1

Konu: 10- Algının Kanatları

Don Juan’la tüm günümüzü dağlarda geçirdik. Gün ağarırken yola çıktık. Don Juan beni, dört değişik erk yerine götürdü; her birinde, yıllar önce benim için bir yaşam durumu diye betimlediği o özel görevin üstesinden gelmeme yardımcı olacak belirgin yönergeler verdi. Akşamüstüne doğru geri döndük. Yemeğimizi yedikten sonra don Juan evden ayrıldı. Benim, lamba için gazyağı getirecek olan Pablito’yu beklemem ve onunla konuşmam gerektiğini söylemişti.
Notlarıma öylesine gömülmüştüm ki, Pablito yanıma varıncaya dek, geldiğini anlamamıştım. Pablito'nun yorumu, "erk tırısı"na çalıştığı, bu nedenle, "görme" yetim olmadıkça, onun gelişini işitemeyeceğim yolundaydı.
Pablito’yu her zaman beğenmiştim. İyi dost olmamıza karşın, geçmişte onunla tek başına kalma fırsatını yeterince yakalayamamıştım. Pablito’nun çekici kişiliği çok çarpıcıydı. Adı Pablo’ydu, ne var, “Pablito” deyimi ona daha uygun düşüyordu. İnce kemikliydi ama sırım gibiydi. O da, don Juan gibi, oldukça kaslı bir yapıya sahipti, bedeninde bir gram yağ yoktu, güçlüydü. Yirmili yaşlarının sonuna yaklaşmıştı ama on sekizinde gösteriyordu. Esmer, orta boyluydu. Kahverengi gözleri duru ve parlaktı. Don Genaro gibi, onun da dostça gülüşünde bir çocuğun haylazlığı çıkıyordu ortaya, kimi zaman.
Ona, don Genaro’nun öteki çömezi olan arkadaşım Nestor’u sordum. Geçmişte, onları hep birlikte görmüştüm, aralarında daima mükemmel bir ilişki olduğu hissini vermişlerdi bana; ne var ki, bedensel görüntü ve kişilik açılarından birbirlerinin tam tersiydiler. Pablito ne kadar neşeli ve içtense, Nestor da o kadar kasvetli ve çekingendi. Ayrıca, daha uzun, daha kilolu, daha esmer ve çok daha yaşlıydı
Pablito, Nestor’un sonunda don Genaro’yla olan çalışmasının üstesinden geldiğini ve onu son gördüğümden bu yana tümüyle değişik bir insan olup çıktığını söyledi. Nestor’un çalışması ya da kişilik değişimiyle ilgili fazla bir şey söylemekten kaçınıp, konuyu birden değiştiriverdi.
“İşittiğime göre nagual seni fena kıstırmış, ha?” dedi.
Bunu bildiğine çok şaşırdım ve nasıl öğrendiğini sordum.
“Genaro bana her şeyi anlatır,” dedi.
Don Genaro’dan söz ederken, benim yaptığım gibi, saygı biçimini kullanmadığını ayrımsadım. Ona içtenlikle, Genaro diyordu, yalnızca. Don Genaro’yu kardeşi gibi gördüğünü, bir aradayken, ailedenmiş gibi rahat olduklarını söyledi. Don Genaro’yu çok sevdiğini açıkça itiraf etti. Yalınlığından, dürüstlüğünden çok etkilenmiştim. Onunla konuşurken, don Juan’la benim davranışlarımızın ne denli birbirine yakın oldukları kafama dank ettiyse de bizim ilişkimiz, don Genaro’yla Pablito’nun ilişkisiyle karşılaştırınca resmi ve kasıntılı görünüyordu.
Pablito’ya, don Juan’dan korkmasının nedenini sordum. Gözleri yerinden fırladı. Don Juan’ı yalnızca düşünmek bile ona ürkü veriyormuş gibiydi. Yanıt vermedi. Beni gizlice değerlendiriyormuş gibi bir havası vardı.
