Açmazımız yürüdükçe artıyordu. Aşamaları öğrenmek istedimse de en önemli şeyin yer seçimi olduğunda ve burayı neden seçmiş olduğumu bilmediğime göre konuşacak bir şey kalmadığında diretti. Gereksiz bir düşkünlük olarak gördüğü, her şeyi mantık çerçevesinde görme takıntımı öfkelenmeden eleştirdi. Açıklama peşine düşmeden, yalnızca edimde bulunmanın daha yalın ve etkileyici olduğunu, deneyimlerim hakkında konuşarak ve düşünerek, bunları ziyan ettiğimi söyledi.
Bir süre sonra, bu yeri terk etmemiz gerektiğini, çünkü burasını bozduğumu, bunun da benim için çok zararlı olabileceğini söyledi.
Pazar yerini bırakıp Alameda Parkı’na yürüdük. Çok yorulmuştum. Bir sıraya çökercesine oturdum. Sonra aklıma, saate bakmak geldi. Saat 10.20’ydi. Dikkatimi yoğunlaştırmak için büyük bir çaba harcadım. Don Juan’la buluştuğumuzda saatin tam olarak kaç olduğunu anımsamıyordum. On civarında olması gerektiğini hesapladım. Çarşıdan parka yürümemiz on dakika sürmemişti bile. Bu hesapla, geriye on dakika kadar bir süre kalıyordu.
Don Juan’a hesaplamalarımdan söz ettim. Güldü. Gülüşünden, hakkımda düşündüklerini gizlediğini anlamıştım, yüzündeki ifadede de bu düşünceme karşı gelen bir şey göremedim. “Benim deva bulmaz bir salak olduğumu düşünüyorsun, değil mi, don Juan?”
“Hah!” diye imleyerek yerinden fırladı.
Tepkisi öyle beklenmedik bir anda geldi ki, aynı anda ben de yerimden fırladım.
“Hislerimin neler olduğunu düşünüyorsun tam olarak, söyle bana,” dedi, duygularımı paylaşırcasına.
Hislerini biliyordum, sanırım. Onları ben hissediyormuş gibiydim. Ama bunları dile getirmeye çalışınca, konuşamadığımı gördüm. Konuşabilmek için olağanüstü çaba harcamam gerekiyordu.
Don Juan, onu “görmek” için henüz yeterince erkim olmadığını söyledi. Ama hiç kuşkusuz, neler olduğuna ilişkin açıklamalar bulmak amacıyla “görmeyi” becerebiliyormuşum.
“Çekinme,” dedi. “Tam olarak ne görmektesin, söyle bana.”
Birden, çok yabansı bir düşünce belirdi, uyumadan önce zihnime doluşan düşüncelere çok benziyordu. Düşünceden de ileri bir şeydi; bunu betimleyebilmek için, bütün, tam bir görüntüydü demek yerinde olurdu. İçinde bir dolu kişinin yer aldığı bir tablo gördüm. Tam önümdeki kişi, bir pencere pervazına dayanmış bir adamdı. Çevrenin ötesindeki alan belirgin değildi. Ama adam ve çerçeve açık seçik belli oluyordu. Bana bakıyordu; başı hafifçe sola dönüktü; bana göz ucuyla bakıyordu. Gözlerini, beni odakta tutmak amacıyla oynattığını görebiliyordum. Sağ dirseğiyle pencereye yaslanmıştı. Elini yumruk biçimine getirmişti, kasları sıkılıydı.
Tabloda, adamın solunda bir başka görüntü vardı. Uçan bir aslandı bu. Ama başı ve yelesi aslan olan bu hayvanın bedeninin alt kısımları beyaz kıvırcık tüylü bir Fransız kanişine aitti.
Dikkatimi bu yaratığın üzerine odaklamışken, adam dudaklarıyla çok canlı bir ses çıkardı, başını ve gövdesini pencerenin dışına çıkarttı, tüm bedeni, bir şey onu itiyormuş gibi dışarı uğradı. Bir süre, parmaklarının ucundan çerçeveye asılı kaldı, orada sarkaç gibi sallandı. Sonra, kendini aşağı bıraktı.
