1

Konu: 4- Öğretiler-4

Don Juan, Mescalito’nun sözünü etmezdi pek. Ne vakit bu soruya ilişkin sorular sorsam, hiç yanıt vermez, ama Mescalito’nun niteliğini sezdirmeye yeterli bir şeyler söylerdi. İnsanbiçimsel (antropomorfik) bir havası olurdu hep aşılamaya çalıştığı bu niteliğin. Kullandığı sözcükler, dilbilgisi kurallarına göre Mescalito’nun erkek cinsten olduğunu belirtmekteydi. Bu bir yana, onun hep bir koruyucu ve bir öğretici olarak nitelendirilmesinden de bu sonuç çıkıyordu. Ne vakit bu konu açılsa, don Juan bu özellikleri değişik biçimlerde yineler dururdu.
24 Aralık 1961, Pazar
Şeytan otu kimseyi korumaz. Yalnızca erk verir o. Oysa Mescalito, bi bebek denli yumuşaktır.”
“Ama Mescalito’nun kimi zaman korkunç olabileceğini söylemiştin.”
“Elbette korkunçtur, ama onu tanırsan ne kadar yumuşak ve sevecen olduğunu anlarsın.”
“Nasıl gösterir sevecenliğini?”
“Koruyarak, öğreterek...”
“Nasıl korur?”
“Onu yanından hiç ayırmazsan, o da senin başına kötü şeyler gelmesini önler.”
“Nasıl ayırmazsan yanından?”
“Küçük bi keseye koyarsın, sicimle koltuk altına ya da
boynuna asarsın.”
“Sen taşıyor musun onu?”
“Hayır, çünkü bi dostum var benim. Ama başkaları taşırlar.”
“Ne öğretir?”
“Uygun bi yaşam sürdürmeyi öğretir insana.”
“Nasıl öğretir?”
"Her şeyi gösterir, neyin ne olduğunu söyler (enzena las
cosas y te dice lo que son)."
“Nasıl yani?”
“Bi gün gelir, kendin bulgularsın.”
30 Ocak 1962, Salı
“Mescalito götürünce insanı, neler görürsün, don Juan?” “Böyle şeyler ulu orta konuşulmaz. Bi şey söyleyemem.”
“Söylersen kötü bir şey falan mı olur?”
“Mescalito bi koruyucudur; yumuşak, sevecen bi koruyucu. Ama, bu onunla dalga geçebileceğin anlamına gelmez. Sevecen bi koruyucudur, ama sevmediklerine karşı dehşet kesilir.”
“Dalga geçesim yok, don Juan. Mescalito’nun başka insanlara neler gösterdiğini, onlara neler yaptırdığını merak ediyorum yalnızca. Bana gösterdiklerini sana anlatmıştım, biliyorsun?”
“Senin durumun farklı; belki de onu iyi tanımıyorsun da ondan. Çocuğa yürümesi öğretildiği gibi sana da onu öyle tanıtmak gerekecek.”
“Ne kadar sürer bunu öğrenmem?”
“Onu tanıyana dek herhalde.” “Sonra?”
“Sonra, kendiliğinden anlarsın. O zaman bana soru sormana falan gerek kalmayacak.”
“Nereye götürür insanı Mescalito, don Juan? Bir bunu söylesen olmaz mı?”
“Konuşulmaz böyle şeyler.”
“İnsanları götürdüğü başka bir dünya mı var? Bunu merak ediyorum da.”
“Evet, var başka bi dünya.”
“Cennet mi?” (İspanyolca cennet sözcüğü cielodur, ama “gök” anlamına da gelir.)
“Göklere (cielo) çıkartır seni.”
“Yani Tanrı’nın bulunduğu cennete mi (cielo) götürür?” “Aptal mısın, nesin! Ne bileyim Tanrı’nın nerede olduğunu!”
“Mescalito Tanrı mıdır?.. Tek Tanrı o mudur? Yoksa tanrılardan biri midir?”
“Yalnızca bi koruyucu, bi öğreticidir. Bi erktir o.” “İçimizdeki bir erk mi yani?”
“Hayır. Bizimle hiçbi ilişkisi yoktur Mescalito’nun. Bizim dışımızdadır.”
“Öyleyse Mescalito içen herkes onu aynı biçimde algılar.”
“Hayır. Hiç de öyle değil. Herkese aynı etkiyi yapmaz.”
12 Nisan 1962, Perşembe
“Biraz daha anlatır mısın Mescalito’yu, don Juan?” “Anlatacak bi şey yok.”
“Onunla gene buluşasıya kadar öğrenmem gereken bir
şeyler vardır herhalde.”
“Hayır. Belki de öğrenmen gereken bi şey yoktur. Demiştim ya! Herkese başka başka etkileri vardır onun.”
“Evet, ama gene de başkaları nasıl algılıyor onu, bilmek istiyorum.”
“Ondan söz açmaktan hoşlananların düşünceleri bi değer taşımaz ki! Göreceksin. Bi yere kadar bu konuda konuşacaksın belki; ama sonra bırakacaksın ondan söz etmeyi.”
