1

Konu: 6- Tonalın Günü

Lokantadan ayrıldıktan sonra, don Juan’a beni konunun zorluğu hakkında uyarmakla doğru yapmış olduğunu, zihinsel yetersizliğimin, kavramları ve açıklamaları kavramakta âciz kaldığını söyledim. Otele gidip yazdıklarımı okursam konuyla ilgili anlayışımda belki de bir ilerleme olabileceğini belirttim. Beni düze çıkarmaya çalıştı; endişelerimin nedeninin sözcükler olduğunu söyledi. O konuşurken bir titreme geçirdim, o an bende, “benden” öte bir şey daha olduğunu sezinledim.
Don Juan’a, kimi anlatılamaz duygular içinde olduğumu belirttim. Görünüşte, ilgilenmişe benziyordu. Daha önce de aynı duyguları yaşadığımı, bunların bilinçliliğimin akışındaki anlık duraksamalara, kesintilere benzediğini söyledim. Önce, bedenimde bir sarsıntı başlıyordu, bunu, bir şeye asılı kalmışlık duygusu izliyordu.
Gezine gezine kentin alışveriş yörelerine doğru yöneldik. Don Juan, söz konusu duraksamaları ayrıntılarıyla anlatmamı istedi. Bunları, unutkanlık anları, dalgınlık ya da ne yaptığımı izlememe türünden getirdiğim yakıştırmalar ötesinde açıklayabilmekte oldukça zorluk çektim.
Tepki göstermeden, sabırla karşı çıktı bana. Sorgulayıcı kişiliğimin, yetkin belleğimin, eylemlerimdeki dikkatliliğimin altını çizdim. Bu belirgin duraksamaların, öncelikle, ya içsel söyleşimi durdurmamın ya da kendimle çok yoğun konuştuğum anların hemen ardından oluştuğu yolunda bir izlenimim vardı. Tanıdığım, bildiğim her türlü bölgenin dışında bir yerden çıkıyorlardı, ortaya.
Don Juan sırtımı tıpışladı. Belirgin bir mutluluk içinde güldü.
“Gerçek bağlantılar kurmaya başladın sonunda,” dedi.
Ondan, bu örtülü anlatımını açmasını istemiştim ki birdenbire söyleşiyi kesip kendisini, bir kilisenin yanı başındaki küçük bir parka gitmek amacıyla izlememi imledi.
“Bu, pazar yerindeki gezintimizin sonu,” diyerek bir sıraya oturdu. “Tam, insanları izleyebilecek bi noktadayız burada. Kimileri yolda yürüyor, kimileriyse kiliseye gidiyor. Her şeyi görebiliriz buradan.”
İşlek, dükkânlarla dolu sokağı ve kilisenin merdivenlerinin başına ulaşan sapağı gören oturduğumuz sıra, kiliseyle sokağın tam ortasında yer alıyordu.
“Bu, benim çok sevdiğim bi sıra,” dedi, ahşabı okşayarak. Bana göz kırpıp dişlerini göstere göstere sırıttı. “Sever beni. Bundan dolayı kimse oturmaz üstüne. Zaten, geleceğimi de biliyordu.”
“Ne? Sıra, geleceğini biliyor muydu?”
“Hayır! Sıra değil. Nagualım.”
“Nagual, bilinçliliğe mi sahip? Olayların ayırdında mı?”
“Tabii. O her şeyin ayırdında. Anlattıklarınla ilgilenmemin nedeni de bu zaten. Duraksama ya da duygu dediğin, nagualın ta kendisidir. Bunun hakkında konuşabilmek için tonal adasından alıntılar yapmak gerek, ama açıklama yapma değil de, etkilerini anlatma yoluna gitmeliyiz.”
O belirgin hisler konusunda bir şeyler söylemek istedim ama, beni susturdu.
“Yeter. Bugün, nagualın değil, temalın günü,” dedi. “Takını elbisemi giydim ben, çünkü bugün tümüyle temalım.”
Bana baktı. Konunun, o ana dek bana anlattıklarının en zoru olduğunu söylemek üzereydim; söyleyeceklerimi kabul etmiş gibiydi.
“Doğru, zordu,” diye sürdürdü. “Biliyorum. Ne var ki, bunun, nihai bi kapak, sana tüm öğrettiklerimin son aşaması olduğunu düşünürsek, tanıştığımız günden bu yana söz ettiğim her şeyi kapsadığını söylemek pek anlaşılmaz gelmese gerek.”
Uzun süre sessiz kaldık. Açıklamasını özetlemesi için beklemem gerektiğini düşünmüştüm, ama birden yeğin bir korkuya kapılarak, “Nagual ve tonal bizim içimizde mi?” diye sormak gereğini duydum.
Delici bir bakış fırlattı.
“Çok zor soru,” dedi. “Sen olsaydın içimizdedir, derdin; bense değildir derdim, ama ikimiz de haklı çıkmazdık. Senin zamanının tonalı, duygu ve düşüncelerinle ilgili her şeyin, içinde yer aldığını savunmanı ister senden. Büyücülerin temalıysa, buna karşı gelmek amacıyla, her şey dışarıdandır, der. Kim haklı? Hiç kimse. İçte, dışta, aslında pek önemli de değil.”
