1

Konu: 7- Tonalı Küçültmek

Çarşamba sabahı, saat dokuz kırk beş civarında otelden çıktım. Don Juan’la kararlaştırdığımız buluşma yerine ulaşmak için on beş dakikam vardı; yavaş yürüdüm. Beş ya da altı blok uzakta Paseo de la Reforma’nın köşelerinden birinde bir havayolu bürosunu buluşma noktası olarak seçmişti.
Bir dostumla birlikte yaptığım kahvaltımı yeni bitirmiştim. Benimle birlikte yürümek istedi, ama ben bir kızla buluşacağımı öne sürdüm. Bilerek, büronun bulunduğu yerin ters yönünde yürüdüm. Kendisini don Juan’la konuşturmamı sürekli isteyip duran bu dostumun, onunla buluşacağımı anlayıp beni izleyebileceğinden kuşkulanmıştım. Arkama döndüğümde onu görmekten korkuyordum.
Don Juan’ın, yolun karşı tarafındaki bir gazete tezgâhının önünde durduğunu gördüm. Karşıya geçmeye başladım, ama geniş bulvarı tehlikesizce geçebilmek amacıyla orta kaldırımda durup bekledim. Başımı amaçsızca çevirdiğimde, dostumun ardımdaki köşede durduğunu gördüm. Kendini denetlemekten yoksun olduğunu söylemek istermişçesine elini sallayıp utanarak güldü. Beni yakalamasına olanak tanımadan yolun karşısına fırladım.
Don Juan, başıma gelenleri anlamış gibiydi. Ona yaklaştığımda, omzumun üzerinden, belli etmeden bakarak, “Geliyor,” dedi. “Alt sokağa geçsek iyi olur.”
Bizim durduğumuz yere göre, Paseo de la Reforma’yı çaprazına kesen sokağı gösterdi. Hemen oraya yöneldim. O sokağa hiç girmemiştim, ama iki gün önce havayolu bürosuna gitmiştim. Kendine özgü konumunu görmüştüm. İşyeri, iki sokağın oluşturduğu keskin köşede yer alıyordu. İki sokağa da açılan birer kapısı vardı. Bu iki kapının arası üç üç buçuk metre kadar vardı. İki kapının arasındaki açıklık sayesinde bir sokaktan ötekine geçilebilirdi. Bu geçiş yolunun bir yanında masalar, öte yanındaysa veznesiyle, memurlarıyla dairesel bir tezgâh yeniliyordu. Oraya gittiğim gün büroda insan kaynıyordu.
Acele ettim, hatta koşmak istedim ama don Juan yavaş yürüyordu. İşyerinin çapraz sokaktaki kapısına vardığımızda, arkama bakmaya gerek kalmadan, dostumun bulvarı geçmek için koştuğunu ve bulunduğumuz sokağa girmek üzere olduğunu biliyordum. Bir çözüm umarcasına don Juan’a baktım. Omuzlarını kaldırdı. Çok sıkılmıştım, dostumun burnuna bir yumruk indirmekten başka bir şey düşünemiyordum. Tam o anda nefesimi bırakmış ya da iç geçirmiş olmalıydım. Çünkü bir sonra hissettiğim şey, don Juan’ın beni, kendi çevremde dönerek büronun kapısından içeri dalmama yol açan o inanılmaz itişi nedeniyle koyuverdiğim hava oldu. Bu müthiş darbe nedeniyle, neredeyse uçarak büroya girdim. Don Juan beni öylesine hazırlıksız yakalamıştı ki, bedenim en küçük bir direnç bile gösterememişti; korkum, onun bu deviminin sarsıntısıyla birleşmişti. Yüzümü koruma düşüncesi, kollarımı ister istemez öne doğru uzatmama neden olmuştu. Büronun ortasında sendeleyip dururken orta çapta bir baş dönmesi geçirdim. Dengemi neredeyse yitirmek üzereydim, düşmemek için inanılmaz bir çaba harcamam gerekmişti. Birkaç kez fırıldak gibi döndüm; devinimlerimin hızı nedeniyle görüntüm bulanıklaşmış gibiydi. İşlerine bakan bir müşteri kalabalığını belirsizce ayrımsamıştım. Çok rahatsız olmuştum. Herkesin, tüm bunlar olurken bana baktığını biliyordum. Aptal yerine konulmak ise rahatsızlıktan da öteydi. Zihnimden bir dizi düşünce yıldırım hızıyla akmıştı. Yüz üstü düşeceğimden emindim. Ya da bir müşteriye belki de ihtiyar bir bayana çarpıp onu yaralayacaktım. Daha da beteri, karşı taraftaki cam kapı kapanacak ve ben de cam kapıya bindirecektim.
Kafam böylesine karışıkken, Paseo de la Reforma tarafındaki kapıya ulaştım. Açıktı, hemen dışarı fırladım. O an tek düşüncem, soğukkanlılığımı yitirmeden sağa dönüp hiçbir şey olmamışçasına, bulvardan pazar yerine doğru yürümekti. Don Juan’ın bana ulaşacağından emindim ve ola ki, dostum çapraz sokakta yürümeyi sürdürmekteydi.