“Senin ilk deneyimlerin nasıl olmuştu, anlatır mısın?”
“Ne diye?”
“Ben de Mescalito’ya nasıl davranılacağını öğrenmiş
olurdum.”
“Benim bildiğimden fazlasını biliyorsun sen şu anda.
Oynadın yahu sen onunla! Bi gün koruyucunun sana ne kadar iyi davrandığını anlayacaksın. O ilk defasında sana pek çok şeyler söylemiştir, ama sen sağır ve körmüşsün o zaman.”
14 Nisan 1962, Cumartesi
“Mescalito kendini gösterdiğinde herhangi bir kılığa girer mi?”
“Evet, her kılığa girer.”
“En çok hangi kılığa girer?”
“En çok girdiği kılık diye bi şey yoktur.”
“Yani, don Juan, onu iyi tanıyanların karşısına bile herhangi bir kılıkla mı çıkar?”
“Hayır. Onu biraz tanıyanların karşısına herhangi bi biçimde çıkar; ama onu iyi tanıyanlara, değişmez biçimde görünür.”
“Nasıl değişmez biçimde?”
“Onlara bazen, bizler gibi, bi adam olarak ya da bi ışık olarak görünür.”
“Mescalito’nun, kendini tanıyanlara karşı, sürekli biçimini değiştirdiği olur mu?”
“Değiştirmez sanırım.”

Cvp: 4- Öğretiler-4

6 Temmuz 1962, Cuma
23 Haziran Cumartesi günü öğleden sonra don Juan’la bir yolculuğa çıktık. Chihuahua eyaletinde honguitos mantarlar arayacağımızı söylemişti. Uzun, zorlu bir yolculuk olacakmış. Doğru çıktı dediği. Yirmi yedi Haziran Çarşamba günü saat onda Kuzey Chihuahua’daki küçük bir madencilik kasabasına vardık. Kasabanın dışında arabamı park ettiğim yerden, don Juan’ın arkadaşları olan bir Tarahumara Kızılderilisi ile karısının evine yürüyerek gittik. Orada uyuduk,
Ertesi sabah, saat beş sıralarında, adam bizi uyandırdı. Yulaf lapasıyla fasulye getirdi. Biz yerken, o da don Juan’la konuşuyordu; ama yolculuğumuzdan hiç söz etmediler.
Kahvaltıdan sonra adam matarama su doldurdu, sırt çantama ekmek koydu. Don Juan mataramı bana uzattı, sırt çantasını omzuna geçirdi, yardımları için adama teşekkür edip bana döndü ve, “Artık gidelim,” dedi.
Toprak yolda bir buçuk kilometre kadar yürüdük. Oradan tarlalara girip iki saat daha gittik; kasabanın güneyindeki tepelerin eteğine ulaştık. Güney doğrultusunda dik olmayan bir yamaca tırmanmaya başladık. Yamaç dikleşince don Juan yön değiştirdi ve derin bir vadiden doğuya doğru yürüdük. İleri yaşına karşın don Juan'ın öyle akıl almaz bir hızla gidişi vardı ki, öğle olduğunda tamamen bitkin durumdaydım! Oturup ekmek çantasını açtık.
“Sen ye hepsini istersen,” dedi don Juan.
“Ya sen?”
“Ben acıkmadım. Sen şimdi ye, sonra bunlar gerekmeyecek zaten.”
Çok yorgundum, çok da açtım. Önerisini kabul edip yemeye koyuldum. Yolculuğumuzun amacını sormanın zamanıdır, diye geçirip, sakin sakin sordum: “Burada çok kalacak mıyız acaba?”
“Biraz Mescalito toplayacağız. Yarına kadar burada kalacağız.”
“Mescalito nerede?”
“Tüm çevremizde.”
Her yanımız birçok türde kaktüsle doluydu, ama peyote
falan görmüyordum aralarında.
Gene yola koyulduk ve saat üçte yanlarında sarp tepeler
bulunan uzun, dar bir vadiye geldik. Peyote bulacağımızı düşündükçe yabansı bir çoşku kaplıyordu içimi. Çünkü onları doğal ortamlarında hiç görmemiştim. Vadiye girdik, yüz elli metre kadar yürüdük; birden üç tane peyote-mantarı görüverdim karşımda. Tam önümde, geçişin solunda, yerde dört beş santim aralıklarla bir arada duruyorlardı. Yuvarlak, etli, yeşil güllere benziyorlardı. Mantarlara doğru seğirterek don Juan’a gösterdim onları.
Beni işitmezlikten gelerek bile bile başını öte yana çevirdi, yürümesini sürdürdü. Yanlış bir şey yaptığımı anlamıştım, Öğleden sonra hiç konuşmadan yürüdük. Küçük, keskin kayalarla kaplı vadi tabanında yavaş yavaş ilerliyorduk. Kaktüslerin arasından geçiyor, sürü sürü kertenkeleleri, yer yer de tek başına dolaşan bir kuşu ürkütüyorduk. Yüzlerce peyotenin yanından geçiyor, ama hiçbir şey diyemiyordum.
