1

Konu: 3- Öğretiler-3

Don Juan, bana dost erklere ilişkin bilgi vermeyi kararlaştırdıktan sonra, bu konuları gerçek öğrenme yöntemi dediği yararcı (pragmatik) ve benim de katılacağım bir biçimde öğrenmeye hazır olduğum kanısına vardığı zamana kadar geçen iki yıldan fazla bir süre boyunca, söz konusu iki dostun genel niteliklerini azar azar tanımlamıştı. Beni, bütün sözlü anlatımlarının tüm öğretilerinin ereği olan, olağandışı gerçeklik durumlarına hazırlamıştı.
Önceleri dost erklere ilişkin konuları gelişigüzel bir biçimde anlatmıştı. Aşağıdakileri, öbür konulardaki söyleşi notlarımdan çıkardım.
23 Ağustos 1961, Çarşamba
“Şeytan otu (Jimson otu)  velinimetimin dostuydu. Benim de olabilirdi, ama pek beğenmedim ben.”
“Şeytan otunu neden beğenmedin, don Juan?”
“Önemli bi sakıncası vardı da...”
“Öbür dost erklerden daha aşağı mı kalır?”
“Hayır. Yanlış anlamayasın. En iyi dostlar denli erklidir.
Ama, kişisel olarak tutmadığım yanları var da!”
“Anlatır mısın, neymiş onlar?”
“Şımartır insanları, erki vakitsiz tattırır onlara. Daha yürek gücü kazanmadan edindiği bu erkle, baskıcı olur çıkar adam. Kestirilemez ne yapacağı. Koca erkliliğinin ortasında dermansız kalıverir.”
“Önlenemez mi bu durum?”
“Önleyemezsin, ama üstesinden gelecek bi yol vardır. Bu otun dostu oldun mu, bedelini böyle ödersin.”
“Bu etkisinin üstesinden nasıl geliniyor, don Juan?”
“Dört başlıdır şeytan otu: Kökü, sapıyla yaprakları, çiçekleri, bi de tohumları. Her biri değişiktir. Onunla dost olan kimsenin bunları bu sırayla öğrenmesi gerekir. En önemli baş, köklerdir. Şeytan otunun erki köklerinden geçer insana. Sapıyla yaprakları sayrılıkları sağaltır; iyi kullanılırsa, insanlığa mutluluk bağışlayabilir bu ot. Üçüncü baş, çiçeklerindedir; insanları çıldırtmaya, onlara boyun eğdirtmeye ya da onları öldürmeye yarar. Bu otun dostu olan kimse, çiçeklerini yutmaz. Yalnızca kökleri ve tohumları kullanılır bunların. En çok da <a tohumları. Şeytan otunun dördüncü başıdır tohumlar, dördü arasında en erklisi işte bu tohumlardır.
“Velinimetim bu tohumlara ‘ayık baş’ derdi— insana yürek gücünü yalnızca bu baş verir. Şeytan otu, koruduğu kimselere karşı yeğinin yeğinidir. Çünkü daha onlar ‘ayık baş’ın gizlerine ermeden, bakmışsın öldürüvermiş onları bi çırpıda. Sık sık yaparmış bunu. Gerçi ayık başın gizlerini çözenlerin de çıktığını söylerler. Bi  bilgi adamı için ne yaman bi başarıdır!”
“Velinimetin bu gizleri çözmüş mü?”
“Hayır, çözmemiş.”
“Sen gördün mü hiç çözen birisini?”
“Hayır. O adamlar, bu bilimin geçerli olduğu vakitler yaşamışlar.”
“E, bu adamları gören bir kimseyle de mi tanışmadın?” “Tanışmadım.”
“Velinimetin rastlamış mı böyle birilerine?” “Rastlamış.”
“Ayık başın gizlerini neden öğrenmemiş?”
“Şeytan otunu uysallaştırıp dost durumuna getirmek kadar zor şey yoktur dünyada. Yıldızlarımız barışmadı bi türlü; onu sevemedim diye mi ne!”
Don Juan, umursamadığını gösterircesine omuzlarını silkti ve bir süre sessiz kaldı. Sonunda, ona şimdilik “şeytan otu” dediğimizi (su nombre de leche) belirtti. Şeytan otunun başka adlarının da olduğunu, ama bunları kullanmamak gerektiğini, hele bir dostun erkini uysallaştırmayı öğrendiği sırada bu adları çağırmanın çok sakıncalı olacağını söyledi. Bu adları çağırmanın ne gibi sakıncaları olduğunu sordum. Don Juan da yanıtında, insanın ancak büyük bir sıkıntı içindeyken, yardıma çağırmak amacıyla bu adları ağzına alması gerektiğini söyledi. Bilgi arayan bir kimsenin yaşamında er geç böyle anlar geleceğini iyi bilmem gerektiğini de ekledi.
3 Eylül 1961, Pazar
Bugün öğleden sonra don Juan, kırlarda Datura bitkisi topladı.
Durup dururken lafı şeytan otuna getirmiş, tepelere çıkarak bu ottan aramamızı önermişti. Arabayla o yöredeki dağlara yollandık. Arabamın bagajından bir kürek çıkarıp bir dere yatağına indim. Yumuşak, kumlu toprakta gittikçe sıklaşan çalılara takıla takıla epey yürüdük.
Don Juan, koyu yeşil yapraklı, çan biçiminde koca koca çiçekler açmış ufak bir bitkinin yanında durdu.
“İşte bulduk,” dedi.
Ve vakit geçirmeden bitkinin dip çevresini kürekle açmaya başladı. Ben de yardım edecektim, ama, başını sertçe sallayarak karışmamamı belirtti. Bitkinin çevresinde yuvarlak bir çukur açtı: koniye benzeyen, dış kıyısı derinde olan, çemberin ortasına doğru eğikleşerek bir küme oluşturan bir çukurdu bu. Kazması bitince, bitkinin sapına dönüp, diz çöktü ve parmaklarıyla çevresindeki yumuşak toprağı ayıkladı. Çelimsiz sapına oranla, iyice enli olan kocaman, yumrulu, çatal çatal kökünün on santimetre kadarını ortaya çıkardı.
Don Juan bana dönüp, bitkinin “erkek” olduğunu söyledi; kökün, sapla birleştiği noktada çatallaşması, bunu gösterirmiş. Sonra kalkarak uzaklaştı; bir şey arıyordu.
“Ne arıyorsun, don Juan?”
“Çomak gibi bi şey arıyorum.”
Ben de aramaya koyuldum, ama durdurdu. Beş altı metre ötedeki bir kayalığı göstererek, “Sen arama! Git otur şurda. Ben bulurum,” dedi.
Az sonra baktım, elinde uzun, kuru bir dalla dönmekte. Bu dalı, iki koldan inen kökteki toprakları temizlemek için, sokup çıkarmaya başladı. Kökler, şimdi, 60 santimetre dibe dek iyice temizlenmiş durumdaydı. İndikçe, kökü saran toprak katılaşıyor, elindeki dal parçasıyla kazıması olanaksızlaşıyordu.
Baktım, Don Juan durmuş. Oturmuş, soluk almakta bir ara. Gidip ben de oturdum yamacına. Hiç konuşmadan durduk.
“Kürekle kazıp çıkarıversene!” dedim dayanamayıp.
“Fidanı zedeler, incitir bi yerini. Bu yörede yetişen bi ağacın dalını buldum ki, yabancı bi nesneyle hırpalamaktan daha az incinsin kökçeğiz diye.”
“Ne sopasıymış o öyle?”
“Paloverde ağacının kuru dalları iyi gelir bu işe. Kurusunu bulamazsan, yaşını kesersin. O da olur.”
“Öbür ağaçların dalları olmaz mı?”
“Yalnız paloverde dedik ya! Başkası olmaz!”
“Neden acaba, don Juan?”
“E... Şeytan otunun da vardır arkadaşları. Bu yörede iyi
geçindiği bi paloverde ağacı var— başkasını tutmaz (lo unico que prende). Kökü kürekle bozarsan, gene ektiğinde tutmaz. Ama bu sopa onu incitse de, aldırmaz pek.”
“Peki ne yapacaksın şimdi bu kökü?”
“Keseceğim. Bırak beni artık. Git başka bitki bul kendine, çağırırım ben seni.”
“Yardım edeyim?”
“Gerekirse ben sana söylerim.”
Uzaklaştım. Başka bir bitki arar gibi yaptım. Çaktırmadan onu gözetleme isteğimi zor yeniyordum. Az sonra, don Juan yanıma geldi.
“Şimdi de ‘dişi’sini arayalım,” dedi.
“Nasıl ayırt ediyorsun dişisini erkeğini?”
“Dişileri epey yükselir yerden; ufacık bi ağaç gibi olur.
Erkekleri yana doğru büyür, çalı gibi yayılır. Dişisini çıkarınca göreceksin, kökünün çatallaşmadan dibe nasıl indiğini. Erkeğinde kök, saptan sonra çatallaşıverir.”
Beraberce Daturaları inceledik. Bir bitki gösterip, “Bu dişisi,” dedi. Bunun da çevresini, öteki gibi kazdı. Kök ortaya çıkar çıkmaz, demin söylediklerine uygun olduğunu gördüm. O, kökü kesedursun, ben yanından uzaklaştım. Daha büyük olan erkeğini aldı, geniş bir tepside yıkadı. Kökünde ki, sapındaki, yapraklarındaki tozu toprağı iyice sildi. Bu titiz temizlikten sonra, kökle sapın birleştikleri yerin çevresini kısa, testereli bir çakıyla enlemesine çenterek, bir kırışta ayırdı. Sapı alıp yapraklarını, çiçeklerini, dikenli tohum zarflarını ayrı ayrı öbekler halinde yığdı. Kurumuş ya da kurtların yemiş olduğu kısımlarını atıyor, yalnızca bozulmamış, sağlam parçaları topluyordu. Kökün iki dalını yan yana getirip iki yerinden sicimle bağladı. Kök dallarının birleştiği noktaya hafifçe bir çentik attı ve kırıp ayırarak, boyları eşit iki kök elde etti.