Gözlerimi açtım ya da daha ziyade, onları önümdeki alana odakladım. Neler olduğunu anlayıncaya dek uzun bir sersemlik anı yaşadım. Olmam gereken yerde, Paseo de la Reforma’da değil, iki kilometre uzağındaki Lagunilla çarşısındaydım.
Bunun ayırdına vardığım an öylesine yoğun bir şaşkınlık geçirdim ki, yapabildiğim tek şey aptalca çevreme bakınmak oldu.

Cvp: 7- Tonalı Küçültmek

Kendimi yönlendirmek amacıyla çevreme bakındım. Aslında, Mexico City’ ye ilk geldiğim gün don Juan’a rastladığım yere çok yakın olduğumu anladım. Belki de aynı noktaydı. Madeni paraların satıldığı sergi iki metre kadar uzağımdaydı. Kendime gelmek için inanılmaz bir çaba harcadım. Bir sanrı yaşamakta olduğum çok belirgindi. Başka türlü olması mümkün değildi. Çıktığım dükkâna girmek için çabucak geri döndüm, ikinci el kitap ve dergi satan sergilerden başka hiçbir şey göremedim. Don Juan sağ yanımda duruyordu. Yüzünde bir gülücük vardı.
Başımın içinde bir basınç vardı; genzime gazoz kaçmış gibi bir his. Bir şey söylemeye çalıştım. Herhangi bir şey. Ürkütücü bir öfke yükseliyordu içimden. Gözlerimden yanaklarıma yaş boşandığını hissettim. Don Juan, denetlenemez korkulara yenik düştüğümde hep yapmış olduğu gibi ayıplamadı bu kez beni. Onun yerine yavaşça kafamı tıpışladı.
“Hadi, hadi bakiyim Carlos, hadi küçüğüm,” dedi. “Aklını başına topla, emi.”
Yüzümü ellerinin arasında tuttu bir süre.
“Konuşmaya çabalama,” dedi.
Yüzümü bırakıp, çevremizde olup bitenleri gösterdi.
“Konuşmak için değil bu,” dedi. “Yalnızca izlemek için. İzle! Her şeyi izle!”
Gerçekten ağlıyordum. Ağlamaya karşı verdiğim tepki çok yabansıydı gene de. Hiç nedensiz dökülüyordu gözyaşlarını. O an kendimi deli gibi hissetmemin de bir önemi yoktu.
Çevreye bakındım. Tam sağımda kısa kollu, pembe bir gömlekle koyu gri bir pantolon giymiş, orta yaşlı bir adam vardı. Bir Amerikalıyı andırıyordu. Tombul bir kadın, belli ki eşi, adamın koluna girmişti. Adam elinde kimi bozuk paraları tutuyor, on üç on dört yaşlarında, tezgâh sahibinin oğlu olduğunu sandığım bir çocuk da adama bakıyordu. Çocuk adamın yaptığı her devinimi izliyordu. Sonunda adam paraları yerine bıraktı; çocuk da bir anda dinginleşti.
“Her şeyi izle!” dedi don Juan, yeniden.
İzlenecek, olağandışı hiçbir şey yoktu. İnsanlar gelip geçiyor, her yöne gidiyorlardı. Çevreme bakındım. Dergi tezgâhı işlettiğini sandığım bir adam beni gözlüyordu. Uykuya dalmak üzereymiş gibi, sürekli gözlerini kırpıştırdı. Yorgun ya da hasta gibiydi, keyifsiz görünüyordu.
İzlenecek bir şey olmadığını, en azından gerçekten önemli bir şey olmadığını hissettim. Önümdeki sahneye bir göz attım. Dikkatimi herhangi bir şey üzerinde yoğunlaştırmamın olanaksız olduğunu bulguladım. Don Juan yürüyerek etrafımda bir çember çizdi. Bendeki bir şeyi değerlendirir gibi davranıyordu. Başını salladı, dudaklarını büzdü.
“Gel, gel,” dedi, beni yavaşça kolumdan tutarak.
Yürümeye başladığımız an bedenimin çok hafiflemiş olduğunu ayrımsadım. Aslında, ayaklarımın altında sünger varmış gibiydi. Sanki kalın bir kauçuk tabakasıyla kaplıydı, ya da yay takılmıştı.
Don Juan bu durumun bilincinde olmalıydı; kaçmamı önlemek istercesine, sıkıca tuttu beni; bir balon gibi uçup gitmemden korkuyormuş gibi beni yere doğru bastırdı.
Yürüyünce daha iyi oldum. Sinirliliğim, yerini hoş bir rahatlık duygusuna bıraktı.
Don Juan yeniden her şeyi izlemem konusunda diretti. Seyretmek istediğim hiçbir şeyin olmadığını, çarşıdaki insanların yaptıklarının beni ilgilendirmediğini, gerçek bir şey parmaklarımın arasından kayıp giderken, para ve eski kitap satın alan bir adamın şapşalca hareketlerini, aptalca bir görev duygusu içinde izlemeye hiç mi hiç niyetim olmadığını söyledim ona.
“Nedir o gerçek bir şey?” diye sordu.
