1

Konu: Ölümü danışman tutmak

Bir görücü için gerçek, tüm yaşayan varlıkların ölmek için çabaladığıdır. Ölümü durduran farkındalıkdır. Don Juan ölümün insanoğlunun ebedi yoldaşı olduğunu vurgular. Daima solda, bir kol boyu arkada bulunan, savaşçının tek bilge danışmanıdır ölüm. Bir savaşçı bir şeyler yolunda gitmediğinde ve yolun sonuna geldiğini hissettiğinde ölümüne dönüp danışmalıdır. Ölümü ona yanıldığını, kendisinden başka hiçbir şeyin önemi olmadığını söyleyecektir. Ölümü şöyle diyecektir ona; "Ben sana daha dokunmadım ki."

İnsanın erki ölçülemez; ölüm doğduğumuz andan başlayarak ona niyetlenmiş olmamızdan dolayı vardır. Ölüm niyeti birleşim noktasının yeri değiştirilerek askıya alınabilir.

Don Juan Castaneda'ya, "Erk sana, ölümün, inanmak zorunda olmanın vazgeçilmez bir parçası olduğunu gösteriyor. Ölüm bilinci yoksa, her şey sıradanlaşır. Çünkü ölüm pusuda bekler, dünya ise anlaşılmaz bir gizemdir.", der. Yani, erk oluşturan her bilgi kırıntısının merkezindeki güç ölümdür. Ölüm nihai dokunuşu sağlar ve ölümün dokunduğu her şey, gerçekten erk haline gelir.

"Ölüm karnından dolar insanın içine,"der don Juan, "istenç aralığından giriverir içeri. İnsanın en duyarlı en önemli bölgesidir bu yarık. İstencin bulunduğu yerdir orası ve hepimiz oradan ölürüz işte. Çok iyi bilmekteyim, çünkü dostum beni o aşamaya getirmişti bir kezinde. Bir büyücü istencini ayarlayıp, ölümün girmesine göz yumar da, tam yamyassılaşıp yayılışına geçerken, o kusursuz istenci gene egemen olup o sisleri yeniden o kişiye dönüştürür."

Castaneda ölüme bakışıyla ilgili bir deneyimini şöyle anlatır;

"Akşamın geç saatlerinde daha da yüksek bir yaylaya ulaşmıştım. Daha önce de oraya gelmişim gibi hissettim. Anımsamak amacıyla çevreme baktım ama orayı çeviren doruklardan hiçbirini tanıyamadım. Uygun bir yer seçtikten sonra çıplak kayalık bir alanın kıyısında dinlenmek için oturdum. Çok ılık ve asude bir yerdi. Sukabağımdan biraz yiyecek çıkarayım dedim, ama boşalmıştı. Biraz su içtim. Ilımış, bayatlamıştı. Don Juan'ın evine dönmekten başka çarem kalmadığını ve derhal geriye dönmek için yola koyulmam gerektiğini düşündüm. Karın üstü yere uzanarak başımı koluma yasladım. Rahat edemeyip pozisyonumu bir kaç kez değiştirdikten sonra batıya doğru dönmüş olduğumu gördüm. Güneş epey alçalmıştı. Gözlerim yorulmuştu. Gözlerimi yere doğru çevirip baktığımda irice siyah bir böcek gördüm. Küçük bir kayanın ardından, boyunun iki katı irilikte bir gübre parçasını iterek gelmekteydi. Uzun bir süre onun hareketlerini izledim. Böcek benim mevcudiyetimle ilgilenmeksizin yükünü yerdeki kayaların, köklerin, girintilerin ve çıkıntıların arasından ha bire itmekteydi. Anladığım kadarıyla böcek benim orada olduğumun bilincinde değildi. Böceğin benim varlığımın bilincinde olup olmadığını bilmemin imkansız olduğunu düşündüm. Bu düşünce zihnime benim dünyama karşı bir böceğin dünyasına ilişkin bir sürü ussal değerlendirmelerin sökün etmesine yol açtı. Böcek de ben de aynı dünyada yasıyorduk ama kuşkusuz ki, bu dünya ikimiz için aynı dünya olmaktan uzaktı. Kendimi böceğe bakmaya kaptırıp o yükünü kayaların arasından ve yarıkların içinden taşıması için gereksindiği muazzam gücü hayretle düşündüm.

Böceği uzun süre gözlemledikten sonra çevremdeki sessizliğin farkına vardım. Sadece çalılıklardaki dalların ve yaprakların rüzgarla titreştiğini işitebiliyordum. Yukarı doğru baktım birden gayri ihtiyari olarak soluma doğru döndüm, belirsiz bir gölgenin ya da birkaç adım ötede