Bir noktaya parmak basmak istedim. “Tonal” ve “nagual”dan söz ederken, hep üçüncü bir bölüm varmış gibi gelmişti bana. “Tonal”ın, “bizi” edimlerde bulunmaya “zorladığından” söz etmişti. Zorlanan varlık derken neye gönderme yapmış olduğunu sordum.
Beni doğrudan yanıtlamadı.
“Tüm bunları açıklamak, o kerte kolay değil öyle,” dedi. “Tonalın denetimi ne denli zekice olursa olsun, işin özü şu ki, nagual her zaman yüzeye çıkar. Ne var, bu hep kendiliğinden bi çıkıştır. Tonalın en büyük başarısı, nagualın bu tür belirtilerini, bu ortaya çıkış ne denli belirgin olursa olsun, onu anlaşılamaz kılacak şekilde bastırmaktır.
“Kimin için anlaşılamaz?”
Kafasını yukarı aşağı sallayarak kıkırdamaya başladı. Yanıt vermesi için bastırdım.
“Tonal için,” dedi. “Yalnızca ondan söz ediyorum. Konuya doğrudan gelinceye dek çevresinde dolanabilirdim ve eminim, bu da seni pek sıkmazdı. Söylemedi deme, anlatacağım konuyu anlamanın zorluğu hakkında uyarmıştım seni. Neden bu safsataya daldım; zira benim tonalım, kendisinden söz edildiğinin bilincinde. Başka deyişle, tonalım, senin tonalınca anlaşılmasını istediğim bilginin ne olduğunu anlamak amacıyla kendisini kullanıyor. Şöyle de diyebiliriz, tonal, kendisi hakkında konuşmanın ne denli yorucu olduğunu çok iyi bildiği için, belirli bi denge yaratmak amacıyla, “ben” ve “kendim” gibi terimler ortaya çıkarmıştır; bu terimler sayesinde başka tonallarla, ya da kendisiyle, kendi hakkında konuşabilir.
“Şimdi, tonal, bizi bi şey yapmaya zorlar demişsem, bu, üçüncü bi taraf var anlamına gelmez. Tonal, kendi yargılarını izlemeye zorlar, kendini.
“Ne var, kimi durumlarda ya da kimi özel konumlarda, tonalın içinde bi şey, bizim fazladan bi şeylerimizin daha olduğunun bilincine varır. Derinlerden gelen bi ses gibidir bu; nagualın sesi. Anlıyor musun, özümüzün bütünselliği, tonalın bütün bütün ortadan kaldıramayacağı doğal bi durumdur, özellikle de savaşçının yaşamında, bütünselliğin belirginleştiği anlar vardır. Bu anlarda, kişi, gerçekte ne olduğumuz konusunda ipuçları bulur.
“Şu senin sarsıntılar ilgimi çekti, bunlar nagualın ortaya çıktığının resmidir çünkü. Böylesi anlarda, tonal, özün bütünselliğinin farkına varır. Bu, bi sarsıntıyla ortaya çıkar hep, çünkü bu farkındalık dinginliği bozar. Ben, buna ölmek üzere olan varlığın bütünselliği diyorum. O da şuradan geliyor; ölüm anında, gerçek çiftin öteki üyesi, yani nagual tümüyle işlerlik kazanır; böylece baldırlarımızda ve uyluklarımızda, sırtımız, omuzlarımız ve boynumuzda toplanan farkındalık, anılar ve algılar genişlemeye ve ayrışmaya başlar. Kopan bi gerdanlığın taneleri gibi, yaşam gücünün birleştiriciliğinden yoksun olarak yerlere dağılır.”

Cvp: 6- Tonalın Günü

Bana baktı. Gözleri dingindi. Kendimi rahat, biraz da aptallaşmış hissettim.
“Özümüzün bütünselliği çok çapaçul bi iştir,” dedi. “Yaşamın yüklediği en zorlu işlerin üstesinden gelmek için bile bunun çok küçük bi parçası yeterlidir. Kaldı ki, ölürken özümüzün tüm bütünselliğiyle ölürüz. Bi büyücü, 'Özümüzün bütünselliği içinde ölüyorsak eğer, neden bu bütünlükle birlikte yaşamayalım?’ sorusunu sorar.”
Başıyla yoldan geçen insanları imledi.
“Tümüyle tonal, hepsi,” dedi. “Aralarından birkaçını ayırayım, tonalın bunlara bi değer biçsin, böylece kendisine de değer biçmiş olsun.”
Dikkatini kiliseden çıkan iki yaşlı kadına yöneltti. Bir an kireçtaşından basamakların başında durdular, ardından, gayet sakınımlı, her basamakta dinlenerek, aşağı inmeye başladılar.
“Şu iki kadını çok dikkatli izle,” dedi. “Ama onları kişiler ya da bizimle ortak şeylere sahip olan yüzler gibi görme; onları tonallar olarak gör.”
İki kadın basamakların dibine ulaştılar. Yerdeki kaba çakıllar sanki misketmiş de, onlar da her an dengelerini yitirebilirlermiş gibi ilerliyorlardı. Kol kola, birbirilerinin bedenlerini kendi ağırlıklarıyla destekleyerek yürüdüler.