Sonra bir parça kaba çuval bezi alıp içine önce beraberce bağlanmış olan iki kök dalını, onların üstüne de düzgünce yerleştirerek yapraklarını, sonra da çiçekleri, tohum zarflarını ve sapını koydu. Bezi yukarı katlayıp köşelerini düğümledi.
Dişi olan öteki bitkiyi de tıpkı bu biçimde işlemeye başladı. Yalnız, kökünü kesmeyip ters Y harfi gibi çatal durumunda bıraktı. Bunları da başka bir beze sardı. Bitirdiğinde, akşam olmuştu.
6 Eylül 1961, Çarşamba
Bugün akşama doğru şeytan otu konusuna döndük. Don Juan, durup dururken, “Şu otla başlasak bugün!” dedi.
İncelik gösterip biraz bekledikten sonra, “Ne yapacaksın şimdi onları?” diye sordum.
“Kazıp çıkardığım, kestiğim o bitkiler benim,” diye yanıtladı, “özümden sayılırlar; şeytan otunu uysallaştırmayı öğreteceğim onlarla sana.”
“Nasıl yapacaksın bunu?”
“Şeytan otunun tohumları iki parçadan (partes) oluşur. Birbirine benzemezler; ikisinin de amacı, görevi başkadır.”
Sol elini açarak, yerde, başparmağıyla yüzükparmağının ucu arası kadar bir bölüm ölçtü.
“Bu, benim payım. Sen kendininkini kendi elinle ölç. Evet, şeytan otu üzerinde egemenlik kurmak için, kökün ilk parçasını alarak başlamalısın. Ancak, seni ona ben götürdüğüme göre, benim parçam olmuş oluyor.”
Sonra eve girip çuval bezinden yaptığı bohçalardan birini getirdi. Yere oturdu, bohçayı açtı. Baktım, erkek olanıydı. Kökün de yalnız bir parçası duruyordu. İlk koyacağı iki parçadan kalanını alıp yüzüme tuttu.
“Senin ilk parçan bu işte,” dedi, “sana verdim. Senin yerine ben kestim. Kendim ölçtüm; şimdi de onu sana veriyorum.”
Bir an, havuç gibi kemirmem mi gerekecek bunu, diye geçirdim; ama şükür ki, don Juan parçayı küçük beyaz bir bez torbaya yerleştirdi.
Evin arka yanına gitti. Yere bağdaş kurup yuvarlak bir manoyla torbadaki kökü dövmeye başladı. Havan işini gören geniş, yassı bir taş üzerinde çalışıyordu. Ara sıra iki taşı yıkıyor, çıkan suyu, kütükten oyma yassı, ufak bir kapta biriktiriyordu.
Bir yandan vuruyor, bir yandan da çok yumuşak bir sesle dua mı, şarkı mı anlayamadığım bir ezgi söylüyordu. Torbadaki kök, dövüle dövüle yumuşak bir lapaya dönüşünce, torbayı ağaç kaba oturttu. Yassı taşla dövme taşını da ağaç kaptaki torbanın üzerine yerleştirip, kabı suyla doldurdu. Sonra bunları alıp, arka bahçedeki parmaklığa dayalı duran dikdörtgen biçimindeki yalağa götürdü.
Kökün, sabaha dek suda kalarak, gece havasını (el sereno) çekmesi gerektiğini söyledi. “Yarın, hava güneşli olursa, sıcak olursa bu çok iyi bir belirti sayılır,” dedi.
10 Eylül 1961, Pazar
Perşembe günü (7 Eylül) hava açık ve sıcaktı. Don Juan bu iyi yoraya çok sevinmiş, durup durup şeytan otunun beni sevmiş olduğunu yinelemişti. Kök, sabaha dek suda kalmıştı. Saat 10:00 sularında arka bahçeye gittik. Ağaç kabı yalaktan çıkarıp yere koydu ve yanına çöktü. Torbayı alıp, kabın dibine bastıra bastıra ezdi. Torbayı su düzeyinin birkaç santim üzerinde tutarak içindekileri sıkmaya başladı. Sonra torbayı suya daldırdı. Art arda yineledi bu işlemi üç kez. İçindekileri kaba boşaltıp, torbayı yalağa attı. Kabı güneşin alnına bıraktı.
İki saat sonra dönüp baktık. Don Juan orta boy bir çaydanlıkla, sarımtırak bir kaynar su da getirmişti. Ağaç kabı biraz yana devirerek özenle üstteki suyu boşalttı. Dipte yoğun bir çökelek kalmıştı. Sıcak suyu bu çökeleğin üzerine döktü ve ağaç kabı gene güneşlenmeye bıraktı.
Bu işlemi birer saati aşan aralıklarla üç kez yineledi. Sonunda kaptaki suyun çoğunu boşaltarak, akşam güneşini görecek biçimde eğik olarak orada bıraktı.
Birkaç saat sonra döndüğümüzde, hava kararmıştı. Kabın dibinde macunumsu bir tabaka oluşmuştu. Yarı pişmiş, beyazımsı ya da açık gri renkli nişasta görünümündeydi. Bir çay kaşığını dolduracak kadar vardı. Kabı eve götürdü ve biraz su kaynatmaya başladı. Ben de, rüzgârın kaptaki macunumsu madde üzerine uçurduğu pislikleri ayıklamaya koyuldum. Alaylı bir sesle:
“Yok bi zararı, bırak!” dedi don Juan.
Sonra, kaynayan sudan bir bardak kadar alıp tahta kabın içine döktü. Daha önce kullandığı sarımtırak sudandı bu da. Kaptaki macun eridi, sütümsü bir duruma geldi.
“Ne suyu koydun içine?” diye sordum.
“Dereden topladığım yemişlerin, çiçeklerin suyu,” dedi. Kabın içindekileri saksıya benzeyen eski bir toprak maşrapaya boşalttı. Sıvı hâlâ sıcaktı. Don Juan, üfleyerek soğutmaya çalıştı. Bir yudum içti; sonra maşrapayı bana uzattı.
“İç bakalım,” dedi.
İçeyim mi içmeyim mi demeye kalmadan, dikiverdim hepsini. Belli belirsiz bir acılığı vardı suyun. Ama kokusu keskin mi keskindi. Hamamböceği kokuyormuş gibi geldi bana.
Birden terlemeye başladım. Bir sıcaklık basıyordu. Kanım başıma hücum etmişti. Gözümün önünde kırmızı bir benek peyda olmuştu. Karın kaslarım acı verircesine kasılmaya başlamıştı. Çok geçmeden üşümeye başladım. Terden sırıl sıklam olmuştum. Acı duyuyordum.
Don Juan, gözlerimin önünde bir karalık ya da kara lekeler görünüp görünmediğini sordu. Ben de her şeyi kırmızı gördüğümü söyledim.
Dişlerim birbirine vuruyor, denetleyemediğim bir sinirlilik, bağrımın ta ortasından bütün bedenime doğru dalga dalga yayılıyordu.
Sonra da korkup korkmadığımı sordu. Don Juan’ın bu sorusu anlamsız geldi bana. Korku içinde olduğumu söyledim. Ama don Juan, ondan korkuyor musun, diye ısrarla sorunca, ne dediğini tam anlamadım. Evet dedim. Güldü. Aslında korkmadığımı söyledi. Kırmızılık sürüyor mu, diye sordu. Koskoca bir kırmızılıktan başka bir şey gördüğüm yoktu ki!
Bir süre sonra daha iyi hissetmeye başladım kendimi. Sinirsel kasılmalar geçmişti. Yerini hafif ağrılı, tatlı bir yorgunluğa, dayanılmaz bir uyku isteğine bırakarak. Gözlerimi açamıyordum. Ama, don Juan’ın sesini işitebiliyordum. Uyuyup kaldım. Kendimi koyu bir kırmızılığa batmış gibi algılamam bütün gece sürmüştü. Düşlerim bile kırmızıydı.
Cumartesi günü öğleden sonra 3:00 sıralarında uyandım. Nerdeyse iki gün uyumuştum. Başımda belirsiz bir ağrı vardı. Midem bozulmuştu. Bağırsaklarım, kısa aralıklarla, delici bir sancıya tutuluyordu. Bunun dışında, her şey olağan bir uyanıştaki gibiydi. Baktım, don Juan evin önünde kestirmekte. Bana bakıp güldü:
“İyi gitti önceki gece,” dedi, “sırf kırmızı gördün. Önemli olan da budur.”
“Kırmızı görmeseydim ne olurdu?”
“Karalık görürdün o zaman. O da kötü bir belirtidir.”
“Ne bakımdan kötü?”
“İnsan karalık görürse, şeytan otuna göre değildir demektir. Kusar, içi dışına çıkar—yeşil ve siyah.”
“Ölür mü?”
“Ölmez ama, uzun süre hasta kalır.”
“Kırmızı görürsen?”
“O zaman kusmazsın. Kök, zevkli gelir bu kimselere. Bu da o kimselerin güçlü ve zorlu olduğunu gösterir. Ot sever bunu. Böyle ayartır onları. İşin tek kötü yanı, otun verdiği erk karşılığında, insan tutsak olur çıkar ota. Ama yapacak bi şeyimiz yoktur bu konularda. Biz yalnızca öğrenmek için yaşarız. İyi ya da kötü bi şeyler öğrenirsek, kısmetimizde olduğu içindir bu.”