Saat altıda vadinin sonunu belirleyen dağların dibine geldik. Düz bir kayalığa tırmandık. Don Juan çantasını yere atıp oturdu.
Gene acıkmıştım; ama yiyecek bir şey kalmamıştı. Mescalito’ları toplayıp kasabaya gidelim diyecek oldum. Tedirgin olmuşçasına dilini çıklattı. Geceyi orada geçireceğimizi söyledi.
Sessizce oturduk. Solda bir kaya yükseliyordu duvar gibi. Sağda da henüz geçtiğimiz vadi uyanıyordu. Baktım, zannettiğimden daha geniş ve engebeli gözüktü vadi bana. Oturduğum yerden bakılınca, küçük tepeciklerle, tümseklerle dolu olduğu görülüyordu.
Don Juan vadiyi göstererek, “Yarın geri döneceğiz,” dedi yüzüme bakmadan. Geri dönerken ve tarlayı geçerken toplayacağız onu. Yani, yolumuza çıkarsa koparacağız. Eğer isterse, o bulur bizi.”
Don Juan sırtını taş duvara yasladı, sanki orada benden başka biri varmışçasına başı öbür yana dönük, konuşmasını sürdürdü. “Bi de şu var; yalnız ben koparacağım onu. Belki de torbayı sen taşırsın, önden gidersin. Bilmiyorum henüz. Ne var ki, yarın da bugün yaptığın gibi parmağınla gösterme onu!”
“Üzgünüm, don Juan.”
“Önemi yok. Bilmiyordun.”
“Mescalito’ya ilişkin bütün bu şeyleri velinimetin mi öğretti sana?”
“Hayır! Kimse öğretmiş değil. Koruyucunun kendi öğretti bana bunları.”
“O halde, Mescalito’yla bir insan gibi konuşulur?”
“Öyle bi şey yok.”
“Nasıl öğretir öyleyse?”
Bir süre sessiz durdu.
“Onunla oynadığın zamanı anımsıyor musun? Ne dediğini anlamıştın o zaman, di mi?”
“Doğru!”
“İşte böyle öğretir. O zaman onu tanımıyordun, ama biraz dikkat etseydin, seninle konuşacaktı.”
“Ne vakit?”
“Onu ilk gördüğün vakit.”
Sorularımın onu iyice tedirgin ettiği belliydi. Bütün bu soruları sormam gerektiğini, çünkü ilgili her şeyi öğrenmek istediğimi söyledim.
“Bana değil!” diye yan yan bakarak gülümsedi. “Ona sor! Bi daha gördüğünde, sor sorabildiğince.”
“Demek ki Mescalito’yla bir insanmış gibi konuşabilir...”
Sözümü bitirmeden yanımdan uzaklaştı; matarasını alıp kayadan aşağıya indi. Kayanın ardında kayboldu. Tek başıma orada kalmak istemedim. Beni çağırmamıştı ama, gene de onu izledim. İki yüz metre kadar yürüdük; küçük bir dereye vardık. Don Juan ellerini yıkadı ve matarasını doldurdu. Suyu ağzında çalkalıyor, ama içmiyordu. Avucuma biraz su alıp içmeye başladım. Don Juan beni engelledi ve içmemin gereksiz olduğunu söyledi.
Matarayı bana verdi. Kayamıza doğru yürüdük. Kayaya vardığımızda gene oturup sırtımızı duvara dayadık. Önümüz de vadi uzanıyordu. Ateş yakabilir miyiz, diye sordum. O gece Mescalito’nun konuğu olduğumuzu, onun bizi ılık tutacağını söyledi.
Hava iyice kararmıştı. Don Juan çantasından iki ince pamuklu battaniye çıkardı, birini kucağıma attı. Öbürünü omuzlarına atarak bağdaş kurdu. Altımızda, vadi kapkaraydı; vadinin uzaktaki kıyı çizgileri akşam pusunda dağılıyordu.
Don Juan yüzünü peyote tarlasına çevirmiş, hareketsiz duruyordu. Sürekli bir yel esmekteydi yüzüme.
“Alacakaranlık, iki dünya arasındaki yarıktır,” dedi yumuşak bir sesle ve bana dönmeden.
Ne demek istediğini sormadım. Gözlerim yorulmuştu. Birden büyük bir sevinçle kabardı içim; tuhaf, dayanılmaz bir ağlama isteğiyle doldum!
Yüzükoyun uzandım; altımdaki kaya sertti, rahat edemiyordum. Sık sık dönüp durumumu değiştiriyordum. Sonunda kalktım ve bağdaş kurdum. Battaniyeyi sırtıma örttüm. Hayretle bu duruşun çok daha rahat olduğunu gördüm. Uyumuşum.
Uyandığımda don Juan’ın bana bir şeyler söylediğini
işittim. Hava karanlıktı. Onu seçemiyordum. Ne dediğini anlamıyordum. O, kayadan inmeye başlayınca, ben de ardından gittim. Onu bilmem ama, ben dikkatlice yürüyordum. Her yer karanlıktı. Kaya duvarın dibinde durduk. Don Juan oturdu ve benim de soluna oturmamı söyledi. Gömleğini açıp bir kese çıkardı; açarak önünde yere koydu. Kesenin içinde birkaç tane kurutulmuş peyote vardı.
