1

Konu: 8- Nagualın Zamanında

Don Genaro’nun evinin önündeki yokuşu koşarak çıktığımda, don Juan’la don Genaro’yu evin önündeki süpürülmüş alanda otururken buldum. Bana gülümsediler. Gülüşlerinde öylesine bir sıcaklık ve saflık vardı ki bedenim o an kaygıyla kasılıverdi. Koşuyorken yürüyüş konumuna geçtim. Onlara selam verdim.
“Nasılsın?” diye sordu don Genaro, aşırı sevecenlik dolu bir sesle, ardından hep birden gülüşmeye başladık.
“Çok iyi görünüyor,” diye araya girdi don Juan, ben yanıtlamadan önce.
“Bunu görüyorum,” dedi don Genaro. “Şu çifte çeneye bak bir! Hele gerdandaki şu yağ tabakalarına bak!”
Don Juan kahkahaları koyuverirken midesini tuttu.
“Yüzün yuvarlaklaşmış,” diye sürdürdü don Genaro. “Neler yapıyordun? Tıkınıyor muydun?”
Don Juan ona, yaşamımın henüz çok yememi gerektirdiği konusunda şaka yollu bir güvence verdi. Çok dostane biçimde yaşamımla dalga geçtiler. Don Juan, aralarına oturmamı istedi. Güneş daha o sırada batıdaki koca sıradağların ardına girmişti.
“Nerde senin şu ünlü defter?” diye sordu don Genaro, defterimi cebimden çıkardığımda da, “Yaşasın!” diye bağırıp onu elimden aldı.
Beni öylesine özenle izlemişti ki tüm tavırlarımı ezbere biliyordu. Defteri iki eliyle tutup ne yapacağını bilmezmiş gibi, sinirli sinirli oynadı durdu. İki kez fırlatıp atma aşamasına gelerek, kendini zor tutarmış gibi yaptı. Sonra da, dizlerinin arasına sıkıştırıp, benim yaptığım gibi, ateşli bir biçimde yazmama öykündü.
Don Juan’ın gülmekten tıkanmasına ramak kalmıştı.
“Ben gittikten sonra ne yaptın?” diye sordu.
Don Genaro sırtüstü düşüp, ağzıyla yere çarpan bir kafanın o tok sesini çıkardı. Göz ucuyla bana bakıp sırıttı.
“Gitmem gerekiyordu,” dedim. “Hafta içi günlerde seyyar tezgâhların kurulmadığını öğrendim, hem.”
İkisi de gülmeye başladı. Sonra, don Juan soru sormamın yeni hiçbir şey ortaya çıkarmayacağını söyledi.
“Ne oldu gerçekten, don Juan?” diye sordum.
“İnan bana, bilmiyorum,” diye kestirip atlı. “Bu konularda eşitiz seninle. Benim sana göre tek avantajım naguala nasıl gidileceğini biliyor, seninse bilmiyor olmalıdır. Bunun dışında senden daha fazla bi şey bilmiyorum.”
“Gerçekten o çarşıya gittim mi ben, don Juan?” diye sordum.
“Tabii. Sana nagualın, savaşçının hizmetinde olduğunu söylemiştim. Öyle dimi, Genaro?”
“Doğru!” diye bağırdı don Genaro patlayan bir sesle ve bir sıçrayışta ayağa kalktı. Sanki kendisini yere uzanır konumda, dimdik ayağa kaldırmak için sesiyle yeri itmişti.
Don Juan, gülmekten yerlerde kıvranıyordu. Kayıtsız bir havaya bürünmüş olan don Genaro gülünç bir biçimde yere kadar eğilip bize veda etti.
“Genaro seni yarın sabah görecek,” dedi don Juan. “Şimdi, tam bi sessizlik içinde oturmalısın şurada.”
Başka tek bir sözcük etmedik. Saatler süren sessizliğin ardından uyuyakalmıştım.

Saatime baktım. Neredeyse, sabahın altısını gösteriyordu. Don Juan, doğu ufkundaki yoğun bulut kümelerini izleyerek yağmurlu bir gün olacağı kanısına vardı. Don Genaro ise havayı koklayıp günün sıcak ve rüzgârsız geçeceğini ekledi.
“Ne kadar uzağa gidiyoruz?” diye sordum.
“Şuradaki okaliptüs ağaçlarının oraya,” diye yanıtladı don Genaro, bir bir buçuk kilometre ötedeki ağaç kümesi olduğunu sandığım şeyi göstererek.
Ağaçlara ulaştığımızda, bunun bir küme olmadığını ayrımsadım; okaliptüsler, değişik bitkilerin ekildiği tarlaların sınırlarını belirlemek amacıyla düz sıralar halinde ekilmişti. Bir mısır tarlasının kenarından ve boyları otuz metreye varan ağaçların yanında yürüyüp boş bir alana geldik. Ekinin yeni biçilmiş olduğunu düşündüm. Yalnızca kimi saplar ve yapraklar kalmıştı. Birkaç yaprak toplamak için eğildiysem de don Genaro beni durdurdu. Kolumu büyük bir güçle tuttu. Acıdan kıvranırken koluma yalnızca parmaklarıyla değmiş olduğunu ayrımsadım.
Kesinlikle, ne yaptığının ve benim neler yaşadığımın bilincindeydi. Parmaklarını kolumdan hızla çekti, sonra yeniden yavaşça aynı yere koydu. Aynı devinimi bir kez daha yineledi; ben ürkünce de çocuklar gibi eğlenip gülmeye koyuldu. Sonra, profilini bana doğru çevirdi. O gaga burnuyla bir kuşu andırıyordu; yabansı uzun beyaz dişleri olan bir kuşu.
