1

Konu: 12- Büyücünün Stratejisi

Sabahın ilerleyen saatlerine doğru don Genaro’nun evine vardığımda, don Juan’ı orada buldum. Onu selamladım.
"Neredeydin yahu? Genaro’yla ben, seni bütün gece bekledik,” dedi.
Şaka yaptığını biliyordum. Kuşlar gibi hafif ve mutluydum. Gün boyu yaşadıklarım hakkında yorum yapmaktan kesinlikle kaçınmıştım. Ne var, o an duyduğum merak tüm denetimimi yok etmişti. Dayanamayıp, sordum.
“Yok canım, gördüklerin yalnızca bi gösteriydi; büyücülerin açıklamasını öğrenmeden önce bilmen gereken her şeyin yalın bi gösterisi,” dedi. “Dün yaptıkların Genaro’yu, sonuca ulaşmak için, yeterince erk biriktirdiğine inandırmış durumda. Onun tüm önerilerini izlemiş olduğu ortada. Dün, algının kanatlarını açabildin. Gergin olmana karşın, naftalin tüm geliş gidişlerini sezgiliye bildin; başka deyişle de, gönlün. Şu aşamada belki de görmekten daha önemli bi şeyin üstesinden gelebileceğini de kanıtladın; bölünmez dikkatini nagualın üzerine yoğunlaştırabildin. İşte bu da, nihai aşamanın, yani büyücülerin açıklamasının sonucunu etkileyecek.
“Pablito’yla sen buna aynı zamanda gireceksiniz. Böylesine yeğin bi savaşçının eşliği, erkin sana armağanıdır.” Kanımca, tüm söylemek istediği bu kadardı. Bir süre sonra da don Genaro‘yu sordum.
“Buralarda bi yerde,” dedi. “Çalılıkların oraya, dağları titretmeye gitti.”
O anda uzaktan gelen, bastırılmış gök gürültüsünü andıran bir ses duydum.
Don Juan bana baktı ve güldü.
Oturmamı söyleyerek aç mıyım diye sordu. Karnım toktu. Don Juan defterimi vererek beni don Genaro’nun noktasına, evin batı yanında, derin bir koyağa yukarıdan bakan yassı bir kayaya götürdü.
“İşte şimdi tüm dikkatini bana vermeni istiyorum,” dedi don Juan. “Savaşçıların bildiği anlamda dikkatten söz ediyorum; büyücülerin açıklamasının içine işlemesini istiyorsan, başka her şeye gerçek bi dur diyeceksin. Görevimizin sonuna vardık. Gerekli tüm yönergeleri aldın; şimdi durup geriye bakmalısın. Büyücüler, kazanılanları sağlam kazığa bağlamanın tek yolunun bu olduğunu söyler. Tüm bunları kesinlikle senin erk yerinde anlatmanı isterdim; ne var, Genaro senin velinimetindir, böyle bi anda onun noktası senin için belki de daha hayırlıdır.” Benim “erk yerimden” söz ederken, yıllar önce kuzey Meksika’da, bana “verdiğini” söylediği bir tepenin doruğunu kastediyordu.
“Seni not tutmadan mı dinlemeliyim?” diye sordum.
"Aslında bu çok alengirli bi vaziyet,” dedi. “Zira bi yandan tüm dikkatini bana vermen, öte yandan da dingin ve güvencede olman gerek. Yazmaksa, sana en iyi gelen şey, o halde tüm kişisel erkini topla da, kendin olmadan kendin olmak gibi imkânsız bi edimi yerine getir.”
Güldü ve kalçalarını tokatladı.
“Benim, senin temalından, Genaro’nun da senin nagualından sorumlu olduğumuzu sana daha önce de söylemiştim”, diye sürdürdü. “Tonalına yönelik her şey konusunda yardımcı olmak benim görevimdi; sana her ne yaptıysam tek bi şey içindi: tonal adanı temizlemek ve yeniden düzenlemek. Bi öğretmen olarak benim görevim buydu. Senin velinimetin olarak da Genaro’nun göreviyse, naguala ilişkin yadsınamaz gösteriler sergileyerek ona nasıl ulaşılacağını sana göstermekti.”
“Tonal adasını temizleyip, yeniden düzenlemekle neyi kastediyorsun?” diye sordum.
“Seninle tanıştığımız ilk günden bu yana sözünü ettiğim topyekûn değişikliği kastediyorum,” dedi. “Sana, sayısız kez söylemiştim, bilgi yolunda başarmak için kökten bi değişiklik gerekir. Bu değişim hal, tavır ya da dış görünüm değişimi değildir; bu değişim tonal adasının dönüşümünü gerektirir. Sen de bu edimi yerine getirdin.”