Uzun bir sessizlikten sonra bir parça alıp sağ elinde tuttu. Başparmağıyla işaret parmağı arasında ovalayarak bir türkü söylemeye başladı. Birden, kulaklarımı tırmalayan bir çığlık attı:
“Ahiiii!”
Garip, beklenmedik bir şeydi bu. Korkmuştum. Karanlıkta, peyote parçasını ağzına yerleştirip çiğnemeye başladığını hayal meyal görebildim. Bir an sonra keseyi alıp bana doğru eğildi; keseyi almamı, bir mescalito seçmemi, keseyi gene önümüze bırakmamı, sonra da onun yaptıklarının tıpkısını yapmamı fısıldadı.
Bir peyote aldım ve onun gibi ovalamaya başladım. O, bir yandan bir öne bir arkaya sallanıyor, bir yandan da türküsünü çağırıyordu. Birkaç kez mantarı ağzıma koymaya çalıştım ama ağlayacağımdan çekiniyordum. Sonra bir düşteymiş gibi inanılmaz bir çığlık koptu bağrımdan: ahiii! Bir an için bir başkasıyım sandım. Gene karnımda sinirsel bir sarsıntının etkisini duydum. Arkaya doğru düşüyordum. Bayılıyordum. Peyoteyi ağzıma koydum ve çiğnedim. Bir süre sonra don Juan keseden bir parça daha aldı. Kısa bir türkü çağırdıktan sonra onu ağzına koyduğunu gördüm, ve rahatladım. Keseyi bana uzattı; içinden bir parça alıp gene önümüze bıraktım. Beş altı kez yinelemiştik bu işlemi. Susadığımı farkettim. Su içmek için matarayı aldım. Ama, don Juan yalnızca ağzımı çalkalamamı, içersem kusacağımı söyledi.
Ağzımı birkaç kez çalkaladım. Bir an geldi, suyu içmek isteği yenmesi güç bir özleme dönüştü. Ve bir yudum kadar yuttum. Yutar yutmaz da karnımda yoğun bir sancı başladı. İlk peyote deneyimimdeki gibi suyun ağzımdan ağrısızca kendiliğinden döküleceğini sanıyordum. Ama öyle olmadığını görünce, şaştım. Sadece olağan bir kusma hissi duymuştum. Şükür, çok sürmedi bu.
Don Juan bir peyote daha alıp keseyi bana uzattı. On dört peyote parçası çiğneyene dek sürmüştü bu hareketimiz. Artık susuzluk, üşüme, rahatsızlık falan duymuyordum. Bunların yerine yepyeni bir ılıklık ve coşkunluk duymaktaydım. Ağzımı tazelemek için matarayı aldım, ama boştu.
“Dereye gidelim mi, don Juan?”
Sesimin tınısı ağzımdan dışarı çıkmadı; gitti, damağıma çarptı. Sonra geri zıplayıp boğazıma kaçtı, oralarda bir ileri bir geri yankılandı. Yumuşak, şarkımsı bir yankıydı bu. Boğazımda kanat çırpıp duruyordu. Her dokunuşunda sanki beni okşuyordu. Yankının bir oraya bir buraya yaptığı devinimi, yitip gidene dek izledim.
Sorumu yineledim. Bir taş mezarın içinden sesleniyormuşum gibi oluyordu.
Don Juan yanıt vermedi. Kalktım, dereye doğru döndüm. Gelecek mi diye ona baktım. Ama, o, dikkatlice bir şey dinler gibiydi.
Eliyle sert bir hareket yaparak susmamı istedi.
“İşte Abuhtol (?) geldi!” dedi.
Bu sözcüğü hiç işitmemiştim daha önce. Bunun ne demek olduğunu sormak üzereydim ki birden kulaklarımın içinde bir vınlama duydum. Ses, gittikçe yükseldi ve dev bir eşekarısının vızıltısına dönüştü. Birkaç saniye sürdükten sonra, gittikçe azalarak kayboldu. Gürültünün şiddeti, yoğunluğu korkutmuştu beni. Tir tir titriyordum; ayakta durmam zorlaşmıştı. Ama her şeyi rahatça düşünebiliyordum. Birkaç dakika önce bastırmış olan uykum, birdenbire yok olmuştu. Dinginleşmiştim; zihnim açılmıştı. Bu gürültü bana, bir bilimkurgu filmindeki atomik radyasyon bölgesinden kaçıp gelen dev bir arının kanatlarını titreştirmesini anımsatmıştı. Gülmeye başladım. Don Juan’ın gene gevşeyerek yere çöktüğünü gördüm. Birdenbire o dev arının imgesi gene geldi aklıma. Olağan düşüncelerimden çok daha gerçekti bu. Olağanüstü berraklıktaki bir çerçeve içinde durmaktaydı. Başka hiçbir şey kalmamıştı zihnimde. Daha önceki yaşamımda hiçbir şeyi bu açıklıkta görmüş değildim. Bu da ayrıca korkutmaya başlamıştı beni.