Don Juan yumuşacık bir sesle hiçbir şeye dokunmamamı söyledi. Burada ne tür bir ekin ekildiğini bilip bilmediğini sordum. Tam söylemek üzereydi ki don Genaro araya girip burasının bir toprak kurdu tarlası olduğunu söyledi.
Don Juan kahkaha atmadan, doğrudan yüzüme baktı. Don Genaro’nun anlamsız yanıtı bir şakayı andırıyordu. Kahkahayı başlatacak bir kıvılcım bekledim, ama yalnızca bana bakmakla yetindiler.
“Kocaman solucanlarla dolu bir tarla,” dedi don Genaro. “Evet, burada yetişen şey, hayatta görebileceğin en lezzetli solucanlar.” Don Juan’a döndü. Bir süre birbirlerine baktılar.
“Öyle değil mi?” diye sordu.
“Kesinlikle doğru,” dedi don Juan, sonra bana dönüp alçak sesle ekledi, “Mühür bugün Genaro’da; neyin ne olduğunu ancak o söyleyebilir, onun için ne derse yap.”
Denetimin don Genaro’da olması düşüncesi korkudan soğuk terler dökmeme yetti. Bunu söylemek için don Juan’a döndüm; ama daha düşüncemi dile getirmeye zaman bulamadan, don Genaro uzun ve müthiş bir çığlık kopardı; öylesine yüksek ve korkutucu bir haykırıştı ki, ensem kabardı, saçlarım rüzgârla dağılmış gibi oldu. Bir an için kesin bir parçalanma duygusu yaşadım. Don Juan inanılmaz bir hız ve denetimle beni döndürmeseydi yerimde yapışmış gibi kalacak, imkânsız bir olaya tanıklık edemeyecektim. Don Genaro, hemen elli metre uzaklıktaki bir okaliptüs ağacının gövdesi üzerinde yerden otuz metre kadar yukarıda yatay olarak duruyordu. Bu yetmezmiş gibi, bacakları bir metre kadar aralanmış biçimde, ağaçla bir dik açı oluşturuyordu. Sanki ayakkabılarında kancalar vardı da yerçekimine böyle karşı geliyordu. Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuştu, sırtı bana dönüktü.
Ona baktım. Korkuyla gözlerimi kapatmak ya da görüntüyü yitirmek istemiyordum. Çabucak bir değerlendirme yapıp, eğer onu görme alanımın içinde tutmayı sürdürürsem, neler olup bittiğini anlamama yardımcı olacak bir ipucu, bir devinim, ya da herhangi bir şey yakalayabilirim diye düşündüm.
Don Juan’ın kafası sağ kulağımın dibinde bitiverdi; fısıldayarak, olanları açıklamaya çabalamanın gereksiz ve aptalca olduğunu söylediğini işittim. Onun, “Göbeğini aşağı it, aşağı!” diye yinelediğini de duydum.
Bu, bana yıllar önce büyük tehlike, korku ya da gerginlik anlarında kullanmam için öğrettiği bir yöntemdi. Diyafram aşağıya doğru itildiği sırada ağızdan dört kez keskince nefes alınıyor, bunu, burundan yapılan nefes alma ve verme devinimleri izliyordu. Ağızdan alınan ilk nefeslerin bedenin orta bölümünde oluşan sarsıntılar biçiminde hissedilmesi ve sıkıca kenetlenmiş ellerle karın deliği kapatılarak, orta bölümün güçlendirilmesi ve diyafram aşağıdayken sekiz kez alınan derin nefesler ile ilk alınan nefeslerin denetimine yardımcı olunması gerektiğini açıklamıştı. Nefes vermeler ise iki kez ağızdan iki kez de burundan, kişinin tercihine göre yavaş ya da hızlı biçimde yapılıyordu.

Cvp: 8- Nagualın Zamanında

Düşünmeden, don Juan’ın dediklerini yerine getirdim. Ne var, don Genaro’ya bakmayı bir an için bile bırakmadım. Nefes alıp vermeyi sürdürdükçe bedenim dinginleşti, don Juan’ın da bacaklarımı büktüğünün bilincine vardım. Görünüşe bakılırsa, beni çevremde döndürdüğü sırada, sağ ayağım topraktaki bir yarığa sıkışmış, bacağım rahatsızlık verecek biçimde, burkulmuştu. Beni düzelttiği sırada, don Genaro’yu o biçimde, bir ağacın üstünde görmenin, beni çevremde olup bitene duyarsız kıldığını ayrımsadım.
Don Juan kulağıma, don Genaro’ya bakmamamı fısıldadı. Onun, “Kırp gözlerini, kırp!” dediğini duydum.
Bir an için isteksizlik hissettim. Don Juan yeniden buyurdu. Tüm olayın, bir seyirci olarak, bir biçimde benimle ilintili olduğuna, don Genaro’nun, yaptıklarının tek tanığı olan benim bakmayı kestiğim takdirde onun yere düşeceğine, ya da tüm sahnenin ortadan yok olacağına inanmıştım.
Acı verici derecede uzun bir sürenin ardından, don Genaro topukları üzerinde kırk beş derece sağa dönüp ağaç gövdesinin üzerinde yürümeye başladı. Bedeni titriyordu. Önce küçük bir adım attı, sonra bir İkincisini derken, toplam sekiz adım attığını gördüm. Bir dalın çevresini bile dolaşmıştı. Sonra, kolları hâlâ göğsünde kavuşmuş, sırtı bana dönük olarak ağacın gövdesine oturdu. Bacakları, sandalyeye oturmuş da, sanki yerçekimi onu etkilemiyormuş gibi sallanıyordu. Sonra, oturduğu yerin üzerinde, aşağı doğru, ilerlermiş gibi devindi. Bedenine paralel duran bir dala yaklaştı, sol kolu ve başıyla, birkaç saniye boyunca buna dayandı; dayanak aramaktan çok, tiyatrovari bir etki yaratmak ister gibiydi. Sonra oturduğu yer üzerinde devinerek santim santim gövdeden dala geçti, konumunu değiştirip, sıradan bir insanın yapacağı gibi dala oturdu.