“Sen ondan korkuyor musun?” diye sordu.
Ben don Genaro’dan korktuğumu söyledim, o da duymayı beklediği en son şey buymuşçasına gülmeye başladı. Don Juan'la don Genaro arasındaki farkın, gündüzle gece arasındaki fark gibi olduğunu söyledi. Don Genaro gündüzmüş, don Juan’sa geceymiş—ona dünyanın en ürkütücü varlığı gibi geliyormuş. Don Juan’a duyduğu korkuyu betimlemek, Pablito’yu, bir çömez olarak, kendi konumu hakkında yorum yapmaya yöneltti.
“Düşünebileceğim en sefil durumdayım,” dedi. “Beni evde görsen, sıradan bir adama oranla çok şey bildiğimi anlardın, ama beni bir de nagualla birlikte gör; o zaman da pek fazla bir şey bilmediğimi anlarsın.”
Konuyu çabucak değiştirerek not tutmamla dalga geçmeye başladı. Don Genaro’nun, kişiliğimdeki garipliklere karşın beni çok beğendiğini, benden duyduğu hoşnutluğu onun “protegido”su olduğumu söyleyerek gösterdiğini ekledi.
Bu terimi ilk kez duyuyordum. Don Juan’ın birlikteliğimizin başında getirdiği bir başka terime uygun düşüyordu. Bana, onun “escogido”su, seçilen kişisi olduğumu söylemişti. “Protegido” sözcüğü ise korunan kişi anlamına geliyordu.
Pablito’dan, “nagual”la buluşmalarını anlatmasını istedim. O da, ilk karşılaşmasını anlattı. Bir keresinde, don Juan’ın ona bir sepet vermiş, onun da bunu iyi dileklerle verilen bir armağan olarak kabul etmiş olduğunu söyledi. Onu bir kancayla kapının üstüne asmış, bir kullanım alanı bulamadığı için sepeti unutup gitmişti. Pablito, sepetin bir erk armağanı olduğuna, bu nedenle onu özel bir amaçla kullanması gerektiğine inandığını anlattı.
Akşamın erken bir vaktinde, Pablito bunun onun ölümcül saati olduğunu da ekledi, ceketini almak için odaya girmiş. Evde tek başınaymış da, bir dostu görmeye gitmek için hazırlanmaktaymış. Oda karanlıkmış. Ceketini aldıktan sonra tam kapıya yaklaştığı bir sırada sepet yere düşüp ayağının dibine dek yuvarlanmış. Pablito, yere düşenin sepet olduğunu görünce kendi korkusuna kendisinin gülmüş olduğunu söyledi. Onu yerden almak için eğildiğinde, unutamayacağı bir sarsıntı geçirmiş. Sepet, ulaşamayacağı bir noktaya fırlayıp, birisi onun üstünden bastırıyor, onu büküyormuşçasına sallanıp çatırdamaya başlamış. Pablito, mutfaktan, odadaki her şeyi ayırt edecek kadar ışık gelmekte olduğunu da ekledi. Sonra, yapmaması gerektiğini bile bile, bir süre sepete bakmış. Sepet birden, hırıltı biçiminde solumaya başlamış. Pablito anlatmasını sürdürerek, sepetin nefes alıp verdiğini hem duymuş hem de görmüş olduğunu söyledi—sepet canlıymış, odada Pablito’yu kovalamaya başlamış, odadan çıkışını engellemiş. Sonra, sepetin şiştiğini, sazların teker teker açılıp, kuru bir horozibiği bitkisi gibi üstüne gelen dev bir topa dönüştüğünü söyledi. Sırtüstü yere düşmüş, top ayaklarına dolaşmaya başlamış. Pablito, o sırada aklının uçup gittiğini, çılgınlar gibi bağırdığını anlattı. Top onu yakalamış ve bacaklarından yukarı doğru çıkmaya başlamış. Ondan kurtulmaya çalıştığı sırada, topun, don Juan’ın, açık ağzıyla onu yutmaya hazırlanan yüzü olduğunu görmüş; yaşadığı dehşetten ötürü bir anda kendinden geçmiş.