“Şunlara bak!” dedi don Juan, alçak bir sesle. Bu kadınlar, insanın arayıp bulacağı en sefil tonal örneğidir.
Kadınların ince kemikli ama şişman olduklarını ayrımsadım. Ellili yaşlarının başlarında olmalıydılar. Yüzlerinde acı dolu bir ifade vardı, sanki kilisenin basamaklarını inmek onların gücünü aşan bir şeymiş gibi.
Önümüzdeydiler, bir an duraksar gibi oldular, sonra durdular. Çakıl yola ulaşmalarına bir basamak kalmıştı.
Don Juan ani bir devinimle ayağa kalkıp, “Amman basamağa dikkat sayın bayanlar!” diye bağırdı.
Kadınlar onun bu ani çıkışından ötürü kafaları karışmışçasına ona baktılar.
“Anacığım daha geçen gün aynı yerde kaburga kemiğini kırdı,” diyerek kadınlara yardım etmeye koştu.
Onların içten teşekkürlerini kabul etti, eğer bir gün dengelerini yitirip de yere düşerlerse, cankurtaran gelinceye kadar düştükleri yerden kımıldamamalarını öğütledi. Sesinde içten, inandırıcı bir titrem vardı. Kadınlar istavroz çıkardılar.
Don Juan yeniden yerine oturdu. Gözleri parlıyordu. Yavaşça konuştu.
“Bu kadınlar o kadar yaşlı değil, bedenleri de o denli zayıf değil ama gene de yıpranmışlar. Her şeyleri—giysileri, kokuları, tavırları—kasvetli. Neden böyle sence?”
“Belki de böyle doğmuşlardır,” dedim.
“Kimse böyle doğmaz. Biz, kendimizi bu duruma sokarız. Bu kadınların tonalı hem zayıf hem de ezik.
“Bugün, tonalın günü olacak demiştim; bu, yalnızca onunla ilgilenmek istiyorum demek. Takım elbisemi belirli bi nedenle giydim de, demiştim. Bununla, bi savaşçının, temalına çok özel biçimde davrandığını göstermek istedim. Takımımın ısmarlama olduğunu belirtmiş, bugün onların üstüme kusursuzca oturduğunu söylemiştim. Sana göstermek istediğim şey kibrim değil; savaşçı ruhumu, savaşçı temellimi göstermek istiyorum.
“O iki kadın, bugünkü ilk tonal görünümünü verdiler sana. Tonalına dikkat etmezsen, yaşam o kadınlara davrandığı kadar acımasız olabilir sana da. Bense kendimi bunun karşısına koyuyorum. Bunu gerektiği gibi anlarsan, bu noktayı vurgulamanın da bi gereği kalmaz.”
Birden bir kuşku duygusuna kapılarak neyi anlamam gerektiğini açıkça belirtmesini istedim ondan.
Umarsızca bir dile getiriş olmalıydı bu. Kahkahayla güldü.
“Şu pembe gömlekli, yeşil pantolonlu gence bak,” diye fısıldadı don Juan, hemen önümüzde duran zayıf, oldukça esmer, keskin çizgilere sahip genç adamı göstererek. Yoluna mı gitsin yoksa kiliseye mi girsin, bilmezmiş gibiydi. Elini iki kez kilise yönüne kaldırdı, kendisiyle konuşuyormuşçasına, oraya doğru yürümeye hazırlandı. Sonra yüzünde boş bir ifadeyle bana doğru baktı.
“Şu giyiniş biçimine bak!” dedi don Juan, fısıltıyla. "Şu ayakkabılara bak.”
Gencin giysileri hem eprimişti hem de buruşuk. Ayakkabılarıysa paramparçaydı.
“Belki çok yoksul,” dedim.
“Bütün söyleyeceğin bu mu?” diye sordu.
Genç adamın kılıksızlığını açıklayabilecek bir dizi neden sıraladım; sağlıksızlık, talihsizlik, dış görünüşüne önem vermeme, üşengeçlik ya da cezaevinden yeni çıkmış olma durumu.
Don Juan anlamsız varsayımlarda bulunmakta olduğumu, adamın yenilmez güçlerin tutsağı olduğunu söyleyerek bir şeyleri haklı çıkarmakla ilgilenmediğini söyledi.
“Belki de kendini serseri gibi göstermek isteyen bir sarhoştur,” dedim, şaka yollu.
Genç adam dağınık bir yürüyüşle sokak boyunca ilerledi.
“Serseri gibi görünmeye çalışmıyor o; serserinin teki zaten,” dedi don Juan. “Bak şuna, ne kadar zayıf. Bacakları, kolları incecik. Zorlukla yürüyor. Kimse, öykünmez böyle bi görünüşe. Yolunda gitmeyen bi şeyler var onda, ama bu yaşam koşullarıyla ilgili değil aslında. Bu adamı tonal olarak görmen konusunda ısrar ediyorum.”
“Bir insanı tonal olarak görmek ne işe yarar?”
“Ahlak açısından yargılamayı kesmeye ya da rüzgârın insafına kalmış bi yaprak gibi görünmesi nedeniyle onu affetmeye yarar. Başka deyişle, bi insanı, umutsuz ya da umarsız diye düşünmeden görebilmeye yarar.