Don Juan kıkırdadı. Ağzımda berbat bir tat vardı. Sağ arka yanımda duran don Juan’a dönmek istedim, ama don Genaro’nun edimlerinden tekini bile kaçırmayı göze alamadım.
Don Genaro bir süre ayaklarını salladı, sonra yavaşça eksenleri çevresinde döndürdü ve sonunda yeniden, yukarı, gövdenin üzerine doğru kayıverdi.
Don Juan, kafamı iki eliyle yavaşça tutarak, o ana dek ağaca dik duran görüş açım ağaçla koşut olana dek boynumu sola çevirdi. Bu açıdan bakıldığında, don Genaro yerçekimine meydan okuyormuş gibi durmuyordu. Yalnızca bir ağacın gövdesi üstünde oturmaktaydı. Gözlerimi kısmayıp, bakmayı sürdürünce art alanın bulanıklaştığını ve derinlik kazandığını ayrımsadım. Bunun yanı sıra, don Genaro’nun bedeninin berraklığı daha da yoğunlaşmış, biçimi, çevrede başka hiçbir şey yokmuş gibi belirginleşip öne çıkmıştı.
Don Genaro çabucak dala kaymıştı gene. Bir trapezin üzerinde oturuyormuş gibi ayaklarını sallıyordu. Çarpıtılmış bir perspektiften bakıldığında her iki konuma da özellikle de ağaç gövdesinin üzerine oturması, yapılabilirmiş gibi geliyordu insana.
Don Juan, başımı, omzuma değinceye dek sağa çevirdi. Don Genaro’nun dal üstündeki durumu çok doğal gibi görünüyordu. Ama, yeniden ağacın gövdesine yönelince, gerekli görsel ayarlamaları yapamadım, onu kafası toprak yönünde, baş aşağı durur gibi gördüm.
Don Genaro birçok kez öne ve arkaya doğru devinirken, don Juan, onun her kımıldanışında, başımın yönünü değiştirdi. Yaptıkları ayarlamalar sonucunda perspektif duygumu tümüyle yitirdim, bu duygu yitince de don Genaro’nun devinimleri o denli ürkütücü gelmemeye başladı.
Don Genaro uzun bir süre dalda kaldı. Don Juan boynumu düzelterek, don Genaro’nun inmek üzere olduğunu fısıldadı. Buyurgan bir sesle fısıldadığını işittim, “Aşağı bastır, aşağı!”
Don Genaro’nun bedeni bir tür gerilimle mıhlanmış gibi dururken, ben hızlı hızlı nefes veriyordum; sonra, bedeni şevke geldi, yumuşadı, geriye doğru savrularak bir süre dizlerinden asılı kaldı. Bacakları, biçimlerini yitirmiş de asılı kalamıyorlarmış gibiydi; birden yere doğru düşmeye başladı.
Düşüşün başladığı an, ben de sonsuz bir uzayda düşüyormuşum hissine kapıldım. Tüm bedenimle, acı verici olduğu kadar zevkli bir ıstırap yaşadım; öylesine yoğun ve uzun bir ıstıraptı ki bu, sonunda bacaklarım bedenimin ağırlığını taşıyamaz oldu da, yumuşak toprağa düşüverdim. Düşüşümü yavaşlatabilmek için, kollarımı zorlukla oynatabildim. Öylesine sık ve yoğun nefes alıyordum ki, yerdeki tozlar burnuma doldu, burun deliklerimi kaşındırdı. Kalkmayı denedim, ama kaslarım sanki tüm güçlerini yitirmişlerdi.
Don Genaro’yla don Juan gelip yanı başımda durdular. Seslerini, çok uzaktan geliyormuş gibi duyuyordum, ama beni çektiklerini hissedebildim. Birer kolumdan ve bacağımdan tutup, beni kaldırmış, kısa bir süre taşımış olmalıydılar. Aşağı doğru sarkık başımla boynumun rahatsızlık verici konumunun kesinlikle bilincindeydim. Gözlerim açıktı. Altımdan geçip giden toprağı, ekin saplarını görebiliyordum. Sonunda bir titreme nöbetine yakalandım. Sular ağzıma burnuma girerek beni öksürttü. Kollarım, bacaklarım deliler gibi deviniyordu. Yüzmeye başladım, ama su yeterince derin değildi; birden kendimi, beni atmış oldukları sığ çayın içinde ayakta dururken buldum.
Don Juan’la don Genaro, aralarında aptalca gülüşüp durdular. Don Juan paçalarını sıvayıp yanıma geldi. Gözlerime baktı, henüz işimin bitmediğini söyleyip beni yavaşça suya itti. Bedenim hiçbir direnç göstermedi. Yeniden ıslanmak istemiyordum, ama bu arzumu kaslarıma iletebilmenin bir yolu yoktu, geriye yuvarlandım. Soğukluk daha da yoğunlaşmıştı. Hızla, düştüğüm yerden fırladım, ama yanlışlıkla karşı kıyıya geçtim. Don Juan’la don Genaro yanlış yöne giden bir sürüyü toplarmış gibi bağırıp, ıslık çalıp önümdeki çalılara taş attılar. Çayı yeniden geçip kıyıya ulaştım, yanlarındaki bir kayanın üstüne oturdum. Don Genaro’nun giysilerimi geri verdiği an çıplak olduğumu ayrımsadım. Giysilerimi ne zaman, nasıl çıkardığımı anımsayamıyordum. Üstümden sular damlıyordu, hemen giyinmek istemedim. Don Juan, don Genaro’ya dönüp, patlayan bir sesle, “Tanrı aşkına, şu adama bi havlu ver!” dedi. Olayın saçmalığını kavramak birkaç saniyemi aldı.