Yürümeyi kesip, hiddetle ona önemli olan şeyin, bana ne yapıp da büroyla bulunduğum yer arasındaki uzaklığı birkaç saniyede aşmış gibi hissetmeme neden olduğunu söyledim.
O anda beni bir titreme aldı, hastalanacağımı anladım. Don Juan, ellerimi karnımın üstüne yerleştirdi.
Çevresini göstererek, güvenli bir sesle, en önemli şeyin gördüğümüz günlük etkinlikler olduğunu söyledi.
Beni sıkıyordu. Bedenimin kendi çevresinde dönüp duruyormuş gibi olduğunu hissettim. Derin bir nefes aldım.
“Ne yaptın, don Juan?” diye sordum, zorlama bir kayıtsızlıkla.
Güven verici bir sesle, bunu ne zaman istersem anlatmaya hazır olduğunu, ama çevremizde olup bitenleri seyretmenin o an için en çok önem taşıdığını, zira bunların bir kez daha yinelenmeyeceğini söyledi. Buna bir itirazım yoktu. Tanığı olduğum sahne tüm bütünlüğü içinde bir daha asla yinelenmeyecekti. Buna benzer etkinlikleri her zaman seyredebilirim, düşüncesindeydim. Öte yandan, hangi biçimle olursa olsun uzaklardan buraya taşınmış olmam düşüncesinin paha biçilmez bir önemi vardı.
Bu düşüncemi dile getirdiğimde, don Juan, söylediğim şey sanki ona acı veriyormuş gibi başını salladı.
Konuşmadan yürüdük bir süre. Bedenim ateş içinde yanıyordu. Ellerimin tersinin ve tabanlarımın çok sıcak olduğunu ayrımsadım. Bu alışılmadık ateş burun deliklerime ve göz kapaklanma da yerleşmiş gibiydi.
“Ne yaptın, don Juan?” diye sordum, yakınırcasına.
Yanıtlamadı ama göğsümü tıpışlayıp güldü. İnsanların kırılgan yaratıklar olduklarını, düşkünlük göstererek iyice kırılganlaştıklarını söyledi. Çok ciddi bir sesle, yok olmak üzere olduğumu düşünmememi, kendimi sınırlarımın sonuna dek zorlayıp, dikkatimi dış dünyaya vermemi söyledi.
Çok yavaş adımlarla, yürümeyi sürdürdük. Zihnim çok meşguldü. Hiçbir şeye dikkat edemiyordum. Don Juan durdu, konuşmakla konuşmamak arasında gidip gelir gibiydi. Bir şey söylemek için ağzını açtı, sonra fikrini değiştirir gibi oldu, gene yürümeyi sürdürdük.
“Buraya geldin; sana olan bu işte,” dedi birden dönüp bana bakarak.
“Peki, nasıl oldu?”
Bilmediğini, tek bildiği şeyin, yeri benim seçmiş olduğumu söyledi.

Cvp: 7- Tonalı Küçültmek

Açmazımız yürüdükçe artıyordu. Aşamaları öğrenmek istedimse de en önemli şeyin yer seçimi olduğunda ve burayı neden seçmiş olduğumu bilmediğime göre konuşacak bir şey kalmadığında diretti. Gereksiz bir düşkünlük olarak gördüğü, her şeyi mantık çerçevesinde görme takıntımı öfkelenmeden eleştirdi. Açıklama peşine düşmeden, yalnızca edimde bulunmanın daha yalın ve etkileyici olduğunu, deneyimlerim hakkında konuşarak ve düşünerek, bunları ziyan ettiğimi söyledi.
Bir süre sonra, bu yeri terk etmemiz gerektiğini, çünkü burasını bozduğumu, bunun da benim için çok zararlı olabileceğini söyledi.
Pazar yerini bırakıp Alameda Parkı’na yürüdük. Çok yorulmuştum. Bir sıraya çökercesine oturdum. Sonra aklıma, saate bakmak geldi. Saat 10.20’ydi. Dikkatimi yoğunlaştırmak için büyük bir çaba harcadım. Don Juan’la buluştuğumuzda saatin tam olarak kaç olduğunu anımsamıyordum. On civarında olması gerektiğini hesapladım. Çarşıdan parka yürümemiz on dakika sürmemişti bile. Bu hesapla, geriye on dakika kadar bir süre kalıyordu.
Don Juan’a hesaplamalarımdan söz ettim. Güldü. Gülüşünden, hakkımda düşündüklerini gizlediğini anlamıştım, yüzündeki ifadede de bu düşünceme karşı gelen bir şey göremedim. “Benim deva bulmaz bir salak olduğumu düşünüyorsun, değil mi, don Juan?”
“Hah!” diye imleyerek yerinden fırladı.
Tepkisi öyle beklenmedik bir anda geldi ki, aynı anda ben de yerimden fırladım.
“Hislerimin neler olduğunu düşünüyorsun tam olarak, söyle bana,” dedi, duygularımı paylaşırcasına.
Hislerini biliyordum, sanırım. Onları ben hissediyormuş gibiydim. Ama bunları dile getirmeye çalışınca, konuşamadığımı gördüm. Konuşabilmek için olağanüstü çaba harcamam gerekiyordu.