“Neden söz ettiğimi çok iyi biliyorsun. Bi insanı yargılamadan ya da affetmeden de değerlendirebilirsin.”
“Çok içiyor,” dedim.
İstem dışı bir çıkarsamaydı bu. Nedenini bilmeden söylemiştim. Bir an, bu sözleri arkamda duran birisinin dile getirdiği hissine bile kapılmıştım. Son çıkarsamanın da varsayımlarımdan biri olduğunu açıklamaya koyuldum.
“Yok, bu sefer öyle değil,” dedi don Juan. “Sesinin titreminde, daha önce duymadığım bi kesinlik vardı. Kaldı ki. ‘belki de sarhoşun tekidir’ bile demedin.”
Nedenini belirleyemediğim bir sıkıntıya düşmüştüm. Don Juan güldü.
“Adamın içini gördün,” dedi. “Görmeydi bu. Görme böyledir işte. Çıkarsamalar kesindir—insan bunun nasıl olduğunu anlamaz.
“Adamın tonalının çarpıldığını bilirsin, ama bunu nasıl bildiğini bilemezsin.”
Benim de, bir biçimde aynı duyguyu paylaştığımı itiraf etmeliydim.
“Haklısın,” dedi don Juan. “Genç olması gerçekten önemli değil. O da, en az o iki kadın kadar yıpranmış. Gençlik tonalın yıpratmasına karşı çekilebilecek bir set değil.
“O adamın bu konuma gelmesine yol açabilecek bi dolu neden saydım. Bana göre yalnızca bi neden var, o da tonalı. İçiyor diye tonalı zayıf düşmüş değil, aksine, tonalı zayıf olduğu için içiyor. Bu zayıflık onu neyse o olmaya itiyor. Ama bu hepimizin başına gelir, şu ya da bu biçimde.”
“Buna neden tonalıdır, derken, adamın davranışını da doğrulamış olmuyor musun, aynı anda?”
“Sana, daha önce hiç duymadığın cinsten bi açıklama yapıyorum. Bu doğrulama ya da mahkûm etme değil. Bu genç adamın tonalı zayıf ve ezik. Ne var, türünün tek örneği de değil, Hemen hepimiz, üç aşağı beş yukarı aynı kefedeyiz.”
O sırada, oldukça yapılı bir adam önümüzden geçip kiliseye yöneldi. Koyu gri bir takım elbise giymişti, elinde bir evrak çantası vardı. Yakasının düğmesi iliklenmemiş, boyunbağı yana kaymıştı. Hiç durmadan terliyordu. Terlemeyi iyice belirgin kılan açık bir tene sahipti.
“İzle onu!” diye buyurdu don Juan.
Adam küçük fakat sıkı adımlarla yürüyordu. Yürürken yalpalanıyordu. Kiliseye girmedi; çevresinden dolanıp gözden yitti.
“İnsanın bedenine bu denli kötü bakmasının hiçbi gereği yok,” dedi don Juan, küçümseyen bir tavırla. “Ama işin acı veren tarafı da şu ki hepimiz çok iyi biliriz tonalımızı zayıflatmanın yollarını. İşte buna düşkünlük göstermek diyorum, ben.”
Elini defterimin üstüne koyup yazmayı sürdürmemi engelledi. Not almayı sürdürdükçe yoğunlaşmada yetersiz kaldığımı söyledi. Dinginleşmemi, içsel söyleşimi kesmemi, izlemiş olduğum kişinin içinde yitip gitmemi önerdi.
“İçinde yitip gitme” ile ne demek istediğini sordum. Bunu açıklamanın bir yolu olmadığını, bedenin, başka bedenleri izleme konumuna geçtiğinde duyumsadığı ya da yaptığı bir şey olduğunu belirtti. Ardından, geçmişte, bu sürece “görme” adını vermiş olduğunu; bunun içeride gerçek bir sessizlikten, dışarıda da özden gelen bir şeyin uzantısından oluştuğunu, ve öbür bedenle ya da bilinçlilik alanındaki herhangi bir şeyle buluşup onun içinde yitip gittiğini söyleyerek konuya açıklık getirdi.
Bu aşamada yeniden defterime dönmeyi istedim, ama beni durdurup önümüzdeki kalabalığın kimi insanlarını ayırmaya başladı.
Değişik cinsiyet ve yaşlarda düzinelerce kişiden oluşan geniş insan yelpazesini imledi. Bana değişik düşkünlük biçimlerini tanıtmak için zayıf tonala sahip insanları seçtiğini söyledi. Bana gösterdiği ve üzerinde tartıştığımız kişilerin tümünü anımsayamayacaktım. Eğer not alabilseydim, en azından, onun bu düşkünlük tanıtım düzenlemesinin ilginç taraflarını kısaca belirleyebilmiş olacağım konusunda yakındım. Bunları bir daha yinelemek istemezse, ya da kendisi de unutursa ne olacaktı?
Güldü ve anımsamayacağını, zira bir büyücünün yaşamında, yaratma konusunda sorumlu olan tek şeyin “nagual” olduğunu söyledi.
