Konu: 8- Nagualın Zamanında
Don Genaro’nun evinin önündeki yokuşu koşarak çıktığımda, don Juan’la don Genaro’yu evin önündeki süpürülmüş alanda otururken buldum. Bana gülümsediler. Gülüşlerinde öylesine bir sıcaklık ve saflık vardı ki bedenim o an kaygıyla kasılıverdi. Koşuyorken yürüyüş konumuna geçtim. Onlara selam verdim.
“Nasılsın?” diye sordu don Genaro, aşırı sevecenlik dolu bir sesle, ardından hep birden gülüşmeye başladık.
“Çok iyi görünüyor,” diye araya girdi don Juan, ben yanıtlamadan önce.
“Bunu görüyorum,” dedi don Genaro. “Şu çifte çeneye bak bir! Hele gerdandaki şu yağ tabakalarına bak!”
Don Juan kahkahaları koyuverirken midesini tuttu.
“Yüzün yuvarlaklaşmış,” diye sürdürdü don Genaro. “Neler yapıyordun? Tıkınıyor muydun?”
Don Juan ona, yaşamımın henüz çok yememi gerektirdiği konusunda şaka yollu bir güvence verdi. Çok dostane biçimde yaşamımla dalga geçtiler. Don Juan, aralarına oturmamı istedi. Güneş daha o sırada batıdaki koca sıradağların ardına girmişti.
“Nerde senin şu ünlü defter?” diye sordu don Genaro, defterimi cebimden çıkardığımda da, “Yaşasın!” diye bağırıp onu elimden aldı.
Beni öylesine özenle izlemişti ki tüm tavırlarımı ezbere biliyordu. Defteri iki eliyle tutup ne yapacağını bilmezmiş gibi, sinirli sinirli oynadı durdu. İki kez fırlatıp atma aşamasına gelerek, kendini zor tutarmış gibi yaptı. Sonra da, dizlerinin arasına sıkıştırıp, benim yaptığım gibi, ateşli bir biçimde yazmama öykündü.
Don Juan’ın gülmekten tıkanmasına ramak kalmıştı.
“Ben gittikten sonra ne yaptın?” diye sordu.
Don Genaro sırtüstü düşüp, ağzıyla yere çarpan bir kafanın o tok sesini çıkardı. Göz ucuyla bana bakıp sırıttı.
“Gitmem gerekiyordu,” dedim. “Hafta içi günlerde seyyar tezgâhların kurulmadığını öğrendim, hem.”
İkisi de gülmeye başladı. Sonra, don Juan soru sormamın yeni hiçbir şey ortaya çıkarmayacağını söyledi.
“Ne oldu gerçekten, don Juan?” diye sordum.
“İnan bana, bilmiyorum,” diye kestirip atlı. “Bu konularda eşitiz seninle. Benim sana göre tek avantajım naguala nasıl gidileceğini biliyor, seninse bilmiyor olmalıdır. Bunun dışında senden daha fazla bi şey bilmiyorum.”
“Gerçekten o çarşıya gittim mi ben, don Juan?” diye sordum.
“Tabii. Sana nagualın, savaşçının hizmetinde olduğunu söylemiştim. Öyle dimi, Genaro?”
“Doğru!” diye bağırdı don Genaro patlayan bir sesle ve bir sıçrayışta ayağa kalktı. Sanki kendisini yere uzanır konumda, dimdik ayağa kaldırmak için sesiyle yeri itmişti.
Don Juan, gülmekten yerlerde kıvranıyordu. Kayıtsız bir havaya bürünmüş olan don Genaro gülünç bir biçimde yere kadar eğilip bize veda etti.
“Genaro seni yarın sabah görecek,” dedi don Juan. “Şimdi, tam bi sessizlik içinde oturmalısın şurada.”
Başka tek bir sözcük etmedik. Saatler süren sessizliğin ardından uyuyakalmıştım.
Saatime baktım. Neredeyse, sabahın altısını gösteriyordu. Don Juan, doğu ufkundaki yoğun bulut kümelerini izleyerek yağmurlu bir gün olacağı kanısına vardı. Don Genaro ise havayı koklayıp günün sıcak ve rüzgârsız geçeceğini ekledi.
“Ne kadar uzağa gidiyoruz?” diye sordum.
“Şuradaki okaliptüs ağaçlarının oraya,” diye yanıtladı don Genaro, bir bir buçuk kilometre ötedeki ağaç kümesi olduğunu sandığım şeyi göstererek.
