1

Konu: 2- Öğretiler-2

7 Ağustos 1961, Pazartesi
Don Juan’ın Arizona’daki evine Cuma akşamı saat yediye doğru vardım. Beş Kızılderiliyle evin sahanlığında oturuyordu. Don Juan’ı selamlayarak oturdum. Bir şeyler demelerini bekliyordum. Soğuk bir sessizlikten sonra adamlardan biri kalkarak bana doğru yürüdü, “Buenas noches” dedi. Ben kalktım ve “Buenas noches” diye yanıtladım. Ardından öbür adamlar da kalkıp yanıma geldiler, “Buenas noches” diye mırıldanıp parmaklarının uçlarını şöyle bir değdirerek ya da elimi bir an tutup hemen bırakıvererek tokalaştılar.
Hepimiz oturduk. Çok sıkılgan görünüyorlar, hepsi de, İspanyolca bilmelerine karşın, susuşup duruyorlardı.
Saat yedi buçuk sıralarında hepsi birden kalkıverdiler, evin arkasına doğru yürüdüler. Uzun bir süre kimseden bir ses çıkmadı. Don Juan gelmem için bir işaret yaptı. Hepimiz orda duran bir kamyonete doluştuk. Ben, don Juan ve Kızılderililerin daha genç olan ikisiyle arkada oturuyordum. Minder, sıra falan olmadığından, anayoldan çıkıp da toprak yola sapınca, aracın metal tabanı canımızı iyice acıtmaya başlamıştı. Don Juan, bir arkadaşının evine gittiğimizi, arkadaşının bana yedi tane Mescalito vereceğini kulağıma fısıldadı.
“Sende yok muydu ki, don Juan?” diye sordum.
“Var. Ama sana veremem ki! Bi başkasının vermesi gerekiyor.”
“Nedenini açıklar mısın lütfen?”
“E, belki de hoşlanmayacak ‘o’ senden, belki de ‘o’ sevmez seni. O zaman duygularını ‘ona’ yöneltemeyeceksin. Çünkü ‘onu’ tanımıyorsun ki! Oysa duygularını belirtmen gerekir; bu da arkadaşlığımızın sonu olur.”
“Neden sevmesin beni? Ona bir şey yapmış değilim ki!”
“Gerekmez bi şey yapman beğenilmek ya da beğenilmemek için. Ya yanaşır sana, ya da teper.”
“Beni sevmedi diyelim... Kendimi sevdirmek için bir şeyler yapamaz mıyım?”
Yanımızdaki iki adam bizi işitip gülüştüler.
Don Juan, “Hayır, yapılabilecek bi şey olduğunu sanmıyorum,” diye yanıtladı.
Sonra başka yöne doğru çevirdi başını; ben de konuşmayı kesmek zorunda kaldım.
Bir saat kadar gittikten sonra küçük evin önünde durduk. Hava kararmıştı. Sürücü farları söndürünce, yapının karaltısını zar zor seçebildim.
Konuşmasından Meksikalı olduğunu çıkardığım genç bir kadın, havlamayı kesmesi için bir köpeğe bağırıp duruyordu. Kamyonetten inip eve doğru yürüdük. Adamlar, kadının yanından geçtikçe, ağızlarının içinde geveleyerek “Buenos noches” diyorlardı. O da karşılık verip gene köpeğin ardından yırtınıyordu.
Bir süre eşya ile tıka basa doldurulmuş geniş bir odaya girdik. Çok ufak bir elektrik lambasının donuk ışığı odaya insanın içini karartıcı bir hava veriyordu. Ayakları kırık, oturacak yerleri bel vermiş birkaç iskemle duvara yaslanmış duruyordu. Adamlardan üçü odanın en iri eşyası olan bir kanepeye oturdular. Çok eski, minderleri yerlere kadar çökük bir kanepeydi bu. Donuk ışığın altında kırmızı ve pis bir görünüşü vardı. Öbürlerimiz iskemlelere oturduk. Uzun bir süre öyle sessiz durduk.
Adamlardan biri birden kalkıp başka bir odaya geçti. Ellisinde görünen, uzun boylu, dinç bir adamdı bu. Az sonra bir kahve kavanozuyla döndü. Kapağını açıp kavanozu bana uzattı. İçinde yedi tane yabansı görünüşlü bir madde vardı. Boyları ve görünüşleri birbirini tutmuyordu. Kimileri yuvarlağımsı, kimileri uzuncaydı. Dokununca ceviz içini ya da şişe mantarını andırıyordu. Kahverengimsi renkleri onlara sert, kuru ceviz kabuğu görünümü veriyordu. Avucuma alıp bir süre yüzeylerini ovuşturdum.
“Bunlar çiğnenecek (esto se masca)," diye fısıldadı don Juan.
Bunu söyleyene dek yanımda oturmakta olduğunu fark etmemiştim. Öbür adamlara baktım, ama hiçbiri bana bakmıyordu; alçak sesle aralarında konuşuyorlardı. O anda kararsızlık ve korkunun son kertesindeydim. Kendimi kontrol edemez durumdaydım.
“Ayakyoluna gitmem gerek,” dedim don Juan’a, “Çıkıp biraz dolaşayım.”
Kahve kavanozunu elime verdi, ben de peyote parçalarını içine koydum. Tam dışarı çıkarken kavanozu getiren adam ayağa kalkarak yanıma geldi ve ayakyolunun öbür odada olduğunu söyledi.