Göğe bakarak geç olmaya başladığını, o andan başlayarak yön değiştireceğimizi; zayıf “tonallar” aramak yerine “gerçek tonal”ın ortaya çıkmasını bekleyeceğimizi söyledi. Aslında yalnızca büyücülerin “gerçek tonal”ı olduğunu, sıradan insanların en fazla, “doğru tonal”a sahip olabileceklerini ekledi.
Birkaç dakika süren bir bekleyişin ardından kalçasını tokatlayıp kıkırdamaya başladı.
"Şu gelene bak," dedi, çenesinin bir devinimiyle sokağı imleyerek. "Sanki ısmarlama yapmışlar."
Üç Kızılderili adamın yaklaştığını gördüm. Yünlü, kısa, kahverengi pançoları, baldırlarının ortasına kadar inen beyaz pantolonları, kirli, önü açık sandalları uzun kollu beyaz gömlekleri, eski hasır şapkaları vardı. Hepsinin de sırtında birer torba asılıydı.
Don Juan ayağa kalkıp yanlarına gitti. Onlarla konuştu. Şaşırmış gibiydiler; çevresini alıverdiler. Ona gülümsediler. Benimle ilgili bir şeyler söylüyor olmalıydı; üçü de dönüp bana gülümsediler. Uç dört metre kadar uzağımdaydılar; dikkatli dinlememe karşın ne konuştuklarını işitemedim.

Cvp: 6- Tonalın Günü

Don Juan cebinden para çıkarıp ellerine tutuşturdu. Bundan hoşlanmış gibiydiler. Ayaklarını devindiriyorlardı. Çok hoşlanmıştım onlardan. Çocuk gibiydiler. Hepsinin de dişleri küçük, yüz hatları yumuşaktı. Görünüşe göre en yaşlısının favorileri vardı. Gözlerinde de yorgun ama dostça bakışlar. Şapkasını çıkarıp sıranın yakınına geldi. Öbürleri de onu izledi. Üçü de aynı anda beni selamladı. Don Juan onlara biraz para vermemi söyledi. Bana teşekkür ettiler, sonra incelik gereği geçen sessiz bir süresinin ardından allahaısmarladık deyip yanımızdan ayrıldılar. Don Juan yeniden yerine oturup onların kalabalığa karışmalarını izledi.
Don Juan’a onları anlayamadığım bir nedenden ötürü pek sevmiş olduğumu söyledim.
“Pek de anlaşılmaz değil,” dedi. “Tonallarının doğru olduğunu anlamış olmalısın. Doğru, ama günümüze uygun değil.
“Çocuklar gibi olduklarını hissetmişsindir. Öyleler. Zor olan da bu işte. Onları senden daha iyi anlarım ben, bu nedenle küçük bi üzüntü hissetmekten alıkoyamadım kendimi. Kızılderililer köpekler gibidir; hiçbi şeyleri yoktur. Ama bu da onların yazgısı gereği. Üzülmemeliyim. Benim üzüntüm de bana göre bi düşkünlük işte.”
“Nereli bunlar don Juan?”
“Sierralar’dan geliyorlar. Buraya, kısmetlerinin peşine düşmeye gelmişler. Tüccar olmak istiyorlar. Kardeş bunlar. Onlara benim de Sierralar’dan geldiğimi, tüccar olduğumu, senin de benim ortağım olduğunu söyledim. Bi andaçtı onlara verdiğimiz para. Bi savaşçı böyle anmalıklar dağıtmalıdır, hep. Hiç kuşkusuz o paraya gereksinimleri vardı ama anmalıklar gereksinme nedeniyle dağıtılmamalıdır. Histir, burada aradığımız. Şahsen ben çok duygulandım.
“Kızılderililer yenik düşmüşlerdir, günümüzde. Düşüşleri İspanyolların, gelişiyle başladı, bugün de torunlarının egemenliği altında her şeylerini yitirdiler. Kızılderililerin tonallarını bile yitirdiklerini söylemek abartı olmaz bence.”
“Bunu mecazen mi söylemektesin, don Juan?”
“Hayır. Bi olgu bu. Tonal çok çabuk yaralanır. Kötü bakımı kaldıramaz. Beyaz adam, ayağını bu topraklara bastığından bu yana, hem Kızılderili tonalını, hem de her Kızılderili’nin kişisel tonalını belirli bi dizge içinde yok etmeyi becerdi. İnsan, zavallı, sıradan Kızılderili açısından, beyaz adamın egemenliğinin cehenneme dönüştüğünü kolaylıkla görebilir. Kaderin cilvesine bak ki, bi başka tür Kızılderili için büyük bi mutluluktu.”
“Kimden söz ediyorsun? Hangi tür Kızılderili’ymiş bu?”
“Büyücü. Fetih, büyücü için yaşam boyu süren bi meydan okumaya dönüştü. Yalnızca büyücüler yok edilememeyi başarabildi. Bununla da kalmayıp, fethi kendilerine uyarlamayı, kendi yararlarına kullanmayı bildiler.”
“Don Juan, bu nasıl mümkün olabildi?” diye sordum. İspanyolların, altına bakılmadık taş parçası bile bırakmadıkları kanısındaydım.