Pablito çok içten ve açık bir biçimde, kendisinin de evdeki öbür kişilerin de “nagual”la karşılaşmalarıyla ilgili başlarından geçen, bir yığın öykü anlattı. Saatlerce konuştuk. Benimle hemen hemen aynı kuşkuları duymaktaydı o da, ama kendisini büyücüler dünyasının bilgilerine bırakmada bana oranla çok daha duyarlı davranıyordu.
Bir ara ayağa kalktı, don Juan’ın geldiğini hissettiğini, onun için orada kalmak istemediğini söyledi. İnanılmaz bir hızla uçup gitti. Sanki bir şey çekip almıştı onu odadan. Güle güle demeyi bile bitirememiştim.
Az sonra don Juan’la don Genaro geldi. Gülüşüyorlardı.
“Pablito, şeytan çarpmışçasına yola doğru koşuyordu,” dedi don Juan. “Neden acaba?”
“Her halde Carlitocuğu, parmaklarını eritip bitirircesine çalışırken görünce korkmuştur,” dedi don Genaro, yazılarımla dalga geçerek.
Sonra bana yaklaştı.
“Dinleyin! Bir fikrim var,” dedi, neredeyse fısıldayarak. “Mademki yazmayı bu kadar seviyorsun, o halde neden kalem yerine parmağınla yazmayı öğrenmeyesin? Ne müthiş, dimi?”
Don Juan’la don Genaro yanıma oturdular, insanın parmağıyla yazmasıyla ilgili çeşitli fikirler öne sürerek eğlendiler. Don Juan çok ciddi bir sesle yabansı bir yorumda bulundu.
“Parmağıyla yazmayı kolayca öğrenir, kuşkusuz, ama yazdıklarını okuyabilir mi, bakalım?”
Don Genaro, gülmekten iki büklüm olmasına aldırmadan yanıtı yapıştırdı, “Okur o, okur.” Sonra, siyasi bir karışıklıktan yararlanarak önemli bir mevkii kazanmayı başaran taşralı bir ahmak hakkında, oldukça sıkıcı bir öykü anlatmaya başladı. Don Genaro’nun anlattıklarına bakılırsa, öykünün kahramanı, bakan, vali, hatta başkan olarak atanmıştı, zira o furya içinde, halka ne yapacağını söylemeye fırsat bulamamıştı. Adam, bu atamanın da verdiği cesaretle kendisini pek önemli görmeye başlamıştı.

Cvp: 10- Algının Kanatları

Don Genaro susup, aşırı derecede rol kesen kötü bir oyuncu havalarında bana baktı. Bana sırıttı, kaşlarını indire kaldıra göz kırptı. Olayın kahramanlarının, halk toplantılarında çok başarılı olduğunu, konuşmaların üstesinden kolaylıkla geldiğini, ama konumu gereği konuşmalarını okuması gerektiğini, ne var ki adamın okuma yazma bilmediğini anlattı. Adam, insanları kandırmak için aklını kullanıyordu. Üstüne bir şeyler çiziktirişmiş bir sayfayı, yapacağı konuşmanın metniymiş gibi her yere taşımaya başlamıştı. Böylece etkililiği de tüm öbür iyi nitelikleri de öteki ahmaklar arasında su götürmez biçimde kabul ediliyordu. Ama bir gün okuma yazma bilen bir yabancı çıkmış ortaya da, kahramanımızın, konuşmasını okurken kâğıdı baş aşağı tuttuğunu ayrımsamış. Yabancı gülmeye başlamış, saptadığı bu yalanı herkese göstermiş.