Çok iyiydim. Öylesine mutluydum ki canım konuşmak istemiyordu. Ne var, aşırı zindeliğimi gösterirsem beni yeniden suya atacaklarından emindim.
Don Genaro beni izledi. Delici bir bakışla bana bakan gözlerinde vahşi bir hayvanın yabansılığı vardı.
Don Juan, durup dururken, “İyisin,” dedi. “Denetimine kavuştun, ama okaliptüs ağaçlarının orda bi orospu çocuğu gibi düşkünlük gösterdin.”
Katıla katıla gülmek istedim. Don Juan, o sözleri öylesine gülünç bir biçimde söylemişti ki denetimime kavuşmak için aşırı derecede çabalamam gerekti. Sonra içimde bir yerden bir komut aldım. Bedenimin ortasından gelen bir kaşıntı, elbiselerimi çıkarıp gene suya girmeme neden oldu. Beş dakika kadar kaldım suda. Dışarı çıktığımda sakinimi ele almış, yeniden kendim olmuştum.
“Güzel gösteri,” dedi don Juan, omzumu tıpışlayarak.
Beni yeniden okaliptüs ağaçlarına götürdüler. Yürüdüğümüz sırada don Juan, “tonal”ımın tehlikeli biçimde zedelenebilme olasılığının bulunduğunu, don Genaro’nun edimlerindeki uyumsuzluğun bunda payı olabileceğini açıkladı. Bunu sürdürmekten önce vazgeçerek don Genaro’nun evine dönmeye karar verdiklerini, ama kendimi yeniden suya atmam gerektiğini biliyor olmamın her şeyi değiştirdiğini söyledi. Ne var, ağaçların orada ne yapacağımızla ilgili tek söz etmedi.
Tarlanın ortasında, daha önce durduğumuz noktada durduk. Don Juan sağımda, don Genaro ise solumdaydı. Kasları gerili, tetik bir konumda öylece kaldılar. Bu gerginliği on dakika kadar sürdürdüler. Gözlerim ikisi arasında gidip geliyordu. Don Juan’ın, ne yapılacağı konusunda ipucu vereceğini düşündüm. Haklıydım. Bir an için bedenini dinginleştirip toprakları tekmeledi. Bana bakmadan, “Gitsek daha iyi olacak, galiba,” dediğini duydum. Don Genaro’nun, “nagual”la ilgili bir gösteri daha yapmaya niyetlendiği, ama sonra bunu yapmama kararı aldığı düşüncesi bir anda şimşek gibi geçiverdi kafamdan. Gerginliğimin geçtiğini hissettim. Son bir işaret için bir an daha bekledim. O sırada don Genaro da dinginleşmişti. Sonra ikisi birden birer adım öne çıktılar. Artık, orada işimizin bittiğini anladım. Ama don Genaro o müthiş çığlığını yeniden savurdu.
Deliler gibi nefes alıp vermeye başladım. Çevreme baktım. Don Genaro gözden yitmişti. Don Juan önümde duruyordu. Kahkahalar içinde kıvranıyordu. Bana döndü.
“Kusura bakma,” dedi, fısıltıyla. “Başka yolu yoktu.”
Don Genaro’ya ne olduğuna ilişkin sorular sormak istedim, ama diyaframımı aşağı itmeyi sürdürmeyip de nefes alıp vermeyi kesersem öleceğimi anladım. Don Juan, çenesiyle ardımda bir yeri imledi. Ayaklarımı kımıldatmadan, başımı sel omzuma doğru döndürmeye başladım. Ama daha neyi imlemiş olduğunu göremeden, don Juan yerinden fırlayıp beni durdurdu. Sıçrayışındaki güçle beni yakalayışındaki hız yüzünden dengemi yitirdim. Sırtüstü düşerken tepkisel olarak don Juan’a tutundum, ama onu da kendimle birlikte yere düşürdüm. Ama yukarı baktığımda gördüklerim görme duyumla dokunma duyum arasında tam bir uyumsuzluğun ortaya çıkmasına neden oldu. Don Juan’ı, ayakta bana gülerken gördüm, oysa bedenim beni neredeyse toprağa mıhlamak üzere olan bir başka bedenin ağırlığını ve baskısını kesinkes hissediyordu.
Don Juan ellerini uzatıp kalkmama yardım etti. Bedensel duyumum ise iki ayrı bedeni birden tutup çekmekle olduğu biçimindeydi. Olanları biliyormuş gibi gülümseyerek, insanın “nagual”la karşı karşıya iken asla soluna dönmemesi gerekliğini belirtti. “Nagual”ın ölümcül olduğunu, sakıncaları zaten olduklarından daha da tehlikeli bir duruma getirmenin hiç gerekmediğini söyledi. Sonra beni yavaşça döndürüp kocaman bir okaliptüs ağacıyla karşı karşıya bıraktı. Bu, o yöredeki en yaslı ağaç olmalıydı. Gövdesi herhangi bir başka ağacın en az iki katı büyüklükteydi. Gözleriyle ağacın tepesini imledi. Don Genaro bir dala tünemişti. Yüzü bana dönüktü. Gözleri, ışığı yansıtan iki kocaman ayna gibi görünüyordu. Bakmak istemedim ama don Juan gözlerimi kımıldatmamam konusunda diretti. Güçli bir fısıltıyla gözlerimi kısmamı, korku ya da düşkünlük göstermeye fırsat yaratmamamı buyurdu.