“Kendi tonallarının sınırı içinde bakılmadık taş bırakmadılar diyelim, istersen. Ne var, Kızılderili’nin yaşamında, beyaz adamın anlayamadığı şeyler vardı; bu şeylerin ayırdına bile varılamadı. Büyücüleri, belki kısmetleri, belki de bilgileri kurlardı. O zamanın tonalı ve her bi Kızılderili’nin tonalı yok edildikten sonra büyücüler kendilerini, el değmemiş kalan tek şeye, naguala tutunmuş buldular. Başka deyişle, tonalları, naguallarına sığındı. Yenilmiş bi halkın azap verici koşulları olmadan da gerçekleşemezdi bu. Günümüzün bilgi adamları o günkü koşulların ürünüdür, içinde tek başlarında kalmış olmaları nedeniyle de nagualı çok iyi tanırlar. Beyaz adam o alanda hiç at oynatmamıştır. Aslında varlığını bile bilmez.”
Bu noktada bir tartışma yapma gereği duydum. Avrupa düşünce dizgesinde, onun “nagual” dediği şeyin tanındığını içtenlikle anlattım. Aşkın Benlik ya da, tüm düşünce, algı ve hislerimizde yer akın gözlenmeyen gözlemci kavramını getirdim. Don Juan’a, bireyin aşkın benlik yoluyla kendini bir öz olarak algılayabileceğini ya da sezgiliyebileceğini, çünkü bunun, kendi bilinçliliği içinde yargılama, gerçeği açığa çıkarma yetisi olan tek şey olduğunu açıkladım.
Don Juan hiçbir telaş belirtisi göstermedi. Güldü.
“Gerçeği açığa çıkarma,” dedi, bana öykünerek. “Tonal bu, tonal!”
Buna olsa olsa, kişinin geçip giden bilinç akışında ya da deneyiminde yer alan Görgül Benlik denebileceğini, Aşkın Benlik’ in bu akışın öte yanında bulunduğunu savundum.
"Oradan bakıyordur, her halde,” dedi, alay edercesine.
"Doğru! Kendine bakar,” dedim.
"Bi şeyler anlatıyorsun,” dedi. “Ama, hiçbi şey söylemiyorsun. Nagual, ne deneyimdir, ne sezgidir ne de bilinçlilik. Bu terimler, ya da söyleyeceğin başka ne varsa, tonal adasının üzerindeki nesnelerdir. Öte yandan, nagual yalnızca etkidir. Tonal, doğumla başlar, ölümle son bulur, ama nagual hiç bitmez. Nagual, erkin olduğu yerdir, demiştim; ondan yalnızca bu biçimde söz edebiliriz. Nagual, etkisel nedenlerinden ötürü, belki de en iyi biçimde erk yoluyla anlaşılabilir. Örneğin bu sabah kendini aptal gibi hissettin ve konuşamadığın sırada, aslında seni yumuşatıyordum ben; nagualım seninle uğraşıyordu.”
“Peki, bu nasıl mümkün oluyor, don Juan?”
“İnanmayacaksın ama kimse bilmez bunun nasıl olduğunu. Bana, senin parçalanmamış dikkatin gerekiyordu, sonra da nagualım seninle uğraşmaya başladı, tüm bildiğim bu. O kadarını biliyorum, zira etkisini görüyorum, ama işleyiş zamazingosu nasıldır, bilemem.”
Bir süre konuşmadı. Yeniden aynı konuya dönmek istedim. Soru sormayı denedim, susturdu beni.
“Nagual, yaratmak için vardır, diyebilirsin,” dedi sonunda ve içime işleyen bir bakışla baktı. “Nagual, yaratabilen biricik parçamız, bizim.”
Sessizce bana baktı. Beni, açıklamalarında daha ilerilere gitmesini arzuladığım bir alana doğru çekmekte olduğunu hissettim. “Tonal”ın hiçbir şey yaratmadığını, yalnızca tanıklık ederek değerlendirdiğini söylemişti. Görkemli yapılar ve makineler yapıyorduk, bu olguyu nasıl gerçekleştirebildiğimiz konusunda açıklama istedim.
“Yaratıcılık bu değil,” dedi. “Bu yalnızca kalıplandırma. Ellerimizle her şeyi kalıba dökebiliriz, ister kişisel biçimde olsun, isterse de başka tonallarla uyum içinde. Bi tona! Grubu her şeye biçim verir; nasıl demiştin, görkemli yapılara bile.”
“Peki, bu yaratıcılık nedir o halde don Juan?”
Gözlerini şaşı bakar duruma getirerek bana baktı. Sessizce kıkırdadı, sağ elini başının üzerine kaldırarak, keskin bir devinimle bir kapı tokmağını döndürürmüşçesine bileğini çevirdi.
“Yaratıcılık bu, işte,” diyerek avucunu çukurlaştırdığı elini gözlerimin düzeyine indirdi.
“Gözlerimi elinin üzerinde odaklayabilmek için çok uzun bir süre geçmesi gerekti. Saydam bir zarın tüm bedenimi kaplayıp beni sabit bir konuma getirdiğini, bakışımı eline yöneltebilmek için bunu koparmam gerektiğini hissettim.
