Konu: 3- Öğretiler-3
Don Juan, bana dost erklere ilişkin bilgi vermeyi kararlaştırdıktan sonra, bu konuları gerçek öğrenme yöntemi dediği yararcı (pragmatik) ve benim de katılacağım bir biçimde öğrenmeye hazır olduğum kanısına vardığı zamana kadar geçen iki yıldan fazla bir süre boyunca, söz konusu iki dostun genel niteliklerini azar azar tanımlamıştı. Beni, bütün sözlü anlatımlarının tüm öğretilerinin ereği olan, olağandışı gerçeklik durumlarına hazırlamıştı.
Önceleri dost erklere ilişkin konuları gelişigüzel bir biçimde anlatmıştı. Aşağıdakileri, öbür konulardaki söyleşi notlarımdan çıkardım.
23 Ağustos 1961, Çarşamba
“Şeytan otu (Jimson otu) velinimetimin dostuydu. Benim de olabilirdi, ama pek beğenmedim ben.”
“Şeytan otunu neden beğenmedin, don Juan?”
“Önemli bi sakıncası vardı da...”
“Öbür dost erklerden daha aşağı mı kalır?”
“Hayır. Yanlış anlamayasın. En iyi dostlar denli erklidir.
Ama, kişisel olarak tutmadığım yanları var da!”
“Anlatır mısın, neymiş onlar?”
“Şımartır insanları, erki vakitsiz tattırır onlara. Daha yürek gücü kazanmadan edindiği bu erkle, baskıcı olur çıkar adam. Kestirilemez ne yapacağı. Koca erkliliğinin ortasında dermansız kalıverir.”
“Önlenemez mi bu durum?”
“Önleyemezsin, ama üstesinden gelecek bi yol vardır. Bu otun dostu oldun mu, bedelini böyle ödersin.”
“Bu etkisinin üstesinden nasıl geliniyor, don Juan?”
“Dört başlıdır şeytan otu: Kökü, sapıyla yaprakları, çiçekleri, bi de tohumları. Her biri değişiktir. Onunla dost olan kimsenin bunları bu sırayla öğrenmesi gerekir. En önemli baş, köklerdir. Şeytan otunun erki köklerinden geçer insana. Sapıyla yaprakları sayrılıkları sağaltır; iyi kullanılırsa, insanlığa mutluluk bağışlayabilir bu ot. Üçüncü baş, çiçeklerindedir; insanları çıldırtmaya, onlara boyun eğdirtmeye ya da onları öldürmeye yarar. Bu otun dostu olan kimse, çiçeklerini yutmaz. Yalnızca kökleri ve tohumları kullanılır bunların. En çok da <a tohumları. Şeytan otunun dördüncü başıdır tohumlar, dördü arasında en erklisi işte bu tohumlardır.
“Velinimetim bu tohumlara ‘ayık baş’ derdi— insana yürek gücünü yalnızca bu baş verir. Şeytan otu, koruduğu kimselere karşı yeğinin yeğinidir. Çünkü daha onlar ‘ayık baş’ın gizlerine ermeden, bakmışsın öldürüvermiş onları bi çırpıda. Sık sık yaparmış bunu. Gerçi ayık başın gizlerini çözenlerin de çıktığını söylerler. Bi bilgi adamı için ne yaman bi başarıdır!”
“Velinimetin bu gizleri çözmüş mü?”
“Hayır, çözmemiş.”
“Sen gördün mü hiç çözen birisini?”
“Hayır. O adamlar, bu bilimin geçerli olduğu vakitler yaşamışlar.”
“E, bu adamları gören bir kimseyle de mi tanışmadın?” “Tanışmadım.”
“Velinimetin rastlamış mı böyle birilerine?” “Rastlamış.”
“Ayık başın gizlerini neden öğrenmemiş?”
“Şeytan otunu uysallaştırıp dost durumuna getirmek kadar zor şey yoktur dünyada. Yıldızlarımız barışmadı bi türlü; onu sevemedim diye mi ne!”
