Konu: 10- Algının Kanatları
Don Juan’la tüm günümüzü dağlarda geçirdik. Gün ağarırken yola çıktık. Don Juan beni, dört değişik erk yerine götürdü; her birinde, yıllar önce benim için bir yaşam durumu diye betimlediği o özel görevin üstesinden gelmeme yardımcı olacak belirgin yönergeler verdi. Akşamüstüne doğru geri döndük. Yemeğimizi yedikten sonra don Juan evden ayrıldı. Benim, lamba için gazyağı getirecek olan Pablito’yu beklemem ve onunla konuşmam gerektiğini söylemişti.
Notlarıma öylesine gömülmüştüm ki, Pablito yanıma varıncaya dek, geldiğini anlamamıştım. Pablito'nun yorumu, "erk tırısı"na çalıştığı, bu nedenle, "görme" yetim olmadıkça, onun gelişini işitemeyeceğim yolundaydı.
Pablito’yu her zaman beğenmiştim. İyi dost olmamıza karşın, geçmişte onunla tek başına kalma fırsatını yeterince yakalayamamıştım. Pablito’nun çekici kişiliği çok çarpıcıydı. Adı Pablo’ydu, ne var, “Pablito” deyimi ona daha uygun düşüyordu. İnce kemikliydi ama sırım gibiydi. O da, don Juan gibi, oldukça kaslı bir yapıya sahipti, bedeninde bir gram yağ yoktu, güçlüydü. Yirmili yaşlarının sonuna yaklaşmıştı ama on sekizinde gösteriyordu. Esmer, orta boyluydu. Kahverengi gözleri duru ve parlaktı. Don Genaro gibi, onun da dostça gülüşünde bir çocuğun haylazlığı çıkıyordu ortaya, kimi zaman.
Ona, don Genaro’nun öteki çömezi olan arkadaşım Nestor’u sordum. Geçmişte, onları hep birlikte görmüştüm, aralarında daima mükemmel bir ilişki olduğu hissini vermişlerdi bana; ne var ki, bedensel görüntü ve kişilik açılarından birbirlerinin tam tersiydiler. Pablito ne kadar neşeli ve içtense, Nestor da o kadar kasvetli ve çekingendi. Ayrıca, daha uzun, daha kilolu, daha esmer ve çok daha yaşlıydı
Pablito, Nestor’un sonunda don Genaro’yla olan çalışmasının üstesinden geldiğini ve onu son gördüğümden bu yana tümüyle değişik bir insan olup çıktığını söyledi. Nestor’un çalışması ya da kişilik değişimiyle ilgili fazla bir şey söylemekten kaçınıp, konuyu birden değiştiriverdi.
“İşittiğime göre nagual seni fena kıstırmış, ha?” dedi.
Bunu bildiğine çok şaşırdım ve nasıl öğrendiğini sordum.
“Genaro bana her şeyi anlatır,” dedi.
Don Genaro’dan söz ederken, benim yaptığım gibi, saygı biçimini kullanmadığını ayrımsadım. Ona içtenlikle, Genaro diyordu, yalnızca. Don Genaro’yu kardeşi gibi gördüğünü, bir aradayken, ailedenmiş gibi rahat olduklarını söyledi. Don Genaro’yu çok sevdiğini açıkça itiraf etti. Yalınlığından, dürüstlüğünden çok etkilenmiştim. Onunla konuşurken, don Juan’la benim davranışlarımızın ne denli birbirine yakın oldukları kafama dank ettiyse de bizim ilişkimiz, don Genaro’yla Pablito’nun ilişkisiyle karşılaştırınca resmi ve kasıntılı görünüyordu.
Pablito’ya, don Juan’dan korkmasının nedenini sordum. Gözleri yerinden fırladı. Don Juan’ı yalnızca düşünmek bile ona ürkü veriyormuş gibiydi. Yanıt vermedi. Beni gizlice değerlendiriyormuş gibi bir havası vardı.
“Sen ondan korkuyor musun?” diye sordu.
Ben don Genaro’dan korktuğumu söyledim, o da duymayı beklediği en son şey buymuşçasına gülmeye başladı. Don Juan'la don Genaro arasındaki farkın, gündüzle gece arasındaki fark gibi olduğunu söyledi. Don Genaro gündüzmüş, don Juan’sa geceymiş—ona dünyanın en ürkütücü varlığı gibi geliyormuş. Don Juan’a duyduğu korkuyu betimlemek, Pablito’yu, bir çömez olarak, kendi konumu hakkında yorum yapmaya yöneltti.
“Düşünebileceğim en sefil durumdayım,” dedi. “Beni evde görsen, sıradan bir adama oranla çok şey bildiğimi anlardın, ama beni bir de nagualla birlikte gör; o zaman da pek fazla bir şey bilmediğimi anlarsın.”
Konuyu çabucak değiştirerek not tutmamla dalga geçmeye başladı. Don Genaro’nun, kişiliğimdeki garipliklere karşın beni çok beğendiğini, benden duyduğu hoşnutluğu onun “protegido”su olduğumu söyleyerek gösterdiğini ekledi.