“Şimdi ne yapmam gerekiyor, don Juan?”
“Şimdi de kökün ilk bölümünün öbür yarısından kestiğim sürgünü (hrote) dikeceksin. Yarısını, önceki gece içmiştin. Şimdi de öbür yarısını dikmek gerekiyor. Asıl görevin olan bu bitkiyi uysallaştırma işine girişmeden önce, büyümesi ve tohumlanması gerekir onun.”
“Nasıl uysallaştıracağım?”
“Şeytan otunun uysallaştırılmasına kökünden başlanır. Kökün her bi bölümünün gizini adım adım öğreneceksin. Gizlerini öğrenmek, erkini elde etmek için, içmek zorundasın bunları.”
“Öbür bölümler de ilki gibi mi hazırlanacak?”
“Hayır, her bölümü başka başka yöntemlerle hazırlanır.” “Bu farklı bölümlerin etkileri nelerdir?”
“Demiştim ya, her biri ayrı bi erk biçimini öğretir. Geçen gece içtiğin, daha bi şey sayılmaz. Herkes içebilir onu. Ama kökün öbür bölümlerini ancak brujolar içebilir. Bunların sendeki etkileri ne olur, bilemem. Şeytan otu seni beğenir mi, beğenmez mi? Göreceğiz.”
“Ne vakit?”
“Bitkin büyüsün, tohumlansın...”
“Üst bölümünü herkes içebildiğine göre, bu ne yarar sağlamış oluyor?”
“Sulandırılıp içilirse, her türlü erkeklik gücü sorununa iyi gelir. Dinçliklerini yitirmiş yaşlılarla serüven arayan delikanlılara, hatta aşk delisi kadınlara.”
“Bu kökler erk kazanmaya yarar demiştin; demek ki başka işlere de yarıyormuş.”
Yüzüme uzun uzun baktı. Bakışı uzadıkça, sıkılmaya başladım. Sorum, onu kızdırmıştı sanki! Ama nedenini kestiremiyordum.
Sonunda, kuru bir sesle “Bu ot, yalnızca erki için kullanılır,” dedi. Biraz durakladıktan sonra da, “yeniden dinçleşmek isteyen adam, açlığa, yorgunluğa katlanmayı özleyen genç, birisini öldürmek isteyen bi kimse, ateşini körüklemek isteyen kadın— bunların hepsi erk peşindedir. Ot, veriyor onlara istediklerini! Nasıl, beğendin mi bu otu şimdi?” diye sordu.
“Yabansı bir dinçlik duygusu verdi bana bu ot,” dedim. Gerçekten de öyleydi. Uyandığım sırada dikkatimi çekmişti bu. Çok tuhaf bir rahatsızlık, hızını alamamışlık duygusu sarmıştı beni; bütün bedenim, olağanüstü bir hafiflik ve zindelikle kıpırdıyor, geriliyordu. Kollarım, bacaklarım kaşınıyordu. Omuzlarım şişmiş gibiydi. Sırt ve boyun kaslarım sanki beni itiyor ya da bana ağaca sürtünüyormuşum duygusunu veriyordu. Tos atsam, duvarları yıkarım gibi geliyordu.
Artık konuşmuyorduk. Sahanlıkta bir süre daha oturduk. Don Juan’ın uyumak üzere olduğunu gördüm. Birkaç kez, başı önüne düşmüş; sonra da bacaklarını uzatıvermiş ve uyuya kalmıştı. Ben de kalkıp evin arkasına doğru gittim. Fazla enerjimi yakmak için, bahçedeki çöpleri, gereksiz yığıntıları temizledim. Hep, bir gün şunları temizleyelim, dediğini anımsamıştım, don Juan’ın.
Epey sonra don Juan uyanıp da yanıma geldiği zaman, iyice rahatlamış durumdaydım.
Oturup bir şeyler yedik. Yerken, don Juan, nasılsın, diye sordu üç kez. Her zaman böyle sorular sormadığından dayanamadım, “Neden soruyorsun, don Juan? Kök suyunu içtim diye kötü bir şeyler mi olması gerek?”
Güldü. Bir şeytanlık yapmış da, ara sıra, bu şeytanlığının ne sonuç verdiğine bakıp duran haylaz bir çocuk gibi davranıyordu. Gülmesini sürdürerek:
“Pek hasta görünmüyorsun. Az önce sert bile çıktın bana,” dedi.
“Yok valla!” diye karşı çıktım. “Sana öyle bir şey dediğimi anımsamıyorum.” Bu konuda çok ciddiydim, çünkü ona içerlediğimi falan anımsamıyordum.
“Ona arka çıkıyordun,” dedi.
“Kime arka çıkıyorum?”
“Koruyordun şeytan otunu. Ona şimdiden âşık oldun demek.”
İçimden, karşı çıkıp söylediklerini yalanlamak geldi, ama vazgeçtim.
“Onu kullanmayı falan düşünmemiştim,” dedim.
“E, düşünmezsin elbette. Sen dediklerinin farkında bile değilsin, di mi?”
“Galiba öyle, hakkın var.”
“Gördün mü! Böyledir işte şeytan otu. Kadın gibi yanaşır adama. Farkına bile varmazsın. Sırf zevk versin, erk versin istersin: zindelik taşsın kaslarından, bileklerin zonklasın, birisini ezmek için tabanların kaşınsın. Onu tanıyan adam, istekle, iştahlarla dolar taşar. Velinimetim derdi ki, şeytan otu erk arayan adamı tutar, erki kullanamayanları teper. O zamanlar çok geçerliymiş erk, daha bi doymazlıkları varmış insanların erke. Velinimetim erki yüksek bi adamdı. Bana anlattığına göre, kendi velinimeti ondan da daha fazla erk meraklısıymış. Ama o günlerde erk sahibi olmak, zorunluydu.”
“Artık erk sahibi olmaya gerek kalmadı mı yani?”
“Bugün için erk gerekir sana. Gençsin. Kızılderili değilsin. Şeytan otu iyi ellerde sayılır herhalde. Baksana, sevdin onu! Dinçleştirdi seni. Bana da öyle olmuştu. Ama ben sevemedim işte.”
“Neden acaba don Juan?”
“Verdiği erki beğenmedim! Şimdi de bi işime yaramaz.

Cvp: 3- Öğretiler-3

Velinimetimin anlattığı zamanlarda, erk aramak zorunluydu. Hayret verici eylemleri vardı insanların; güçlerine hayran olurdu herkes. Bilgilerine saygı duyulurdu güçlü adamların; onlardan korkulurdu. Velinimetim öyle şaşırtıcı şeyler anlatmıştır ki çook çok eskilere ilişkin, söylesem aklın durur. Ama artık biz Kızılderililer, aramıyoruz o erkleri. Kızılderililer, o otla, kendilerini ovmaktan başka bi şey yapmıyorlar. Yapraklarıyla çiçeklerini de başka işler için kullanıyorlar; pişiklere bile iyi geldiğini söylüyorlar. Erkini istemiyorlar ama. Köklerinin dip taraflarına doğru inildikçe insanı çeken, kapan; gittikçe güçlenip adamı altüst eden erkini. Bu otun kökü dört metreyi buldumu— görenler varmış— o zaman insan tükenmez erke kavuşurmuş. Sonu olamayan erke. Geç mişte bunu çok az sayıda kişi yapabilmiştir. Şimdi ise hiç yoktur. Demiştim ya, biz Kızılderililerin gereksinmemiz yok artık şeytan otunun erkine. Gün geçtikçe azaldı ilgimiz. Erk falan istemez hale geldik. Ben kendim istemiyorum erk merk. Ama bi vakitler, sen yaştayken, benim içimi de kaynatmıştı o. Senin şu haline gelmiştim. Şu farkla ki, ben senden beş yüz kat daha fazla güçle dolmuştum. Bi vuruşta öldürüvermiştim bi adamı. Koskoca kayaları tutup fırlatıverirdim havaya— yirmi kişinin birlikte yerinden kımıdatamadıkları kayaları. Bi defasında öyle yükseğe zıplamıştım ki en yüksek ağaçların tepelerindeki yaprakları biçip geçmiştim. Ama ne yararı oldu ki bunların! Kızılderilileri korkutmuş oluyordum, o kadar. Yalnız Kızılderilileri! Başkaları, bu işleri bilmeyenler, inanmazlardı bile. Onlar, deli bi Kızılderili gördüklerini ya da ağaçların tepesinde devinen bi şey gördüklerini sanırlardı.”
Uzun süre sessiz oturduk. Bir şeyler söylemek istiyordum.
“Bi zamanlar bambaşkaydı bu işler,” diye sürdürdü don Juan. “Adamın bi puma, bi kuş haline gelebildiğini ya da, ne diyeyim, uçabildiğini bilen insanlar varken dünyada. Ben de artık kullanmıyorum şeytan otunu işte. Neden kullanayım? Kızılderilileri korkutmak için mi? (Parague? Para asustar a los indios?)”
Onu öyle tasalı görünce yüreğim erir gibi oldu. Basma kalıp da olsa bir şeyler söylemek geldi içimden.
“Ola ki, don Juan, bilmek isteyen herkesin yazgısıdır bu!”
“Belki de,” dedi alçak sesle.
23 Kasım 1961, Perşembe
Arabamı evin önüne çekerken baktım, don Juan ortalıkta yok. Tuhaf, diye düşündüm. Yüksek sesle onu çağırdım. Evden gelini çıktı.