Ayakyolu, kapının karşısına geliyordu. Bitişiğinde de nerdeyse odanın yarısını kaplayan geniş bir yatak vardı. Gelirken gördüğümüz kadın yatakta uyuyordu. Kapıda çakılı kaldım bir süre. Sonra adamların bulunduğu odaya döndüm.
Evin sahibi olan adam bana İngilizce olarak: “Don Juan, senin Güney Amerikalı olduğunu söyledi. Mescal yok mu orda?” diye sordu. Ben de hiç böyle bir şey işitmediğimi söyledim.
Güney Amerika onların ilgisini çekmişe benziyordu; bir süre de Kızılderililerden söz ettik. Sonra adamlardan biri neden peyote yemek istediğimi sordu. Ben de nasıl bir şey olduğunu öğrenmek istediğimi söyledim. Hepsi utangaç utangaç gülüştüler.
Don Juan yumuşak bir sesle “Hadi çiğne, çiğne (mesca, mesca),” diyordu.
Ellerim terden sırılsıklam olmuştu, karnım kasılmıştı. Peyotelerin bulunduğu kavanoz iskemlenin yanında yerde durmaktaydı. Eğilip, gelişigüzel bir tanesini aldım, ağzıma koydum. Bayat bir tadı vardı. Isırıp ikiye böldüm ve bir parçasını çiğnemeye başladım. Keskin, yakıcı bir acılık duydum; ağzım birden uyuşuverdi. Çiğnedikçe acılık artıyordu; bu da çeşmeden boşanırcasına salya salmama neden oluyordu. Dişetlerimde ve ağzımın içinde bıraktığı etki, tuzlu kuru et ya da balık yerken olduğu gibi insanı habire çiğnemeye zorluyordu. Biraz sonra öbür parçayı da çiğnedim. Ağzım öyle uyuşmuştu ki artık acılığı da duymaz olmuştum. Peyote parçaları, portakalın ya da şekerkamışının lifli bölümleri gibi lime lime oluyordu. Bunları yutmam mı yoksa tükürmem mi gerektiğini de bilmiyordum. O sırada ev sahibi ayağa kalktı ve herkesi dışarıya, sahanlığa çağırdı.
Hepimiz çıkıp karanlıkta oturduk. Hava çok güzeldi. Ev sahibi bir şişe kaktüs likörü getirdi.
Adamlar sırtları duvara dayalı, yan yana oturuyorlardı. Ben sağ uçta oturmuştum. Yanımda oturan don Juan peyotelerin bulunduğu kavanozu bacaklarımın arasına yerleştirdi. Sonra elden ele gezen şişeyi bana uzatarak ağzımdaki acılığı alması için biraz kaktüs likörü içmemi söyledi.
İlk peyotenin liflerini tükürüp bir yudum aldım. Don Juan içkiyi yutmamamı, salgıyı biraz olsun kesmek için yalnızca ağzımı çalkalamamı söyledi.
Bir parça kayısı kurusu (yosa kuru incir miydi?) verdi—karanlıkta seçemiyor, tadını da alamıyordum—ve acele etme den yavaş yavaş çiğnememi istedi. Bir türlü yutamıyordum çiğnediklerimi; boğazımdan geçmesi olanaksızdı sanki.
Kısa bir duraklamadan sonra, şişe gene dolaşmaya başladı. Don Juan bir parça kurutulmuş et verdi. Karnımın tok olduğunu söyledim.
“Bu yemek değil ki,” diye dayattı.
Bu süreç altı kez yinelendi. Altıncı peyoteyi çiğnediğimde söyleşmelerin iyice canlandığını anımsıyorum . Ne dilden konuşulduğunu kestiremiyordum ama herkesin katıldığı konuşmaların konusu çok ilginçti. Ben de katılayım, diye dikkatle dinlemeye çalıştım. Ama bir şey söylemeye çabalayınca baktım ki konuşamıyorum. Sözcükler kafamın içinde dolanıp duruyorlar.
Sırtımı duvara dayayıp adamların neler söylediklerini dinledim. İtalyanca konuşuyorlar, köpekbalıklarının aptallığına ilişkin bir sözü yineleyip duruyorlardı. Ussal, tutarlı bir konu gibi geldi bana konuştukları şey. Daha önceleri don Juan’a Arizona’daki Colorado Nehri’ne, oraya ilk giden İspanyolların “el rio de los tizones (kömürleşmiş odun nehri),” dediklerini anlatmıştım; birisi de “tizones”i yanlış hecelemiş ya da yanlış okumuş ve nehre “el rio de los tiburones (köpekbalığı nehri),” demiş. Bu öyküyü anlattıklarından emindim ya, hiçbirinin İtalyanca bilmediği aklımın kıyısından bile geçmemişti.
Kusmak için can atıyordum. Ama bu eylemin nasıl yapıldığını anımsayamıyordum. Birine su getirmesini söyledim. Dayanılmaz bir hararet basmıştı.
Don Juan genişçe bir tencere getirdi. Duvarın dibine bıraktı. Bir de fincan mı maşrapa mı ne getirmişti. Maşrapayı tencereye daldırıp bana uzattı. İçmememi, yalnızca ağzımı tazelememi söyledi.