Terliyordum. Korktuğumu söylemek için don Juan’a doğru eğildim. Yüzüyle yüzüm arasında beş on santim kadar vardı. Bana bakıyordu; gözleri tıpkı arı gözleriydi. Yuvarlak camlara benziyordu—koyu renkli ve ışıklı... Dudaklarını dışa doğru uzatmış, tuhaf sesler çıkarıyordu: “Pe-tu-pe-tu-pe-tu.” Geriye sıçradım; az kalsın duvara çarpacaktım. O sırada duyduğum dayanılmaz korku hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Soluk soluğaydım, inliyordum. Terler derimin üzerinde donup kalıyordu—buz kesilmiştim. Sonra don Juan’ın sesini işittim: “Kalk! Yürü biraz! Kalk!”
Deminki imgeler yok olmuş, alıştığım yüzü ortaya çıkmıştı.
Bitmez gibi gelen bir an geçti; don Juan’a “Biraz su içeyim,” dedim. Sesim çatlak çıkıyordu. Sözcükler zorlukla çıkıyordu ağzımdan. Don Juan başını eğip, onayladı. Giderken korkumun, geldiği gibi, yıldırım hızıyla yok olduğunu fark ettim.
Dereye yaklaşırken yol üzerindeki bütün nesneleri teker teker görebildiğimi anladım. O anda az önce don Juan’ı da çok belirgin olarak görmüş olduğum aklıma geldi; onu tüm çizgileriyle, o biçimde hiç görmemiştim önceleri. Durdum, uzaklara baktım; tüm vadiyi görebiliyordum. Vadinin öbür yanındaki kayaları bile açıkça seçebiliyordum. Sabah oluyor sandım. Zamanın akışıyla ilgili duygularımı yitirmiş olduğumu sezdim. Saatime baktım. On ikiye on vardı! Saatim çalışıyor mu diye kontrol ettim. Öğle vakti olamazdı! Demek ki gece yarısıydı! Bir koşu suya gidip, kayaya döneyim, dedim. Ama don Juan’ın gelmekte olduğunu görünce, onu bekledim. Ona, karanlıkta görebildiğimi söyledim.
Bir şey demeden bana baktı uzun uzun; belki de bir şeyler demişti, ama onu duymamıştım. Çünkü, bu yeni, şaşılası yeteneğime vermekteydim kendimi: karanlıkta görme yeteneği. Kumdaki en ufak çakıl tanelerini bile seçebiliyordum. Bazen her şey öyle iyi görünüyordu ki, güneş doğuyor ya da yeni batıyor, sanıyordum. Sonra karanlık basıyor, ardından gene aydınlık oluyordu. Çok geçmeden aydınlığın, kalp atışlarımdaki diyastola (karıncıkların genişlemesi), karanlığın ise sistola (yürekle damarların kasılması) tekabül ettiğini kavradım. Kalbimin her çarpışında dünya aydınlıktan karanlığa sonra gene aydınlığa geçip duruyordu.
Ben bu yeni bulgumla haşir neşirken, daha önce işittiğim o tuhaf sesi gene işittim. Kaslarım gerildi.
“Anuhctal (bu kez sözcüğü bu biçimde işitmiştim) geldi,” dedi don Juan. Gürültüyü öyle gürlercesine, öyle ezici bir biçimde algılıyorum ki, bütün öbür şeyler aklımdan silinip gitmişti. Gürültü dinince, suyun hacminde birdenbire bir artma sezdim. Önümde akan suyun, daha bir dakika önce otuz santimden az görünen genişliği, şimdi uçsuz bucaksız bir göl imiş gibi görünüyordu. Yukarılardan suyun yüzeyine bir ışık vuruyordu. Sanki sık bir ağaçlıktan süzülerek geliyordu bu ışık. Su, ara sıra, bir saniye kadar altın sarısı ve siyah renklerle parıldıyordu. Sonra da, kararıyor, ışık yokluğunda gözden kayboluyordu; gene de garip bir biçimde varlığını duyuruyordu.
O kara gölün kıyısında çömeşik ne kadar uzun bir süre bakıp durdum, anımsamıyorum. Gürültü dinmiş olacaktı ki, yeniden işittiğim korkunç bir gürültüyle irkilip geriye, gerçekliğe döndüm. Arkama baktım, don Juan’ı aradım. Kaya düzlüğüne tırmanıp, kayalığın arkasına doğru kaybolup gittiğini gördüm. Yalnız kalmak korkutmuyordu beni; kesin bir güven duygusu içinde, kendimi bırakarak, oraya çömeliverdim. Gürültü gene yaklaşıyordu. Bu kez öyle yoğundu ki, fır tına sesine benzettim onu. Kulak kesilerek dinledim; belirli bir ezgi fark ettim bu gürültünün içinde. Tiz seslerden oluşan bir yapısı vardı... Büyük bir davulun pes vuruşları eşliğinde ki insan seslerini andırıyordu. Tüm dikkatimi bu ezgiye verdim. Yürek vuruşlarımın, davulla aynı ana rastladığını farkettim.