“İçerde,” dedi.
Birkaç hafta önce ayak bileği burkulmuş. Kaktüsle kemik tozundan yaptığı bir lapa içine batırdığı bez şeritleri sararak kendi başına ayağını alçıya almış. Ayak bileğine sıkıca sardığı şeritler kurumuş; hafif, ayağının kıvrımlarını kavrayan bir alçı oluşturmuştu-. Gerçek alçı sertliğindeydi, ama alçının kaba-sabalığı yoktu bunda.
“Nasıl oldu?” diye sordum.
Ona bakan, Yukatanlı bir Meksikalı kadın olan gelini yanıtladı sorumu:
“Kaza olmuş! Düşmüş, az daha ayağını kıracakmış!”
Don Juan güldü. Kadının evden çıkmasını bekledi yanıtını vermeden önce.
“Ne kazası be! Bu yörede bi düşmanım var. Bi kadın ‘La Catalina!’ Zayıf bi anımda itiverdi; düştüm.”
“Niye yaptı bunu?”
“Öldürmek istedi beni, neden olacak!” “Burda mıydı o da?”
“Evet!”
“Niye bıraktın içeri?”
“Bırakmadım. Uçarak girdi.”
“Anlamadım!”
“Bi karatavuk (chanate) bu kadın. Hem de nasıl! Boş bulundum. Uzun süredir beni yok etmeye çalışıyordu. Bu kez çok yaklaştı amacına.”
“Karatavuk mu dedin bu kadına? Yani bir kuş mu bu kadın?”
“Gene sorulara başladın. Bu kadın bi karatavuktur! Benim bi karga olduğum gibi. Ben insan mıyım, kuş muyum? Kuş olmayı bilen bi insanım ben. Ama ‘La Catalina’ya gelince, acımasız bi büyücü-cadısıdır o! Beni öldürme isteği öyle kuvvetlidir ki onu başımdan savmak olanaksız. Karatavukta evin içine girmiş. Önleyemedim.”
“Gerçekten kuş olabiliyor musun, don Juan?”
“Evet! Ama sonra görüşürüz bunu.”
“Neden öldürmek istiyor seni?”
“Haa, aramızda eski bi sorun var da! O duruma geldi ki
o beni öldürmeden benim onun işini bitirmem gerekecek.”
“Büyü mü yapacaksın?” diye merakla sordum.
“Saçmalama. Büyü müyü işlemez ona. Başka tasarılarım var! Anlatırım bi gün.”
“Dostun koruyabilir mi seni ondan?”
“Hayır! Bizim  küçük duman yalnızca ne yapmam gerektiğini söyler bana. Sonra da korursun kendi kendini.”
“Ya Mescalito? O koruyabilir mi seni o kadından?”
“Hayır! Mescalito bir öğretmendir, kişisel nedenlerle kullanılacak bi erk değil.”
“Ya şeytan otu?”
“Dedim ya! Kendi kendimi korumam gerek, diye... Dostum dumanın gösterdiği yolu izleyerek... Benim bildiğime göre dumanın bi şey yaptığı yoktur. Bilmek istediğin bi nokta varsa, duman anlatır sana. Yalnız bilgi değil, işe girişmek için gerekli araçları da sağlar. Bundan daha güzel bi dost olur mu?”
“Herkese en uygun dost bu dumandır, diyebilir miyiz?”
“Ee, herkese uymaz. Çok kimse ondan korkar, ona dokunmaz bile... Yanına bile yaklaşmaz. Her şey de böyle değil midir? Kimine uyar, kimine uymaz!”
“Ne tür bir dumandır bu acaba?”
“Önbilicilerin dumanı!”
Sesinde belirli bir kutsama vardı—hiç böyle görmemiştim onu.
“Velinimetimin, bana dumanı öğretmeye başladığı zaman, anlattıklarını söyleyim sana önce. Gerçi o zamanlar, dediklerini anlamam olanaksızdı; senin şimdiki durumun gibi. ‘Şeytan otu erk arayanlara göredir. Duman ise bakıp görmek isteyenler içindir!’Kanımca, eşi yoktur bu dumanın. İnsanlar onun alanına girmesin bi kez! Tüm öbür erkler buyruğundadır artık o insanların. Şaşılası bi şeydir bu! Yaşam boyu çaba gerek, kuşkusuz. Çok önemli iki şey var bu duman konusunda ki sırf bunları tanıyabilmek yıllar alır: pipo ve tüttürülen harman. Pipoyu velinimetim verdi bana. Yıllarca avucumda dura dura benim oldu çıktı. Elimin kıvrımlarıyla bütünleşti. Şimdi tutup senin eline vermek onu, örneğin, benim için gerçekten zor bi görev olacak. Bu, senin için de büyük bi başarı olacak— eğer başarırsak! Başka birisinin elinde bulunmanın gerilimini duyacak pipo. İkimizden biri yanlış bi hareket yapacak olursa, bakmışsın, pipo kendi zoruyla paramparça oluvermiş; ya da fırlayıp elimizden, kırılıvermiş. Samanlığa düşse bile tuz buz olur pipo, o vakit. Böyle bi şey olursa, ikimizin de sonu gelmiş demektir. Özellikle benim. O zaman dumanın beni nasıl çarpacağını anlatsam, aklın almaz.”
“Nasıl oluyor da senin dostun öyle çarpıyor seni?”
Sorum, don Juan’ın düşüncelerini bozmuş olacak ki, bir süre konuşmadan durdu.
Sonra birden, “Bu dumanın bileşimindeki bitkilerin toplanması en belalı işlerden biridir,” dedi. “Kılavuz olmadan kimse hazırlayamaz onu. Dumanın koruduğu kimse dışında herkese öldürücü bi zehir etkisi yapar! Pipoya da, harmana da büyük bi özenle bakmak gerekir. Öğrenmek isteyen kimsenin de, kendisini zor, yalın bi yaşam sürdürerek hazırlaması gerekir. Bu dumanın etkileri öyle korkunçtur ki, ancak çok güçlü bi kimse dayanabilir en ufak bi nefes çekmeye. Başlangıçta her şey ürkütücü ve çapraşıktır, ama çekilen her nefesle her şey daha keskinleşir. Ve birdenbire dünya yepyeni açılıverir! Hayal etmesi bile olanaksız bi biçimde! Bu olunca, duman artık o kişinin dostu olmuştur; akla hayale gelmez dünyalara sokar insanı; her türlü sorununu çözer.
Dumanın en büyük özelliği, en büyük yararı budur. Bu işlevini yerine getirirken en ufak bi acı bile vermez. Gerçek bi dosttur bu duman!”
Her zamanki gibi evin önündeki temiz, sert toprak yerde oturuyorduk. Don Juan birden kalktı ve eve girdi. Birkaç saniye sonra elinde küçük bir torbayla döndü.
“Pipomu getirdim.” dedi.
Bana doğru uzanarak yeşil çadır bezinden yapılmış bir kılıftan çıkardığı piposunu gösterdi. Yirmi beş santimetre kadar bir uzunluktaydı. Sapı kırmızımsı bir ağaçtan yapılmış, sade, süssüz bir pipo. Ağzı da ağaçtandı; ince sapına oranla çok büyük görünüyordu. Dış yüzeyi pürüzsüzdü ve kömür rengindeydi.
Pipoyu yüzüme doğru tuttu. Bana veriyor sandım onu. Almak için elimi uzattım; ama çabucak geri çekti.
“Bu pipoyu velinimetim verdi bana,” dedi. “Şimdi de onu sana veriyorum. Ama önce tanıman gerek onu. Buraya her gelişinde onu sana vereceğim. Önce dokunursun. Azar azar tutarsın. Pipoyla birbirinize iyice alışana dek... Sonra koyarsın cebine ya da gömleğinin içine, koynuna. En sonra da ağzına alırsın. Bütün bunlar azar azar, yavaş ve dikkatli bi biçimde olmalıdır. Aranızdaki bağ pekişince (la amistad esîa lıecha), artık tüttürürsün piponu. Beni dinler de acele etmezsen, duman senin de en iyi dostun olur çıkar.”
Pipoyu elime verdi, ama bir ucunu kendi tutuyordu. Sağ kolumu uzatmış, pipoya dokunacaktım.
“İki elle dokunacaksın,” dedi.
İki elimle pipoya şöyle bir dokunuverdim. Tutabileceğim kadar uzatmıyordu zaten pipoyu. Ancak dokunabileceğim bir uzaklıkta tutuyordu. Sonra pipoyu geri çekti.
“İlk adım, pipoyu sevmektir. Bu da zaman alır!”
“Pipo beni sevmeyebilir mi?”
“Hayır. Pipo sevmemezlik etmez seni. Ama sen onu sevmeyi öğrenmelisin ki onu tüttürme zamanı geldiğinde pipo seni hiçbi şeyden korkmaz duruma getirsin.”
“Sen ne tüttürüyorsun, don Juan?”
“Bunu!”
Yakasını açtı; koynunda sakladığı küçük bir kese asılıydı boynuna. Çıkardı. Ağzını açtı ve kesenin içindeki şeyden avucuna bir tutam kadar döktü.
İnce kıyılmış çay liflerine benzettim bunu; koyu kahve rengi açık yeşile değişen, yer yer parlak sarı benekli bir  harman.
Avucundakileri geri koydu, keseyi bir deri bağcıkla bağladı. Boynuna astı.
“Nasıl yapılıyor bu harman?”
“Çok şey var içinde. Bileşimine giren şeylerin hepsini bulmak, çok zor bi iştir. Diyar diyar gezmek gerekir. Bu karşımdaki ufak mantarlar (los honguitos) sadece yılın belirli zamanlarında ve belirli yerlerde yetişir.”