Suda yabansı bir parlaklık vardı; cıva gibi yoğun görünüyordu. Don Juan’a bunu sormak istedim ve düşüncelerimi İngilizce olarak toparlamaya çalıştım. Ama onun İngilizce bilmediğini düşünerek sustum. O anda algıladıklarım çok karışıktı. İyice görüyordum ki düşüncelerimin zihnimde apaçık durmalarına karşın, onları dile getirmek olanaksızlaşmıştı. Suyun yabansı niteliğine ilişkin bir şeyler söylemek istiyordum ama konuşamıyordum. Sanki düşünceler seslendirilmeden, ağzımdan sıvı gibi akmaktaydı. Diyaframımda kasılma olmadan zorlamasız bir kusma duygusuydu bu. Sıvı sözcüklerin tatlı tatlı akışı gibi.
İçtim. Artık kusma isteğim geçmişti. O sırada bütün gürültüler kesilmişti. Gözlerimi bir noktada toplayamıyordum. Don Juan’ı aradım. Tam başımı çeviriyordum ki, görüş alanımın gözlerimin önündeki yuvarlak bir bölüme indirgenmiş olduğunu ayrımsadım. Ürkütücü, tedirgin edici bir duygu değildi bu; tersine, bir yenilikti; gözlerimi bir yöne çevirerek yerleri bile süpürebilirmişim gibi geliyordu bana. Sahanlığa ilk çıktığım zaman, kent ışıklarının uzak pırıltıları dışında, her şeyin karanlık olduğunu görmüştüm. Oysa görüş alanımın çevresi içinde kalan her şeyi iyice seçebiliyordum. Don Juan’la öbür adamları unutup kendimi bütünüyle, iğne ucu gibi keskinleşen görüşümle, yerleri incelemeye verdim.
Sahanlığın tabanıyla duvarın birleştiği yeri gördüm. Duvarı izleyerek, başımı ağır ağır sağa çevirdim ve don Juan’ı duvara yaslanmış otururken gördüm. Bu kez başımı sola döndürüp suyu odakladım, tencerenin dibini buldum. Başımı biraz kaldırınca orta boyda siyah bir köpeğin yaklaştığını gördüm. Suya doğru geliyordu. Köpek, içmeye koyuldu. Elimle ittim köpeği. Gözlerimi odaklayarak köpeğe dikmeyi ve onu öyle itmeyi geçiriyordum. Birden köpeğin saydamlaştığını gördüm. Su, parlak ve macunumsu bir sıvı gibiydi. Köpeğin boğazından içine gidişini izledim. Hayvanın tüm gövdesine eşit olarak akıyor ve her bir kılına dek ulaşıyordu. Yanardöner sıvının, kılların her birini boydan boya geçerek uzun, beyaz, ipek gibi bir yele oluşturduğunu gördüm.
O anda yeğin sarsıntılar geçirmekteydim; bir de baktım, çevremde bir tünel oluşmuş; çok alçak, dar, sert ve soğuk bir tünel... Dokununca, sanki alüminyum varaktan yapılmış gibiydi duvarlarının her yanı. Tünelin içinde oturuyordum. Kalkmaya çalıştım, ama başımı metal tavana çarptım. Tünel, beni boğacak gibi daralmaya başladı. Tünelin ucundaki bir yuvarlak noktaya doğru sürünmek zorunda kaldığımı anımsıyorum. Ucuna geldiğimde, geldiysem eğer, köpeği, don Juan’ı, kendimi falan unutmuştum. Bitkindim. Giysilerim soğuk, yapışkan bir sıvıya batmıştı. Dinlenebileceğim, yüreğimin böyle acımasızca vurmayacağı bir yer bulmak için oraya buraya dönüp durdum. Bu dönüşlerimden birinde gene gördüm köpeği.
Tüm anılar dönüverdi birden; zihnimde her şey yerli yerine oturuverdi. Don Juan’a bakmak için döndüm, ama kimseyi, hiçbir şeyi ayırt edemiyordum. Köpeğin yanardönerli bir renge bürünmesinden, gövdesinden yoğun bir ışık çıktığından başka bir şeyi seçmek olanaksızdı. Suyun gene köpeğin içine aktığını, yangına sıkılan körük gibi onu nasıl canlandırdığını görüyordum. Suya uzanıp yüzümü tencerenin içine daldırdım; köpekle beraber içtik. Ellerim önümde yere dayalıydı; içerken sıvının damarlarımdan kırmızı, sarı, yeşil renkler yayarak akışını izledim. İçtikçe içtim. İçtikçe alevleniyor, ışıyordum. Sular bedenimdeki bütün gözeneklerden ipek lifleri gibi çıkasıya dek içtim. Artık, benim de parlak, yanardönerli bir yelem vardı. Köpeğe baktım; yelesi benimkine benziyordu. Benliğimi çok büyük bir mutluluk sarıyordu. Belirsiz bir yerden gelen sarımsı bir ılıklığa doğru koştuk ikimiz de. Oynaşmaya başladık. Ben onun, o da benim isteklerimizi bilesiye dek oynaşıp güreştik. Kukla oyunlarındaki gibi sırayla birbirimizi oynatıyorduk. Ben, ayak parmaklarımı kımıldatınca onun kuyruğunu, bacaklarını oynattırabiliyordum. O da baş sallayınca, dayanılmaz bir zıplama isteği duyuyordum. Ama en şeytanca numarası, otururken ayağımla başımı kaşıtmasıydı. Kulaklarını sağa sola sallayarak yaptırıyordu bunu. Bundan daha gülünç bir şey olamaz gibi geliyordu bana o zaman. Beni saran bu aşırı dirilik duygusunu tanımlayabilmem olanaksızdır. Soluk alamayacak kerteye gelinceye dek güldüm.