Tüm bedenimle aynı düşüş duygusunu yaşadım. Kurşun gibi bir düşme değildi bu, önce yavaş bir iniş, sonra da hızı kesilmiş biçimde, havadan süzülme. Adamın ağırlığı yoktu. Bir an asılı kaldı, sonra denetlenemeyen bir güç, tablodaki bir çatlaktan onu emmiş gibi, birden görüntüden çıktı. Bir saniye sonra, bana pencereden göz ucuyla bakıyordu. Sağ koluyla pencerenin eşiğine dayanmıştı. Yalnız, bu kez, öbür eliyle bana güle güle dercesine el sallıyordu.
Don Juan, “görmemin” aşırı derecede ayrıntılı olduğu yorumunda bulundu.
“Bundan daha iyisini becerebilirsin,” dedi. “Bana, ne olduğunu açıklamak istiyorsun. İyi, o halde ben de bunu yapman için görmeni kullanmanı istiyorum. Gördün, ama bi dolu anlamsız şey gördün. Bu tür bilgi bi savaşçı için gereksizdir. Neyin ne olduğunu ortaya çıkarmak çok zaman alır. Görme, dolaysız olmalıdır, çünkü bi savaşçının ne gördüğünü çözümlemeye zamanı yoktur. Görme, görmedir, tüm bu saçmalığı delip geçer, ve sana ulaşır.”
Gördüklerimin gerçekten “görme” değil de bir sanrı olabileceğini düşünüp düşünmediğini sordum. Ayrıntıların girildiği nedeniyle bunun “görme” olduğunu anlamış olduğunu, ama bunun o anın bağlamına uygun düşmediğini söyledi.
“Gördüklerimin hiçbir şey açıklamadığını mı düşünüyorsun?” diye sordum.
“Tabii ki açıklıyor. Ama senin yerinde olsam bunu çözümlemekle zaman yitirmezdim. Görme, en başlarda adamın kalasını karıştırır, çok çabuk yitip gidebilirsin. Savaşçı güçlendikçe, görmesi de olması gerektiği gibi olur, yani dolaysız bilgi.”
Don Juan konuşurken, o bilinen duygu boşluklarından birine düşmüştüm gene, ayrıca, daha önce bildiğim bir şeyi, bulanıklaştığı için gözümden kaçan bir şeyi açığa çıkarmak üzere olduğumun ayırdına da vardım. Büyük bir uğraş vermeye başlamıştım. Açığa çıkarmak istediğim bilgiye ulaşmaya çabaladıkça, onun daha da dibe battığını hissediyordum.
"Şu senin görmen çok... çok düşseldi,” dedi don Juan. Sesinin tınısıyla sarsıldım.”
"Bi savaşçı önce soru sorar, ve görme yoluyla bi yanıt alır; ne var, bu yanıt, yalın bi yanıttır, Fransız finosu uçurmaya dek varmaz hiçbi zaman.”
Bu betimlemesi karşısında gülmeye başladık. Yarı şakalaşırcasına, ona aşırı sert olduğunu, bu sabah başıma gelenleri yaşayan herkesin bir parça anlayışa gereksinme duyabileceğini söyledim.
"Kolay bi çıkış olurdu,” dedi. “Düşkünlüğün yoludur bu. Her şeyin senin başına geldiği düşüncesiyle dağılmaktasın. Bi savaşçı gibi yaşamıyorsun.”
Savaşçının yolu dediği şeyin birden çok yüzü olduğunu, bunların tümünün gereklerini yerine getirmenin olanaksızlığını, üstelik bunun anlamının yalnızca yeni örneklerle karşılaştığımda açığa çıkacağını düşündüğümü söyledim ona.
"Bi savaşçının uyması gereken başlıca kurallardan biri de,” dedi, “kararlarını, sonradan olacakların kendisini habersiz yakalayıp erkini azaltmasına olanak tanımayacak biçimde almasıdır.