Don Juan, onu “görmek” için henüz yeterince erkim olmadığını söyledi. Ama hiç kuşkusuz, neler olduğuna ilişkin açıklamalar bulmak amacıyla “görmeyi” becerebiliyormuşum.
“Çekinme,” dedi. “Tam olarak ne görmektesin, söyle bana.”
Birden, çok yabansı bir düşünce belirdi, uyumadan önce zihnime doluşan düşüncelere çok benziyordu. Düşünceden de ileri bir şeydi; bunu betimleyebilmek için, bütün, tam bir görüntüydü demek yerinde olurdu. İçinde bir dolu kişinin yer aldığı bir tablo gördüm. Tam önümdeki kişi, bir pencere pervazına dayanmış bir adamdı. Çevrenin ötesindeki alan belirgin değildi. Ama adam ve çerçeve açık seçik belli oluyordu. Bana bakıyordu; başı hafifçe sola dönüktü; bana göz ucuyla bakıyordu. Gözlerini, beni odakta tutmak amacıyla oynattığını görebiliyordum. Sağ dirseğiyle pencereye yaslanmıştı. Elini yumruk biçimine getirmişti, kasları sıkılıydı.
Tabloda, adamın solunda bir başka görüntü vardı. Uçan bir aslandı bu. Ama başı ve yelesi aslan olan bu hayvanın bedeninin alt kısımları beyaz kıvırcık tüylü bir Fransız kanişine aitti.
Dikkatimi bu yaratığın üzerine odaklamışken, adam dudaklarıyla çok canlı bir ses çıkardı, başını ve gövdesini pencerenin dışına çıkarttı, tüm bedeni, bir şey onu itiyormuş gibi dışarı uğradı. Bir süre, parmaklarının ucundan çerçeveye asılı kaldı, orada sarkaç gibi sallandı. Sonra, kendini aşağı bıraktı.
Tüm bedenimle aynı düşüş duygusunu yaşadım. Kurşun gibi bir düşme değildi bu, önce yavaş bir iniş, sonra da hızı kesilmiş biçimde, havadan süzülme. Adamın ağırlığı yoktu. Bir an asılı kaldı, sonra denetlenemeyen bir güç, tablodaki bir çatlaktan onu emmiş gibi, birden görüntüden çıktı. Bir saniye sonra, bana pencereden göz ucuyla bakıyordu. Sağ koluyla pencerenin eşiğine dayanmıştı. Yalnız, bu kez, öbür eliyle bana güle güle dercesine el sallıyordu.
Don Juan, “görmemin” aşırı derecede ayrıntılı olduğu yorumunda bulundu.
“Bundan daha iyisini becerebilirsin,” dedi. “Bana, ne olduğunu açıklamak istiyorsun. İyi, o halde ben de bunu yapman için görmeni kullanmanı istiyorum. Gördün, ama bi dolu anlamsız şey gördün. Bu tür bilgi bi savaşçı için gereksizdir. Neyin ne olduğunu ortaya çıkarmak çok zaman alır. Görme, dolaysız olmalıdır, çünkü bi savaşçının ne gördüğünü çözümlemeye zamanı yoktur. Görme, görmedir, tüm bu saçmalığı delip geçer, ve sana ulaşır.”
Gördüklerimin gerçekten “görme” değil de bir sanrı olabileceğini düşünüp düşünmediğini sordum. Ayrıntıların girildiği nedeniyle bunun “görme” olduğunu anlamış olduğunu, ama bunun o anın bağlamına uygun düşmediğini söyledi.
“Gördüklerimin hiçbir şey açıklamadığını mı düşünüyorsun?” diye sordum.
“Tabii ki açıklıyor. Ama senin yerinde olsam bunu çözümlemekle zaman yitirmezdim. Görme, en başlarda adamın kalasını karıştırır, çok çabuk yitip gidebilirsin. Savaşçı güçlendikçe, görmesi de olması gerektiği gibi olur, yani dolaysız bilgi.”
Don Juan konuşurken, o bilinen duygu boşluklarından birine düşmüştüm gene, ayrıca, daha önce bildiğim bir şeyi, bulanıklaştığı için gözümden kaçan bir şeyi açığa çıkarmak üzere olduğumun ayırdına da vardım. Büyük bir uğraş vermeye başlamıştım. Açığa çıkarmak istediğim bilgiye ulaşmaya çabaladıkça, onun daha da dibe battığını hissediyordum.
"Şu senin görmen çok... çok düşseldi,” dedi don Juan. Sesinin tınısıyla sarsıldım.”
"Bi savaşçı önce soru sorar, ve görme yoluyla bi yanıt alır; ne var, bu yanıt, yalın bi yanıttır, Fransız finosu uçurmaya dek varmaz hiçbi zaman.”
Bu betimlemesi karşısında gülmeye başladık. Yarı şakalaşırcasına, ona aşırı sert olduğunu, bu sabah başıma gelenleri yaşayan herkesin bir parça anlayışa gereksinme duyabileceğini söyledim.