Gözlerimi açamıyormuşum gibi çok belirli bir duygu içindeydim; sanki bir sarnıç dolusu suyun içinden bakıyordum. Uzun süren, acı veren bir durumdu bu; üstelik uyanıkmışım ama bir türlü uyanamıyormuşum gibi bir tasa içindeydim. Sonra yavaş yavaş ortalık belirgin çizgileriyle görünmeye başladı. Görüş alanım gene yuvarlaklaşıp genişledi ve olağan bilinçli bir eylem yaptım; dönüp o olağanüstü yaratığa baktım. Değişimimin bu noktasında aşılmaz bir güçlükle karşılaştım. Olağan durumumdan bu duruma geçişim kendiliğinden oluvermişti. Farkındaydım; düşünce ve duygularım bu farkındalığın gerekli sonuçlarıydı; ve geçiş düzgün ve açıkça olmuştu. Ama bu ikinci uyanış gerçekten çarpıcıydı. Bir insan olduğumuzu unutmuştum! Böylesine uzlaştırılamaz bir durumun üzgüsü öyle derindi ki, ağladım.
5 Ağustos 1961, Cumartesi
O sabah, daha sonra, kahvaltı bitince evin sahibi, don Juan ve ben kamyonetle don Juan’ın evine yollandık. Çok yorgundum ama bu kamyonette de uyunmazdı ki! Ancak eve vardıktan ve adam gittikten sonra don Juan’ın evinin sahanlığında uyuyabildim.
Uyandığımda hava kararıyordu; don Juan üzerime bir battaniye örtmüştü. Onu aradım. Evde yoktu. Az sonra bir çömlek kuru fasulye ile bir yığın tortilla (Meksika pidesi) getirdi. Öyle açtım ki!
Yemekten sonra dinlenirken önceki gece başıma gelenleri anlatmamı istedi. Duyumsadıklarımı bütün ayrıntılarıyla ve elimden geldiğince özenli bir biçimde anlattım.
Bitirdiğimde, başını salladı ve “İyi gidiyorsun; şu anda nasıl, neden, anlatmam zor, ama anlattıklarına bakılırsa, çok iyi gitmiş. Çünkü kimi zaman çocuk gibi oynaşır, kimi zaman da ürkünçtür, korkunçtur. Ya böyle oynaşır, ya da suratından düşen bin parça olur. Bi yabancıya nasıl davranacağını önceden kestirmek olanağı yoktur. Ama onu iyi tanırsan, o zaman belki... Oynadın onunla dün gece. Senden başkasına böyle davrandığını görmüş değilim.”
“Benim geçirdiklerim, başkalarınınkinden ne bakımdan farklı?”
“Sen Kızılderili değilsin; bu bakımdan kesin olarak belirleyebilmem zor. Gene de bi kimseyi, Kızılderili olup olmadığına bakmaksızın, tutar ya da teper. Bu kesin. Çok gördüm... Oynaştığını da biliyorum. Kimi insanı güldürür; ama bugüne dek kimseyle böyle oynadığını görmüş değilim.”'Peyotenin insanı nasıl koruduğunu şimdi anlatır mısın, don Juan?”
Sözümü bitiremedim. Don Juan, çökertircesine omzuma vurdu.
“O adı kullanma demiştim. Daha onu yeterince görmüş değilsin.”
“Mescalito nasıl korur insanları?”
“Yol gösterir. Bütün sorularını yanıtlar.”
“Demek ki Mescalito, gerçek bir varlık? Yani görülebilen
bir şey?”
Bu sorularım onu şaşırtmışa benziyordu. Dalgın dalgın yüzüme baktı.
“Demem şu ki, Mescalito...”
“İşittim ne dediğini. Sen dün gece görmedin mi onu?” Sadece bir köpek gördüğümü söyleyecektim, ama şaşkın
şaşkın yüzüme baktığını görüp, sustum. Sonra, “Sana göre dün gece gördüğüm şey o muydu?” dedim.
Küçümsercesine bakmaktaydı bana. İşittiklerine inanmamış gibi gülerek başını sallıyordu. Sesinde kavgacı bir titremle, “A poco crees que era tu — mama (Ya ananın-----mı gör düğünü sandın)?” diye patladı. “Mama” demeden önce duraklamıştı biraz. Çünkü “tu chingada madre” demeye hazırlandığı belliydi. Bu, birisinin anasına saygısızlık belirten bir deyimdir. “Mama” sözcüğü öyle uyumsuz bir durumdaydı ki, ikimiz birden gülmeye başladık. Bir süre kendimize gelemedik.
Sonra baktım, sorumu yanıtlamadan uyuyakalmış.

Cvp: 2- Öğretiler-2

6 Ağustos 1961, Pazar
Don Juan’ı arabamla, peyote çiğnediğim eve götürdüm. Yolda, “bana Mescalito sunan” adamın adının John olduğunu söyledi. Eve vardığımızda John, sahanlıkta iki genç adamla birlikte oturmaktaydı. Çok neşeli görünüyorlardı; gülüşüp söyleşiyorlardı. Üçünün de İngilizceleri çok güzeldi. John’a, yardımından ötürü teşekkür etmeye geldiğimi söyledim.
Sanrılanma deneyimim sırasındaki davranışlarıma ilişkin görüşlerini almak istediğimi, önceki gece neler yaptığımı anımsamaya çalışmışsam da bir türlü başaramadığımı söyledim. Gülüştüler. Ama pek gönüllü görünmüyorlardı. Don Juan’ın yanında açılmak istemedikleri belliydi. Olumlu bir işaret vermesini beklercesine ona bakıyorlardı. Ben görmedim ama, don Juan işaretini vermiş olacak ki, birdenbire John geceleyin neler yaptığımı anlatmaya başladı.