“Değiştiğime inanıyor musun?” diye sordum.
Önce bir durdu, ardından kahkahayı patlattı.
“Önceki kadar aptalsın,” dedi. “Ama gene de aynı değil. Ne demek istediğimi anladın mı?”
Yazı yazmamla dalga geçerek, keşke don Genaro burada olsaymış da, o zaman büyücülerin betimlemesini yazmamın saçmalığıyla ne biçim dalga geçer, bundan ne denli keyif alırdı, diye hayıflandı.
“Tam bu noktada, öğretmen öğrencisine son bi yol ayrımına gelmiş olduğunu söyler,” diye sürdürdü. “Aslında, böyle bi şeyi söylemek biraz yanıltıcı, Fikrimce son bi yol ayırımı, ya da atılacak son bi adım diye bi şey yok. Atılacak son bi adım olmadığına göre, ışıldayan varlıklar olarak geleceğimizin hiçbi yanında da bi gizlilik olmaması gerekir. Bi açıklamadan kimin yararlanıp, kimin yararlanmayacağına kişisel erk karar verir. Deneyimlerime göre, insan kardeşlerimden pek azı dinlemeye heveslidir; bu dinleyenlerin de pek azı dinledikleri uyarınca hareket ederler; bunların, edimlerinden yararlanacak kerte kişisel erke sahip olanı ise azın da azıdır. Böylece büyücülerin açıklamasının gizliliği meselesi de giderek bayağılaşır, ola ki tüm bayağılıklar gibi ayağa düşer.
“Her ne olursa olsun, büyücülerin açıklamasının kalbi demek olan tona/la nagual hakkında yeterince bilgiye sahipsin. Bunları bilmek oldukça zararsız görünüyor. Şurada oturmuş, bunlar sıradan konu başlıklarıymışçasına konuşuyoruz. Sen, yıllardır yaptığın gibi, dingince yazı yazıyorsun. Çevremizdeki sahne, dinginliğin resmi adeta. Öğleden sonrasının ilk saatleri, çok güzel bi gün, çevremizi saran dağlar, koruyucu bi koza oluşturuyor sanki. Genaro’nun erkini ve kusursuzluğunu anlatan böylesi bi yerin, kapıyı açmak için en uygun yer olduğunu anlamak için insanın büyücü bile olması gerekmez; bugün benim yaptığım da bu işte, sana kapıyı açıyorum. Ne var, bu noktanın ötesine ulaşmadan, küçük bi uyarıda bulunmam gerekecek; öğretmenden yalın sözcükler kullanarak, öğrencisini, bu anın dinginliğinin ve zararsızlığının bi serap olduğu, önünde dipsiz bi uçurumun yer aldığı, ve kapı açıldığında kapanmasının olanaksız olduğu yolunda uyarması beklenir.”
Bir an sustu.

Cvp: 12- Büyücünün Stratejisi

Kendimi hafif ve mutlu hissediyordum. Don Genaro’nun yerinden bakıldığında nefes kesen bir manzara seriliyordu insanın gözlerinin önüne. Don Juan haklıydı, gün de manzara da, güzelin çok ötesindeydi. Yaptığı uyarılardan ötürü endişe duymak istedim; ne var, çevremin sakinliği tüm endişelenme gayretlerimi örttü de, kendimi herhalde mecazi tehlikelerden söz ediyordur, diye umarken buldum.
Don Juan birdenbire yeniden konuşmaya başladı.
“Yıllar süren zorlu çalışmaları, savaşçının bu noktanın ötesinde karşılaşacağı o müthiş ...”
Yine sustu, gözlerini kısarak bana bakarken kıkırdamaya başladı.
“... İşte her neyse onunla karşılaşmaya hazırlanmasından başka bi şey değildir,” dedi.
Ondan, bu uğursuz savını açıklamasını istedim.
“Hiç de bi açıklamaya benzemeyen büyücünün açıklaması, ölümcüldür,” dedi. “Zararsız ve çekici gibi gelir insana o, ama savaşçı kendisini buna açar açmaz, kimselerin kaçınamayacağı darbeyi de indiriverir.”
Gürültülü bir kahkaha koyuverdi.
"İyisi mi, en kötüsüne hazırlan sen, ama acele etme, paniğe de kapılma,” diye sürdürdü. "Bi yandan zamanın yok, öte yandansa sonsuzlukla çevrilmiş durumdasın. Aklın için ne paradoks ama!”