"Kolay bi çıkış olurdu,” dedi. “Düşkünlüğün yoludur bu. Her şeyin senin başına geldiği düşüncesiyle dağılmaktasın. Bi savaşçı gibi yaşamıyorsun.”
Savaşçının yolu dediği şeyin birden çok yüzü olduğunu, bunların tümünün gereklerini yerine getirmenin olanaksızlığını, üstelik bunun anlamının yalnızca yeni örneklerle karşılaştığımda açığa çıkacağını düşündüğümü söyledim ona.
"Bi savaşçının uyması gereken başlıca kurallardan biri de,” dedi, “kararlarını, sonradan olacakların kendisini habersiz yakalayıp erkini azaltmasına olanak tanımayacak biçimde almasıdır.
“Savaşçı olmak, alçakgönüllü ve uyanık olmak demektir. Bugün gözünün önündeki sahneyi seyretmekle yükümlüydün, tüm olanların nasıl gerçekleştiğine hayıflanmakla değil. Dikkatini yanlış yöne odakladın. Sana anlayışlı davranmak isteseydim, bu ilk kez başına geldiği için hazırlıksızdın diyebilirdim. Ama buna izin yok. Çünkü buraya bi savaşçı gibi geldin, ölmeye hazır olarak! İşte bu nedenle, bugün olanlar, henüz kıçın açıkken yakalamamalıydı seni.”
Korku ve şaşkınlık düşkünlüğü gösterdiğimi itiraf ettim.
"Şöyle desek daha doğru olur; bu kez bana geldiğinde unutmaman gereken başlıca kural, ölmeye hazır olmandı,” dedi. “Eğer ölmeye hazır olarak gelebilseydin, ne şaşkınlık yaşardın ne de bi şeylere takılıp kalırdın. Hiçbi şey beklemediğin için de her şey yerli yerine oturmuş olurdu.”
“Söylemesi kolay, don Juan. Bense dinleyen taraftayım. Tüm bunları yaşaması gereken benim.”
“Tüm bunları yaşaman gerekmez. Sen bunların tümüsün zaten. Büyücülüğün kötü dünyasıyla gücünü birleştirme konusunda verdiğin karar tüm bu oyalayıcı karışıklık hislerini yakıp kül etmeye yetineli, tüm bunların senin dünyan olduğu hissini sana vermeliydi.”
Sıkıntılı ve üzüntülüydüm. Don Juan’ın edimlerinin, ne denli hazırlıklı olsam da, onunla her buluştuğumda bana yarı akıllı, dırdırcı bir insan gibi davranmaktan başka çıkar yol bırakmadığı düşüncesi beni paramparça elti. Gazaba geldim ve artık yazı yazmak istemedim. O an, notlarımı yırtıp her şeyi çöp bidonuna atmak geldi içimden. Eğer don Juan gülerek elimi tutup beni caydırmasaydı, yapacaktım da.
Alaycı bir tavırla, “tonal”ımın gene kaçırmak üzere olduğunu söyledi. Çeşmeye gidip enseme ve kulaklarıma su çırpmamı öğütledi.
Su iyi gelmişti. Uzunca bir süre konuşmadık.
“Yaz, yaz,” dedi sonunda don Juan, dostça bir titremle. “Defterin, bugüne dek becerebildiğin tek büyü desek yalan olmaz. Yırtmak, kendini ölüme hazır etmenin bi başka yolu. Sayısız huysuzluklarından biri olurdu bu, ya da şimşek gibi çakan bi huysuzluk, ama kesinlikle bi değişiklik olmazdı, ha! Savaşçı dediğin, tonal adasını terk etmez, bilakis kullanır.”
Hızlı bir devinimle çevremi göstererek defterime dokundu.
“Senin dünyan bu. Reddedemezsin. Kendine kızıp, kırılmak gerekmez. Tüm bunlar, kişinin tonalının bi iç savaşa giriştiğini gösterir; kişinin, tonalıyla savaşmasıysa düşünebileceğin en anlamsız didişmedir bence. İşin başında, ağlamamayı, hayıflanmamayı öğretmiştim sana. Şimdi senin içinde bi savaş yok artık, olmaması gerek, çünkü savaşçının yolu uyumdur -kararla eylem arasındaki uyum öncelikle, ikinci olarak da tonalla nagual arasındaki uyum.
"'Seni tanıdığımdan bu yana hem tonalınla hem de nagualınla konuştum. Yönergeler böyle verilir.
"Başlangıçta, tonalla konuşmak gerekir. Denetimi bırakması gereken, tonaldır. Ama bunu kıvanç içinde yapmasını sağlamak gerekir. Senin tonalın örneğin, kimi denetimleri fazla savaşmaksızın bıraktı, neden, çünkü öylece kalırsa, özünün bütünselliğinin şimdiye kadar ölmüş olacağını anladı. Başka deyişle, tonal, kendisini sıkıntıya boğan, kendine önem verme, düşkünlük gösterme gibi tutumlardan vazgeçmesini bilir. Ama asıl bela da burada yatar; tam kıvançla vazgeçeceği anda yapışıverir bu saçmalıklara. Sana düşen görev, tonalı özgür ve akışkan olacağına inandırabilmektir. Bi büyücünün her şeyden önce buna gereksinmesi vardır: sağlam ve özgür bi tonala. Sağlamlaştıkça, sağa sola yapışması azalır. Bunu başarmanın en kolay yolu, tonalı küçültmektir. Bu sabah da aynı şey oldu, tonalın küçültme fırsatını yakaladım. Bi an için düşünemiyordun, acelen vardı ve zihnin bomboştu, işte onu seni itmek için kullandım.