Dün gece kustuğumu duyar duymaz “yakayı ele verdiği mi” anladığını söyledi. Otuz kez kadar kustuğumu da ekledi. Don Juan onu düzelterek yalnız on kez çıkarmış olduğumu belirtti.
John sürdürdü; “Sonra hepimiz yanına geldik. Kaskatı kesilmiştin, çırpınıp duruyordun. Sırt üstü uzanmış, ağızını boyuna konuşur gibi oynatıyordun. Ardından da başını yere vurmaya başladın; don Juan başına eski bir şapka geçirdi ve öyle durdun. Saatlerce yerde yatarak titredin, sızlandın. O sıralarda herkes uyuyordu, ama uykumun arasında senin poflamalarını, iniltilerini işitebiliyordum. Sonra bastırdın çığlığı da, uyanıverdim. Baktım ki, havalara zıplamaktasın, bağırıp çağırmaktasın. Suya koştun, tencereyi devirdin; başladın su birikintisinde yüzmeye.
“Don Juan biraz daha su getirdi. Oturdun tencerenin başına. Sonra gene zıpladın; bütün giysilerini çıkardın. Suyun önünde diz çöküp, kurbağalar gibi su içmeye başladın. Bir ara durdun, göğe baktın. Hep öyle duracaksın sandık. Don Juan’ın da, herkesin de uyukladıkları bir sırada, birden gene ulumaya başladın. Köpeğin ardından seğirttin. Köpek korkup ulumaya başlamasın mı! Kaçtı, evin arkasına gitti. O zaman herkes uyandı.
“Hepimiz kalktık. Bu kez öbür yandan, köpeği kovalayarak geldin. Köpek önde havlayarak, uluyarak koşuyor, senden kaçıyordu. Evin çevresinde yirmi turdan fazla attın. Bir yandan da köpek gibi havlamaktaydın. Çevredekiler ne diyecek diye tasalandım. Yakınımızda oturan kimse yok ama öyle yüksek sesle havlıyordun ki, çok uzakta oturanlar bile işitmişlerdir.”
Gençlerden biri ekledi: “Köpeği yakaladın, kucağına alıp sahanlığa getirdin.”
John sürdürdü: “Sonra da oyuna başladın köpekle. Güreştiniz. Birbirinizi ısırarak oynaştınız. Çok gülünçtü haliniz. Köpeğim pek öyle oyuncu değildir. Ama al takke ver külah yuvarlanıp durdunuz.
“Sonra da suya koştun ve köpek de seninle su içti,” diye atıldı genç adam. “İkiniz de beş altı kez su içmeye gittiniz.”
“Ne kadar sürdü bunlar?” diye sordum.
“Saatlerce,” dedi don Juan. “Bi kezinde baktık, ikiniz de yoksunuz. Arka yana kaçmıştın sanırım. Sırf uluma ve inilti sesleri geliyordu. Senin sesin tıpkı köpek sesi gibi çıkıyordu. O yüzden hangisi kimin sesidir, bilemiyorduk.”
“Belki de köpeğindi bu sesler yalnızca,” dedim.
Gülüşmeye başladılar. John, “Sen de havlıyordun evlat, sen de!” diye bastırdı.
“Ee, sonra ne oldu?”
Daha sonra neler olduğunu anımsamakta güçlük çekercesine, üç adam da birbirlerine bakıp kaldılar. Henüz söze karışmamış olan genç adam, sonunda, konuştu.
“Tıkanıp kaldın,” dedi John’a bakarak.
“Evet, hem de nasıl tıkandın ya! Katıla katıla ağlıyordun. Öylesini hiç görmemişim. Sonra yere yıkıldın. Dilini mi ısırıyordun, nedir! Don Juan çeneni açtı, döktü suyu yüzüne. Bir titreme aldı seni. Sarsılıp durdun. Ardından, bir süre devinmeden öyle kaldın. Don Juan artık geçti, diyerek, bir battaniye örttü üzerine. Eh, artık sabah olmuştu. Uyuyasın diye seni sahanlıkta bıraktık.”
Burada kesip, gülmemeye çalıştıkları besbelli olan öbür iki adama baktı. Dönüp don Juan’a bir şeyler sordu. Don Juan onu gülümseyerek yanıtladı. John da bana dönerek, “Seni burada bıraktık, içerisini ıslatmandan korktuk.”
Hepsi birden kahkahayı bastılar.
“Ne yapmıştım?” diye sordum. “Şey mi...”
John, bana öykünürcesine, “Şey mi de söz mü?” dedi. “Sana söylemeyecektik, ama don Juan önemi yok dedi. Köpeğimin üstüne işedin!”
“Ne yaptım?”
“Köpek, senden korktuğu için mi kaçıyordu sandın? Üstüne işiyordun da ondan kaçıyordu.”
Bu noktada kahkahalar tazelendi. Delikanlılardan birine bir şey sormak istiyordum, ama gülmekten beni işitebilecek durumda değildi.
John sürdürdü: “Ama köpeğim çıkarttı acısını; o da senin üstüne işedi!”
Don Juan’ın evine dönerken, arabada sordum: “Bu anlattıkları gerçekten oldu mu, don Juan?”