Don Juan, umursamadığını gösterircesine omuzlarını silkti ve bir süre sessiz kaldı. Sonunda, ona şimdilik “şeytan otu” dediğimizi (su nombre de leche) belirtti. Şeytan otunun başka adlarının da olduğunu, ama bunları kullanmamak gerektiğini, hele bir dostun erkini uysallaştırmayı öğrendiği sırada bu adları çağırmanın çok sakıncalı olacağını söyledi. Bu adları çağırmanın ne gibi sakıncaları olduğunu sordum. Don Juan da yanıtında, insanın ancak büyük bir sıkıntı içindeyken, yardıma çağırmak amacıyla bu adları ağzına alması gerektiğini söyledi. Bilgi arayan bir kimsenin yaşamında er geç böyle anlar geleceğini iyi bilmem gerektiğini de ekledi.
3 Eylül 1961, Pazar
Bugün öğleden sonra don Juan, kırlarda Datura bitkisi topladı.
Durup dururken lafı şeytan otuna getirmiş, tepelere çıkarak bu ottan aramamızı önermişti. Arabayla o yöredeki dağlara yollandık. Arabamın bagajından bir kürek çıkarıp bir dere yatağına indim. Yumuşak, kumlu toprakta gittikçe sıklaşan çalılara takıla takıla epey yürüdük.
Don Juan, koyu yeşil yapraklı, çan biçiminde koca koca çiçekler açmış ufak bir bitkinin yanında durdu.
“İşte bulduk,” dedi.
Ve vakit geçirmeden bitkinin dip çevresini kürekle açmaya başladı. Ben de yardım edecektim, ama, başını sertçe sallayarak karışmamamı belirtti. Bitkinin çevresinde yuvarlak bir çukur açtı: koniye benzeyen, dış kıyısı derinde olan, çemberin ortasına doğru eğikleşerek bir küme oluşturan bir çukurdu bu. Kazması bitince, bitkinin sapına dönüp, diz çöktü ve parmaklarıyla çevresindeki yumuşak toprağı ayıkladı. Çelimsiz sapına oranla, iyice enli olan kocaman, yumrulu, çatal çatal kökünün on santimetre kadarını ortaya çıkardı.
Don Juan bana dönüp, bitkinin “erkek” olduğunu söyledi; kökün, sapla birleştiği noktada çatallaşması, bunu gösterirmiş. Sonra kalkarak uzaklaştı; bir şey arıyordu.
“Ne arıyorsun, don Juan?”
“Çomak gibi bi şey arıyorum.”
Ben de aramaya koyuldum, ama durdurdu. Beş altı metre ötedeki bir kayalığı göstererek, “Sen arama! Git otur şurda. Ben bulurum,” dedi.
Az sonra baktım, elinde uzun, kuru bir dalla dönmekte. Bu dalı, iki koldan inen kökteki toprakları temizlemek için, sokup çıkarmaya başladı. Kökler, şimdi, 60 santimetre dibe dek iyice temizlenmiş durumdaydı. İndikçe, kökü saran toprak katılaşıyor, elindeki dal parçasıyla kazıması olanaksızlaşıyordu.
Baktım, Don Juan durmuş. Oturmuş, soluk almakta bir ara. Gidip ben de oturdum yamacına. Hiç konuşmadan durduk.
“Kürekle kazıp çıkarıversene!” dedim dayanamayıp.
“Fidanı zedeler, incitir bi yerini. Bu yörede yetişen bi ağacın dalını buldum ki, yabancı bi nesneyle hırpalamaktan daha az incinsin kökçeğiz diye.”
“Ne sopasıymış o öyle?”
“Paloverde ağacının kuru dalları iyi gelir bu işe. Kurusunu bulamazsan, yaşını kesersin. O da olur.”
“Öbür ağaçların dalları olmaz mı?”
“Yalnız paloverde dedik ya! Başkası olmaz!”
“Neden acaba, don Juan?”
“E... Şeytan otunun da vardır arkadaşları. Bu yörede iyi
geçindiği bi paloverde ağacı var— başkasını tutmaz (lo unico que prende). Kökü kürekle bozarsan, gene ektiğinde tutmaz. Ama bu sopa onu incitse de, aldırmaz pek.”
“Peki ne yapacaksın şimdi bu kökü?”
“Keseceğim. Bırak beni artık. Git başka bitki bul kendine, çağırırım ben seni.”
“Yardım edeyim?”
“Gerekirse ben sana söylerim.”
Uzaklaştım. Başka bir bitki arar gibi yaptım. Çaktırmadan onu gözetleme isteğimi zor yeniyordum. Az sonra, don Juan yanıma geldi.
“Şimdi de ‘dişi’sini arayalım,” dedi.