“Tonal, kimi zaman küçülür, özellikle de sıkıldığında. Aslında, tonalın özelliklerinden biri de utangaçlıktır. Bu utangaçlık, öyle gerçek bir sorun oluşturmaz. Ama tonalın hazırlıksız yakalandığı kimi anlar vardır, bunun neden olduğu utangaçlık da onu ister istemez küçültür.
“Bu sabah santimetre küplük şansımı kullandım. Büronun açık kapısını ayrımsayıp seni içeri itiverdim. İtme, tonal küçültme tekniklerinden biridir ve tam anında yapılmalıdır; bunun için de itecek olan kişinin görmeyi bilmesi gerekir, tabii.
"Kişi itildiğinde ve böylece tonalı küçüldüğünde, nagualı, devinime geçmişse eğer, bu devinim ne denli küçük olursa olsun denetimi ele alır ve inanılmaz işler başarır. İşte, nagualın, bu sabah her şeyi ele aldı ve sonuçta sen de kendini çarşıda buldun.”
Bir süre sessiz kaldı. Soru sormamı bekliyor gibiydi. Birbirimize bakıp durduk.
"Nasıl oluyor, gerçekten bilmiyorum,” dedi, düşüncelerimi okumuş gibi. "Tüm bildiğim, nagualın akla hayale gelmeyecek işlerin üstesinden gelebildiği.
“Bu sabah izlemeni istedim senden. Gözünün önündeki sahne, her ne olursa olsun, paha biçilmez bi değer taşıyordu senin için. Ama öğüdümü dinlemek yerine, kendine acıma ve kafanın karışması gibi lüks düşkünlükler gösterip, izlemekten vazgeçtin.
“Bi ara, tümüyle nagual olmuştun da konuşamıyordun. İşte o an izleme zamanıydı. Sonra, temalın, yavaşça denetimi yeniden ele aldı; ben de seni temalınla nagualın arasında ölümcül bi savaşa itmek yerine buraya getirdim.”
“Peki, sahnede ne vardı, don Juan. Bu kerte önemli olan şey neydi?”
“Bilemem. Yaşayan ben değilim.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Senin deneyiminde bu, benim değil.”
“Ama sen de oradaydın, öyle değil mi?”
“Hayır. Sen tek başınaydın. Sana, her şeyi izle dedim, çünkü sahne senin sahnendi.”
“Ama sen yanımdaydın, don Juan, değil mi?”
“Hayır. Neyse, konuşmanın gereği yok. Söyleyeceğim hiçbi şeyin anlamı olmayacak, çünkü o sırada nagualın zamanındaydık. Nagualın işleri beden yoluyla anlaşılır, akılla değil.”
“Benimle birlikte değildiysen, sen olduğunu gördüğüm kişi ya da şey kimdi peki, don Juan?”
“Bendim, ama orda değildim.”
“Neredeydin o halde?”
“Şenle birlikteydim, ama orda değildim. Senin çevrendeydim, ama nagualının seni götürdüğü o belirgin yerde değildim, diyelim.”
“Yani, çarşıda olduğumuzu bilmiyordun mu demek istiyorsun?”
“Hayır, bilmiyordum. Yalnızca peşini bırakmamaya çabaladım, seni yitirmemek amacıyla.”
“Ama bu tümüyle korkunç, don Juan.”
“Nagualın zamanındaydık, orda korku verici hiçbi şey yoktur. Bundan daha fazlasını başarma yetimiz var bizim. Bu biz ışıldayan varlıkların doğasında var. Tek hatamız, bu yorucu ama uygun adada kalma konusunda diretmektir. Tonal ise kötü adamı oynar, ama bu böyle olmamalıdır.”

Cvp: 7- Tonalı Küçültmek

Anımsayabildiklerimi anlatmaya koyuldum. Göğün durumunu sordu; günışığı, bulut ya da güneş var mıymış, gürültü duymuş muydun, olağandışı kişi ya da olayların görüntüsünü yakalayabilmiş miydim? Kavga eden var mıydı, bilmek istedi. Ya da insanlar bağırıyor muydu; eğer öyleyse ne diyorlardı?
Sorularının hiçbirini yanıtlayamadım. Yaşadıklarımı, belirgin yüzeysel değeriyle, birkaç saniye boyunca içinden “geçip gittiğim,” doğruluğu belgelenmiş bir önerme biçiminde kabul etmiştim; don Juan’ın bilgisi sayesinde de, tüm nesnel gerçekliğimle çarşıya iniş yapmayı başarabilmiştim—-işte gerçek buydu.