“Evet,” diye yanıtladı, “ama onlar senin gördüğün şeyi bilmiyorlar ki! ‘O ’nunla oynadığını nerden bilsinler? Bu yüzden, o vakit, seni tedirgin etmedim.”
“Öyle de, ben şu köpekle birbirimizin üzerine işememizi sormuştum.”
“Köpek değildi ki o! Kaç kez söylemem gerek sana? ‘Onu’ anlamanın tek yoludur bu. Tek yolu! Seninle oynayan, ‘o’ydu.”
“Sana anlatmadan önce de bunların olduğunu biliyor muydun?”
Yanıtlamadan önce bir an bocaladı.
“Hayır, anımsadım, sen bana anlattıktan sonra, öyle tuhaf görünüyordun ki! Ama korkmuş değildin. Ben de bi şey demedim— gerekmez diye...”
“Köpek, gerçekten benimle, öyle anlattıkları gibi oynamış mıydı?”
“Hay Allah! Köpek değildi o!”
17 Ağustos 1961, Perşembe
Don Juan’a, deneyimlerimin bana neler duyumsatmış olduğunu anlattım. Amaçladığım çalışmalar açısından talihsiz bir olaydı bu. Bir daha Mescalito’yla buna benzer bir “karşılaşma”yı pek istemediğimi belirttim. Başımdan geçenlerin bütünüyle ilginç olmaktan öte olduğunu doğrulamakla birlikte, içeriğindeki hiçbir şeyin beni yeniden kendisine çekebileceğini sanmadığımı da ekledim. Bu tür uğraşlar için yaratıldığıma gerçekten inanmıyordum. Peyote deneyimim, bende, alışık olmadığım bedensel bir tedirginlik bırakmıştı. Kesin olarak tanımlayamayacağım bir mutsuzluk ya da korkuydu bu; bir tür melankoli. Doğrusu bunları pek yüceltici bulmuyordum.
Don Juan gülerek, “Öğrenmeye başlıyorsun.” dedi.
“Eksik olsun böyle öğrenim. Bana göre değil bu işler, don Juan.”
“Hep de abartırsın.”
“Abartma falan değil bu.”
“Abartıyorsun. Yalnız şu var, hep kötü yanlarını abartırsın bi şeyin.”
“İyi bir yanı yok ki, bana göre! Bana korku veriyor. Bildiğim, gördüğüm, yalnızca bu.”
“Korkmak kötü bi şey değildir ki! Korktuğun zaman değişik görürsün her şeyi.”
“Ne yapayım ben her şeyi değişik görmeyi, don Juan? En iyisi, Mescalito’yu öğrenmeyi bir yana bırakayım. Beni aşıyor bu iş. Vaziyetim berbat, desene!”
“Berbat ya! Benim de öyle. Apışıp kalan, tek sen değilsin.”
“Sana ne olmuş ki, don Juan?”
“Aklım hep dün gece gördüklerinde. Mescalito seninle oynadı yahu! İşte buna şaştım. Bi belirti (yora) bu.”
“Nasıl bi belirti, don Juan?”
“Mescalito seni bana göstermeye çalışıyordu.”
“Niçin?”
“O zaman pek anlayamamıştım, ama, şimdi her şey apaçık. Senin, ‘ seçilen kişi’ (escogido) olduğunu belirtiyordu. Mescalito, seni bana itiyordu; böylece, senin ‘seçilen kişi’ olduğunu anlatmak istemişti bana.”
“Yani bir sürü insan arasında bula bula beni mi bulmuş? Bu görevi yüklenmek için bir beni seçmiş, öyle mi?”
“Değil. Demem şu ki, Mescalito bana, aradığım kimsenin sen olduğunu söyledi.”
“Ne zaman dedi bunu, don Juan?”
“Seninle oynayarak anlattı bunu bana. Sen de seçilmiş kişim oluyorsun böylece.”
“Ne demek bu seçilmiş kişi?”
“Bildiğim kimi  gizler var (Tengo secretos). Seçilen kişi mi bulmadıkça, hiç kimseye açıklayamayacağım gizlerim var. Geçen gece Mescalito’yla oynadığını görünce, senin o kişi olduğunu anladım. Kızılderili de değilsin, ama. Olur şey değil!”
“Benimle ilgisi ne bunun, don Juan? Ne yapmam gerekiyor?”
“Kararımı verdim; bi bilgi adamının nasibi olan gizleri öğreteceğim sana.”
“Mescalito’yla ilgili gizleri mi demek istiyorsun?” “Evet. Ama, bildiğim gizlerin hepsi bu değil. Başkaları
da var. Birisine vermek istediğim değişik türden gizler. Benim de bi öğretmenim vardı. Velinimetim. Şaşılası bi iş başarmıştım; onun seçilen kişisi olmuştum. O da bütün bildiklerini bana öğretti.”
Bu yeni rolümün bana neler yükleyeceğini sordum. Öğrenmekten başka yapmam gereken bir şeyin olmadığını söyledi. Yaptığımız iki oturum sırasındaki deneyimlerim biçiminde bir öğrenme olacakmış.