Bu terimi ilk kez duyuyordum. Don Juan’ın birlikteliğimizin başında getirdiği bir başka terime uygun düşüyordu. Bana, onun “escogido”su, seçilen kişisi olduğumu söylemişti. “Protegido” sözcüğü ise korunan kişi anlamına geliyordu.
Pablito’dan, “nagual”la buluşmalarını anlatmasını istedim. O da, ilk karşılaşmasını anlattı. Bir keresinde, don Juan’ın ona bir sepet vermiş, onun da bunu iyi dileklerle verilen bir armağan olarak kabul etmiş olduğunu söyledi. Onu bir kancayla kapının üstüne asmış, bir kullanım alanı bulamadığı için sepeti unutup gitmişti. Pablito, sepetin bir erk armağanı olduğuna, bu nedenle onu özel bir amaçla kullanması gerektiğine inandığını anlattı.
Akşamın erken bir vaktinde, Pablito bunun onun ölümcül saati olduğunu da ekledi, ceketini almak için odaya girmiş. Evde tek başınaymış da, bir dostu görmeye gitmek için hazırlanmaktaymış. Oda karanlıkmış. Ceketini aldıktan sonra tam kapıya yaklaştığı bir sırada sepet yere düşüp ayağının dibine dek yuvarlanmış. Pablito, yere düşenin sepet olduğunu görünce kendi korkusuna kendisinin gülmüş olduğunu söyledi. Onu yerden almak için eğildiğinde, unutamayacağı bir sarsıntı geçirmiş. Sepet, ulaşamayacağı bir noktaya fırlayıp, birisi onun üstünden bastırıyor, onu büküyormuşçasına sallanıp çatırdamaya başlamış. Pablito, mutfaktan, odadaki her şeyi ayırt edecek kadar ışık gelmekte olduğunu da ekledi. Sonra, yapmaması gerektiğini bile bile, bir süre sepete bakmış. Sepet birden, hırıltı biçiminde solumaya başlamış. Pablito anlatmasını sürdürerek, sepetin nefes alıp verdiğini hem duymuş hem de görmüş olduğunu söyledi—sepet canlıymış, odada Pablito’yu kovalamaya başlamış, odadan çıkışını engellemiş. Sonra, sepetin şiştiğini, sazların teker teker açılıp, kuru bir horozibiği bitkisi gibi üstüne gelen dev bir topa dönüştüğünü söyledi. Sırtüstü yere düşmüş, top ayaklarına dolaşmaya başlamış. Pablito, o sırada aklının uçup gittiğini, çılgınlar gibi bağırdığını anlattı. Top onu yakalamış ve bacaklarından yukarı doğru çıkmaya başlamış. Ondan kurtulmaya çalıştığı sırada, topun, don Juan’ın, açık ağzıyla onu yutmaya hazırlanan yüzü olduğunu görmüş; yaşadığı dehşetten ötürü bir anda kendinden geçmiş.
Pablito çok içten ve açık bir biçimde, kendisinin de evdeki öbür kişilerin de “nagual”la karşılaşmalarıyla ilgili başlarından geçen, bir yığın öykü anlattı. Saatlerce konuştuk. Benimle hemen hemen aynı kuşkuları duymaktaydı o da, ama kendisini büyücüler dünyasının bilgilerine bırakmada bana oranla çok daha duyarlı davranıyordu.
Bir ara ayağa kalktı, don Juan’ın geldiğini hissettiğini, onun için orada kalmak istemediğini söyledi. İnanılmaz bir hızla uçup gitti. Sanki bir şey çekip almıştı onu odadan. Güle güle demeyi bile bitirememiştim.
Az sonra don Juan’la don Genaro geldi. Gülüşüyorlardı.
“Pablito, şeytan çarpmışçasına yola doğru koşuyordu,” dedi don Juan. “Neden acaba?”
“Her halde Carlitocuğu, parmaklarını eritip bitirircesine çalışırken görünce korkmuştur,” dedi don Genaro, yazılarımla dalga geçerek.
Sonra bana yaklaştı.
“Dinleyin! Bir fikrim var,” dedi, neredeyse fısıldayarak. “Mademki yazmayı bu kadar seviyorsun, o halde neden kalem yerine parmağınla yazmayı öğrenmeyesin? Ne müthiş, dimi?”
Don Juan’la don Genaro yanıma oturdular, insanın parmağıyla yazmasıyla ilgili çeşitli fikirler öne sürerek eğlendiler. Don Juan çok ciddi bir sesle yabansı bir yorumda bulundu.
“Parmağıyla yazmayı kolayca öğrenir, kuşkusuz, ama yazdıklarını okuyabilir mi, bakalım?”
Don Genaro, gülmekten iki büklüm olmasına aldırmadan yanıtı yapıştırdı, “Okur o, okur.” Sonra, siyasi bir karışıklıktan yararlanarak önemli bir mevkii kazanmayı başaran taşralı bir ahmak hakkında, oldukça sıkıcı bir öykü anlatmaya başladı. Don Genaro’nun anlattıklarına bakılırsa, öykünün kahramanı, bakan, vali, hatta başkan olarak atanmıştı, zira o furya içinde, halka ne yapacağını söylemeye fırsat bulamamıştı. Adam, bu atamanın da verdiği cesaretle kendisini pek önemli görmeye başlamıştı.