Yüzümden ter boşanıncaya dek çabaladım. Sonunda bir patlama duydum ya da hissettim—ellerimle kafam özgürce devinebildi.
Sağ avucunda, o ana dek gördüğüm kemirgenlerin en ilginci duruyordu. Çırpı kuyruklu bir sincaba benziyordu. Ne var, kuyruğu daha çok bir oklu kirpinin kuyruğunu andırıyordu. Sert dikenleri vardı.
“Dokun!” dedi don Juan, sesi yumuşacıktı.
Elimde olmadan, bu buyuruya uydum ve parmaklarımı hayvanın yumuşak sırtında gezdirdim. Don Juan, elini gözlerime daha da yaklaştırdı, birden beni sinirsel kasılmalara sokan bir şeyin varlığını duyumsadım. Sincabın gözlükleri ve kocaman dişleri vardı.
“Japon’a benziyor,” deyip, sinirden kahkahalar atmaya başladım.
Kemirgen, don Juan’ın avucunun içinde büyümeye başladı. Gözlerimdeki yaşlar henüz kurumamışken, kemirgen öylesine büyüdü ki gözden kayboldu. Tam anlamıyla görüntü çerçevemin dışına çıkmıştı. Daha ben attığım kahkahanın sonuna gelmeden, her şey olup bitmişti. Yeniden baktığımda, ya da gözlerimi silip yeniden odakladığımda, don Juan’ı görüyordum. Sıranın üstünde oturmuştu, bense ne zaman kalktığımı anımsamamama karşın ayakta, önünde duruyordum.
Sinirliliğim bir an için dayanılmaz bir hal aldı. Don Juan dingince ayağa kalkıp, beni yerime oturttu, çenemi sol kolunun pazısı ile önkolu arasında sıkıştırdı, sonra sağ elinin parmak boğumlarıyla tam kafamın tepesine vurdu. Bu, bende elektrik akımının sarsıntısı gibi bir etki yarattı. Bir anda dinginleşmiştim.
Sormak istediğim çok şey vardı. Ama sözcüklerim, tüm bu düşüncelerin arasından çıkacak bir yol bulamıyorlardı. Birden, ses tellerimin denetimini yitirmiş olduğumun ayırdına vardım. Ne var, konuşmaya çabalamaktan vazgeçip sıranın arkalığına dayandım. Don Juan, güçlü bir sesle kendime çekidüzen vermemi ve düşkünlük göstermekten sakınmamı söyledi. Biraz sersemlemiştim. Egemen bir sesle notlarımı yazmamı buyurdu, sıranın altına düşen defterimle kalemimi alıp bana verdi.

Cvp: 6- Tonalın Günü

Bir şey söylemek için aşırı çaba sarf etmiştim ki bir zarın yeniden her yanımı kaplamakta olduğunu açıkça hissettim. Don Juan güledursun, ben de zar yeniden patlayıncaya dek uflayıp puflayarak homurdanıp durdum.
Hemen yazı yazmaya başladım. Don Juan, bana yazdırırmış gibi tane tane konuştu.
“Bi savaşçının edimlerinden biri de hiçbi şeyin, kendisini etki altına almasına izin vermemektir,” dedi. “Böylece, şeytanın kendisini görse, bunu başkalarına kesinlikle söylemez. Savaşçının denetimi kusursuz olmalıdır.”
Yazmayı bitirmemi bekledi, ardından gülerek sordu, “Yazdın mı bunların hepsini?”
Bir lokantaya gidip yemek yememizi önerdim. Açlıktan ölüyordum. “Gerçek tonal” ortaya çıkıncaya dek beklememiz gerektiğini söyledi. Ciddi bir sesle, eğer “gerçek tonal” aynı gün ortaya çıkmazsa, görününceye dek o sırada oturup beklememiz gerekeceğini söyledi.
“Gerçek tonal nedir?” diye sordum.
“Tam anlamıyla doğru, dengeli ve uyumlu bi tonal. Bugün bi tane bulmalısın, ya da başka deyişle, erkinin bize bi tane getirmesi gerekir.”
“İyi de, öbür tonalların arasından nasıl ayırabilirim, bunu?”
“Kafanı takma buna. Ben sana gösteririm.”
“Neye benzer bu, don Juan?”
“Söylemesi zor, Biraz da sana bağlı. Bu senin gösterin, kurallarını da sen koyacaksın.”
“Nasıl?”
“Bilemem. Senin erkin, nagualın becerecek bunu.
“Kabaca altını çizmek gerekirse, her tonalın iki yanı vardır. Biri dış taraftır; adanın üstü, yüzeyi. Bu, eylemde bulunmaya yönelik sert ve pürüzlü yandır. Öteki kısım ise karar ve yargılamadır, ya da iç tonal. Daha yumuşak, daha duyarlı ve daha karmaşık.
“Gerçek tonal, her iki düzeyin yetkin bi uyum ve denge içinde olduğu tonal d ir.”
Don Juan konuşmayı bıraktı. Hava oldukça kararmıştı, not alırken zorlanıyordum. Gerinmemi ve dinginleşmemi istedi. Yorucu ama bi o kadar da yararlı bir gün geçirdiğimizi, “gerçek tonal”ın ortaya çıkacağından emin olduğunu söyledi.
