleri hava dolu çok büyük boşluklar bırakacak biçimde kemirilmiş olduğunu, ve böyle durumlarda ortamın ısısı değiştiğinde, bunun bedenin kalkıp oturmasına, ya da en azından kasılmasına neden olduğunu açıklamıştı.
"Hayır, daha bulamadın," dedi don Juan, başını iki yana sallayarak. "Bu sadece senin korkun hakkında bi öykü. Kendim de korkudan ölürdüm; ancak korku kimsenin yolunu aydınlatmaz. Ama sana ne olduğunu merak ettim."
"Ölüm meleği gibi çığlıklar attım," dedim. "Başımı göğsüne gömüp üstüne başına kustuğum için kuzenim bana ödlek, tabansız dedi."
Yaşamımın marazi bir anısını canlandırmış olmalıydım. Lisede tanıdığım, bir salgı bezi hastalığı yüzünden dev boyutlarda büyüyen on altı yaşında bir oğlana ait bir öyküm daha vardı. Kalbi bedeniyle aynı hızda büyümediği için, çocuk kalp yetersizliğinden ölmüştü. Marazi bir merakla, yanıma bir çocuk daha alıp morga gittim. Herhalde marazilikte bizden geri kalmayan morg görevlisi, bizi arka kapıdan içeri soktu. Şaheserini gösterdi bize. İki metre otuz santimden uzun olan devasa çocuğu normal boydaki bir tabuta sığdırabilmek için bacaklarını testereyle kesmişti. Ölü çocuğun sanki kollarında iki kupa taşıyormuş gibi tuttuğu bacaklarını bedeninin iki yanına nasıl yerleştirdiğini gösterdi.
Yaşadığım korku, çocukken morgda duymuş olduğum korku kadar büyüktü; ama bu yeni korku fiziksel bir tepki değil, ruhsal bir sarsıntıydı.
"Nerdeyse oluyor," dedi don Juan. "Ancak öykün hâlâ fazla kişisel. İğrenç bi öykü. Midemi bulandırıyor, ama büyük potansiyel görüyorum."
Günlük yaşamdaki olaylarda rastlanan dehşete don Juan'la birlikte güldük. O ana kadar yakalayıp bıraktığım marazi anılar arasında umutsuzca kaybolup gitmiştim. Ona en iyi dostum Roy Goldpiss'in öyküsünü anlattım, bu kez. Aslında bir Polonyalı soyadı vardı, ama arkadaşları Goldpiss (Altın işeyen) diyorlardı ona, çünkü dokunduğu her şeyi altına çeviriyordu; müthiş bir işadamıydı.
İş alanındaki yeteneği onu son derece hırslı biri haline getirmişti. Dünyanın en zengin adamı olmak istiyordu. Ancak rekabetin çok güçlü olduğunu da keşfetmişti. Ona göre, sadece işadamı olarak herkesle boy ölçüşmek yetmezdi; örneğin bir İslami tarikatın o zamanki lideri her yıl ağırlığınca altınla tartılmaktaydı. Bu lider her tartılışından önce mümkün olduğu kadar şişmanlıyordu.
Sonra, hedefini biraz küçülten dostum, Birleşik Amerika'nın en zengin adamı olmaya karar verdi. Bu alanda da vahşi bir rekabet hüküm sürmekteydi. Bir basamak daha indi: Belki Kaliforniya'daki en zengin adam olabilirdi. Bunun için de geç kalmıştı. Kaliforniya’nın sahibi olan köklü ailelerle, pizza ve dondurma salonları zincirini kullanarak iş dünyasında yarışabilecek düzeye yükselebilme umudunu da yitirdi. Yaşadığı Los Angeles banliyösünün, Woodland Hills'in en zengin adamı olmaya razı oldu. Bir talihsizlik eseri, evinin bir sokak ötesinde Mr. Marsh oturuyordu; Birleşik Amerika'nın her yerinde birinci kalite yorganlar üreten fabrikaların sahibiydi bu adam, ve inanılmaz ölçüde zengindi. Roy'un düş kırıklıklarının sonu yoktu. Başarma dürtüsü öyle güçlüydü ki, sonunda sağlığını bozmuştu. Günün birinde beyin kanamasından öldü.