“Nasıl ayırt ediyorsun dişisini erkeğini?”
“Dişileri epey yükselir yerden; ufacık bi ağaç gibi olur.
Erkekleri yana doğru büyür, çalı gibi yayılır. Dişisini çıkarınca göreceksin, kökünün çatallaşmadan dibe nasıl indiğini. Erkeğinde kök, saptan sonra çatallaşıverir.”
Beraberce Daturaları inceledik. Bir bitki gösterip, “Bu dişisi,” dedi. Bunun da çevresini, öteki gibi kazdı. Kök ortaya çıkar çıkmaz, demin söylediklerine uygun olduğunu gördüm. O, kökü kesedursun, ben yanından uzaklaştım. Daha büyük olan erkeğini aldı, geniş bir tepside yıkadı. Kökünde ki, sapındaki, yapraklarındaki tozu toprağı iyice sildi. Bu titiz temizlikten sonra, kökle sapın birleştikleri yerin çevresini kısa, testereli bir çakıyla enlemesine çenterek, bir kırışta ayırdı. Sapı alıp yapraklarını, çiçeklerini, dikenli tohum zarflarını ayrı ayrı öbekler halinde yığdı. Kurumuş ya da kurtların yemiş olduğu kısımlarını atıyor, yalnızca bozulmamış, sağlam parçaları topluyordu. Kökün iki dalını yan yana getirip iki yerinden sicimle bağladı. Kök dallarının birleştiği noktaya hafifçe bir çentik attı ve kırıp ayırarak, boyları eşit iki kök elde etti.
Sonra bir parça kaba çuval bezi alıp içine önce beraberce bağlanmış olan iki kök dalını, onların üstüne de düzgünce yerleştirerek yapraklarını, sonra da çiçekleri, tohum zarflarını ve sapını koydu. Bezi yukarı katlayıp köşelerini düğümledi.
Dişi olan öteki bitkiyi de tıpkı bu biçimde işlemeye başladı. Yalnız, kökünü kesmeyip ters Y harfi gibi çatal durumunda bıraktı. Bunları da başka bir beze sardı. Bitirdiğinde, akşam olmuştu.
6 Eylül 1961, Çarşamba
Bugün akşama doğru şeytan otu konusuna döndük. Don Juan, durup dururken, “Şu otla başlasak bugün!” dedi.
İncelik gösterip biraz bekledikten sonra, “Ne yapacaksın şimdi onları?” diye sordum.
“Kazıp çıkardığım, kestiğim o bitkiler benim,” diye yanıtladı, “özümden sayılırlar; şeytan otunu uysallaştırmayı öğreteceğim onlarla sana.”
“Nasıl yapacaksın bunu?”
“Şeytan otunun tohumları iki parçadan (partes) oluşur. Birbirine benzemezler; ikisinin de amacı, görevi başkadır.”
Sol elini açarak, yerde, başparmağıyla yüzükparmağının ucu arası kadar bir bölüm ölçtü.
“Bu, benim payım. Sen kendininkini kendi elinle ölç. Evet, şeytan otu üzerinde egemenlik kurmak için, kökün ilk parçasını alarak başlamalısın. Ancak, seni ona ben götürdüğüme göre, benim parçam olmuş oluyor.”
Sonra eve girip çuval bezinden yaptığı bohçalardan birini getirdi. Yere oturdu, bohçayı açtı. Baktım, erkek olanıydı. Kökün de yalnız bir parçası duruyordu. İlk koyacağı iki parçadan kalanını alıp yüzüme tuttu.
“Senin ilk parçan bu işte,” dedi, “sana verdim. Senin yerine ben kestim. Kendim ölçtüm; şimdi de onu sana veriyorum.”
Bir an, havuç gibi kemirmem mi gerekecek bunu, diye geçirdim; ama şükür ki, don Juan parçayı küçük beyaz bir bez torbaya yerleştirdi.
Evin arka yanına gitti. Yere bağdaş kurup yuvarlak bir manoyla torbadaki kökü dövmeye başladı. Havan işini gören geniş, yassı bir taş üzerinde çalışıyordu. Ara sıra iki taşı yıkıyor, çıkan suyu, kütükten oyma yassı, ufak bir kapta biriktiriyordu.