Gözlerimi kırpa kırpa baktığımda, don Genaro’nun gözlerinin eskisi kadar ürkütücü olmadığını ayrımsadım. Gözlerimi açıp baktığımdaysa gene o delirtici parıltıyı görebiliyordum.
Uzun süre, dalın üstüne tünedi. Sonra, bedenini kesinlikle kımıldatmadan, aynı çömelmiş konumu koruyarak aşağıya atlayıp bulunduğum yerden birkaç metre uzakta yere kondu. Atlayışının tümüne tanık olmuştum, gözlerimin yakalamama izin verdiğinin ötesinde başka şeyler de sezinlemiştim. Don Genaro gerçekten atlamamıştı. Bir şey onu arkasından itmişti de, bir parabol çizerek kaymasını sağlamıştı. Tünediği dal otuz metre kadar yüksekteydi; ağaç ise kırk beş metre uzağımdaydı; bedeninin, konduğu yere ulaşabilmesi için bir eğri çizmesi gerekirdi. Ama, bu uzaklığı aşmak için kullandığı güç, don Genaro’nun kaslarının ürünü değildi; bedeni bulunduğu daldan yere doğru "götürülmüştü”. Ayakkabılarının altıyla sırtını, bedeni parabolü çizerken bir an görebilmiştim. Sonra, ağırlığıyla kuru toprak topaklarını ezerek, hatta bir miktar toz kaldırarak, ama yavaşça, yere kondu.
Don Juan arkamda kıkırdadı. Don Genaro hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalkıp gömleğimin kolundan çekerek, orasını terk etmek üzere olduğumuzu bildirdi.
Don Genaro’nun evine dönüş yolunda, hiç kimse tek bir söz bile etmedi. Dingindim, aklım başımdaydı. Don Juan beni birkaç kez durdurup gözlerimi, içlerine bakarak inceledi. Tatmin olmuş gibiydi. Gelir gelmez, don Genaro evin arkasına geçti. Saat henüz sabahın erken saatlerini gösteriyordu. Don Juan kapının önüne oturarak bana da yer gösterdi. Yorulmuştum. Uzanır uzanmaz şimşek gibi uykuya daldım.

Don Juan’ın beni sarsmasıyla uyandım. Zamanı öğrenmek istedim. Saatim kayıptı. Don Juan gömlek cebinden çıkardığı saatimi bana verdi. Öğleden sonra 1.00’i gösteriyordu. Yukarı baktım, ve gözlerimiz buluştu.
"Hayır. Açıklama yok,” dedi yüzünü benden uzaklaştırırken. “Naguala yalnızca tanık olursun.”
Evin çevresinde don Genaro’ya bakındım; yoktu. Ön tarafa döndüm. Don Juan yemem için bir şeyler hazırlamıştı. Son lokmayı da bitirdikten sonra konuşmaya başladık.

Cvp: 8- Nagualın Zamanında

“İnsan nagualla ilgileniyorsa eğer, asla doğrudan bakmamalıdır,” dedi. “Sense, bu sabah ona gözlerini dikmiş öyle bakıyordun; işte o yüzden takatin kesildi. Naguala sıradan bi işmiş gibi bakacaksın, tek çıkar yol bu. Gözlerinin takılıp kalmasını önlemek için onları kırpıştırarak bakacaksın. Gözlerimiz, tonalın gözleridir, ya da şöyle desem daha iyi, tonaldır gözlerimizi eğiten; üstelik malına sahip çıkmakta da üstüne yoktur. Rahatsızlık duymanın nedenlerinden biri bu işte, tonalın, senin gözlerini salıvermiyor. Salıverdiği gün, nagual büyük bir savaşım kazanacaktır. Sana musallat olan takınak, ya da daha kötüsü herkesin takınağı, dünyayı tonalın kurallarına göre düzenlemek; böylece, nagualla her karşı karşıya kalışımızda, gözlerimizi inatçı ve uyuşmaz kılmak amacıyla yolumuzdan çıkarız. Ben, tonalının bu ikilemi anlayan tarafına hitap edip aklını çelmeye çalışırken sen de gözlerini özgür bırakmak için çaba göstermelisin. Önemli olan şey, tonalı, aynı pencerelerin önünden başka dünyaların da geçtiğine inandırmak. Nagual sana gösterdi bunu, bu sabah. Gözlerini özgür bırak! Bırak ki gerçek pencerelere dönüşsünler. Gözler sıkıntı krallığına da açılabilir, o sonsuzluğa da.”
Don Juan sol eliyle, tüm çevremizdekileri gösteren bir çember çizdi. Gülüşü hem ürkütücüydü hem de dostça.
“Nasıl yapabilirim, bunu?” diye sordum.
“Çok basit bi iştir, derim ben. Basittir derim, zira çok uzun süredir yapıyorum. Tüm yapman gereken, niyetini bi gümrük binası gibi düzenlemek. Tonalın dünyasındayken kusursuz bi tonal olmalısın; mantıksızlığın ne yeri ne de zamanıdır. Ama nagualın dünyasındaysan da gene kusursuz olmalısın; mantığın ne yeri ne zamanıdır. Niyet, bi savaşçı için aradaki kapıdır. Ne taraftaysa, kapı öteki yan için kapanır.