Don Genaro yeniden susup, benden yana bakarak sordu, “Kahramanımızın apışıp kaldığını mı sanıyorsunuz? Ne gezer. Dingince herkesin yüzüne bakıp şöyle demiş: ‘Baş aşağı mı? Okumasını bilirsen eğer kâğıdın yönünün ne önemi kalır? Marifet, tersten okuyabilmektir, zaten!’ Bütün ahmaklar da onunla paylaşmışlar bu fikri.”
İkisi de, patlayarak kahkahaları koyuverdiler. Don Genaro yavaşça sırtımı tıpışladı. Sanki öykünün kahramanı bendim. Her yanımı bir sıkıntı sardı, sinirli sinirli sırıtmaya başladım. Öykünün belki de saklı bir anlamı vardı, diye düşündüm, ama sormayı gözüm yemedi.
Don Juan daha da yakınıma geldi. Öne doğru eğilip sağ kulağıma doğru fısıldamaya başladı, “Gülünç mü sandın?” Don Genaro da bana doğru eğilip sol kulağıma fısıldadı, “Ne dedi?” İster istemez, istençsiz bir sentez oluşturarak, aynı anda iki soruya birden yanıtlamaya kalkıştım.
“Evet. Gülünç oluğunu sorduğunu sanıyorum,” dedim.
Kuşkusuz, çevirdikleri manevranın ayırdındaydılar; gözlerinden yaş boşanırcasına güldüler. Don Genaro, her zamanki gibi don Juan’a oranla daha çok abartılıydı; sırtüstü yuvarlanıp, bir iki metre geriledi. Sonra, karın üstü uzanıp, kollarını, bacaklarını uzattı, bir eksenin çevresinde dönüyormuşçasına fırıldak gibi çevirdi kendini. Bana yaklaşıncaya dek döndü, sonunda ayağı, ayağıma değdi. Bir anda ayağa kalkıp utangaç utungaç güldü. Don Juan kalçalarını tutuyordu. Tam bir gülme krizine yakalanmıştı, midesini acıtacak biçimde güldüğü belliydi.
Bir süre sonra ikisi birden yanıma gelip kulaklarıma fısıldamaya başladılar. Söylediklerini sırayla ezberlemeye çalıştım ama yararsız olduğunu anladığım bu çabalamayı bırakmak zorunda kaldım. Çok fazla gelmişti bana bunlar.
İkiye ayrılmış olduğum duygusu yerleşene dek fısıldamayı sürdürdüler. Geçen günküne benzer bir sise dönüştüm; her şeyi doğrudan hisseden sarı bir pusa. Başka bir deyişle, her şeyi “bilebiliyordum”. Söz konusu olan, düşünceler değildi; yalnızca kesin emin olma durumları vardı. Yumuşak, süngerimsi, canlı, benim dışımda ama gene de benim bir parçam olan bir duyguyla ilişki kurduğumda bunun bir ağaç olduğunu “bilmiştim”. Onun ağaç olduğunu kokusundan hissetmiştim. Anımsayabildiğim, belirgin bir ağaç gibi kokmuyordu gerçi ama içimde bir şey, bu özel kokunun ağaç “esansı” olduğunu “biliyordu”. Bunu ne önceden biliyordum, ne de mantığımı kullanarak bulgulamıştım. Yalnızca, orada benimle ilişki kuran bir şeyden, ne katı ne de sulu, benim tanımlayamadığım, ama beni çevreleyen bir şeyden çıkan dostça, sarmalayıcı, sıcak bir koku nedeniyle bunun bir ağaç olduğunu “biliyordum”. Bu biçimde “bilmeyle” onun özünü tıpışladığımı hissettim. Beni kendinden uzaklaştırmamış, tersine, onunla birlikte erimeye davet etmişti. Her yanımı kapladı, ya da ben onun her yanını kapladım. Aramızda, ne çok özel ne de rahatsızlık verici bir bağ vardı.