Onun ölümü, sonuç olarak, bana morga ya da cenaze evine yapılacak üçüncü ziyareti getirdi. Roy'un en yakın dostu olduğumdan, karısı cenazenin uygun biçimde giydirilmesine nezaret etmemi rica etmişti. Cenaze evine gittim, ve bir erkek sekreter tarafından arka taraftaki odaya alındım. Odaya girdiğim sırada, yüksek mermer bir masada çalışmakta olan cenazeci, sağ elinin orta parmağını avcunun içinde tutarak işaret parmağı ve küçük parmağıyla, çoktan ölüm katılığına girmiş olan cesedin üst dudağının kenarlarını zorla yukarıya doğru kıvırmakla meşguldü. Roy'un ölü suratında acayip bir tebessüm belirirken, cenazeci bana doğru hafifçe dönüp yaltaklanan bir sesle şöyle dedi: "Umarım bu sizi hoşnut eder, beyefendi."
Roy'un karısı—kocasını sevip sevmediğini kimse bilmeyecek—onu hak ettiğini düşündüğü tüm şatafatla gömmeye karar vermişti. Bir filmden esinlenerek, telefon kulübesine benzeyen, son derece pahalı özel yapım bir tabut satın almıştı. Roy sanki bir iş görüşmesi yapıyormuş gibi, oturur vaziyette gömülecekti.
Törene kalmadım. Tam bir öfke nöbeti içinde ayrıldım ordan, kızgınlıkla çaresizlik karışımı bir duyguyla doluydum, hırsımı kimseden almam mümkün değildi.
"Bugün gerçekten heyheylerin üstünde," dedi don Juan, gülerek. "Ama buna karşın, ya da belki bu yüzden, oraya nerdeyse ulaştın. Eşiğindesin."
Don Juan'ı görmeye her gidişimde, ruhsal durumumda yaşadığım değişiklikler hep hayran bırakmıştı beni. Her zaman huysuz, suratsız, alabildiğine ukala ve kuşkucu bir ruh haliyle varırdım oraya. Bir süre sonra gizemli bir şekilde değişir, gittikçe rahatlar ve sonunda hiç olmadığım kadar sakinleşirdim. Ancak yeni ruhsal durumum, eski sözcük dağarcığımda gizlenmiş olurdu. Benim olağan konuşma biçimim, yüksek sesle şikayet etme arzusunu bastıran, ama sonsuz yakınmalarını konuşmasının her yerinde sezindiren, tümüyle hoşnutsuz bir insanın tarzıydı.
"Bana senin albümünden anımsanmaya değer bir olay örneği verebilir misin, don Juan?" diye sordum, her zamanki örtülü şikayet tarzımla. "Peşinde olduğun şeyin bir örneğini görsem, ortaya bir şeyler çıkarabilirdim belki. Yoksa böyle karanlıkta umutsuzca ıslık çalıyor gibiyim."
"Kendini bu kadar açıklamaya uğraşma," dedi don Juan, gözlerinde sert bir bakışla. "Büyücüler, her açıklamada gizli bi özür vardır derler. Yani şunu ya da bunu niye yapamayacağını açıklarken, aslında eksikliklerin için özür dilemektesin; dinleyenin seni anlayacak kadar nazik olmasını umarak."
Aleyhimde konuşulduğunda en işe yarar taktiğim, bana hücum edenleri dinlemeyerek etkisiz hale getirmekti. Ancak don Juan, ilgimi en ufak kırıntısına kadar esir almak gibi berbat bir yeteneğe sahipti. Bana nasıl saldırırsa saldırsın, ne derse desin, her sözcüğüne beni adeta perçinlemeyi başarıyordu. Bu olayda da, hakkımda söyledikleri hiç hoşuma gitmemişti; zira gerçeğin ta kendisiydiler.