Tepkilerim, böylesi bir önermenin doğrudan sonucu olabilmişti ancak. Yöntemleri, çömezlere açıklanan bilgileri, “neyin nasıl yapılacağını” bilmek istemiştim. İşte bu nedenle, sıradan bir olayın sıradan oldu-bittileri olduklarına inandığım şeylerini gözlemeye özen göstermemiştim.
“Çarşıdakiler beni gördüler mi dersin?” diye sordum.
Don Juan yanıtlamadı. Bir kahkaha patlatıp yumruğuyla hafifçe vurdu bana.
İnsanlarla bedensel ilişki kurup kurmadığımı anımsamaya çalıştım ama belleğim bana ihanet etti.
“Havayolları bürosundakiler, içeri daldığımda ne gördüler?”
“Bi kapıdan diğerine, sendeleyerek geçen bi adam görmüş olmalılar.”
“Peki, havaya karışıp ortadan yok olduğumu gördüler mi?”
“Bu sorduğun, nagualın üstesinden gelmesi gereken bi şeydi. Neler oldu bilemem. Sana diyebileceğim tek şey, telciklerden örülü, ışıldayan varlıklar olduğumuzdur. Kütlesi olan bedenli varlıklar olduğumuz düşüncesiyse doğrudan, tonala özgü bi düşüncedir. Tonal küçülünce ise olağanüstü işler çıkabilir ortaya. Tabii, tonal açısından olağanüstü işler.
“Nagual için, senin bugün başına gelenleri başarmak çocuk oyuncağı kalır. Özellikle de çok daha zorlu işlerin üstesinden gelmiş olan senin nagualın için. Aslına bakarsan çok daha tekinsiz bi şeye de girişmişti. Ne olduğunu hissedebiliyor musun?”
Kafama bir anda milyarlarca soru ve duygu üşüştü. Her yanımı kaplamış olan dinginlik duygusu, şiddetli bir rüzgâr nedeniyle uçup gitmişti sanki. Bedenim, karanlık bir çukurun kenarında olduğumu hissedebiliyordu. Gizemli ama somut bir bilgi parçasıyla savaştım bir süre. Bir şey kendisini bana göstermek isterken benim inatçı bir parçam bunu örtmek istiyor gibiydi. Bu tepişme beni aşama aşama, bedenimi hissedemeyinceye dek aptallaştırdı. Ağzım açık, gözlerim yarı kapalıydı. Yüzümün gittikçe sertleşerek, sonunda, kurumuş bir cesedin sararmış derisinin kafatasına yapıştığı gibi yapışacağını göreceğim hissine kapıldım.
Bunun ardından bir sarsıntı yaşadım. Don Juan, elinde boş bir su kovasıyla önümde duruyordu. Beni ıslatmıştı. Öksürdüm, yüzümdeki suyu sildim, ardından, sırtımda buz gibi bir başka dalganın yayıldığını hissettim. Oturduğum yerden fırlayıp kalktım. Don Juan sırtıma da su dökmüştü.
Bana bakıp gülen bir grup çocuk vardı. Don Juan bana gülümsedi. Birlikte otelime gitmemizi, üstümü değiştirmemin iyi olacağını söyledi. Beni parktan çıkardı. Taksi beklerken, bir süre kaldırım taşlarının kenarında durduk.

Saatler sonra, yemeğimizi yiyip, dinlenmemizin ardından, don Juan’la ben, kilisenin yanındaki parkın en sevdiğimiz sırasının üstünde oturuyorduk. Dolaylı yoldan, o gün göstermiş olduğum yabansı tepki konusuna döndük. Don Juan çok dikkatliydi. Beni, doğrudan suçlamadı.
“Böyle şeylerin olduğu bilinir,” dedi. “Nagual, yüzeye çıkmayı öğrenir öğrenmez, hiçbi denetim olmadan açığa çıkıp tonalda büyük zararlara yol açabilir. Ama senin durumun özel. Düşkünlük göstermeyi öylesine abarttın ki, ölebilirsin ve bunu kafana takmayabilirdin, ya da daha da kötüsü ölmekte olduğunu bile anlayamayabilirdin.”
Ona, tepkimin, bana, “nagual”ımın yaptıklarını hissediyor muyum, diye sorduğu anda başladığını söyledim. Ne demek istediğini anladığımı düşünmüş, ama bunun ne olduğunu tanımlamaya kalkar kalkmaz duru biçimde düşünemediğimin ayırdına varmıştım. Baş dönmesi gibi, hiçbir şeyin gerçekten önemi yokmuş gibi kayıtsızlık duygusuna kapılmıştım. Sonra, bu duygu büyüleyici bir yoğunlaşmaya dönüşmüştü. Sanki yavaşça dışarı doğru emiliyordum. Dikkatimi çeken ya da tuzağa düşüren şey ise meşum bir bilginin bana açıklanmak üzere olduğuna ilişkin açık seçik bir duygu ile hiçbir şeyin bunu bölmesine izin vermemesi isteğimdi.