Kesin durulukta algıladığım ikinci duyum, bir sevinç, bir merak dalgasıydı. Her yanım titreşti. Bir dolu elektrik yükü bedenime giriyordu sanki. Acı verici değildi bunlar. Hoşlanmıştım bunlardan, ama sınıflandıramadığım, belirsiz biçimleri vardı. Gene de, ilişki kurduğum şeyin, toprak olduğunu bilmiştim. Bir yanımla bunun toprak olduğunu kesinlikle anlamıştım. Ama bu dolaysız algılamalarımın sonsuzluğunu idrak etmeye çalıştığım anda, onları ayırt etme yetisini hepten yitirdim.
Sonra birden kendim oldum yeniden. Düşünüyordum. Öylesine hızlı bir geçişti ki bu, uyandığımı sandım. Gene de, hissediş biçimimden, tam anlamıyla kendim olamadığımı anladım. Gözlerimi tümüyle açmadan önce, eksik bir şeyler olduğunu biliyordum. Çevreme bakındım. Hâlâ bir rüyanın ya da o türden bir görünün içindeydim. Ne var, düşünce süreçlerim yalnızca yetkin değil, aynı zamanda kesin bir berraklık içindeydi. Çabucak bir değerlendirme yaptım. Don Juan’la don Genaro bu rüyamsı durumu belirli bir nedenle oluşturmuşlardı hiç kuşkusuz. Tam bu nedeni anlamanın kıyısına yaklaşmıştım ki, dışımdan gelen bir şey, dikkat etmeye zorladı beni. Kendimi yönlendirmek uzun zamanımı aldı. Sırtüstü uzanmıştım, üstüne uzandığım şey görülesi bir zemindi. İnceledikçe, şaşkınlığım, merakım iyice arttı. Anlayamadığım bir maddeden yapılmış düzensiz dilimler ilgi çekici ama yalın biçimde yerleştirilmişti. Bir arada duruyorlardı ama yere ya da birbirlerine bitiştirilmemişlerdi. Elastik bir yapıları vardı; parmağımı sokunca ayrıldılar, çekince yeniden birleştiler.
Ayağa kalkmayı denedim ama, en olağandışı duyusal çarpıklıklardan birine kapıldım. Bedenimi denetleyemiyordum; aslında, bedenim bana ait değilmiş gibiydi. Devimsizdi; hiçbir bölümüyle bağlantım yoktu, ayağa kalkmayı denediğimde kollarımı kımıldatamadım, kalçalarımla kendimi itmeye çalışarak karın üstü yalpalanmaya başladım. Bu yalpalanma, nerdeyse yeniden karın üstü dönmeme neden oluyordu. Gerilmiş kollarım ve bacaklarımla bu dönüşü engelleyip, sırtüstü konuma geldim. Bu konumdayken hayatta görebileceğim en çarpık ayaklarla iki yabansı bacağın görüntüsünü yakaladım. Bu benim bedenimdi! Bir zıbına sarılmış olmalıydım. Aklıma, sakat ya da yatalak bir benle ilgili bir sahne izlemekte olduğum düşüncesi geldi. Sırtüstü yuvarlanıp bacaklarıma bakmayı denedim, ama bedenimi sallamaktan başka bir şey yapamıyordum. Doğrudan sarı bir göğe bakıyordum, koyu limon sarısı bir göğe. Bu göğün daha koyu yarıkları ya da kanalları, asılı kalmış su damlalarına benzeyen, sayısız tümsekleri vardı. Bu inanılmaz gök, üzerimde sersemletici bir etki yaratmıştı. Tümseklerin bulul olup olmadıklarını belirleyemiyordum. Başımı iki yana çevirdikçe gölgeli, değişik sarı tonları içeren bölgeler olduğunu da bulguladım.