Bakışlarından kaçındım. Kendimi her zamanki gibi bozguna uğramış hissediyordum, ama bu seferki garip bir yenilgiydi. Beni günlük yaşamımın dünyasında yapacağı gibi, ya da don Juan'ın evine henüz vardığım zamanki gibi rahatsız etmiyordu.
Çok uzun bir sessizlikten sonra, don Juan tekrar konuştu.
"Kendi albümümden bi örnek vermekten daha iyisini yapacağım," dedi. "Sana kendi yaşamından anımsanmaya değer bi olay örneği vereceğim; derlemine mutlaka girmesi gereken bi olay. Ya da şöyle diyebilirim; senin yerinde ben olsaydım, onu kesinlikle anmaya değer olaylar derlemime koyardım."
Don Juan'ın şaka yaptığını zannedip aptal aptal güldüm.
"Bu gülünecek bi mesele değil," dedi, sertçe. "Ben ciddiyim. Bana bi zamanlar tam duruma uygun bi öykü anlatmıştın."
"Hangi öyküymüş o, don Juan?"
"Aynanın önündeki vücutların öyküsü," dedi. "O öyküyü yeniden anlat bana. Ama anımsayabildiğin tüm ayrıntılarıyla anlat."
Öyküyü üstünkörü bir biçimde anlatmaya başladım. Sözümü kesti ve dikkatli, ayrıntılı bir anlatı istedi, en başından. Yeniden denedim, ama tatmin olmamıştı.
"Haydi bi yürüyüşe çıkalım," diye önerdi. "Yürürken, otururken olduğundan çok daha dikkatlisin. Bi şey anlatmaya çalışırken bi aşağı bi yukarı gezinme gereksinmen pek yabana atılacak bi şey değil."
Gün boyunca genellikle yaptığımız gibi, evdeki çardağın altında oturmaktaydık. Bir düzen geliştirmiştim: Her seferinde aynı noktaya oturuyor, sırtımı duvara yaslıyordum. Don Juan'ın ise çardağın altında çeşitli yerleri vardı; asla aynı noktada oturmazdı.
Günün en kötü zamanında, öğle üzeri bir yürüyüşe çıktık. Bana eski bir hasır şapka giydirdi, güneşin altına her çıkışımızda yaptığı gibi. Uzun süre tam bir sessizlik içinde yürüdük. Elimden geleni yapıyor, öykünün her ayrıntısını hatırlayabilmek için kendimi zorluyordum. Öğleden sonra, birkaç yüksek çalı öbeğinin gölgesine oturduğumuzda, tüm öyküyü yeniden anlattım.
Yıllar önce, İtalya'da bir sanat okulunda heykel çalışırken, eleştirmen olmak için sanat eğitimi gören İskoçyalı bir arkadaşım vardı. En fazla aklımda kalan özelliği, ki bu don Juan'a anlattığım öyküyle de bağlantılıydı, kendisi hakkmdaki tumturaklı fikirleriydi; en hovardasından, şehvetli, çok yönlü bilgin ve sanatkâr, tam bir Rönesans adamıydı, kendine göre. Hovarda olduğu doğruydu; ama şehvetlilik, onun kemikli, kuru, ciddi yapısına taban tabana zıttı. İngiliz filozof Bertrand Russell'ın sadık bir takipçisiydi ve onun mantıksal pozitivizmini sanat eleştirisine uygulamayı hayal ediyordu. Çok yönlü bir bilgin ve sanatçı olmaksa herhalde en çılgın hayaliydi; çünkü her işini sürüncemede bırakan biriydi, çalışmak bir cezaydı onun için.