Düzinelerle insan geçti önümüzden. On on beş dakika boyunca dingin bir sessizlik içinde oturduk. Sonra, don Juan birden ayağa fırladı.
“Vay canına, başardın! Kim geliyor, bak. Bi kız!”
Başıyla, parkı geçip, sıramıza doğru yaklaşmakta olan genç bir kadını imledi. Don Juan, genç kadının “gerçek tonal” olduğunu, şayet yanımızda duraklayıp ikimizden biriyle konuşursa bunun olağanüstü bir yora olacağını ve ne isterse yapmamız gerekeceğini söyledi.
Genç kadının hatlarını açıklıkla ayrımsayamıyordum, hâlbuki yeterince ışık vardı, henüz. Bir metre kadar yakınımıza dek geldi ama bize bakmadan geçip gitti. Don Juan, fısıltıyla, kalkıp onunla konuşmamı buyurdu.
Arkasından koşup yön sorma bahanesiyle konuşmaya başladım. Ona çok yakındım. Gençti, yirmi dört, yirmi beş yaşlarında olmalıydı. Orta boylu, çok çekici ve iyi giyimliydi. Gözleri parlak ve barışçıl bakıyordu. Konuşurken bana gülümsedi. İnsanı çeken bir yanı vardı. Üç Kızılderili’yi sevdiğim kadar sevdim onu da.
Geri dönüp yerime oturdum.
“Savaşçı mı o?” diye sordum.
“Pek değil,” dedi don Juan, Erkin, bi savaşçı getirebilecek kerte keskinleşmedi daha. Ama çok doğru bi tonalı vardı. Gerçek tonala dönüşebilecek bi tonal. Savaşçılar da bu soydan gelir, işte.”
Anlattıkları ilgimi çekmişti. Kadınlar da savaşçı olabilirler mi diye sordum. Sorum onu afallatmış gibi baktı.
“Elbet olabilirler,” dedi, “hatta bilgi yolunda erkeklerden daha da donanımlıdırlar. Ama erkekler bi parça daha esnektir, onlara oranla. Gene de, sonuç olarak kadınlar biraz daha avantajlıdır, dersem yanlış olmaz.”
Kadınların, onun bilgisi bağlamındaki yerlerini hiç konuşmamış olmamızın kafamı karıştırdığını söyledim.
“Sen bi erkeksin. Seninle konuşurken eril cins sözcükleri kullanıyorum, hepsi bu. Gerisi aynı.”
Ona daha çok soru sormak istedim, ama elinin bir devinimiyle konuyu kapattığını imledi. Yukarıya doğru baktı. Gökyüzü neredeyse kapkaraydı. Bulut kümeleri de çok karanlık görünüyorlardı. Gene de bulutların hafifçe portakal rengine çaldığı yerler de yok değildi.
“Günbatımı senin en iyi zamanındır,” dedi. “Bu genç kadının tam bu zamanda ortaya çıkması bi yoradır. O sırada tonal dan söz ediyorduk. Demek k, tonalınla ilgili bi yora bu.”
“Yoranın açıklaması nedir, don Juan?”
“Düzenlemelerini tamamlaman için pek az zamanın kaldığıdır. Kurduğun düzenlemelerin tutarlı olması gerekiyor, çünkü yenilerini yapacak zaman yok. Düzenlemeler ya şimdiden işlemeye başlar ya da bunlar düzenleme müzenleme değildir.
“Evine döndüğünde tüm savunma hatlarını denetlemeni öneririm. Berkitilmişler mi, iyice bak. İhtiyacın olacak.”
“Bana ne olacak, don Juan?”
“Yıllar önce, erkin peşine düştün. Acele etmeden, sinirlenmeden tüm kalbinle öğrenmek için ne gerekiyorsa yerine getirdin. Şimdi günün batınıma, kıyısına geldin artık.”
“Ne demek, bu?”
“Gerçek tonal için, tonal adası üstündeki her şey bi meydan okumadır. Başka deyişle, bu dünyadaki her şey savaşçı için bi meydan okumadır. En büyük meydan okuması, erkin peşine düşmesidir, tabii. Ama erk, nagualdan gelir, bi savaşçının da, kendini günün bitiminde bulması demek, nagualın saati, savaşçının erk saati yaklaşıyor demektir.”
“Tüm bunların anlamını henüz kavrayabilmiş değilim, don Juan. Yakında ölüyor muyum, yani?”
“Eğer yeterince salaksan,” dedi kısa kesercesine. “Daha yumuşak terimlerle söylersek, donuna doldurmaya hazır ol. Erkin peşine düştüydün. Bu istekte geri dönüş olmaz. Yazgına kavuştun, demiyorum. Çünkü yazgı mazgı yok.  Söylenebilecek tek şey var, erkine kavuşmak üzeresin. Yora çok açıktı. Saçmalıkla geçirilemeyecek kerte az zamanın kalmış bulunuyor. Çok ince bi nokta bu. Şunu diyebilirim ki en iyi yanımız her zaman köşeye sıkıştığımızda, kılıç kafamızın üstündeyken ortaya çıkar. Başka türlü de olsun istemezdim ben, şahsen.”

Cvp: 6- Tonalın Günü

.