Ayağa kalktım, ezgi duruverdi. Yürek vuruşlarımı dinlemeye çalıştım, ama duyamıyordum. Ola ki bu sesler, bedenimin duruşundan kaynaklanıyordur, diye geçirip, gene çömeldim! Ama hiçbir şey işitmedim! Tık çıkmıyordu! Yüreğimin sesi bile! Artık bu kadarı yeter deyip oradan gidecektim ki, birden yerin sarsıldığını hissettim. Ayağımın altında yer sallanıp duruyordu. Dengemi yitirdim. Sırtüstü yere düştüm. Şiddetle sallanan toprağın üzerinde öyle yatıp kaldım. Bir taşa ya da çalıya tutunmak istedim; ama altımdan bir şeyler kaymaktaydı sanki. Zıpladım ve bir an ayakta durdum; sonra gene yere yıkıldım. Üzerinde oturduğum toprak deviniyor, bir sal gibi suya doğru ilerliyordu. Kımıldamadan öyle kaldım; bütün öbür şeyler gibi bu eşi görülmedik, kesintisiz, yoğun korkuyla sersemlemiştim.
Kilden yapılmış bir kütüğe benzeyen bu bir parça toprağın üzerine tünemiş, kara gölün suyunda devinip duruyordum. Akıntılar beni geriye doğru sürüklüyor gibiydi. Çevremdeki suyun kıpırdadığını, burgaç gibi döndüğünü görebiliyordum. Suya dokununca, soğuk ve kopkoyu bir kıvamda olduğunu hissettim; canlıymış gibi geldi bana.
Görünürlerde kıyı ya da belirli bir işaret yoktu; bu yolculuk boyunca neler düşündüğümü, duyduğumu da anımsamıyorum. Saatlerce sürüklenmişim gibi geliyordu bana. Bir ara salım doksan derece sola, doğuya döndü. Kısa bir gidişten sonra bir şeye toslayıverdi. Bu sarsıntı beni öne fırlatmıştı. Dizlerim ve iki yanıma açılan kollarım yere çarpınca keskin bir acı duyarak gözlerimi kapadım. Az sonra yukarıya baktım. Karadaydım. Sanki topraktan kütüğüm karayla birleşmişti. Oturdum ve döndüm. Su çekiliyordu! Geriye koşan bir dalga gibi ters yöne doğru akıyordu. Sonra kayboldu.
Uzun bir süre orada oturdum; bütün olanları düşünüp tutarlı bir biçimde incelemek istedim. Her yanım ağrıyordu. Sanki boğazımda kanayan bir yara vardı. “Karaya çıktığım da” dudağımı ısırmış olmalıydım. Kalktım. Yel esiyordu, üşümüştüm. Giysilerim sırılsıklamdı. Ellerim, çenem, dizlerim tir tir titremekteydi. Gene yere uzanmam gerekti. Ter damlaları gözlerimin içine süzülüyor, gözlerimi acıtıyordu. Sonunda dayanamayıp acıyla bağırdım.
Az sonra bir parça durgunlaşarak ayağa kalktım. Sabah karanlığında her şeyi seçebiliyordum. Bir iki adım attım. Bir kaç kişinin konuşma seslerini duydum. Yüksek sesle görüşüyorlardı. Seslere doğru yöneldim. Elli metre gittikten sonra birden duraladım. Bir çıkmaza girmiştim. Koskoca kayaların kuşattığı bir yerde buldum kendimi. Kayaların ardında daha yüksek kayalar, onların ardında da daha yüksekleri sıralanı yor, koskoca bir dağ oluşuyordu. Yükseklerden gelen çok güzel bir ezgi duyuluyordu. Su gibi akan, kesiksiz, yabansı seslerdi bu işittiklerim.
Koca bir kayanın dibinde yere oturmuş bir adam gördüm. Yüzü yandan görünüyordu. Adama doğru yürüdüm. Üç metre kala, adam başını çevirip bana baktı. Durdum—gözleri az önce görmüş olduğum suydu! Aynı uçsuz bucaksız göl büyüklüğünde, altın renkli ve siyah pırıltılı... Kafası çilek gibi sivriydi; sayısız siğil dolu derisi yeşildi. Sivriliği dışında, tıpkı bir peyote mantarına benziyordu kafası. Önünde durup öyle yüzüne baktım; gözlerimi bir türlü ondan ayarımıyordum. Gözlerinin olanca ağırlığıyla bile bile bağrımı ezmekteydi sanki. Sabah oluyordu. Dengemi yitirip yere yıkıldım. Gözlerini öteye çevirdi. Bir şeyler söylüyordu bana. Önceleri sesi hafif bir yelin yumuşak hışırtısı gibiydi. Sonra müziğe dönüştü—yumuşak hışırtıların oluşturduğu bir ezgiye... “Ne istiyorsun?” dediğini anlamıştım— anlamış da değil, “bilmiştim”.