“İstediğin yardım türüne göre değişik harmanlar mı yapılıyor?”
“Hayır! Bi tek duman vardır. Benzeri de yoktur.”
Göğsüne sarkan keseyi göstererek bacakları arasında duran pipoyu kaldırdı.
“Bu ikisi, bi bütündür! Biri olmadan öbürü bi işe yaramaz. Bu pipoyla bu karışımın gizlerini, bana, velinimetim vermiştir. O bana nasıl aktardıysa bunları, ona da öyle vermişler. Hazırlanmasındaki zorluğa karşın, bu karışımı gene yapmak olanağı vardır. Oysa bu pipo, yaşam boyu süren bi uğraşın ürünüdür. Son derece dikkatli olunmalıdır onun bakımını yaparken. Dayanıklıdır, serttir, ama oraya buraya çarpmamak gerekir. Onu tutarken, eller kuru olmalıdır; terli olmamalıdır. Yalnız başınayken çıkarılmalıdır pipo ortaya. Kimse, evet kesinlikle hiç kimse görmemelidir onu. Birine vereceksen, tabii o zaman başka... Velinimetim bana bu biçimde verdi öğüdünü; ben de yaşamım boyunca öyle yaptım.”
“Ya kaybedersen, kırarsan pipoyu? Ne olur?”
“Ölürsün o zaman!”
“Bütün büyücülerin pipoları öyle midir?”
“Hepsinin, benimki gibi pipoları yoktur. Ama böyle pipoları olan kimi adamlar gördüm.”
“Sen kendin böyle bir pipo yapabilir misin, don Juan?” diye uzattım. “Örneğin, bu pipo olmasaydı, o zaman nasıl verirdin bana bir pipo?”
“Pipom olmasaydı, o zaman veremezdim ki sana pipo falan; vermek isteğim de olmazdı ki! O zaman başka şey verirdim sana.”
Bana küsmüşe benziyordu. Pipoyu dikkatle kılıfına yerleştirdi. Pipoyu sıkıca saran kılıfın içi yumuşak astarlıydı, pipoyu sokar sokmaz rahatlıkla içeri kayıvermişti. Sonra pipoyu yerine koymak için eve girdi.
“Kızdın mı bana, don Juan?” diye sordum, döndüğümde. Bu soruma şaşırmış göründü.
“Hayır! Hiç kimseye kızmam ben! Hiç kimse o denli önemli bi şey yapamaz ki. İnsanların edimleri önem taşıyorsa senin için, o zaman kızarsın. Benim için böyle bi şey söz konusu olmaktan çıkmıştır artık.”
26 Aralık 1961, Salı
Don Juan’ın “sürgün” diye adlandırdığı kökü yeniden ekmek için en iyi zamanı henüz saptamamıştık, ama bitki-erkini uysallaştırma sürecinde bu aşamaya gelmiştik.
23 Aralık Cumartesi günü öğleden sonra, don Juan'ın evine vardım. Hep yaptığımız gibi, bir süre konuşmadan oturduk. Ilık bir gündü, hava bulutluydu. Kökün ilk bölümünü bana içirteli birkaç ay olmuştu.
"Bitkiyi toprağa dikme zamanı geldi," dedi birden. "Ama önce, seni korumak için bi şey vereceğim. Çok iyi sakla onu; kimseye gösterme. Ben vereceğim için, ben görebilirim. Pek hoşlanmıyorum bu işten ya! Demiştim sana, şeytan otunu pek sevmem diye. Uyuşamadık bi türlü. Ama belleğimde tutamam uzun süre; çok yaşlandım. Başkalarının gözünden sakın onu; görenler onu unutuncaya dek otun koruma erki yok olur."
Odasına girip eski bir saman minderin altından, çuval bezinden üç bohçayı çekip aldı. Sahanlığa döndü, oturdu.
Uzun bir sessizlikten sonra bohçalardan birini açtı. Beraber çıkardığımız dişi bir Daturaydı bu; üst üste yığdığı yapraklar, çiçekler, tohum zarfları iyice kurumuştu. Y harfine benzeyen uzun kök parçasını çekti ve bohçayı gene bağladı.
Kök kurumuş ve kartlaşmıştı. Çatalın uçları iyice ayrılmış ve kıvrılmıştı. Kökü kucağına uzattı, çakısını deri kınından çıkardı. Kuru kökü bana doğru uzattı.
"Bu kısım baş içindir," dedi ve Y'nin kuyruğuna ilk çentiği attı. Kökü ters tutunca, iki bacağını açmış duran bir adama benziyordu.
"Burası da yürek içindir," diyerek Y'nin boğumuna yakın bir çentik daha attı. Ardından kökün uçlarını, Y'nin her bir çubuğu onar santime inesiye kadar kesti. Sonra yavaş yavaş ve sabırla yontarak, elindeki kökü bir insan bedenine benzetmeye başladı.
Kuru ve lifli bir köktü bu. Don Juan onu yontarken iki yerini kesiyor ve kesik yerlerin arasında kalan lifleri derinlemesine soyuyordu.
Gene de kollar ve eller gibi ayrıntılı yontuları yaparken bir ağaç keskisi kullanıyordu. Sonunda, sırım gibi bir adam heykelciği çıkmıştı ortaya. Kollarını göğsünde kavuşturmuş bir adam heykelciği.
Don Juan kalktı ve sundurmanın yanındaki duvarın dibinde yetişen mavi bir agaveye doğru gitti. Ortadaki etli bir yaprağın sert dikenini tutarak büktü; üç dört kez çevirdi. Diken, çevrile çevrile yapraktan kopacak duruma gelmiş, sarkmıştı. Don Juan dikeni ısırdı: daha doğrusu dişleri arasına kıstırarak hızla çekiverdi. Diken, yaprağın etli dokusundan ayrılırken, ucunda 60 santimetre uzunluğunda beyaz bir kuyruğu da birlikte çıkarmıştı. Dikeni hâlâ dişleriyle tutarak, lifleri, iki elinin ayaları arasında birleştirip bir iplik haline gelesiye kadar ova ova büktü. Sonra bu ipliği, heykelciğin iki bacağını bir araya getirecek biçimde dolamaya başladı. Gövdenin alt yanını, iplik bitesiye kadar sardı. Sonra dikeni, büyük bir ustalıkla bir biz gibi gövdenin kavuşmuş kolları altında kalan aralığına yerleştirdi. Dikenin sivri ucu, heykelciğin ellerinde tutuluyormuş gibi çıkmıştı ortaya. Gene dişlerini kullanarak ve hafif hafif çekerek dikeni iyice dışarı çekti. Şimdi heykelcik, bir mızrağı tutar gibi görünüyordu. Don Juan, heykele bakmadan, bir deri torbaya koydu onu. Bu çaba, don Juan’ı epeyce yormuşa benziyordu. Yere uzandı ve uyumaya başladı.
Uyandığında ortalık kararmıştı. Getirdiğim şeylerden yedik biraz ve bir süre daha oturduk sahanlıkta. Sonra don Juan elinde üç bohçayla evin arkasına doğru gitti. Çalı çırpı, kuru dal falan toplayıp bir ateş yaktı. Rahatça ateşin önüne çöktük. Don Juan bohçaların üçünü de açtı. Dişi bitkinin kuru parçalarını taşıyan bohçaların yanında erkek bitkinin artıklarını tutan bohça, onun yanında da Daturanın yeni kesilmiş yeşil kısımlarının bulunduğu büyük bohça duruyordu.
Don Juan domuz yalağına giderek bir taş havanla döndü. Dibi yuvarlak kıvrımlı derin bir tencereye benziyordu bu havan. Sığ bir çukur kazarak havanı toprağa yerleştirdi. Ateşin üzerine biraz daha çalı koydu ve erkek ve dişi bitkilerin kuru parçalarının bulunduğu bohçaları birlikte havanın içine boşalttı. Kırıntıların bile havana dökülmesi için, çuvalları dikkatlice silkti. Üçüncü bohçadan iki taze Datura kökü parçası aldı.
“Sana hazırlıyorum bunları,” dedi.
“Ne yapıyorsun şimdi, don Juan?”
“Bu parçalardan birini erkek bitkiden, öbürünü dişi bitkiden aldım. Ancak böyle bi durumda, bu iki bitkiyi bi araya getirebiliriz. Bi metre derinden çıkar bu parçalar.”
Havanelini eşit aralıklarla vura vura havanda ezmeye başladı bu parçaları. Bir yandan alçak bir sesle türkü tutturmuştu. Tartımsız, tekdüze bir mırıldanmaya benziyordu bu. Sözlerini anlamam olanaksızdı. Don Juan kendini iyice vermişti bu işe.
Kökler lapalaşınca, bohçadan birkaç Datura yaprağı aldı. Temiz ve yeni koparılmıştı bu yapraklar; hepsi sapasağlamdı. Üzerlerinde kurt yeniği, kopuk falan yoktu. Don Juan bunları birer birer havanın içine attı. Bir avuç Datura çiçeği de alarak aynı kararlılıkla havandaki karışıma kattı. Saydım: tam on dört çiçek koymuştu. Sonra, başakları daha üzerlerinde duran açılmamış tohum zarflarından bir demet aldı. Hepsini birden havanın içine atıverdi. Kaç tane olduklarını sayamadım, ama on dört tane olduklarını sanıyorum. Üç tane de yapraksız Datura sapı koydu. Koyu kırmızı renkte ve çok temizdi bu saplar. Çok kollu olmalarından, bunların büyükçe bitkilerden kesilmiş oldukları sonucuna varmıştım.