Don Juan ayağa kalktı. Düzgün, kâse şeklindeki bir çukurun tozunu toprağını temizleyip, yüzü kuzeybatıya dönük biçimde yeniden rahatça oturdu. Bana, benim de rahatça oturabileceğim bir yer gösterdi. Ben solunda kalmıştım, yüzüm de kuzeybatıya dönüktü. Ilık kaya, bana esenlik ve güvenlik hissi veriyordu. Sıcak bir gündü, yumuşak bir rüzgâr öğleden sonrasının güneşini pek hoş bir hale dönüştürmüştü. Şapkamı çıkarttım, ama don Juan giymem için diretti.
"Şu anda kendi erk yerine doğru bakıyorsun,” dedi. “Bu, seni koruyabilecek bi nesne. Bugün kullanabileceğin her türlü yardımcı nesneye gereksinmen var. Şapka da bunlardan biri olabilir.”
“Beni neden uyarıyorsun, don Juan! Ne olacak, gerçekten?” diye sordum.
“Bugün burada olacaklar, dağılmaz dikkatini sezginin kanatlarına odaklayabilecek kertede kişisel erkin olup olmamasına bağlı,” dedi.
Gözleri ışıldadı. Onu tanıdığımdan bu yana, bu denli heyecanlandığına tanık olmamıştım. Sesinde beklenmedik bir şey, belki de alışılmadık bir sinirlilik vardı.
İçinde bulunduğumuz durumun, tam orada, velinimetimin noktasında, “tona!” adamı temizleme ve yeniden düzenleme savaşımım sırasında öğrettiği her bir adımı yeniden özetlemesini gerektirdiğini açıkladı. Kılı kırk yaran bu özet tam beş saatimizi aldı. Görkemli, açık ve seçik bir biçimde, tanışmamızdan başlayarak benim için ne yaptıysa hepsini teker teker ele aldı. Sanki bir baraj yıkılmıştı. Açıklamaları, beni tümüyle savunmasız yakalamıştı. Saldırgan ve soruşturucu tarafın hep ben olmasına alışmıştım; bu kez don Juan’ı, öğretisinin önemli noktalarını bu denli akademik biçimde açıkladığını gözlemek, en az, Mexico City’de onu takım elbisesiyle görmek kadar şaşırtıcıydı. Dil denetimi, zamanlaması ve sözcük seçimi öylesine olağanüstüydü ki, buna mantıksal bir açıklama getirecek halim kalmamıştı. Bir öğretmenin, bu aşamada öğrencisiyle çok özel terimlerle konuşması gerektiğini, benimle bu konuşma biçimiyle konuşmasındaki açık seçikliğin bana çektiği numaraların son bölümünü oluşturduğunu, ve tüm bu yaptıklarının anlamını ancak sonunda bulgulayabileceğimi söyledi. Sunduğu özetin sonuna gelinceye dek hiç durmadan konuştu. Ben de, söylediği her şeyi bilinçli bir çaba harcamadan yazdım.
“Bi öğretmenin hiçbi zaman çömez peşine düşmediğini, hiç kimsenin de öğretileri talep edemeyeceğini söyleyerek başlamama izin ver,” dedi. “Bi çömezi daima bi yora imlemiştir. Öğretmen olma konumundaki bi savaşçı o bi santimetre küplük şansını kullanabilecek denli tetikte olmalıdır. Seni, karşılaşmamızdan hemen önce görmüştüm, Mexico City’de karşılaştığımız o genç kız gibi güzel bi tonalın vardı. Seni gördükten sonra, o akşam o kız için parkta beklediğimiz gibi bekledim seni. Kız bize dikkat etmeden geçip gitmek üzereydi. Ama sen, saçma sapan birkaç laf ettikten sonra çekip giden birisi tarafından bana getirilmiştin. Benimle yüz yüze bırakılmıştın, sen de saçmalamıştın. Çok çabuk davranıp seni yakalamam gerektiğini biliyordum. O kız seninle konuşsaydı senin de aynı şeyleri yapman gerekecekti. Benim yaptığım, seni istencimle yakalamaktı.”
Don Juan, onunla tanıştığımız gün bana yöneltmiş olduğu o olağanüstü bakıştan söz ediyordu. Gözünü bana diker dikmez anlatılmaz bir boşluk ya da sersemlik hissi yaşamıştım. Bu tepkiye hiçbir mantıksal açıklama getirememiş, bu bakışı takınak haline getirmiş olmam nedeniyle onu ikinci kez görmeye gitmiş olduğuma da hep inanmıştım.
“Bu seni yakalamak amacıyla kullanabileceğim en hızlı yoldu benim için,” dedi. Senin tonalına doğrudan bi darbeydi. İstencimi onun üzerine odaklayarak sersemlettim onu.”