En kuşkulu uzmanlığı ise sanat eleştirmenliği değil, çevredeki bir sürü genelevin fahişeleri konusundaydı. Bana verdiği uzun ve renkli raporlar—uzmanlık dünyasında yaşadığı bütün o harika şeylerden beni günü gününe haberdar etmek içindi. Bunlar, ona göre—çok eğlenceliydi. Bu yüzden, bir gün heyecandan nefesi kesilmiş bir halde evime gelip de başına olağanüstü bir şey geldiğini ve bunu benimle paylaşmak istediğini söylediğinde hiç şaşırmadım.
"Bana bak moruk, bunu kendi gözlerinle görmelisin!" dedi heyecanla, benimle konuşurken hep kullandığı o yapmacık Oxford aksanıyla. Heyecan içinde odayı arşınlıyordu. "Anlatması zor, ama biliyorum beğeneceksin. Hayat boyu etkisinden kurtulamayacağın bir şey bu. Ömrünce unutamayacağın harika bir armağan veriyorum sana. Anlıyor musun?"
Anladığım, onun isterik İskoçyalı'nın teki olduğuydu. Ona ayak uydurmak, peşinde dolaşmak hep büyük keyifti. Hiç pişman olmamıştım.
"Sakin ol, Eddie, sakin ol," dedim. "Ne anlatmaya çalışıyorsun?"
Bir geneleve gittiğini, ve orada "aynanın önündeki vücutlar" adını verdiği harika bir şey yapan inanılmaz bir kadın bulduğunu anlattı. Adeta kekeleyerek, bu inanılmaz olayı şahsen denemek zorunda olduğumu tekrarlayıp duruyordu.
"Bana bak, para için endişelenme!" dedi, hiç param olmadığını bildiği için. "Ben zaten ücretini ödedim. Bütün yapman gereken benimle gelmek. Madam Ludmilla sana aynanın önündeki vücutlarını gösterecek. Ne bomba ama!"
Gülümserken hep sımsıkı kapattığı dudaklarının ardına gizlediği bozuk dişlerinin görünmesine bu kez hiç aldırış etmeden, bir coşku nöbeti içinde kahkahalarla gülüyordu. "Sana söylüyorum, tek kelimeyle muhteşem!"
Merakım giderek artıyordu. Yeni eğlencesine katılmak için daha istekli olamazdım. Eddie beni arabasıyla kentin kenar mahallelerine götürdü. Kirli, harap, duvarlarının boyaları dökülen bir binanın önünde durduk. Bir zamanlar otel iken sonradan apartmana dönüştürülmüş bir yere benziyordu burası. Lime lime olmuş bir otel tabelasının kalıntılarını görebiliyordum. Binanın ön tarafında, çiçek saksıları ya da kuruması için sarkıtılmış halılarla dolu balkonlar sıralıydı.
Girişte, sıkıyormuş gibi duran sivri burunlu siyah ayakkabılar giymiş, esmer, karanlık görünüşlü iki adam Eddie'yi coşkuyla selamladılar. Tehdit dolu, sinsi bakışlı kara gözleri vardı. İkisi de irikıyım gövdelerine ufak gelen parlak, açık mavi takım elbiseler giymişti. Bir tanesi Eddie'ye kapıyı açtı. Bana bakmadılar bile.
Bir zamanlar lüks olduğu belli olan yıkık dökük bir merdivenin iki katını tırmandık. Eddie öne geçti, ve otellerdeki gibi iki yanında kapılar sıralanmış uzun, boş bir koridor boyunca yürüdük. Bütün kapılar kasvetli, koyu bir zeytin yeşiline boyanmıştı. Her kapıda, boyalı tahtanın üstünde zar zor görülebilen, zamanla parlaklığını yitirmiş pirinçten bir numara vardı.
Eddie bir kapının önünde durdu. Üzerindeki 112 yazısını okudum. Kapıya birkaç kez vurdu. Kapı açıldı, ve sarıya boyalı saçlı, tombul, kısa boylu bir kadın tek kelime etmeden, işaretle bizi içeri buyur etti. Kolları fırfırlı, tüylerle kaplı kırmızı ipek bir sabahlık ve üstlerinde kürklü toplar bulunan kırmızı terlikler giymişti. Bizi içerdeki küçük salona alıp arkamızdan kapıyı kapattığında, Eddie'yi berbat bir İngilizce ile selamladı.