İşlerin bu biçime dönüşmesi ne tuhaftı! Ben, peyoteye ilişkin öğrenimi bırakacağımı aklıma koymuştum; bu diyesimi tam ona anlatacağım sırada, adam çıkıyor, bana bilgesini sunuyor! Aslında, ne demek istediğini de anlamamıştım ya, gene de ortaya çıkıveren bu yeni durumun ağırlığını hissetmekteydim. Böyle bir görev için yeterli niteliklerimin bulunmadığını; bu işin, bende olmayan türden ender rastlanan bir yürekliliği gerektirdiğini ileri sürdüm. Yaradılışımın, ancak başkalarının yerine getirdiği edimleri inceleme eğiliminde olduğunu anlattım. Onu sık sık ziyaret edip, onun her şeyle ilgili görüşlerini, düşüncelerini dinlemek istediğimi söyledim. Yalnızca orada oturup, günlerce onun konuşmalarını dinlemenin beni daha mutlu kılacağını belirttim. Bana göre, öğrenmek buydu işte!
Konuşmamı kesmeden dinledi. Uzun uzun anlatıyordum. Sonra, şunları söyledi: “Zor değil bütün bunları anlamak. Korku, bilgi yolunda yenmemiz gereken birinci  doğal düşmanımızdır. Dahası var. Meraklı birisin sen. Al bakalım! Zaten istemesen de öğreneceksin. Bu işin yasası böyle...”
Bir süre daha karşı koyarak, onu caydırmaya çalıştım. Ama, öğrenmekten başka yapabileceğim bir şey olmadığına öyle inanmış görünüyordu ki!...
“Yanlış düşünüyorsun,” diye sürdürdü konuşmasını. “Mescalito seninle oynasın ha! Şaşılacak şey doğrusu. Düşünmen gereken şey, işte budur. Korku yerine, bu noktaya versene aklını biraz!”
“Bu, çok mu olağanüstü bir şey?”
“Senden başka onunla oynayan kimse görmemiştim. Sen, bizim yaşam biçimimize alışık değilsin; o nedenle, bu belirtiler seni ırgalamıyor. Oysa, ağırbaşlı bi kimsesin. Ama, ne yazık ki, hep kendinle haşır neşirsin. Kendi dışında olup bitene bakmıyorsun bile! Sorun burda. Yorar bu, adamı.”
“Başka yapılacak ne var ki, don Juan?”
“Başını kaldırıp bak; çevrendeki tansıkları gör. Yalnızca kendisine bakması, adamı yorar. Yorgun adam da körleşir, her şeye karşı sağırlaşır.”
“Doğru diyorsun don Juan, ama nasıl değişebilirim.”
“Mescalito’nun seninle oynamasını düşün, şaş, ürper. Başka bi şey düşünme. Gerisi, kendiliğinden gelecektir.”
20 Ağustos 1961, Pazar
Dün gece don Juan beni yepyeni bir bilgi alanına götürmeye başladı. Evinin önünde, karanlıkta oturuyorduk. Uzun süren bir sessizlikten sonra, birden anlatmaya başladı. Bana öğretisini, velinimetinin onu çömezliğe aldığı ilk gün kullandığı sözcüklerin tıpkısıyla vereceğini söyledi. Don Juan bu sözcükleri ezberlemişe benziyordu. Çünkü hiçbirini kaçırmayayım diye birkaç kez yinelemişti onları:
“Bi insan bilgiye, savaşa gider gibi yaklaşır: Apaçık, korkulu, saygılı ve tam bi güvençle. Bilgiye giderken ya da savaşa giderken başka türlü davranmak, hata olur. Her kim bu hataya düşerse, pişmanlığı yaman olur.”
Bunun nedenini sorunca, şöyle bir yanıt verdi: “Bi insan bu dört zorunluluğu yerine getirince, hiçbir hatasının hesabını vermesi gerekmez; bu koşullar altında ne yaparsa yapsın, ahmakça davranış ve niteliklerden arınmıştır. Böyle bi kimse, ister güçten düşsün, ister yenilgiye uğrasın, yalnızca koca savaş içinde ufak bi çarpışmayı kaybetmiş sayılır. Acınıp, pişmanlık duyması gerekmez.”
Sonra bana, kendi velinimetinin ona öğrettiği yöntemin tıpkısıyla, bi “dost”u öğretmeyi amaçladığını söyledi. “Yöntemin tıpkısıyla” sözcüklerini iyice vurgulayarak birkaç kez söylemişti.
“Bi ‘dost’, insanın yaşamına, kendisine yardım etsin, akıl versin, büyük-küçük, doğru-yanlış bütün eylemlerini sürdürebilmek için güç versin diye, soktuğu bir erktir. Bu dost, insanın, yaşamını varsıllaştırması, edimlerine kılavuzluk etmesi, bilgisini ilerletmesi için gereklidir. Zaten dost olmadan bilgi edinilemez.” Don Juan bunları büyük bir inanç ve yürek gücüyle söylemekteydi. Sözcüklerini özenle seçtiğini görüyordum. Şu tümceyi dört kez yinelemişti:
“Bi dost, sana her şeyi, hiçbi insanoğlunun aydınlatamayacağı denli açık biçimde gösterir ve anlamanı sağlar.”
“Koruyucu melek gibi bir şey oluyor demek bi dost?” “Koruyucu evet, ama, melek değil. Bi yardımcıdır o.” “Senin dostun Mescalito mu?”
“Değil! Mescalito başka tür bi erktir, benzersiz bi erk! Bi
koruyucudur, bi öğretmendir.”
“Mescalito nasıl ayırt edilir bir dosttan?”
“Bi dost gibi uysallaştırılıp kullanılamaz o. Mescalito kişinin dışındadır. Karşısına çıkan ister bi brujo olsun, ister bi çiftçi, kendisini değişik biçimlerde gösterir onlara.”