“Nasıl yaptın bunu?” diye sordum.
“Savaşçının bakışı, öteki kişinin sağ gözüne yerleştirilir,” dedi, yaptığı şey de içsel söyleşiyi susturmaktır; ardından nagual devreye girer ki, bu manevranın tehlikesi de budur. İsterse bi saniye sürsün, Nagual duruma hâkim olduğunda, bu sadece bi anlık dahi olsa, bedenin duyumsadığı duyguyu tanımlayamazsın. Bunun ne olduğunu anlayabilmek amacıyla saatler boyu düşündüğünü ve şu ana dek bi sonuca ulaşmadığını bilmekteyim. Bense yapmak istediğimi becerdim— seni yakaladım.”
Ona, o bakışı hâlâ anımsadığımı söyledim.
“Sağ göze bakış, sıradan bi bakış değildir,” dedi. “Daha çok, kişinin, öbür kişinin gözü vasıtasıyla güçlü bi yakalama, bi ele geçiriştir. Başka bi deyişle, kişi, gözünün ardındaki bi şeyi yakalar. Kişi istenciyle bi şeyi tutmayı andıran, gerçek bedensel bi duyum yaşar"
Kafasını kaşıdı, şapkasını alnının üstüne kaldırdı.
“Sözün gelişi böyle dedim, elbet,” diye sürdürdü. “Yabansı bedensel duyguları açıklamanın yolu.”  4
Yazmayı durdurup, kendisine bakmamı buyurdu. “Tonal”ımı, “istenciyle” nazikçe “yakalayacağını” söyledi. Yaşadığım duyum, onunla ilk tanıştığımız gün hissettiklerimin ve don Juan’ın gözleriyle bana gerçekten dokunuyormuş hissini verdiği anların tıpatıp aynısıydı.
“Bana dokunuyormuş hissini nasıl yaratıyorsun, don Juan? Tam anlamıyla ne yapıyorsun?” diye sordum.
“Ne yaptığımı tam olarak betimleyebileceğimi sanmıyorum,” dedi. “Karın bölgesinin oradan bi şey fırlıyor; bu şey yönlendirilebiliyor, sonra da istediğin şeyin üzerine odaklanabiliyor.”
Yeniden, yumuşak, cımbızımsı bir şeyin belirsiz bir yerimi tutmasına benzer bir şey duyumsadım.
“Bu yalnızca, savaşçının, istencini odaklamayı öğrenmesinden sora harekete geçer,” diye açıkladı don Juan, gözlerini uzaklara çevirdikten sonra. “Bunu çalışarak yapamazsın, onun için seni bu konuda yüreklendirmiş değilim. Bu, savaşçının yaşamının belli bir anından başlayarak ortaya çıkar. Kimse nasıl olduğunu bilmiyor.”
Bir süre sustu. Birden endişelendiğimi hissettim. Don Juan birdenbire konuşmasını sürdürdü.
“Asıl giz sol gözde,” dedi. “Savaşçı bilgi yolunda ilerledikçe sol gözü her şeyi kavramaya başlar. Aslında bi savaşçının sol gözünün değişik bi görüntüsü vardır, kimi zaman kısıktır, kimi zaman da öbüründen daha büyük ya da daha küçüktür, ya da bi biçimde değişiktir.”
Bana bakarak, dalga geçercesine sol gözümü incelemeye başladı. Hayal kırıklığına uğramış gibi başını sallayıp kıkırdamaya başladı.
“Çömez yakalandıktan sonra eğitim başlar,” diye sürdürdü.
“Öğretmenin ilk edimi, gördüğümüzü sandığımız dünyanın yalnızca bi görüntü, dünyanın bi betimlemesi olduğu fikrini işlemektir. Öğretmenin her çabası bu fikri çömezine kanıtlamaya yöneliktir. Ne var, bunu kabullenmek kişinin üstesinden gelebileceği en zor iştir belki de, Kendimize özgü dünya görüşümüze öylesine kapılmışızdır ki, bu dünyayla ilgili her şeyi bildiğimizi sanırız. Öğretmen daha ilk ediniminden başlayarak bu görüşü değiştirme uğraşma girer. Büyücüler buna içsel söyleyişi susturma adını verirler, bunun bi çömezin öğrenebileceği en önemli teknik olduğuna inanırlar.