“Sana açıklanacak şey ölümündü,” dedi don Juan. “Düşkünlük göstermenin tehlikesi bu, işte. Çok abartan bi kişiliğin olması nedeniyle senin için özellikle geçerli. Tonalın düşkünlük göstermeye öylesine alışmış ki, özünün bütünselliğini tehlikeye atıyor. Korkunç bi var olma biçimi bu, be!”
“Ne yapabilirim?”
“Biri, ötekini destekleyinceye dek tonalın akılla, nagualınsa eylemlerle güvence altına alınmalı. Sana dediydim, tonal, egemendir ama çabucak da yaralanabilir. Naguala gelince, hiç ya da nerdeyse hiçbi edimde bulunmaz. Ama bi de eyleme geçerse, tonalı öyle bi korkutur ki...
“Bu sabah, tonalın çok korktu da kendiliğinden büzüştü, böylece nagual işi ele aldı.
“Yaramaz bi köpeği yerine göndermek istermiş gibi, nagualını sarsabilmek amacıyla parktaki fotoğrafçılardan birinden bi kova su ödünç aldım. Her ne olursa olsun, tonal korunmalı. Egemenliği elinden alabilirsin, ama uzakları gören bi danışman olarak yanında tutmalısın onu.
“Tonala yöneltilen ciddi bi tehdit ölümle sonuçlanır daima. Tonal ölürse, insan da ölür. Tonal, zayıflığı nedeniyle kolayca yok edilebilir. Savaşçının sanatlarından biri de, nagualı, tonala destek verecek biçimde ortaya çıkarmasıdır. Sanat sözcüğünü kullanıyorum, çünkü büyücüler nagualı ortaya çıkarmanın yalnız tonalı desteklemekle mümkün olabileceğini çok iyi bilir. Anlıyor musun? İşte, bu desteğe kişisel erk adı verilir.”
Don Juan ayağa kalktı, gerindi, arkaya doğru yaylandı. Ben de kalkmaya niyetlendim, ne var, don Juan beni yumuşakça yerime oturttu.
“Alacakaranlığa dek bu sıranın üstünde oturman gerek, ahbap,” dedi. “Benim gitmem gerekiyor şimdi. Genaro dağlarda bekler beni. Üç gün içinde evine gel, orda buluşuruz, emi?”
“Genaro’nun evinde ne yapacağız?” diye sordum.
“Yeterince erkinin olmasına bağlı,” dedi, “Genaro sana nagualı gösterebilir.”
O aşamada dile getirmem bir şey daha vardı. Takım elbisesinin, yaşamının bir parçası mı, yoksa beni şaşırtmak için uygulanmış bir yöntem mi olduğunu bilmem gerekiyordu. Edimlerinin hiçbiri, bu giysiyi giymesi kadar yıkıntıya uğratmamıştı beni. Durumun kendi içinde ürküntü verici olması bir yana, don Juan’ın kendisi de pek heybetli olmuştu. Bacaklarına gençlere özgü bir çeviklik gelmiş. Ayakkabı giymekle denge noktası değişmişti sanki, alıştığımdan daha uzun ve emin adımlar atıyordu.
“Bu takımı giyer misin hep?” diye sordum.
“Evet,” diye yanıtladı, çekici bir gülüşle. "Daha başkaları da var. Ama daha da çok korkmayasın diye, değişik bi takım giymek istemedim bugün.”
Ne düşüneceğimi bilemedim. Yolun sonuna vardığımı hissettim. Eğer don Juan takımı giyip bu kerte heybetli görünüyorsa, her şey mümkündü, demek ki.
Kafamı karıştırdığından memnum olmuş gibi gülüyordu.
"Hisse senetlerim var benim,” dedi gizemli ama içten bir sesle, ardından yürüyüp gitti.

Ertesi Perşembe sabahı, bir dostumdan benimle don Juan’ın beni itmiş olduğu havayolu bürosunun karşısından Lagunilla çarşısına dek yürümesini istedim.
Bizi oraya ulaştıracak en kestirme yolu seçtik. Tümünü yürümek otuz beş dakikamızı aldı. Çarşıya ulaştığımızda yönümü bulmaya çalıştım. Başaramadım. Durduğumuz geniş caddenin köşesindeki giysi dükkânına yöneldim.
Elindeki fırçayla bir şapkayı dikkatle temizleyen genç bir kadına, “Affedersiniz,” dedim. "Madeni para ve sahaf tezgâhları nerede acaba?”
“Bizde yok,” dedi sinirli bir sesle.
“Ama, bu çarşıda bir yerlerde, dün gördüm daha.”
“Şaka mı bu?” deyip tezgâhın ardına geçti.
Peşinden seğirtip, seyyar tezgâhların nerede olduğunu söylemesi için yalvardım ona.
“Dün görmüş olamazsınız,” dedi. “O tezgâhlar yalnızca Pazar günleri, şu duvarın orada açılır. Haftanın diğer günlerinde göremezsiniz onları burada.”
“Demek yalnızca Pazar günleri,” dedim, kendimi bilmeden.
"Evet. Yalnızca Pazarları, kural bu. Öbür günler trafiğin akışını önleyebiliyorlar.”
Arabayla dolu geniş caddeyi gösterdi.

Cvp: 7- Tonalı Küçültmek

.