Bütün bu şeyler havana konduktan sonra, don Juan, aynı uyumlu vuruşlarla hamurlaşasıya dek ezdi onları. Bir ara havanı yana eğerek, içindeki karışımı, elini kepçe gibi kullanarak, eski bir tencereye aktardı. Elini bana doğru uzattı. Ben de elini kurulamamı istiyor sandım. Oysa don Juan, sol elimi tutup çok hızlı bir hareketle ortaparmağımla yüzükparmağımı ayrılabileceği kadar ayırdı. Sonra, çakısının ucunu, açılan iki parmağımın tam orta yerine batırarak derimi aşağıya doğru yardı. Öyle ustalıkla ve çabucak yapmıştı ki bu işi, sarsılarak elimi çektiğimde derin bir yara açılmıştı ve kanlar fışkırıyordu. Elimi gene yakalayıverdi ve tencerenin içine soktu. Daha çok kan aksın diye de sağar gibi sıktı, sıktı.
Kolum uyuşmuştu. Çarpılmış gibiydim— bir soğukluk basmış, katılaşmıştım sanki. Göğsümde, kulaklarımda ezici bir duygu vardı. Yer kayıyormuş gibi oluyordu. Bayılıyordum! Don Juan elimi bırakarak tenceredeki hamuru karıştırmaya koyuldu. Kendime geldiğimde, ona karşı bir öfke uyanmıştı içimde. Öfkemi yenebilmem için uzun süre geçmesi gerekti.
Ateşin çevresine üç tane taş yerleştirip, tencereyi bunların üstüne oturttu. Bütün koyduklarına ek olarak bir de tutkala benzettiğim bir nesneyle bir kap su koydu tencereye. Kaynatmaya başladı. Datura bitkilerinin kendilerine özgü çok tuhaf bir kokusu vardır. Tencere kaynarken, bu koku, tutkalın keskin kokusuyla birleşince, çıkan buğunun kokusu öyle dayanılmazdı ki kusmamak için zor tutuyordum kendimi.
Biz orada öyle oturmuş dururken, uzun bir süre kaynadı durdu tenceredekiler. Ara sıra yel esip de buğuyu bana doğru gönderince, soluğumu tutuyor, pis kokular içinde boğulur gibi oluyordum.
Don Juan deri kesesinin içindeki heykelciği çıkardı; özenle bana uzattı ve ellerimi yakmadan, heykelciği, tencerenin içine koymamı söyledi. Yavaşça bırakıverdim elimdekini tencerenin içinde. Don Juan çakısını çıkardı. Beni gene doğrayacağını sandım. Oysa, çakısının ucuyla heykelciği iterek batmasını sağladı.
Ertesi sabah gün doğarken, don Juan, heykelciği yapışkan eriyiğin içinden çıkarmamı, çatının doğuya bakan yanına asarak güneşte kurutmamı istedi. Öğleyin, kemik gibi kaskatı olmuştu heykelcik. Yaprakların yeşil rengi, tutkalın içine karışıp donmuştu. Bu, heykelciğe parlak, tekin olamayan bir görünüm veriyordu.
Don Juan, heykelciği indirmemi istedi. Sonra da çok önce getirmiş olduğum eski bir süet ceketten keserek yaptığı bir deri keseyi tutuşturdu elime. Kendi kesesine benziyordu bu. Tek farkı, onunkinin kahverengi, yumuşak bir deriden yapılmış olmasıydı.
“Bu senin ‘suret’indir. Koy onu bu keseye, kapat,” dedi.
Bana bakmıyordu. Bile bile başını öte yana çeviriyordu. Ben heykelciği keseye koyar koymaz, don Juan bir file verdi ve kil kabı fileye koymamı söyledi.
Arabama doğru yürüdü, fileyi elimden aldı ve arabanın torpido gözünün açık duran kapağına astı.
“Gel benimle,” dedi.
Onu izledim. Evin çevresinde, saat akrebinin döndüğü yönde, tam bir tur attık. Sahanlığa döndüğümüzde, durduk; bir tur daha attık. Bu kez deminkinin tersi yönde gidiyorduk. Gene varmıştık sahanlığa. Bir süre orada durduk, sonra oturduk.
Yaptığı her şeyin bir anlamı olduğu inancı yerleşmişti bende. Ben, evin çevresindeki dolanmamızın anlamını çıkarmaya çalışırken, don Juan, “Hey! Nereye koyduğumu unuttum,” dedi.
Ne aradığını sordum. Yeniden dikeceğim kökü koyduğu yeri unuttuğunu söyledi. Sil baştan dönmeye başladık evin çevresinde de öyle anımsadı koyduğu yeri. Çatının altında duvara çivilenmiş bir tahta rafta duran küçük bir cam kavanozu gösterdi. İçinde, Datura kökünün ilk bölümünün öbür yarısı duruyordu. Tam tepesinde yeni yapraklar sürmeye başlamıştı. Kavanozda biraz su vardı, ama toprak yoktu.
“Neden toprak koymadın?” diye sordum.
“Toprak toprağa benzemez. Şeytan otuna yalnızca üzerinde yetişeceği, büyüyeceği toprağın değmesi gerektir. Şimdi de kurtlar üşüşmeden dikmek gerekir onu.”
“Buralara, eve yakın bir yere dikemez miyiz?”
“Hayır! Hayır! Buralarda olmaz. Senin beğeneceğin bi yere dikilmesi gerektir.”
“Nerde bulacağım beğendiğim yeri ben?”
“Ne bileyim? Onu istediğin yere dikebilirsin. Ne var ki, iyi bakılması, korunması gerekir; iyi yetişsin ki, gereksindiğin erke kavuşasın. Kurursa, seni istemiyor demektir. O durumda rahatsız etmemelisin onu artık. Onunla bi bağ kuramadın demektir bu. O nedenle, büyümesi için çok iyi bakman gerek ona, koruman gerek. Üstüne de pek fazla düşmeye gelmez, ha!”
“Neden?”
“E, kendi büyümek istemezse, zorla büyütemezsin ya! Ama, gene de onu sevdiğini kanıtlaman gerekiyor. Kurtlarını ayıklayacaksın, her gidişinde sulayacaksın. Tohumlanasıya dek sürekli olarak yapman gerekir bunları.  İlk tohumlar ortaya çıkınca, anlarız o zaman seni tuttuğunu."
"Ama don Juan, bu köke senin dediğin biçimde bakmam olanaksız."
"Onun vereceği erki istiyorsan,  bunları yapman gerek! Başka yolu yok bunun!''
“Ben burda yokken sen bakabilir misin ona, don Juan?”
“Hayır! Olmaz! Ben yapamam bunu! Herkes kendi kökünü yetiştirmelidir. Ben kendiminkine nasıl baktıysam, sen de kendininkine öyle bakmalısın. Tohumlanıncaya dek, dedim ya, öğrenmeye hazır sayamazsın kendini.”
“Nereye diksem acaba onu?”
“Bu kararı ancak sen verebilirsin! Kimsenin o yeri bilmemesi gerektir; benim bile! İşte böyle dikilir gene kök. Kimse, ama hiç kimse bitkinin yerini bilmemelidir. Yabancı birisi seni izlerse ya da görürse; hemen al kökü, kaç başka bi yere. Çünkü, birisi bitkini ellerse, başına ummadık belalar getirir. Çarpılırsın, ölürsün. O yüzden, benim bile bilmemem gerekir bitkinin yerini.”
Don Juan, kökün bulunduğu küçük kavanozu bana verdi.
“Al bunu.”
Aldım. Sonra, sürüklercesine arabama götürdü beni.
“Şimdi gitmen gerek. Git, bitkini dikeceğin yeri bul. Yumuşak bi toprak olsun, sulak bi yerde. Derin bi çukur kaz. Ama ellerinle kazacaksın çukuru; ellerin kanasa da! Kökü çukurun tam orta yerine sok; yap bi küme (pilön) çevresine. Sonra adamakıllı sula kökü. Su dibe çekildikçe, doldur çukuru yumuşak toprakla. Ardından, kökün iki adım ötesinde bi yer seç, (parmağıyla güneyi göstererek) şu yöne doğru. Orada da derin bi çukur kaz, elerinle. O çukura filedeki kabın içindekileri boşalt. Tencereyi de, git bi başka yerde derinlere göm. Kökten uzak bi yere. Tencere gömüldükten sonra git gene kökün bulunduğu yere; bi daha sula. Sonra çıkar ‘suret’ini; iki parmağının arasında, yaranın üzerine gelecek biçimde tut. Tutkallı hamuru gömdüğün yerde durarak dikenin sivri ucunu köke dokundur. Dört kez dolaş kökün çevresinde. Her dönüşte ayrı yerde durup dikeni köke dokundur.”
“Hangi yöne doğru dönmem gerekiyor kökün çevresinde dolaşırken?”
“Ne yöne istersen. Ama tutkallı hamuru ne yöne gömdüğünü, kökün çevresini hangi yönde dolandığını unutmaman gerek. Her dönüşte dikenin ucuyla hafifçe dokunacaksın köke; son dönüşündeyse iyice batıracaksın derine. Ama dikkat et; diz çökerek yap bunu ki elin titremesin. Çünkü kökün içindeki noktayı deşmemen gerekir. Bi bozarsan o noktayı, sonun geldi demektir. Kökten hayır gelmez artık.”
“Kökün çevresinde dolanırken bir şeyler söylenecek mi?”
“Hayır, o işi ben yaparım senin yerine.”