“Nagualdayken yapılması gerekenlerden biri de, göz hattını ara sıra kaydırmaktır, böylece nagualın büyüsünü bozmuş olursun. Gözlerin konumunu değiştirmek, nagualın getirdiği yükü azaltmıştır hep. Bu sabah aşırı derecede incinebilirdin, o yüzden başının konumunu değiştirdim. Böylesine bir gereksinme karşısında gözlerini kaydırmayı becerebilmelisin. Ne var, bu kaydırma acıyı dindirmek amacıyla yapılmalı, tonalın buyruklarını yerine getirmenin bi başka biçimi olarak değil. Bu yöntemi, tonalının mantığını bunun ardına saklamak için kullanmaya çabalayacağına bahse girerim, böylece, tonalını yok olmaktan kurtardığına da inandırırsın kendini. Senin mantık akışını bilirim ben, kimse, tonalın mantıklılığının yok olmasını istemez, diye düşünürsün sen. Ama unutma, bu hastalıklı bi korkudur.
“Genaro’nun her devinimini, kendini tüketmeden izle demekten başka söyleyecek şeyim kalmadı. Şu an, tonalının asılsız şeylerle tıkanıp tıkanmadığını anlamaya çalışmaktasın. Adanın üstünde, eğer çok fazla gereksiz nesne bulunuyorsa, nagualla karşılaşmalarını pek uzunca sürdüremezsin.”
“Ne olabilir ki bana?”
“Ölebilirsin. Hiç kimse, önceden uzun uzun kendini hazırlamadan nagualla yapılan bi karşılaşmayı sürdürebilme yetisine sahip değildir. Genelde, nagualla karşılaşan sıradan bi insanın şoku öylesine büyük olur ki, bi bakmışsın ölüvermiş. Savaşçının çalışmalarının hedefi, tonalını cezp etmek ya da büyülemek değil, saçmalamasını önlemek olmalıdır. Oldukça zor bi uğraş. Savaşçı dediğin, nagualla yüzleşmeden önce, kusursuz olmayı ve içini kesinlikle boş tutabilmeyi öğrenmelidir.
“Sen, örneğin, hesap yapmayı durdurmalısın. Bu sabah yaptığın şey çok saçmaydı. Bi de buna açıklama diyorsun. Bense, tonalın, her şeyi denetim altında tutmaya ilişkin sıkıcı ve soluksuz inadı, diyorum. Bu denetim ne zaman başarısızlığa uğrasa, tonalın geçirdiği şaşkınlık, insanı ölüme karşı savunmasız bırakır. Ne ahmaklık ama! Denetimi elden bırakmaktansa ölmeyi yeğlemek. İşin ürkünç yanı, bu durumu değiştirebilecek pek bi şey gelmez elimizden.”
“Sen nasıl değiştirdin, don Juan?”
“Tonal adası süpürülmeli ve temiz tutulmalı. Bu bi savaşçının tek seçeneğidir. Temiz bi ada direnmez, zira direnç gösterecek bi şey yoktur.”
Evin çevresinde dolanıp, büyükçe düz bi kayanın üstüne oturdu. Bulunduğumuz yerden derin bir yarık görülüyordu. Yanma oturmamı imledi.
“Söylesene don Juan, bugün başka neler yapacağız?” diye sordum.
“Hiçbi şey yapmayacağız. Yani, olaylara tanıklık etmekten başka bi şey yapmayacağız. Senin velinimetin Genaro’dur.”
Canla başla not tutmaya çabaladığım bir sırada söylediklerini yanlış duyduğumu sandım. “Velinimet” terimini, çömezliğimin başlarında ilk kez kullanan don Juan’ın kendisiydi. Velinimetimin o olduğunu düşünmüştüm hep.
Don Juan konuşmayı kesmiş, bana bakıyordu. Çabucak bir değerlendirme yapıp, don Juan’ın, don Genaro’nun o günkü edimlerin yıldız oyuncusu olacağı gibi bir şey kastettiği kanısına vardım. Don Juan, düşüncelerimi okumuş gibi kıkırdadı.
“Genaro senin velinimetin,” diye yineledi.
“Ama benim velinimetim şensin; yoksa değil misin?” diye sordum, sesimde çılgın bir titremle.
“Ben, tonal adanı temizlemene yardım eden kişiyim,” dedi. “Genaro’nun iki çömezi vardı. Pablito’yla Nestor. O da onların adalarını temizlemelerine yardım ediyor; ama, onlara nagualı ben göstereceğim. Velinimetleri ben olacağım. Genaro onların öğretmeni, yalnızca. Bizim konular söz konusu olduğunda ya konuşursun ya da edimlerde bulunursun; insan aynı kişiyle ikisini birden gerçekleştiremez. Biri tonal adasını ele alır, diğeri de nagualı. Benim, senin çömezliğindeki görevim, tonalımla uğraşmaktı”.
Don Juan konuşurken öyle bir korkuya kapıldım ki kusmama az kalmıştı. Beni don Genaro’yla yalnız bırakacak sanısına kapıldım; bu, hakkımda yapılabilecek en ürküntü verici, en kötü plandı.
Korkularımı dile getirince, don Juan da ben de gülüştük.
“Aynı şey Pablito’ya da oluyor,” dedi. “Gözü bana takıldığı an kötülüyor. Geçen gün, Genaro’nun etrafta olmadığı bi sırada eve girdiydi. Tek başımaydım orada, sombreromu kapının yakınına bi yere bırakmıştım. Pablito bunu gördü; tonalı öylesine korktu ki, nerdeyse donuna sıçıyordu.”
Pablito’nun hislerini çok iyi anlayabiliyor, ona katılıyordum. Olayı tümüyle ele aldığımda, don Juan’ın gerçekten korkutucu olduğunu itiraf etmeliydim. Ne var, onunla birlikteyken kendimi rahat hissetmeyi öğrenmiştim. Uzun süreli birlikteliğimizin getirdiği bir tanışıklık duygusu doğmuştu onunla aramda.
"Seni, Genaro’yla tek başına bırakmam,” dedi, hâlâ gülerek. "Ben, senin tonalınm bakımını üstlenen kişiyim. Bu olmazsa ölürsün.”