Birden, başka bir şey çekti dikkatimi; sarı göğün tam tepesinde, başımın üstünde bir güneş gördüm; doğrudan bakabildiğim için pek yakıcı olmadığı kanısına vardığım, beyazımsı hoş bir ışık yayan bir güneş.
Tüm bu yabansı görüntüleri seyretmeye zaman bulamadan şiddetle sarsıldığımı hissettim. Keskin bir ses bir kıkırdama duydum; bunun hemen ardından çarpıcı bir görüntüyle karşı karşıya kaldım; çıplak ayaklı dev bir dişiydi bu. Yuvarlak, kocaman bir yüzü vardı. Siyah saçları bir oğlan çocuğu gibi kesilmişti. Kollarıyla bacakları bir devinki gibiydi. Beni bir oyuncak bebek gibi yerden kapıp, kaldırarak omzuna oturttu. Bedenim asılı kaldı. O güçlü sırtını görüyordum. Omuzlarından ve sırtından aşağı doğru ince tüyler vardı. O inanılmaz ağırlığı altında döşemenin ezildiğini duyuyor, ayağının bastığı yerlerdeki izleri görüyordum.
Beni binaya benzer bir yapının önünde karın üstü yere bıraktı. Derinlik algılamamda tuhaf bir şeyler olduğunu hissettim. Binanın boyutlarına bakarak kestiremiyordum. Kimi anlar, gülünç derecesinde küçük duruyordu, ama algılamamı düzelttiğime inandığım bir andan sonra baktığımda, devasa boyutlarının ayırdına varabildim.
Dev kız yeri gıcırdatarak yanıma oturdu. O kocaman dizine dokunuyordum. Şeker ya da çilek gibi kokuyordu. Benimle konuştuğunda dediği her şeyi anladım; yapıyı göstererek orada yaşayacağımı söyledi.
Kendimi birden burada bulmanın şokunu atlattıktan sonra, çevreyi inceleme isteğimin arttığını gördüm. Binanın, işlevsiz dört sütunu vardı; hiçbir şey taşımıyorlardı, binanın tepesine dek uzanıyorlardı. Biçimleri, yalınlığın ta kendisiydi, sarı göğe ulaştıklarını sandığım dümdüz, dört uzantı. Bir estetik vecit haline girmiştim.
Dev kız, beni yapının içine sırtüstü kaydırdı. Çatı siyah ve düzdü, güneşin ışıklarını geçirerek çok ilginç şekiller oluşmasını sağlayan bakışımlı delikler vardı, üstünde. O güzelim güneşin yaydığı ışığın deliklerden geçip ilginç zemin üzerinde ürettiği hoş oyunları zevkle izliyordum. Yapı dört köşeliydi, göze batan güzelliği dışında her şeyi anlaşılmaz geliyordu.

Cvp: 10- Algının Kanatları

Sevinçli halim öylesine yoğunlaşmıştı ki, ağlamak ya da sonsuza dek orda kalmak istedim. Ama bir güç ya da gerilim ya da tanımlanamaz bir şey beni çekmeye başladı. Birden, kendimi sırtüstü uzanmış olarak yapının dışında buldum. Dev kız oradaydı, ama onunla birlikte bir başka varlık, büyüklüğüyle güneşi bile örten bir kadın daha vardı. Onunla karşılaştırıldığında, dev kız küçük bir kız gibi kalıyordu. Büyük kadın kızgındı; yapıyı, sütunlarından birini tuttuğu gibi kaldırdı, baş aşağı getirip yere bıraktı. Bir iskemleydi bu!
Bunun ayırdına varmam, bende yeni bir şeyler başlattı; kimi ürküntü verici algılamaları tetiklemiş oldu. Birbirinden ayrı, ama pek de kısa sürmeyen bir dizi görüntüye kapılıverdim. Art arda gelen patlamalarla o şahane zemin, hasır bir yaygı; sarı göğün pütürlü yüzeyi olan bir tavan; güneşin bir elektrik ampulü; beni o denli alıp götüren yapının da küçük bir kızın ters çevirip oyun evine dönüştürdüğü bir iskemle olduğunu gördüm ya da ayırt ettim.