Önünde diz çöküp hayatımı anlattım ona, ağladım. Gene baktı bana. Gözlerinin beni çektiğini hissediyordum; bu anın benim ölüm anım olacağını sandım. Yanına gideyim diye el etti. Önüne doğru bir adım atarken sallanmaya başladım. Ben ona yaklaşınca, o gözlerini ötelere çeviriyor ve bana elinin tersini gösteriyordu. Ezgi, “Bak!” dedi. Elinin ortasında yuvarlak bir delik vardı. Ezgi, gene, “Bak!” dedi. Deliğe baktım. Kendimi gördüm. Çok yaşlı ve güçsüzdüm; kamburlaşmıştım, çevremi saran kıvılcımlar arasında koşup duruyordum. Sonra kıvılcımlardan üçü bana çarptı. İkisi başıma, biri omzuma... Delikteki imgem bir an için dimdik olasıya dek dikildi, sonra delikle birlikte kayboluverdi.
Mescalito gözlerini gene bana çevirdi. Öyle yakınımdaydı ki gözleri... O gece birçok kez işittiğim o yabansı sesle hafif hafif gümbürdüyorlardı! Sonra gittikçe dinginleştiler ve altın sarısı, siyah ışıltılar saçan bir gölcük gibi sessizleştiler.
Gözlerini bir kez daha ötelere çevirip bir çekirge zıplayışıyla yirmi metre kadar gitti. Gene zıpladı; bir daha, bir daha... Ve gözden kayboldu.
Sonra yürüdüğümü anımsıyorum. Yönümü  bulmak için, mantıklı bir biçimde, geçtiğim yerleri belirleyen işaretler arıyordum. Tüm deneyimlerim boyunca gördüğüm birkaç belirgin noktayı arayıp duruyordum. Solumun kuzey olması gerektiğine inanıyordum. Bir süre o yöne doğru ilerlediysem de, vaktin gündüz olduğunu görerek, artık “gece imgelem”ime gerek kalmadığını düşündüm. Saatim olduğunu anımsayarak, baktım. Sekizi gösteriyordu.
Önceki gece bulunduğumuz düz kayaya ulaştığımda saat ondu. Don Juan yere uzanmış, uyuyordu.
“Nerelerdesin?” diye sordu.
Rahat bir soluk almak için oturdum.
Uzun bir sessizlikten sonra sordu: “Onu gördün mü?” Olanları, başlangıcından beri, bir bir anlatmaya başladım; ama don Juan sözümü keserek tek önemli şeyin onu görüp görmemem olduğunu söyledi. Mescalito’nun bana ne kadar yaklaştığını sordu. Ona dokunacak kadar yaklaştığımı söyledim.
Öykümün bu yanı onu ilgilendirmişti. Hiçbir şey demeden, tüm ayrıntıları dinliyor; sözümü yalnızca, gördüğüm varlığın biçimi, davranışı ve öbür ayrıntılarıyla ilgili sorular sormak için kesiyordu. Don Juan öğleye kadar dinlemişti anlattıklarımı. Öğle üzeri ayağa kalkıp çadır bezinden torbayı göğsüme doğru astı; kendisini izlememi söyledi. Mescalito toplayacağını, verdiklerini elime alıp incitmeden torbaya yerleştirmemi de ekledi.
Biraz su içip yürümeye başladık. Vadinin bitimine vardığımızda hangi yöne gideceğini kestirmek için bir an duraladı. Seçimini yapınca, dosdoğru o yöne ilerledik. Her peyote buluşumuzda, mantarın önünde çömeliyor; kısa, testere dişli çakısıyla, üst kısmını yavaşça kesiyordu. Yatay olarak kestiği yere, kendi deyişiyle “yara” iyileşsin diye, bir deri kesede bu lundurduğu saf kükürt tozunu serpiyordu. Taze mantarın başını sol elinde tutuyor, tozu sağ eliyle serpiyordu. Sonra kalkıp mantarı bana veriyordu. Önceden öğrettiği gibi, mantarı iki elimle alıyor ve torbanın içine koyuyordum. Sık sık, “Dik dur ki, torba yere ya da çalılara falan değmesin!” diyordu. Sanki yinelemese unutacakmışım gibi...
Altmış beş mantar topladık. Torba ağzına dek dolunca, onu sırtıma çevirdi ve önüme yeni bir torba astı.
Yaylayı geçtiğimizde her iki torba da dolmuş, toplam yüz on peyote mantarı toplamıştık. Torbalar öyle ağır ve şişkindi ki, bu ağır ve büyük yükün altında yürümem çok güç oluyordu.
Don Juan kulağıma fısıldayarak, Mescalito’nun toprağa dönmek istemesinden ötürü torbaların ağırlaştığını söyledi. Yurdundan ayrılmasına üzüldüğünden ötürü Mescalito’nun ağırlaştığını; benim başlıca görevimin torbaları yere değdirmemek olduğunu, çünkü değdirirsem Mescalito’nun bir daha onu almama hiç izin vermeyeceğini anlattı.
Bir an geldi, torbaların ipleri omzuma dayanılmaz bir basınç oluşturdu. Bir şeyler büyük bir güç harcayarak beni yere çekmeye çalışıyordu. Çok korkmuştum. Yürümemi hızlandırdığımı sezdim. Nerdeyse koşuyordum. Don Juan’ın ardında, tırısa kalkmış gibiydim.