"Her çömezin hem öğretmeni, hem de velinimeti var mı?” diye sordum, kafamın karışıklığını biraz giderebilmek amacıyla.
"Yok, her çömezin olmaz. Yalnızca bazılarının...”
"Neden, bazılarının hem öğretmeni hem de velinimeti var?”
"Sıradan insan hazır olunca, erk, ona bi öğretmen bulur, böylece çömezliğe geçer.”
"Sıradan bir insanı hazır kılıp, erkin, ona bir öğretmen bulmasını sağlayan nedir?”
"Bilmem. Kimse de bilemez. Bizler insanız yalnızca. Kimilerimiz görmeyi ve nagualı kullanmayı öğrenen insanlarız, ama yaşamımız süresince elde ettiğimiz hiçbi şey bize, erkin tasarımlarını anlamamızda yardımcı olmaz. Yani her çömezin bi hocası vardır. Erk, karar verir buna.”
Ona, kendisinin de hem öğretmeni hem de velinimeti oldu mu, diye sordum. On üç yıldır ilk kez onlar hakkında özgürce konuşabildi. Hem öğretmeninin hem de velinimetinin orta Meksikalı olduklarını söyledi. Don Juan hakkındaki bilgileri insanbilimsel araştırmalarım açısından her zaman değerli bulmuş olmama karşın, nedense açıklamalarının bu aşamasında, bunun bir önemi kalmamıştı benim için.
Don Juan bana bir göz attı. Bunun ilgi dolu bir bakış olduğunu düşündüm. Birden konuyu değiştirip, o sabah yaşadıklarımı, ayrıntılarıyla anlatmamı istedi, benden.
"Ani bi korku, tonalı küçültüverir,” dedi, don Genaro çığlığı bastırınca neler hissetmiş olduğuma ilişkin betimlememe açıklama getirmek amacıyla. “Buradaki sorun, tonalı tek başına küçültmeye bırakmamaktı. Bi savaşçının, tonalın ne zaman küçüleceğini, ne zaman durdurulması gerektiğini bilmesi gerekir. İnce bi konudur bu. Savaşçı, tonalı küçültebilmek için çılgınca bi çabaya girmeyi bilmeli. Zamanı geldiğinde bu çabayı tersine döndürüp, tonalı durdurmayı da bilmeli.”
“Ama böyle yaptığında, eskiden her neyse o konuma dönmüş olmaz mı? diye sordum.
“Hayır. Tonal küçüldükten sonra savaşçı, kapıyı öte taraftan kapatır. Tonalına meydan okunmadığı ve gözleri yalnızca tonalın dünyasına ayarlı olduğu sürece, savaşçı duvarın güvenlikli tarafındadır. Kendi toprağındadır ve tüm kuralları bilir. Ama tonalı küçüldüğünde rüzgârlı tarafa geçmiş olur, işte bu açıklık, anında sıkıca kapatılmalıdır. Yoksa savrulur gider. Bunu, laf olsun diye söylemiyorum. Tonalın gözlerinin kapısı ardında kuduruk bi rüzgâr vardır. Gerçek bi rüzgâr. Mecaz falan değil, ha! Adamın yaşamını uçurup götüren bi rüzgâr. Aslında, bu dünya üzerindeki tüm canlıları götüren rüzgârdır bu. Yıllar önce tanıştırdım sana bu rüzgârı da şaka gibi gelmişti o zaman sana, bu.”

Cvp: 8- Nagualın Zamanında

Beni dağlara götürüp de rüzgârın kimi özelliklerini açıkladığı bir zamanı anımsatıyordu. Ne var, hiçbir zaman şaka gibi gelmemişti bana, bu.
“Bunu ciddi biçimde ele almış olman da önemli değil,” dedi, karşı çıkmalarımı dinledikten sonra. “Tonal, genelde, tehdit altında kaldığında, kendini savunma zorundadır; böylelikle, tonalın, savunmasını başarmak için ne tür davrandığı gerçekten önemli değil. Mühim olan tek şey, bi savaşçının tonalının, öbür seçeneklerden de haberli olması gerektiğidir. Bu bağlamda, bi öğretmenin önem verdiği tek şey, bu olasılıkların toplam ağırlığıdır. Tonalın küçülmesine yardımcı olan, bu yeni olasılıkların ağırlığıdır, işte. Gene bu aynı ağırlık, tonalın gerektiğinden fazla küçülmesini durdurmaya da yardım eder.”
Sabah başımdan geçenleri anlatmayı sürdürmemi imledi; ben don Genaro’nun, ağacın gövdesiyle dal arasında gidip geldiği bölüme vardığımda beni durdurdu.
“Nagual inanılmaz şeyler yapabilir,” dedi. “Mümkün olamayacağı sanılan şeyler, tonalın düşünemeyeceği şeyler. Ama uygulayanın, neyin nasıl gerçekleştiği yönünde hiçbi şey bilmemesi, bu işin olağanüstü yanıdır. Başka bir deyişle, Genaro bu işleri nasıl yaptığını bilmez; yalnızca yaptığını bilir. Savaşçının gizi, naguala nasıl ulaşılacağını bilmektir. Bi kez ulaşmaya görsün, neler olacağını sen benden daha iyi tahmin edersin, artık.”
“İyi de, insan bu işleri yaparken neler hisseder?”
“İnsan bi şeyler yapıyormuş gibi hisseder.”
“Yani, don Genaro’ya, bir ağacın gövdesi üzerinde yukarıya doğru ilerliyormuş gibi mi gelmiştir?”
Don Juan bir an bana baktı, sonra yüzünü öte yana döndürdü.
“Hayır,” dedi güçlü bir fısıltıyla. “Senin demek istediğin anlamda değil.”