Ağaçlara ulaştığımızda, bunun bir küme olmadığını ayrımsadım; okaliptüsler, değişik bitkilerin ekildiği tarlaların sınırlarını belirlemek amacıyla düz sıralar halinde ekilmişti. Bir mısır tarlasının kenarından ve boyları otuz metreye varan ağaçların yanında yürüyüp boş bir alana geldik. Ekinin yeni biçilmiş olduğunu düşündüm. Yalnızca kimi saplar ve yapraklar kalmıştı. Birkaç yaprak toplamak için eğildiysem de don Genaro beni durdurdu. Kolumu büyük bir güçle tuttu. Acıdan kıvranırken koluma yalnızca parmaklarıyla değmiş olduğunu ayrımsadım.
Kesinlikle, ne yaptığının ve benim neler yaşadığımın bilincindeydi. Parmaklarını kolumdan hızla çekti, sonra yeniden yavaşça aynı yere koydu. Aynı devinimi bir kez daha yineledi; ben ürkünce de çocuklar gibi eğlenip gülmeye koyuldu. Sonra, profilini bana doğru çevirdi. O gaga burnuyla bir kuşu andırıyordu; yabansı uzun beyaz dişleri olan bir kuşu.
Don Juan yumuşacık bir sesle hiçbir şeye dokunmamamı söyledi. Burada ne tür bir ekin ekildiğini bilip bilmediğini sordum. Tam söylemek üzereydi ki don Genaro araya girip burasının bir toprak kurdu tarlası olduğunu söyledi.
Don Juan kahkaha atmadan, doğrudan yüzüme baktı. Don Genaro’nun anlamsız yanıtı bir şakayı andırıyordu. Kahkahayı başlatacak bir kıvılcım bekledim, ama yalnızca bana bakmakla yetindiler.
“Kocaman solucanlarla dolu bir tarla,” dedi don Genaro. “Evet, burada yetişen şey, hayatta görebileceğin en lezzetli solucanlar.” Don Juan’a döndü. Bir süre birbirlerine baktılar.
“Öyle değil mi?” diye sordu.
“Kesinlikle doğru,” dedi don Juan, sonra bana dönüp alçak sesle ekledi, “Mühür bugün Genaro’da; neyin ne olduğunu ancak o söyleyebilir, onun için ne derse yap.”
Denetimin don Genaro’da olması düşüncesi korkudan soğuk terler dökmeme yetti. Bunu söylemek için don Juan’a döndüm; ama daha düşüncemi dile getirmeye zaman bulamadan, don Genaro uzun ve müthiş bir çığlık kopardı; öylesine yüksek ve korkutucu bir haykırıştı ki, ensem kabardı, saçlarım rüzgârla dağılmış gibi oldu. Bir an için kesin bir parçalanma duygusu yaşadım. Don Juan inanılmaz bir hız ve denetimle beni döndürmeseydi yerimde yapışmış gibi kalacak, imkânsız bir olaya tanıklık edemeyecektim. Don Genaro, hemen elli metre uzaklıktaki bir okaliptüs ağacının gövdesi üzerinde yerden otuz metre kadar yukarıda yatay olarak duruyordu. Bu yetmezmiş gibi, bacakları bir metre kadar aralanmış biçimde, ağaçla bir dik açı oluşturuyordu. Sanki ayakkabılarında kancalar vardı da yerçekimine böyle karşı geliyordu. Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuştu, sırtı bana dönüktü.
Ona baktım. Korkuyla gözlerimi kapatmak ya da görüntüyü yitirmek istemiyordum. Çabucak bir değerlendirme yapıp, eğer onu görme alanımın içinde tutmayı sürdürürsem, neler olup bittiğini anlamama yardımcı olacak bir ipucu, bir devinim, ya da herhangi bir şey yakalayabilirim diye düşündüm.
Don Juan’ın kafası sağ kulağımın dibinde bitiverdi; fısıldayarak, olanları açıklamaya çabalamanın gereksiz ve aptalca olduğunu söylediğini işittim. Onun, “Göbeğini aşağı it, aşağı!” diye yinelediğini de duydum.
Bu, bana yıllar önce büyük tehlike, korku ya da gerginlik anlarında kullanmam için öğrettiği bir yöntemdi. Diyafram aşağıya doğru itildiği sırada ağızdan dört kez keskince nefes alınıyor, bunu, burundan yapılan nefes alma ve verme devinimleri izliyordu. Ağızdan alınan ilk nefeslerin bedenin orta bölümünde oluşan sarsıntılar biçiminde hissedilmesi ve sıkıca kenetlenmiş ellerle karın deliği kapatılarak, orta bölümün güçlendirilmesi ve diyafram aşağıdayken sekiz kez alınan derin nefesler ile ilk alınan nefeslerin denetimine yardımcı olunması gerektiğini açıklamıştı. Nefes vermeler ise iki kez ağızdan iki kez de burundan, kişinin tercihine göre yavaş ya da hızlı biçimde yapılıyordu.