Bir yandan vuruyor, bir yandan da çok yumuşak bir sesle dua mı, şarkı mı anlayamadığım bir ezgi söylüyordu. Torbadaki kök, dövüle dövüle yumuşak bir lapaya dönüşünce, torbayı ağaç kaba oturttu. Yassı taşla dövme taşını da ağaç kaptaki torbanın üzerine yerleştirip, kabı suyla doldurdu. Sonra bunları alıp, arka bahçedeki parmaklığa dayalı duran dikdörtgen biçimindeki yalağa götürdü.
Kökün, sabaha dek suda kalarak, gece havasını (el sereno) çekmesi gerektiğini söyledi. “Yarın, hava güneşli olursa, sıcak olursa bu çok iyi bir belirti sayılır,” dedi.
10 Eylül 1961, Pazar
Perşembe günü (7 Eylül) hava açık ve sıcaktı. Don Juan bu iyi yoraya çok sevinmiş, durup durup şeytan otunun beni sevmiş olduğunu yinelemişti. Kök, sabaha dek suda kalmıştı. Saat 10:00 sularında arka bahçeye gittik. Ağaç kabı yalaktan çıkarıp yere koydu ve yanına çöktü. Torbayı alıp, kabın dibine bastıra bastıra ezdi. Torbayı su düzeyinin birkaç santim üzerinde tutarak içindekileri sıkmaya başladı. Sonra torbayı suya daldırdı. Art arda yineledi bu işlemi üç kez. İçindekileri kaba boşaltıp, torbayı yalağa attı. Kabı güneşin alnına bıraktı.
İki saat sonra dönüp baktık. Don Juan orta boy bir çaydanlıkla, sarımtırak bir kaynar su da getirmişti. Ağaç kabı biraz yana devirerek özenle üstteki suyu boşalttı. Dipte yoğun bir çökelek kalmıştı. Sıcak suyu bu çökeleğin üzerine döktü ve ağaç kabı gene güneşlenmeye bıraktı.
Bu işlemi birer saati aşan aralıklarla üç kez yineledi. Sonunda kaptaki suyun çoğunu boşaltarak, akşam güneşini görecek biçimde eğik olarak orada bıraktı.
Birkaç saat sonra döndüğümüzde, hava kararmıştı. Kabın dibinde macunumsu bir tabaka oluşmuştu. Yarı pişmiş, beyazımsı ya da açık gri renkli nişasta görünümündeydi. Bir çay kaşığını dolduracak kadar vardı. Kabı eve götürdü ve biraz su kaynatmaya başladı. Ben de, rüzgârın kaptaki macunumsu madde üzerine uçurduğu pislikleri ayıklamaya koyuldum. Alaylı bir sesle:
“Yok bi zararı, bırak!” dedi don Juan.
Sonra, kaynayan sudan bir bardak kadar alıp tahta kabın içine döktü. Daha önce kullandığı sarımtırak sudandı bu da. Kaptaki macun eridi, sütümsü bir duruma geldi.
“Ne suyu koydun içine?” diye sordum.
“Dereden topladığım yemişlerin, çiçeklerin suyu,” dedi. Kabın içindekileri saksıya benzeyen eski bir toprak maşrapaya boşalttı. Sıvı hâlâ sıcaktı. Don Juan, üfleyerek soğutmaya çalıştı. Bir yudum içti; sonra maşrapayı bana uzattı.
“İç bakalım,” dedi.
İçeyim mi içmeyim mi demeye kalmadan, dikiverdim hepsini. Belli belirsiz bir acılığı vardı suyun. Ama kokusu keskin mi keskindi. Hamamböceği kokuyormuş gibi geldi bana.
Birden terlemeye başladım. Bir sıcaklık basıyordu. Kanım başıma hücum etmişti. Gözümün önünde kırmızı bir benek peyda olmuştu. Karın kaslarım acı verircesine kasılmaya başlamıştı. Çok geçmeden üşümeye başladım. Terden sırıl sıklam olmuştum. Acı duyuyordum.
Don Juan, gözlerimin önünde bir karalık ya da kara lekeler görünüp görünmediğini sordu. Ben de her şeyi kırmızı gördüğümü söyledim.
Dişlerim birbirine vuruyor, denetleyemediğim bir sinirlilik, bağrımın ta ortasından bütün bedenime doğru dalga dalga yayılıyordu.