Don Juan, Mescalito’nun doğru yaşam yolunun öğreticisi olduğunu, büyük bir çoşkuyla anlattı. Ona, Mescalito’nun “doğru yaşam yolu”nu nasıl öğrettiğini sordum. Don Juan, Mescalito’nun, nasıl yaşanması gerektiğini gösterdiğini söyledi.
“Nasıl gösterir?” diye sormayı sürdürdüm.
“Sayısız yöntemleri vardır bunun. Kimi zaman elinde, ya da kayalarda, ağaçlarda gösterir; kimi zaman da bakmışsın burnunun dibinde gösteriverir.”
“Bir resim gibi mi çıkarır önüne?”
“Hayır. Önünde öğretir.”
“Mescalito konuşur mu insanlarla?”
“Konuşur, ama sözcük kullanmaz.”
“Ya nasıl konuşur?”
“Adamına göre değişir bu.”
Sorularımın onu tedirgin ettiğini sezmiştim. Sormayı bıraktım. Don Juan, Mescalito’yu öğrenmenin belli bir formülü olmadığını açıkladı. O yüzden Mescalito dışında hiç kimse onu öğretemezmiş: benzersiz bir erk olmasının nedeni de buymuş. Herkese ayrı biçimde görünürmüş.
Oysa, bir dost edinmek için çok iyi belirlenmiş bir öğreti olduğunu ve bunun aşamalarını tek bir sapma yapmadan adım adım izlemek gerektiğini söylüyordu don Juan. Dünya da bu tür birçok dost erkler olduğunu, ancak bunlardan yalnızca ikisini iyi bildiğini söyledi. Yol gösterip beni onlara götürecek ve gizlerini gösterecekmiş. Ne var, yalnızca bir tanesini alabilirmişim. İkisinden birini seçmekte özgürmüşüm. Kendi velinimetinin dostunun, la yerba del diebloda. (şeytan otu) olduğunu söyledi. Ama, velinimeti ona bu otun gizlerini öğretmişse de, don Juan pek beğenmemiş. Sonra kendi dostunun humitoda (küçük duman) olduğunu söyledi; ama bu dumanın niteliklerine pek değinmedi.
Ben sordum. Don Juan, sessiz, durdu. Uzun bir aradan sonra gene sordum:
“Ne tür bir erktir bir dost?”
“Bi yardımcıdır demiştim ya!”
“Nasıl yardım eder?”
“Dostlar, insanı kendi sınırlarının ötesine götürmeye yetenekli erklerdir. Hiç kimsenin açıklayamayacağı şeyleri işte böyle gösterebiliyor bi dost.”
“E... Mescalito da insanı sınırlarının ötesine götürüyor. O da mı bir dost sayılır?”
“Hayır. Mescalito, insanın kendisini aşıp öğrenmesini sağlar. Dost ise insanı dışa çıkarıp ona erk verir.”
Bu noktayı daha ayrıntılı olarak açıklamasını ya da ikisi arasındaki ayrımı tam olarak anlatmasını istedim. Ama, uzun uzun bakıp güldü. Söyleşilerle öğrenmenin yalnızca zaman savurganlığı değil, üstelik aptallık da olduğunu, çünkü öğrenmenin bir insanın üstlenebileceği en zor görev olduğunu söyledi. Kendi noktamı bulmaya çalıştığım zaman, bütün bilgileri onun bana hazırca vermesini beklediğim için, o noktayı hiç uğraşmadan bulmak istediğimi anımsattı. Öyle yapmış olsa, asla öğrenemeyeceğimi belirtti. Kendi noktamı bulmamın ne denli zor olduğunu bilmek bir yana, en başta böyle bir noktanın varlığını öğrenmek bile, benzersiz bir güven duygusu verirmiş bana. “İyi nokta’ma adamakıllı sarılırsam, hiçbir şeyin bana bedensel zarar veremeyeceğini, çünkü o özel noktamda en emin durumda bulunduğum inancına sahip bulunacağımı söyledi. Zararlı ne varsa püskürtebilecek erkim olurmuş o zaman. Oysa, o noktanın nerede olduğunu bana söylemiş olsaymış, bunun gerçek bir bilgi olduğu savında bulunabilme inancım olamayacakmış. Bu nedenle, bilgi, gerçekten erk demekmiş.
Don Juan daha sonra bir şey öğrenmek için yola çıkan bir kimsenin, benim o noktayı bulmaya çalışışım denli zorlu bir çabaya girmesi gerektiğini; öğrenebileceklerinin de o kişinin kendi yaradılışıyla sınırlı olduğunu anlattı. Bu nedenle, bilgiye ilişkin lakırdı etmekle bir yere varılamazmış. Don Juan, kimi tür bilgilerin, benim gücümü aştığını, bunlardan söz etmenin, benim için zararlı olacağını da söyledi. Başka bir şey söylemek istemediğini seziyordum. Nitekim kalktı, eve doğru yürüdü. Ben de bu işlerin beni bunalttığını söyledim. Tasarlamış olduğum, istediğim şeyler bunlar değildi. O da korkuların doğal olduğunu söyledi; hepimizin zaman zaman korkuya kapıldığını, bu konuda yapacak bir şey bulunmadığını anlattı. Ama beri yandan, öğrenme işi ne denli ürkünç olursa olsun, bir insanın dostsuz ya da bilgisiz kalmasının daha da korkunç olduğunu ekledi.

Cvp: 2- Öğretiler-2

Konu ile ilgili sorularınızı yeni başlık açabilirsiniz.