27 Ocak 1962, Cumartesi
Bu sabah don Juan’ın evine gittiğimde, tüttürme harmanının nasıl hazırlanacağını göstereceğini söyledi. Tepelere doğru yürüdük; epey gittikten sonra derin derelerden birine indik. Çevredeki bitkilerden apayrı renkteki uzun, ince bir fidanın yanında durdu. Çevredeki bitki örtüsü (chaparral) sarımsı renkteydi; oysa bu fidanın parlak yeşil bir rengi vardı.
“Bu küçük ağaççığın yapraklarını, çiçeklerini kopar,” dedi. “Bunları toplamak için en uygun zaman Bütün Ruhlar Yortu Günüdür (el dia de las animas).”
Çakısını çıkardı ve ince bir dalın ucunu kesti. Başka benzer bir dal daha seçti; onun da ucunu kesti. Bu uçlardan bir avuç dolusu toplayana dek bu işlemi sürdürdü. Sonra yere oturdu.
“Bak buraya,” dedi “saplarla bikaç yaprağın oluşturduğu çatalların üst bölümlerini kestim. Gördün mü? Hepsi aynı. Her dalın ucundaki taze, körpe yaprakları kestim. Şimdi gölgeli bi yer arayalım.”
Yürüdük. Bir yerde, aradığımızı bulmuş gibi, durdu. Uzun bir sicim çıkardı cebinden; iki fidanın gövdesiyle alt dallarını bağladı. Çamaşır ipi gibi gerilen sicimin üzerine kesmiş olduğu filizleri baş aşağı dizmeye başladı. Düzenli aralıklarla asıyordu filizleri; yapraklarla sapların oluşturduğu çatalı ters çevirip sicimin üzerine koyarak... Upuzun bir yeşil atlılar kervanını andırıyordu görüntüsü.
“Bu filizlerin gölgede kuruması çok önemli,” dedi. “Issız, ulaşılması zor bi yer olmalı. Böylece, yaprakları korumuş oluruz. Onları, kimsenin bulamayacağı bi yerde kurumaya bırakmalıdır. Kuruduktan sonra bi araya konur ve iyice sarmalanır.”
Filizleri sicimin üzerinden sıyırıp çalılığın üzerine attı. Demek ki bu işin nasıl yapılacağını göstermek istemişti yalnızca.
Yürümeyi sürdürdük; don Juan üç değişik çiçek kopardı. Bunların da bileşime girdiğini ve aynı anda toplanması gerektiğini söyledi. Yalnız, çiçekler ayrı ayrı kil kaplara konmalı ve karanlıkta kurutulmalıymış. Kapların içindeki çiçeklerin küf lenmemesi için de üzerlerine kapaklar konulmalıymış. Yapraklarla çiçeklerin işlevinin, tüttürme harmanını tatlandırmak olduğunu da söyledi.
Dereden çıkıp nehir yatağına doğru yürüdük. Sonra başka uzun bir yoldan eve döndük. Akşam geç vakit, odasında oturduk. Odasına pek sokmazdı beni. Bileşimin son maddesi olan mantarları anlatmaya başladı.
“Bu harmanın en gizli yanı, mantarlardadır,” dedi. “Toplanması en zor olan madde de bu mantarlardır. Bunların yetiştiği yere gitmek çok zaman alır; üstelik tehlikelidir. Hele uygun türlerin seçilmesi işi daha da tehlikelidir. Bunların bulunduğu yerde işe yaramaz biçok başka tür mantar vardır. Beraber kurutursan, iyilerini de bozarlar. Mantarları tanıman ve hata yapmaman için uzun süre uğraşman gerekir. Öbür mantarları kullanırsan, etkileri çok, ama çok kötü olur. Senin için de, pipon için de kötü olur. Yanılıp da başka mantarları tüttürdüğü için hemen düşüp ölen kimseler görmüşümdür.
“Mantarlar toplanır toplanmaz sukabağından bi kaba konur. Bu yüzden onlara gene bakıp ayırma olanağı yoktur. Anladın ya, sukabağının daracık boynundan geçebilmeleri için ince ince kıymak gerekir mantarları önce.”
“Ne kadar kalacak mantarlar sukabağında?”
“Bi yıl. Öbür maddeler de iyice sarılı durumda bi yıl bekletilir. Sonra, her birinden eşit ölçülerde alınarak ayrı ayrı dövülür ipince bi toz haline gelene dek. Küçük mantarlar dövülmek istemez. Zaten kendiliğinden tozarırlar. İri parçaları ezmek yeterlidir. Öbür maddelerden birer ölçü alınır, dört ölçü mantar tozuyla karıştırılır. Benimki gibi bi keseye konur.” Göbeğinin altında, boynuna asılı duran, küçük kesesini gösterdi.
“Sonra bütün bu şeyler gene toplanır, kurutulmaya bırakılır; ondan sonra ilk topladığın karışımı içmeye başlayabilirsin. Örneğin, sen ancak gelecek yıl tüttürmeye başlayabileceksin. Öbür yıl, duman tamamıyla senin olacak, çünkü kendin toplamış olacaksın onları. Pipoyu ilk tüttürüşünde, ben yakacağım onu. Pipodaki karışımın hepsini içince, bekleyeceksin. Duman kendisini gösterecek. Duyumsayacaksın onu. O zaman bi başına bırakacağım seni; ne görmek istersen göreceksin. İnan ki eşi yok bi dosttur bu. Ne var ki, onu arayan kimsenin sağlam bi niyeti ve istenci olmalıdır. Onlara gereksinmesi vardır; zira geri dönmeye niyet etmen ve istençli olman gerekir, yoksa, geriye dönemezsin bi daha. Bir de şu var: Bu kimsenin, dumanın ona gösterdiklerini çok iyi anımsamak istemesi, unutmamaya çalışması gerekir. Yoksa, aklında kalanlar, bi sisten ibaret kalır.”

Cvp: 3- Öğretiler-3

8 Nisan 1962, Cumartesi
Görüşmelerimiz sırasında don Juan tutarlı bir biçimde “bilgi adamı” sözcüklerini kullanıyor ya da bu kavrama göndermeler yapıyordu. Ama bununla ne demek istediğini hiç açıklamamıştı. Bunu, ona sordum.
“Bilgi adamı, öğrenimin zorluklarına katlanmayı göze almış bi kimsedir,” diye yanıtladı. “Acele etmeden, bocalamadan, erk ve bilgi gizlerinin sökülmesi, çözülmesi yolunda gidebileceği son aşamaya varmış olan bi kişidir.”
“Her isteyen bilgi adamı olabilir mi?”
“Hayır, herkes olamaz.”
“Bilgi adamı olmak için insan ne yapmalıdır öyleyse?” Dört doğal düşmanına meydan okuyup onları yenmelidir.”
“O dört düşmanını yenen bir kimse, bilgi adamı olur
mu?”
“Evet. Anca, dört düşmanının her birini yenebilen adama
bilgi adamı denir.”
“Bu düşmanları yenen herkes bilgi adamı olur mu? “Hepsini yenen herkes bilgi adamı olur.”
“Bu düşmanlarla savaşıma geçmeden önce yapılması gereken başka şeyler yok mudur?”
“Yoktur. Her isteyen, bilgi adamı olmayı deneyebilir; ama çok azı gerçekten başarır bu işi—doğal bi şey bu. Bilgi adamı olma yolunda karşılaşılan düşmanlar gerçekten korkunç şeylerdir; çoğu insan yenik düşer onlara.”
“Nasıl düşmanlar bunlar, don Juan?”
Düşmanlar konusunda konuşmak istemedi. Bu konuyu anlamam için daha çok zaman olduğunu söyledi. Lafı değiştirmemek amacıyla, benim bir bilgi adamı olup olamayacağımı sordum. Bunu kimsenin kestiremeyeceğini bildirdi. Ama, bir bilgi adamı olup olamayacağımı gösteren herhangi bir ipucu bulunup bulunmadığını ısrarla sorunca, bunun, o dört düşmanla savaşımımın sonucuna bağlı olduğunu—onları yenebiliyor muyum yoksa onlara yeniliyor muyum—ama o savaşımın sonucunu şimdiden bilmesinin olanaksızlığını belirtti.
Savaşımın sonucunu görebilmek için büyü yapmak ya da fala bakmak mümkün müdür, diye sordum. Hiç kimsenin, ne araç kullanırsa kullansın, bu savaşımın sonucunu önceden bilemeyeceğini kesin bir dille anlattı. Neden olarak da bilgi adamlığının geçici bir şey oluşunu gösterdi. Bu noktayı açıklamasını istediğimde, yanıtı şöyle oldu:
“Bilgi adamı olmak sürekli değildir ki! Bi insan tam olarak bilgi adamı olamaz zaten. Ancak çok kısa bi an için olunuverir bilgi adamı, dört düşmanı yendikten sonra.”
“Söylesene, don Juan, nasıl düşmanlar bunlar?”
Yanıt vermedi. Gene üsteledim; ama konuyu değiştirdi ve başka bir şeyler anlatmaya başladı.
15 Nisan 1962, Pazar
Gitmeye hazırlanıyorken, birden bilgi adamının düşmanlarını gene sormak geldi içimden. Uzun süre uzakta kalacağımı, söyleyeceklerini yazarsam bu konuları düşünme fırsatını bulabileceğimi falan anlatarak onu kandırmaya çalıştım.