“Savaşçı olmak, alçakgönüllü ve uyanık olmak demektir. Bugün gözünün önündeki sahneyi seyretmekle yükümlüydün, tüm olanların nasıl gerçekleştiğine hayıflanmakla değil. Dikkatini yanlış yöne odakladın. Sana anlayışlı davranmak isteseydim, bu ilk kez başına geldiği için hazırlıksızdın diyebilirdim. Ama buna izin yok. Çünkü buraya bi savaşçı gibi geldin, ölmeye hazır olarak! İşte bu nedenle, bugün olanlar, henüz kıçın açıkken yakalamamalıydı seni.”
Korku ve şaşkınlık düşkünlüğü gösterdiğimi itiraf ettim.
"Şöyle desek daha doğru olur; bu kez bana geldiğinde unutmaman gereken başlıca kural, ölmeye hazır olmandı,” dedi. “Eğer ölmeye hazır olarak gelebilseydin, ne şaşkınlık yaşardın ne de bi şeylere takılıp kalırdın. Hiçbi şey beklemediğin için de her şey yerli yerine oturmuş olurdu.”
“Söylemesi kolay, don Juan. Bense dinleyen taraftayım. Tüm bunları yaşaması gereken benim.”
“Tüm bunları yaşaman gerekmez. Sen bunların tümüsün zaten. Büyücülüğün kötü dünyasıyla gücünü birleştirme konusunda verdiğin karar tüm bu oyalayıcı karışıklık hislerini yakıp kül etmeye yetineli, tüm bunların senin dünyan olduğu hissini sana vermeliydi.”
Sıkıntılı ve üzüntülüydüm. Don Juan’ın edimlerinin, ne denli hazırlıklı olsam da, onunla her buluştuğumda bana yarı akıllı, dırdırcı bir insan gibi davranmaktan başka çıkar yol bırakmadığı düşüncesi beni paramparça elti. Gazaba geldim ve artık yazı yazmak istemedim. O an, notlarımı yırtıp her şeyi çöp bidonuna atmak geldi içimden. Eğer don Juan gülerek elimi tutup beni caydırmasaydı, yapacaktım da.
Alaycı bir tavırla, “tonal”ımın gene kaçırmak üzere olduğunu söyledi. Çeşmeye gidip enseme ve kulaklarıma su çırpmamı öğütledi.
Su iyi gelmişti. Uzunca bir süre konuşmadık.
“Yaz, yaz,” dedi sonunda don Juan, dostça bir titremle. “Defterin, bugüne dek becerebildiğin tek büyü desek yalan olmaz. Yırtmak, kendini ölüme hazır etmenin bi başka yolu. Sayısız huysuzluklarından biri olurdu bu, ya da şimşek gibi çakan bi huysuzluk, ama kesinlikle bi değişiklik olmazdı, ha! Savaşçı dediğin, tonal adasını terk etmez, bilakis kullanır.”
Hızlı bir devinimle çevremi göstererek defterime dokundu.
“Senin dünyan bu. Reddedemezsin. Kendine kızıp, kırılmak gerekmez. Tüm bunlar, kişinin tonalının bi iç savaşa giriştiğini gösterir; kişinin, tonalıyla savaşmasıysa düşünebileceğin en anlamsız didişmedir bence. İşin başında, ağlamamayı, hayıflanmamayı öğretmiştim sana. Şimdi senin içinde bi savaş yok artık, olmaması gerek, çünkü savaşçının yolu uyumdur -kararla eylem arasındaki uyum öncelikle, ikinci olarak da tonalla nagual arasındaki uyum.
"'Seni tanıdığımdan bu yana hem tonalınla hem de nagualınla konuştum. Yönergeler böyle verilir.
"Başlangıçta, tonalla konuşmak gerekir. Denetimi bırakması gereken, tonaldır. Ama bunu kıvanç içinde yapmasını sağlamak gerekir. Senin tonalın örneğin, kimi denetimleri fazla savaşmaksızın bıraktı, neden, çünkü öylece kalırsa, özünün bütünselliğinin şimdiye kadar ölmüş olacağını anladı. Başka deyişle, tonal, kendisini sıkıntıya boğan, kendine önem verme, düşkünlük gösterme gibi tutumlardan vazgeçmesini bilir. Ama asıl bela da burada yatar; tam kıvançla vazgeçeceği anda yapışıverir bu saçmalıklara. Sana düşen görev, tonalı özgür ve akışkan olacağına inandırabilmektir. Bi büyücünün her şeyden önce buna gereksinmesi vardır: sağlam ve özgür bi tonala. Sağlamlaştıkça, sağa sola yapışması azalır. Bunu başarmanın en kolay yolu, tonalı küçültmektir. Bu sabah da aynı şey oldu, tonalın küçültme fırsatını yakaladım. Bi an için düşünemiyordun, acelen vardı ve zihnin bomboştu, işte onu seni itmek için kullandım.