Sonra da korkup korkmadığımı sordu. Don Juan’ın bu sorusu anlamsız geldi bana. Korku içinde olduğumu söyledim. Ama don Juan, ondan korkuyor musun, diye ısrarla sorunca, ne dediğini tam anlamadım. Evet dedim. Güldü. Aslında korkmadığımı söyledi. Kırmızılık sürüyor mu, diye sordu. Koskoca bir kırmızılıktan başka bir şey gördüğüm yoktu ki!
Bir süre sonra daha iyi hissetmeye başladım kendimi. Sinirsel kasılmalar geçmişti. Yerini hafif ağrılı, tatlı bir yorgunluğa, dayanılmaz bir uyku isteğine bırakarak. Gözlerimi açamıyordum. Ama, don Juan’ın sesini işitebiliyordum. Uyuyup kaldım. Kendimi koyu bir kırmızılığa batmış gibi algılamam bütün gece sürmüştü. Düşlerim bile kırmızıydı.
Cumartesi günü öğleden sonra 3:00 sıralarında uyandım. Nerdeyse iki gün uyumuştum. Başımda belirsiz bir ağrı vardı. Midem bozulmuştu. Bağırsaklarım, kısa aralıklarla, delici bir sancıya tutuluyordu. Bunun dışında, her şey olağan bir uyanıştaki gibiydi. Baktım, don Juan evin önünde kestirmekte. Bana bakıp güldü:
“İyi gitti önceki gece,” dedi, “sırf kırmızı gördün. Önemli olan da budur.”
“Kırmızı görmeseydim ne olurdu?”
“Karalık görürdün o zaman. O da kötü bir belirtidir.”
“Ne bakımdan kötü?”
“İnsan karalık görürse, şeytan otuna göre değildir demektir. Kusar, içi dışına çıkar—yeşil ve siyah.”
“Ölür mü?”
“Ölmez ama, uzun süre hasta kalır.”
“Kırmızı görürsen?”
“O zaman kusmazsın. Kök, zevkli gelir bu kimselere. Bu da o kimselerin güçlü ve zorlu olduğunu gösterir. Ot sever bunu. Böyle ayartır onları. İşin tek kötü yanı, otun verdiği erk karşılığında, insan tutsak olur çıkar ota. Ama yapacak bi şeyimiz yoktur bu konularda. Biz yalnızca öğrenmek için yaşarız. İyi ya da kötü bi şeyler öğrenirsek, kısmetimizde olduğu içindir bu.”
“Şimdi ne yapmam gerekiyor, don Juan?”
“Şimdi de kökün ilk bölümünün öbür yarısından kestiğim sürgünü (hrote) dikeceksin. Yarısını, önceki gece içmiştin. Şimdi de öbür yarısını dikmek gerekiyor. Asıl görevin olan bu bitkiyi uysallaştırma işine girişmeden önce, büyümesi ve tohumlanması gerekir onun.”
“Nasıl uysallaştıracağım?”
“Şeytan otunun uysallaştırılmasına kökünden başlanır. Kökün her bi bölümünün gizini adım adım öğreneceksin. Gizlerini öğrenmek, erkini elde etmek için, içmek zorundasın bunları.”
“Öbür bölümler de ilki gibi mi hazırlanacak?”
“Hayır, her bölümü başka başka yöntemlerle hazırlanır.” “Bu farklı bölümlerin etkileri nelerdir?”
“Demiştim ya, her biri ayrı bi erk biçimini öğretir. Geçen gece içtiğin, daha bi şey sayılmaz. Herkes içebilir onu. Ama kökün öbür bölümlerini ancak brujolar içebilir. Bunların sendeki etkileri ne olur, bilemem. Şeytan otu seni beğenir mi, beğenmez mi? Göreceğiz.”
“Ne vakit?”
“Bitkin büyüsün, tohumlansın...”
“Üst bölümünü herkes içebildiğine göre, bu ne yarar sağlamış oluyor?”
“Sulandırılıp içilirse, her türlü erkeklik gücü sorununa iyi gelir. Dinçliklerini yitirmiş yaşlılarla serüven arayan delikanlılara, hatta aşk delisi kadınlara.”
“Bu kökler erk kazanmaya yarar demiştin; demek ki başka işlere de yarıyormuş.”
Yüzüme uzun uzun baktı. Bakışı uzadıkça, sıkılmaya başladım. Sorum, onu kızdırmıştı sanki! Ama nedenini kestiremiyordum.