"Marhaba, Eddie. Arkadaş getirdin, he?"
Eddie kadınla tokalaştı, sonra çapkın bir tavırla elini öptü. Son derece sakin davranıyordu, ama farkına varmadan yaptığı tedirgin hareketleri görebiliyordum.
"Bugün nasılsınız, Madam Ludmilla?" dedi, bir Amerikalı gibi konuşmaya çalıştı— çuvallayarak.
Eddie'nin bu kötü şöhretli evlerde iş kovalarken neden hep bir Amerikalı gibi konuşmaya çalıştığını bir türlü anlayamamıştım. Amerikalılar zengin tanındıklarından, o insanların arasında itibar kazanabilmek için böyle yaptığından kuşkulanıyordum.
Eddie bana döndü ve o yapmacık Amerikan aksanıyla konuştu, "Seni emin ellere emanet ediyorum, ahbap."
Sesi kulaklarıma öyle acayip, öyle yabancı gelmişti ki, gülmekten kendimi alamadım. Madam Ludmilla bendeki bu ani neşe gösterisinden rahatsız olmuşa hiç benzemiyordu.
"İngilizce biliyor müsün, delikanlim?" diye bağırdı, sanki sağırmışım gibi, "Mısırlıya benziyörsün, ya da belki Türk'e." Madam Ludmilla’ya iki milletten de olmadığımı, ve İngilizce bildiğimi söyledim. Sonra bana aynanın önündeki vücutlarını hayal edip etmediğimi sordu. Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Başımı olumlu anlamda salladım.
"Ben iyi şov yapacak sana," diye söz verdi. "Aynanın önündeki vücutlar ön sevişme, yalniz. Kızışıp hazır olduğunda, bana haber ver."
Ayakta dikildiğimiz küçük holden çıkıp karanlık ve ürkütücü bir odaya girdik. Pencerelerde ağır perdeler vardı. Duvarlardaki apliklerde düşük voltajlı sarı ampuller yanıyordu. Ampuller tüp biçimindeydi ve duvarlara dik açılı çıkıntılar yapacak şekilde yerleştirilmişlerdi. Odanın her tarafında bir eşya kalabalığı vardı: küçük sandıklara ya da çekmecelere benzeyen mobilyalar, antika masalar ve sandalyeler, duvara dayalı ve üzeri kağıtlar, kurşun kalemler, cetveller ve en azından bir düzine makasla tıka basa doldurulmuş stor kapaklı bir yazı masası. Madam Ludmilla beni eski bir koltuğa oturttu.
"Yatak öbür odada, sevgilim," dedi, odanın öte tarafını işaret ederek. "Burası benim antisalam (bekleme odam) Burda sana gösteri yapacak, kızışıp hazır olasın diye."
Kırmızı sabahlığını yere bıraktı, terliklerini tekmeleyip attı, ve duvarda yan yana dayalı bulunan iki süslü dolabın çifte kapılarını açtı. Her iki kapının da iç tarafına birer boy aynası monte edilmişti.
"Ve şimdi müzik, delikanlim," dedi Madam Ludmilla, ve yepyeni duran pırıl pırıl bir Victrola gramofonun kolunu döndürdü. Bir plak koydu. Bana bir sirk marşını hatırlatan hüzünlü bir müzik yükseldi
"Ve şimdi de, işte gösterim," dedi ve hüzünlü melodiye uyarak fırıl fırıl dönmeye başladı. Genç olmadığı halde, Madam Ludmilla'nın vücudu oldukça diri ve olağanüstü beyazdı. Kırklı yaşlarının iyice sonlarında olmalıydı. Karnı sarkıktı, ama çok değil, birazcık; kocaman göğüsleri de öyle. Yüzünün derisi de hatırı sayılır ölçülerdeki gıdısına doğru sarkmıştı. Küçük bir burnu, kıpkırmızı boyalı dudakları vardı. Kirpiklerine kaim bir tabaka siyah rimel sürmüştü. Tipik bir yaşlı fahişeydi işte. Ancak çocuksu bir yan vardı onda, kızlara yakışır bir teslimiyet, bir güven duygusu taşıyordu, beni sarsan bir tatlılığa sahipti.