Bir süre, ikircikli, bekledi; sonra konuşmaya başladı:
“Bi insan öğrenmeye başlayınca, amaçlarının neler olduğunu kesin olarak bilmez. Başka bi niyeti vardır, amaçları belirgin değildir. Hiçbi zaman gerçekleşemeyecek ödüller ummaktadır. Çünkü öğrenmenin zorluklarını bilmiyordur henüz. “Yavaş yavaş öğrenmeye başlar—önceleri azar azar, sonra da büyük parçalar halinde. Çok geçmeden düşünceleri çatışır. Öğrendiği şey, umduğu, düşlediği gibi çıkmamıştır. Bu durum, onu korkutur. Öğrenim, hiç de beklendiği gibi olmamıştır. Öğrenimin her adımı yepyeni görevler yükler insana; kişinin korkuları acımasızca birikirler, baş kaldırırlar. Bi savaş alanına döner yaşamı.
“İşte, doğal düşmanların birincisiyle böyle karşılaşılır: korkuyla! Yenmesi güç, hain, korkunç bi düşmandır korku. Bütün yol boyunca saklanır, ummadığın yerlerde sinsi sinsi bekler seni. Eğer, onu karşında gördüğün zaman, kaçmaya başlarsan, unut artık bilgiye falan ulaşmayı.”
“Korkup kaçan kimseye ne olur?”
“Bi şey olmaz. Ama öğrenemez bi daha. Korkusunu göğüslemesi, korkusuna karşın öğrenme yolunda bi adım daha ilerlemeyi göze alması gerekir. Bi adım daha, bi adım daha. Korkuyla dolmalı... Evet! Ama, korksa da ilerlemeyi sürdürmeli, durmamalı. Bu işin yöntemi böyledir! Bu birinci düşmanın pes edeceği bi an gelecektir. Adama güven duygusu gelir. Niyeti daha da güçlenir. Öğrenmeyi öyle korkutucu bi şey gibi görmez artık.
“Bu sevinçli an gelince, birinci doğal düşmanını yendiğini çok iyi bilir insan.”
“Hemen mi olur bu, don Juan, yoksa azar azar mı?”
“Azar azar olur, ama korkusunun kaybolması çabucak olur. Birdenbire olur.”
“Ama yeni bir şeyler gelirse başına, gene korkmaz mı adam?”
“Hayır. Korkusunu bi kez yitirmeyegörsün insan, artık yaşamında korku nedir bilmez. Korkunun yerini zihin berraklığı alır—korkuyu silen bi zihin berraklığı. Artık, o kimse ne istediğini biliyordur; o isteklerini nasıl doyuracağını da biliyordur. Yeni öğrenimleri kazanmak için adımlarını nasıl atması gerektiğini sezer; her şey apaçık çıkmıştır ortaya. Artık hiçbi şey saklı değildir bu adamdan.
“Bu da ikinci düşmanın karşısına çıkarır onu: berraklık! Ulaşılması o denli zor olan zihin berraklığı korkuyu kovar, ama kör eder insanı aynı zamanda.
“İnsanın kendisinden kuşku duymamasına yol açar; istediği şeyi yapabileceği inancını verir ona. Çünkü o kişi artık her şeyi apaçık görebilmektedir. Berraklığın yüreklendirdiği kişi, bi türlü durmak bilmez. Ama büyük bi hata yapmaktadır. Bu işin bi eksik yanı vardır. Adam kendisini bu sözde erke bırakırsa, ikinci düşmanına boyun eğmiş sayılır. Ve öğrenme diye bi şey kalmaz. Sabırlı olması gereken yer de aceleci olacak ya da acele edilmesi gereken yerde sabırlı olmayı seçecektir. Zaman gelecek, artık yeni bi şey öğrenme yetisini yitirecektir.”
“Bu tür bir yenilgiye uğrayan kimseye ne olur, don Juan? Ölür mü?”
“Hayır, ölmez. İkinci düşmanı, bu adamın bi bilgi adamı olma çabasını kösteklemiştir; artık bu adam, bilgi adamı olmayı istemek yerine, devingen, kıvrak bi savaşçı olmayı yeğleyebilir. Ya da soytarı olmayı. Ne var ki, kendisine pek pahalıya mal olan o berraklık hiçbi vakit karanlığa ve korkuya dönüşmeyecektir. Yaşamı boyunca her şeyi açıkça görecektir; ama yeni bi şey öğrenemeyecektir, öğrenme özlemi çekmeyecektir.”
“Ama, yenilmemek için yapabileceği bir şey yok mudur?”
“Korkuyu nasıl aşmışsa yine öyle yapmalıdır; berraklığa meydan okumalıdır. Elde ettiği berraklığı, önünü daha iyi görüp yeni adımlarını ona göre atmak için kullanmalıdır. En önemlisi de, berraklığının, bi yanlışlık sonucu ortaya çıktığını düşünmelidir. Ve öyle bi an gelecektir ki bu berraklığın, gözleri önündeki bi noktadan başka bi şey olmadığını anlayacaktır. Böylece ikinci düşmanını da yenmiş olacaktır; artık hiçbi şeyin ona zarar veremeyeceği bi yere ulaşacaktır. Bu, bi hata olmayacaktır. Bu, gerçek bi erk olacaktır.
“Bu yere ulaşınca, ardından koştuğu erke sonunda kavuştuğunu bilecektir. Ne isterse yapar artık bu erkle. Dostu, onun buyruğundadır artık. Ne isterse, yasa odur. Çevresinde ne varsa görmektedir. Ne var ki, üçüncü düşman dikiliverir karşısına: erk!
“Düşmanların en güçlüsüdür erk. En doğal şey, ona boyun eğmektir. Öyle ya, o kimsenin buyruğunda değil midir erk!? Buyurur; kimi sakıncaları göze ala ala kendi yasalarını kendi yapar. Çünkü buyruk ondadır.
“Bu durumdaki birisi yaklaşmakta olan üçüncü düşmanın pek farkına varmaz. Bi bakmışsın, birdenbire, haberi bile olmadan yitirivermiş savaşımı. Düşmanı, onu, kıyıcı, tutarsız bi adam haline getirivermiş...”
“Erkini yitirir mi?”
“Hayır, berraklığını da erkini de hiçbi vakit yitirmez.” “Bilgi adamından farkı nedir, öyleyse?”
“Kendi erkine yenilen bi kimse, onu doğru dürüst yönlendiremeden ölür gider. Yazgısının üstüne yük gibi biner erki. Böyle birisi kendini yönetemez ve bilmez erkini ne zaman ya da nasıl kullanması gerektiğini.”
“Bu düşmanlardan birine yenilirsen, bu kesin bir yenilgi mi demektir?”
“Evet, kesin yenilgi olur bu. Bu düşmanlardan biri adamı yenmeyegörsün, artık yapacak bi şey kalmaz.”
“Örneğin, erke yenilen bi adam yanlışını görerek durumu düzeltebilir mi?”
“Düzeltemez. Bi yenilmeyegörsün, işi bitmiştir artık.”
“Ya geçiciyse erke aldanması; ya erki teperse zamanın da?”
“Savaşım sürüyor sayılır o halde. Hâlâ bilgi adamı olmaya çalışıyor demektir bu. Artık hiç çabalamıyorsa, kendini koyuverirse yenilmiş olur bu kimse ancak.”
“Ama don Juan, bir insan yıllarca korkuya yenik düşebilir ve sonunda korkusunu yenebilir.”
“Hayır, doğru değildir bu. Korkuya kapılırsan, korkuyu yenemezsin; çünkü öğrenmekten ürküyorsundur, öğrenmek için çaba göstermiyorsundur. Ama korkusunun içinde yıllar boyunca sürdürürse öğrenme çabasını, ola ki korkusunu yenebilir. Çünkü kendini korkuya bütünüyle bırakmamıştır.”
“Üçüncü düşmanı nasıl yeneriz, don Juan?”
“Ona karşı çıkarak. Bile bile... Kendimizin gibi görünen erkin, gerçekten kendimizin olmadığını kavrayarak... Bütün öğrendiklerimizi dikkatle ve inançla kullanarak, sürekli olarak sınırlarımızı zorlamayarak... Kendimizi denetleme durumunda, beraklığın ve erkin hatalardan da kötü olduğunu görebilirsek, her şeyi denetimimiz altında bulundurduğumuz bi noktaya erişebiliriz. İşte o noktada erkimizi nasıl ve ne zaman kulanabileceğimizi biliriz. Üçüncü düşmanı böylece yenmiş oluruz.
“Bu da insanı öğrenim yolculuğunun sonuna getirir. Bi de ne görürsün! Sonuncu düşman karşına dikilmiş durmaktadır: yaşlılık! Düşmanların en acımasızıdır bu. Hiçbi zaman bütünüyle yenemeyeceğimiz bi düşman... Sürekli olarak savaşıp uzak tutmaya çalışmaktan başka yapılacak bi şey yoktur.
“İşte bu dönemde insan hiçbi şeyden korkmaz; zihni berraktır, sabırsız değildir—bütün erkleri denetimi altındadır. Ne var ki, bu dönem aynı zamanda boyun eğmeyen bi dinlenme arzusunun ortaya çıktığı bi dönemdir. Bi yere uzanmak, unutmak isteğine bırakırsa kendini; yorulur yorulmaz sürdürdüğü çabayı bırakırsa, son raundu kaybetmiş olur. Titrek, yaşlı bi yaratık haline sokuverir onu düşmanı. Çekilme arzusu, tüm berraklığını, erkini ve bilgisini bastırır.
“Ama insan silkinir de yorgunluğundan sıyrılır, yazgısının gerektirdiği yaşamı sürdürürse, bu son yenilmez düşmanıyla savaşımda bir an dahi olsa başarılı olursa, işte o zaman bilgi adamı olmuş demektir. Berraklığın, erkin ve bilginin egemen olduğu bu an, yeterlidir onun için.”

Cvp: 3- Öğretiler-3

Konu ile ilgili sorularınızı yeni başlık açabilirsiniz.