Birden sırtımdaki ve bağrımdaki ağırlık azaldı. Süngerimsi ve hafif bir yüke dönüştü taşıdıklarım. Rahat rahat yürüyerek önde giden don Juan’ı yakaladım. Ona, yükün artık beni yormadığını söyledim. O da, artık Mescalito’nun yurdundan çıktığımız için böyle olduğunu söyledi.

Cvp: 4- Öğretiler-4

3 Temmuz 1962, Salı
“Mescalito artık seni kabul etti sayılır,” dedi don Juan.
“‘Kabul etti sayılır’ne anlama geliyor, don Juan?”
“E, seni öldürmedi, bi yerini incitmedi. Evet, seni iyice ürküttü ama pek fazla denemez. Eğer seni kabul etmeseydi, sana canavarca davranır, öfkesini gösterirdi. Kimi insanlar onunla karşılaşıp da onun tarafından kabul edilmeyince dehşetin ne anlama geldiğini öğrenmişlerdir.”
“Öyle korkunçsa o, neden yola çıkmadan önce söylemedin bana?”
“Kendi başına onu arayacak denli yürekli değilsin de ondan. Bilmemenin daha uygun olacağını düşünmüştüm.”
“Ama ölebilirdim, don Juan!”
“Evet, ölebilirdin. Ama bu işten kazasız belasız çıkacağına emindim. Seninle oynamıştı bi zamanlar. Seni incitmemişti. Bu kez de seni tutacağını sanıyordum.”
Mescalito’nun bana karşı gerçekten sevecence mi davrandığını sordum. Deneyimim öyle ürkütmüştü ki beni! Korkudan öleceğimi sanmıştım.
Don Juan, Mescalito’nun bana karşı çok yumuşak davrandığını; bir sorumun yanıtı olarak bana bir sahne gösterdiğini söyledi. Mescalito’nun bana bir ders verdiğini anlattı. Bu dersin ne olduğunu, ne anlama geldiğini sordum. O da, bu soruyu yanıtlamamın olanaksız olduğunu, çünkü Mescalito’ya tam olarak ne sorduğumu bilemeyecek denli korku içinde bulunduğumu söyledi.
Don Juan, Mescalito bana elindeki sahneyi göstermeden önce benim ona ne sormuş olabileceğimi anımsamaya çalışmamı istedi. Bir türlü anımsayamıyordum. Anımsadığım tek şey, dize gelip günahlarımı itiraf ettiğim idi.
Don Juan artık bunları anlatmamla ilgilenmiyordu. Ona sordum, “Çağırdığın türkülerin sözlerini öğretebilir misin bana?”
“Hayır, öğretemem. O sözler bana aittir, koruyucunun bana öğrettiği sözler... Gün gelir, sana da kendi türkülerini öğretir, eminim. O güne dek bekle; başkalarından da kendi türkülerini sana öğretmelerini, sen sen ol, isteme! Kimsenin türküsüne de öykünme!”
“Çağırdığın o ad neydi? Onu söyler misin, don Juan?”
“Hayır. Onun adı hiç alınmaz ağza; ona seslenmek dışında.”
“Ya ben ona seslenmek istersem?”
“Bi gün gelir de o seni kabul ederse, adını söyler o zaman sana. O adı yalnız sen bilirsin; onu çağırırken ya da kendi kendine sessizce söylersin. Belki de sana adının Jose olduğunu söyler. Kim bilir?”
“Ondan söz açarken, adını kullanmak neden yanlış oluyor?”
“Gözlerini gördün, di mi? Koruyucuyla dalga geçilmez. Bu yüzden ya, bi türlü anlayamıyorum seninle nasıl oynadığını!
“Kimi insanları inciterek nasıl koruyucu olabiliyor?”
“Yanıtı çok kolay. Onu arayan herkese açık olduğu için, Mescalito bi koruyucudur.”
“Ee, zaten dünyadaki her şey her arayan kimseye açık değil midir ki?”
“Değildir. Dost erkler yalnızca brujolara. açıktır; oysa herkes Mescalito alabilir.”
“Peki, neden kimilerini incitiyor?”
“Herkes sevmez Mescalito’yu; ama gene de hiç zora katlanmadan ondan yararlanmak isterler. İşte o zaman Mescalito’yla karşılaşmaları hep dehşetli olur.”
“Bir kimseyi tam olarak kabullenince ne olur?”
“Bi insan ya da bi ışık biçiminde görünür ona. Bu tür bi kabulle karşıladığı kimseye hep aynı kalır artık Mescalito. Bi daha değişmez. Ola ki sen onunla karşılaştığında sana bi ışık olarak görünür; seninle uçar da tüm gizlerini serer gözlerinin önüne.”
“O noktaya ulaşmak için ne yapmam gerekir, don Juan?”
“Güçlü bi insan olman gerekir; yaşamının gerçekçi olması gerekir.”
“Nasıl olur gerçekçi bir yaşam?”
“Özenle yaşanan bi yaşam; iyi, güçlü bi yaşam.”

Cvp: 4- Öğretiler-4

Konu ile ilgili sorularınızı yeni başlık açabilirsiniz.