Mimari yapıda, devasa boyutlu bir başka nesneye ilişkin son bir görünüm daha oldu. Öylece duruyordu bu şey. Ucu yukarı dönük bir salyangoz kabuğunu andırıyordu. Yüzeyleri yabansı, mor bir maddeden yapılmış kimi içbükey ya da dışbükey plakalardan oluşuyordu; her plakanın üstünde, süs olmaktan çok bir işleve sahip gibi görünen oluklar vardı.
Yapıyı özenle ve ayrıntılı bir biçimde izledim, ama bir öncekinde de olduğu gibi onu kesinlikle anlaşılamaz buldum. Yapının "gerçek” doğasını ortaya çıkarmak amacıyla, gene algılamamı düzeltebileceğimi umdum. Ama böyle bir şey olmadı. Böylece, binayla da, anlayamadığım işlevi hakkında da, yabansı ve kestirilemez bir “bilinçlilik” ya da “bulgular” kümesinin içine daldım.
Olağan bilinçliliğime bir anda döndüm. Don Juan’la don Genaro yanmadaydılar. Yorgundum. Saatime baktım; bileğimde değildi. Don Juan’la don Genaro bir ağızdan kıkırdamaya başladılar. Don Juan zamana önem vermememi, don Genaro’nun yapmış olduğu kimi öneriler üzerinde yoğunlaşmamı söyledi.
Don Genaro’ya döndüm, o da bir şaka yaptı. En önemli önerisinin parmağımla yazmayı öğrenmem olduğunu, böylece hem kalem savurganlığından kurtulacağımı, hem de gösteri yapabileceğimi söyledi.
Notlarımla, uzunca bir süre dalga geçtiler, sonra gidip yattım.

Ertesi gün uyandığımda, don Juan’ın isteğiyle, deneyimimin ayrıntılı öyküsünü anlattım onlara.
"Genaro, yaşadıklarının şu an için yeterli olduğunu hissediyor,” dedi don Juan, konuşmamın bitmesiyle.
Don Genaro başını sallayarak aynı fikirde olduğunu gösterdi.
"Geçen akşam yaşadıklarımın anlamı neydi?” diye sordum.
“Büyücülüğün en önemli konusuna, kıyısından bi bakış attın,” dedi don Juan. “Dün gece, özünün bütünselliğine bi dalış yaptın. Tabii, şu an pek anlamı olmayan bi şey bu, senin için. Özünün bütünselliğine ulaşmak için, kişinin öğrenme arzusu ya da kabullenme isteğine bağlı bi şey değil, kuşkusuz. Genaro, nagualın fısıldamasının, bedeninde yer etmesi için zaman geçmesi gerektiğini düşünüyor.”
Don Genaro başını salladı.
“Çok zaman,” dedi, kafasını aşağı yukarı sallayarak.
“Yirmi ya da otuz yıl, belki.”
Ne tepki vereceğimi bilemedim. İpucu ararcasına don Juan’a baktım. İkisinin de yüzlerinde ciddi bir ifade vardı.
“Peki, gerçekten yirmi ya da otuz yılım var mı?” diye sordum.
“Tabii ki yok!” diye bağıran don Genaro’nun ardından kahkahaları patlattılar.
Don Juan, içsel sesimin söylediği zaman oralara yeniden dönmemi, bu arada ben bölünmüşken yaptıkları esinlemeleri bir araya getirmemi söyledi.
“Nasıl yapacağım bunu?”
“İçsel söyleyişini susturup, içinde bi şeyin taşarak her yeri kaplamasına izin verirsen, olur biter,” dedi don Juan. Bu şey, senin algılamandır, ama söylediğime bi biçim vermeye çalışma hiç. Bırak nagualın fısıldaması sana yol göstersin, bu yeter.”