"Ve şimdi, aynanın önündeki figürler," diye ilan etti Madam Ludmilla, müzik eşliğinde.
"Bacak, bacak, bacak!" dedi; müzikle birlikte önce bir bacağını, sonra öbürünü yukarı fırlatarak. Sağ elini başının üzerinde tutuyordu, hareketleri yapabileceğinden emin olmayan küçük bir kız gibiydi.
"Dön, dön, dön!" dedi, bir topaç gibi dönerek.
"Kıç, kıç, kıç!" dedi sonra, bir kankan dansçısı gibi çıplak poposunu göstererek.
Victrola'nın zembereğinin kurgusu bitip de müzik hafiflemeye başlayana dek, aynı hareketleri defalarca tekrarladı. Müzik hafifledikçe, Madam Ludmilla'nın gittikçe küçülerek, uzaklara doğru döne döne kaybolduğu duygusuna kapılmıştım. Varlığından haberdar olmadığım bir çaresizlik ve yalnızlık duygusu benliğimin derinliklerinden yükseldi, yerimden kaldırıp odanın dışına fırlattı beni, deli gibi merdivenlerden indim, binadan dışarı, sokağa attım kendimi.
Eddie dışarda durmuş, parlak mavi elbiseli adamlarla sohbet ediyordu. Nasıl koştuğumu görünce, kahkahalarla gülmeye başladı.
"Bomba gibi değil miydi?" dedi, hâlâ Amerikalı gibi konuşmaya çalışarak. '"Aynanın önündeki hareketler ön sevişme, yalnız.' Ne iş ama! Ne iş ama!"
Öyküyü don Juan'a ilk aktarışımda, o hüzünlü melodiden ve yaşlı fahişenin müzik eşliğinde beceriksizce dönmesinden ne kadar derinden etkilendiğimi anlatmıştım. Arkadaşımın ne denli katı yürekli olduğunu anlamak da çok etkilemişti beni.
Sonora sıradağlarında bir tepede otururken, don Juan'a öykümü yeniden anlatıp bitirdiğimde, tanımlanamaz bir şey anlaşılmaz biçimde etkisi altına almıştı beni; titriyordum.
"Bu öykü,” dedi don Juan, "anımsanmaya değer olaylar albümüne girmeli. Arkadaşın, yaptığı hakkında hiçbi fikri olmadan bi şey verdi sana; kendisinin de söylediği gibi gerçekten bi ömür boyu sende kalacak bi şey."
"Bu hüzünlü bir öykü benim için, don Juan, ama hepsi bu," dedim.
"Sahiden de hüzünlü bi öykü, tıpkı öbür öykülerin gibi," diye yanıtladı don Juan, "ama benim için onu farklı ve anımsanmaya değer kılan, öbür öykülerindeki gibi sadece seninle değil, biz insanoğullarının tümüyle ilgili olması. Anlıyor musun, Madam Ludmilla gibi, genç olsun yaşlı olsun, her birimiz şu ya da bu şekilde aynanın önünde hareketler yapmaktayız. İnsanlar hakkında bildiklerini bi toparla. Bu dünya üzerindeki hangi insanı alırsan al, hiç kuşkusuz anlayacaksın ki, kim olursa olsun, ya da kendisi hakkında ne düşünürse düşünsün, eylemlerinin sonucu her zaman aynıdır: bi aynanın önündeki anlamsız hareketler."