Başka bir şey söylemedi. Nefesimi tutmuş, açıklama bekliyordum. Sonunda, sormadan edemedim, “Peki, ne hissetmiştir?”
“Söyleyemem, kişisel bi konu olduğu için değil, ha, ama bunu betimleyecek bi yol bilmiyorum.”
“Hadi,” diye dalına bastım. “İnsanın sözlerle açıklayamayacağı hiçbir şey olamaz. Ben, doğrudan açıklanamasa bile, araştırılabileceğine, dolaylı anlatılabileceğine inanırım.”
Don Juan güldü. Dostça, sevecen bir gülüştü bu. Gene de hafif bir alay ve yaramazlık da okunmuyor değildi gülüşünde.
“Konuyu değiştirsem iyi olacak,” dedi. “Bu sabah nagualın sana nişan almış olduğunu söylemek yeterli bence. Genaro’nun yaptığı, her neyse, kendisiyle senin bi karışımındı. Onun nagualı, senin temalınla yumuşatıldı.
Konuyu deşmeyi sürdürüp, ona sordum, “Pablito’ya nagualı gösterirken neler hissediyorsun?”
"Bunu açıklayamam," dedi, sesinde yumuşak bir titremle. "İstemediğim için değil, yapamayacağım için. Tonalım orda durur çünkü."
Onu daha fazla sıkıştırmak istemedim. Bir süre sessiz kaldık, sonra yeniden konuşmaya başladı.
“Bi savaşçı, istencini ayarlamayı öğrendi diyelim, ister bi noktaya yönlendirmek için, ister herhangi bi şey üzerinde yoğunlaşmak için. Bu istenç, bedenin orta bölümünden çıkan tek bi ışıklı telcik gibidir, aklına gelebilecek herhangi bi yere yönlendirebileceği bi telcik. Naguala giden yoldur işte bu telcik. Başka bi anlatımla, savaşçı, naguala bu telcik yoluyla batar.
“İçine battıktan sonra, nagualın tanımı kişisel bi yorumdur artık. Savaşçı neşeli bi kişiyse, nagual da neşelidir. Savaşçı somurtkanın tekiyse, nagual da somurtkandır. Savaşçı kötü herifin biriyse, nagual da kötüdür.
“Genaro, beni hep kırıp geçirmiştir, çünkü yaşayan en nefis yaratıklardan biridir. Gene neler yapacağını önceden bilemezsin, hiç. İşte bu da büyücülüğün özüdür, bana göre. Genaro öylesine akışkan bi savaşçı ki, istencinin, en küçük bi odaklanmasıyla, nagualına inanılmaz edimler yaptırabilir.”
“Peki, sen don Genaro’nun ağaçta yaptıklarını izledin mi?” diye sordum.
“Hayır. Bilmiyorum çünkü nagualın ağacın tepesinde olduğunu gördüm. Gösterinin gerisi yalnızca senin içindi.”
“Yani, don Juan, sen şimdi, beni ittiğin ve kendimi çarşıda bulduğumda olduğu gibi, benimle birlikte değildin mi demek istiyorsun?”
“İşte onun gibi bi şey. İnsan, nagualla yüz yüze geldiğinde daima tek başına olmalıdır. Ben yalnızca, tonalını korumak amacıyla çevrede dolanıyordum. Görevim bu.”
Don Juan, “tonal”ımın, don Genaro ağaçtan atladığı sırada, patlayıp parçalanmasına ramak kalmış olduğunu söyledi. Bunun nedeni, “nagual”da var olan herhangi bir tehlike niteliği değil, “tonal”ımın şaşkınlık konusunda aşırı düşkünlük göstermesiymiş. Savaşçının öğreniminin amaçlarından birinin de, savaşçı hiçbir şeyi kabul etmeden, her şeyi kabul edecek denli akışkanlaşana dek “tonal”ın şaşkınlığını kesmek olduğunu söyledi.
Don Genaro’nun ağaca zıplaması ile aşağı atlamasını anlattığımda, don Juan, savaşçının çığlığının, büyücülüğün önemli konularından biri olduğunu, don Genaro’nun da çığlığına odaklanabildiğim, bunu bir araç olarak kullandığını söyledi.
“Haklısın," dedi, “Genaro kısmen çığlığıyla kısmen de ağaç tarafından çekildi. Bu, gerçek bi görmeydi, senin açından. Bu, nagualını gerçek bi resmiydi. Genaro’nun istenci çığlığa odaklanmıştı, sonra kişisel dokunuşuyla, ağacın nagualı çekmesini sağladı. Hatlar hem Genaro’dan ağaca hem de ağaçtan Genaro’ya ulaştı.
“Genaro aşağı atladığında görmen gerekense şuydu: Genaro senin önünde bi noktaya yoğunlaşıyordu, ağaç, onu o noktaya itti. Ama bu bi itiş gibi algılandı yalnızca; aslında ağaç tarafından bırakılmıştı, bu. Ağaç nagualı bıraktı, nagual da Genaro’nun, t anal dünyasında odaklandığı noktaya geldi.
“Genaro ağaçtan ikinci kez atladığında, tonalın o denli şaşkın değildi; fazla düşkünlük göstermemiştin, böylece ilkinde olduğu denli tüketmedin kendini.”
Öğleden sonra saat dört sularında, don Juan söyleyişimizi kesti.
“Okaliptüs ağaçlarının oraya dönüyoruz,” dedi. “Nagual, bizi bekliyor orada.”
“Başkalarınca görülmek tehlikesine düşmüyor muyuz,” diye sordum.
“Hayır. Nagual her şeyi ayarlar,” dedi.

Cvp: 8- Nagualın Zamanında

.