“Tonal, kimi zaman küçülür, özellikle de sıkıldığında. Aslında, tonalın özelliklerinden biri de utangaçlıktır. Bu utangaçlık, öyle gerçek bir sorun oluşturmaz. Ama tonalın hazırlıksız yakalandığı kimi anlar vardır, bunun neden olduğu utangaçlık da onu ister istemez küçültür.
“Bu sabah santimetre küplük şansımı kullandım. Büronun açık kapısını ayrımsayıp seni içeri itiverdim. İtme, tonal küçültme tekniklerinden biridir ve tam anında yapılmalıdır; bunun için de itecek olan kişinin görmeyi bilmesi gerekir, tabii.
"Kişi itildiğinde ve böylece tonalı küçüldüğünde, nagualı, devinime geçmişse eğer, bu devinim ne denli küçük olursa olsun denetimi ele alır ve inanılmaz işler başarır. İşte, nagualın, bu sabah her şeyi ele aldı ve sonuçta sen de kendini çarşıda buldun.”
Bir süre sessiz kaldı. Soru sormamı bekliyor gibiydi. Birbirimize bakıp durduk.
"Nasıl oluyor, gerçekten bilmiyorum,” dedi, düşüncelerimi okumuş gibi. "Tüm bildiğim, nagualın akla hayale gelmeyecek işlerin üstesinden gelebildiği.
“Bu sabah izlemeni istedim senden. Gözünün önündeki sahne, her ne olursa olsun, paha biçilmez bi değer taşıyordu senin için. Ama öğüdümü dinlemek yerine, kendine acıma ve kafanın karışması gibi lüks düşkünlükler gösterip, izlemekten vazgeçtin.
“Bi ara, tümüyle nagual olmuştun da konuşamıyordun. İşte o an izleme zamanıydı. Sonra, temalın, yavaşça denetimi yeniden ele aldı; ben de seni temalınla nagualın arasında ölümcül bi savaşa itmek yerine buraya getirdim.”
“Peki, sahnede ne vardı, don Juan. Bu kerte önemli olan şey neydi?”
“Bilemem. Yaşayan ben değilim.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Senin deneyiminde bu, benim değil.”
“Ama sen de oradaydın, öyle değil mi?”
“Hayır. Sen tek başınaydın. Sana, her şeyi izle dedim, çünkü sahne senin sahnendi.”
“Ama sen yanımdaydın, don Juan, değil mi?”
“Hayır. Neyse, konuşmanın gereği yok. Söyleyeceğim hiçbi şeyin anlamı olmayacak, çünkü o sırada nagualın zamanındaydık. Nagualın işleri beden yoluyla anlaşılır, akılla değil.”
“Benimle birlikte değildiysen, sen olduğunu gördüğüm kişi ya da şey kimdi peki, don Juan?”
“Bendim, ama orda değildim.”
“Neredeydin o halde?”
“Şenle birlikteydim, ama orda değildim. Senin çevrendeydim, ama nagualının seni götürdüğü o belirgin yerde değildim, diyelim.”
“Yani, çarşıda olduğumuzu bilmiyordun mu demek istiyorsun?”
“Hayır, bilmiyordum. Yalnızca peşini bırakmamaya çabaladım, seni yitirmemek amacıyla.”
“Ama bu tümüyle korkunç, don Juan.”
“Nagualın zamanındaydık, orda korku verici hiçbi şey yoktur. Bundan daha fazlasını başarma yetimiz var bizim. Bu biz ışıldayan varlıkların doğasında var. Tek hatamız, bu yorucu ama uygun adada kalma konusunda diretmektir. Tonal ise kötü adamı oynar, ama bu böyle olmamalıdır.”