Sonunda, kuru bir sesle “Bu ot, yalnızca erki için kullanılır,” dedi. Biraz durakladıktan sonra da, “yeniden dinçleşmek isteyen adam, açlığa, yorgunluğa katlanmayı özleyen genç, birisini öldürmek isteyen bi kimse, ateşini körüklemek isteyen kadın— bunların hepsi erk peşindedir. Ot, veriyor onlara istediklerini! Nasıl, beğendin mi bu otu şimdi?” diye sordu.
“Yabansı bir dinçlik duygusu verdi bana bu ot,” dedim. Gerçekten de öyleydi. Uyandığım sırada dikkatimi çekmişti bu. Çok tuhaf bir rahatsızlık, hızını alamamışlık duygusu sarmıştı beni; bütün bedenim, olağanüstü bir hafiflik ve zindelikle kıpırdıyor, geriliyordu. Kollarım, bacaklarım kaşınıyordu. Omuzlarım şişmiş gibiydi. Sırt ve boyun kaslarım sanki beni itiyor ya da bana ağaca sürtünüyormuşum duygusunu veriyordu. Tos atsam, duvarları yıkarım gibi geliyordu.
Artık konuşmuyorduk. Sahanlıkta bir süre daha oturduk. Don Juan’ın uyumak üzere olduğunu gördüm. Birkaç kez, başı önüne düşmüş; sonra da bacaklarını uzatıvermiş ve uyuya kalmıştı. Ben de kalkıp evin arkasına doğru gittim. Fazla enerjimi yakmak için, bahçedeki çöpleri, gereksiz yığıntıları temizledim. Hep, bir gün şunları temizleyelim, dediğini anımsamıştım, don Juan’ın.
Epey sonra don Juan uyanıp da yanıma geldiği zaman, iyice rahatlamış durumdaydım.
Oturup bir şeyler yedik. Yerken, don Juan, nasılsın, diye sordu üç kez. Her zaman böyle sorular sormadığından dayanamadım, “Neden soruyorsun, don Juan? Kök suyunu içtim diye kötü bir şeyler mi olması gerek?”
Güldü. Bir şeytanlık yapmış da, ara sıra, bu şeytanlığının ne sonuç verdiğine bakıp duran haylaz bir çocuk gibi davranıyordu. Gülmesini sürdürerek:
“Pek hasta görünmüyorsun. Az önce sert bile çıktın bana,” dedi.
“Yok valla!” diye karşı çıktım. “Sana öyle bir şey dediğimi anımsamıyorum.” Bu konuda çok ciddiydim, çünkü ona içerlediğimi falan anımsamıyordum.
“Ona arka çıkıyordun,” dedi.
“Kime arka çıkıyorum?”
“Koruyordun şeytan otunu. Ona şimdiden âşık oldun demek.”
İçimden, karşı çıkıp söylediklerini yalanlamak geldi, ama vazgeçtim.
“Onu kullanmayı falan düşünmemiştim,” dedim.
“E, düşünmezsin elbette. Sen dediklerinin farkında bile değilsin, di mi?”
“Galiba öyle, hakkın var.”
“Gördün mü! Böyledir işte şeytan otu. Kadın gibi yanaşır adama. Farkına bile varmazsın. Sırf zevk versin, erk versin istersin: zindelik taşsın kaslarından, bileklerin zonklasın, birisini ezmek için tabanların kaşınsın. Onu tanıyan adam, istekle, iştahlarla dolar taşar. Velinimetim derdi ki, şeytan otu erk arayan adamı tutar, erki kullanamayanları teper. O zamanlar çok geçerliymiş erk, daha bi doymazlıkları varmış insanların erke. Velinimetim erki yüksek bi adamdı. Bana anlattığına göre, kendi velinimeti ondan da daha fazla erk meraklısıymış. Ama o günlerde erk sahibi olmak, zorunluydu.”
“Artık erk sahibi olmaya gerek kalmadı mı yani?”
“Bugün için erk gerekir sana. Gençsin. Kızılderili değilsin. Şeytan otu iyi ellerde sayılır herhalde. Baksana, sevdin onu! Dinçleştirdi seni. Bana da öyle olmuştu. Ama ben sevemedim işte.”
“Neden acaba don Juan?”
“Verdiği erki beğenmedim! Şimdi de bi işime yaramaz.