Sonra da, dün gece birbirinden çok farklı iki dizi görüyle uğraştığımı söyledi. Biri açıklanamaz imiş, ötekiyse tamamıyla doğalmış, görünme sıraları da hepimiz için gerçek olan konuyu imliyormuş.
“Bir görü nagual, diğeriyse tonaldı,” diye ekledi, don Genaro.
Bu söylediğini açıklamasını istedim. Bana bakıp, sırtımı tıpışladı.
Don Juan araya girip ilk iki görünün "nagual" olduğunu, don Genaro’nun, ilgilinim noktası olarak bir ağaçla toprağı seçtiğini söyledi. Öteki ikisiyse, kendisinin seçtiği "tona!" görüntüleriymiş; birisi, bebekken dünyayı algılama biçimiymiş.
“Sana yabancı bi dünya gibi geldi, çünkü algılaman henüz istenen kalıba girmedi,” dedi.
“Gerçekten, bu benim dünyayı görüş biçimim miydi?” diye sordum.
“Kesinlikle,” dedi. “Senin belleğindi o.”
Don Juan’a beni alıp götüren o estetik duygusunun belleğimin bir parçası olup olmadığını sordum.
“Bugünkü gibi gideriz o görüntülere,” dedi. “O sahneyi, bugün göreceğin gibi görürsün. Ne var, bu bi algılama çalışmasıydı. Dünyanın, bugün senin için içerdiği anlamın oluştuğu zamana ait bir görüntü. İskemlenin iskemle olduğu bi zaman.”
Diğer sahne konusunda tartışmak istemedi.
“Çocukluğumdan kalma bir anı değildi o,” dedim.
“Doğru,” dedi. “Başka bi şeydi.”
“Gelecekte göreceğim bir şey miydi?” diye sordum.
“Gelecek yoktur!” dedi, sertçe. “Gelecek, sözün gelişi gelecektir. Bi büyücü için yalnızca şimdi ve burası vardır.”
Aslında bununla ilgili söylenecek bir şey olmadığını, çünkü çalışmanın amacının, algımın kanatlarının açılması olduğunu, her ne kadar o kanatlarla uçmamışsam da sıradan algımla ulaşamayacağım dört noktaya dokunabildiğimi söyledi.
Ondan ayrılmak amacıyla eşyalarımı toplamaya başladım. Don Genaro defterimi toparlamaya yardımcı oldu, onu çantamın en dibine koydu.
“Orası sıcak ve rahattır,” diyerek sırıttı. “Soğuk almayacağına emin olabilirsin.”
Sonra, don Juan oradan ayrılmam konusunda fikir değiştirmiş gibi yeniden deneyimim hakkında konuşmaya başladı. Hiç düşünmeden, don Genaro’nun elinden çantamı almayı denedim, ama daha ben dokunmadan onu yere attı. Don Juan sırtını dönmüş, konuşup duruyordu. Çantama atlayıp aceleyle defterimi aramaya koyuldum. Don Genaro defteri öyle bir yere yerleştirmişti ki, ulaşabilmek için çok zaman yitirdim; sonunda, bulup not tutmaya başladım. Don Juan’la don Genaro bana bakıyordu.
“Çok kötü görünüyorsun,” dedi, don Juan, gülerek. “Bi sarhoşun, şişesine kavuşması gibi kavuştun o deftere.”
“Şefkat dolu bir annenin, çocuğuna kavuştuğu gibi,” dedi, don Genaro.
“Bi papazın haçına kavuştuğu gibi,” diye ekledi don Juan.
“Bir kadının, külotlu çorabına kavuştuğu gibi,” diye bağırdı don Genaro.
Ben arabama doğru ilerlerken onlar hâlâ benzetiler türetiyor, ulurcasına gülüyorlardı.

Cvp: 10- Algının Kanatları

.