“Kişinin, beşikten başlayarak geliştirdiği bu dünya görüşünü durdurmak amacıyla azimle davranması yeterli değildir. Kişinin uygulamaya da gereksinimi vardır; buna doğru yürüme biçimi adı verilir. Zararsız ve anlamsız bi şey gibi görünür. İçinde erk taşıyan her şey gibi, doğru yürüme biçimi de pek dikkat çekmez. Bunu anladın, ya da en azından buna birkaç yıl boyunca değişik bi davranış biçimi olarak baktın ama içsel söyleşini susturmayı başardığın o yakın geçmişe kadar senin için pek bi anlam ifade etmedi.”
“Doğru yürüme, içsel söyleşiyi nasıl durdurur?” diye sordum.
“Belirli biçimde yürümek, tonalı doldurur?” dedi don Juan. “Hatta taşırır. Temalın dikkati, onun yarattığı şeylerin üzerinde olmalıdır, anlıyor musun? Aslında, dünyanın düzenini oluşturan da bu dikkattir; işte, tonal, dünyasını sürdürebilmek amacıyla onun nesneleri üzerinde dikkatini sürdürmelidir ve en önemlisi de, dünya görüşünü içsel söyleşi olarak desteklemelidir.”
Don Juan, doğru yürüme biçiminin bir bahane olduğunu açıkladı. Savaşçı, öncelikle parmaklarını kıvırarak dikkati kollarına çekermiş; ardından, gözü odaklamadan, doğrudan önünde, ayağının ucuyla, ufuk arasında oluşan yaydaki herhangi bir noktaya bakarak “tonal”ını gerçekten malumatla doldurup taşırırmış. “Tonal", betimlemesinin öğeleriyle bire bir ilişkiyi kesmek zorunda kalınca, kendisiyle konuşamaz, böylece kişi de sessiz kalırmış.
Don Juan parmaklarının konumunun önem taşımadığını, yapılacak tek şeyin parmakları alışılmadık biçimlerde kıvırarak, dikkati kolların üstüne çekmek olduğunu ve gözleri odaklamaksızın, sayısız dünya nesnesini, onlara anlam yüklemeksizin saptamanın önemini açıkladı. Bu konumdaki gözlerle, olağan görüntüden kaçan ayrıntıların da yakalandığını ekledi.
“Doğru yürüme biçiminin yanı sıra,” diye sürdürdü don Juan, “öğretmen, çömezine daha da incelikli bi şeyi öğretmekle de yükümlüdür: edimlerini onlara inanmaksızın, ödüllendirilmeyi beklemeksizin—salt yapmış olmak için yapmak. Bi öğretmenin başarısının, çömezine bu konuda ne ölçüde uyumlu ve iyi bi kılavuzluk etmesine bağlı olduğunu söylersem, abartmış olmanı.”
Don Juan’a, bana sırf “bir edimde bulunmuş olmak için edimde bulunmak” gibi özel bir yöntemi öğretmiş olduğunu hiç anımsamadığımı söyledim; tüm aklımda kalan, bu konuya ilişkin kimi rastgele yorumlardı.
Güldü. Manevrasının çok incelikli ayarlanmış olduğundan, ta bugüne dek bunun ayırdına varamamış olduğumu söyledi. Sonra bana, evine her gittiğimde vermiş olduğu kimi anlamsız görevleri anımsattı. Odunları şekillerine göre dizmek, parmağımı topraktan kaldırmadan çizdiğim bir eşmerkezli daireler zinciriyle tüm evini çevirmek, kimi döküntüleri bir yerden bir başka yere doğru süpürmek, vesaire gibi saçma sapan işler. Bu tür görevlere, kendi evimde tek başımayken yapmam gereken şeyler de eklenmişti: siyah bir şapka giymek, ayakkabılarımı bağlamaya sol tekinden başlamak, kemerimi sağdan sola doğru sıkmak gibi.
Bunları şakadan öte bir bağlamda görmememin nedeni de, her seferinde, verdiği görevi alışkanlık haline getirdiğim anda artık onları yapmayı bırakarak unutmamı, değişmez biçimde yinelemesiydi.
Bana yaptıklarını birer birer anımsattıkça, bunları bana yaptırarak karşılığında herhangi bir şey beklemeksizin edimlerde bulunma düşüncesinin bende yavaş yavaş yerleşmiş olduğunun ayırdına vardım.
“İçsel söyleşiyi susturmak, gene de büyücülerin dünyasının asıl anahtarıdır,” dedi don Juan. “Öbür edimler yalnızca bunu desteklemek, etkisini hızlandırmak amacıyla yapılır.” İçsel söyleşiyi susturmayı hızlandırmada kullanılan iki ana etkinlik ya da teknik olduğunu belirtti: kişisel tarihin silinmesi ve “rüya görme”. Çömezliğimin başlangıcında, “kişiliğimi” değiştirmem amacıyla bana belirli yöntemler vermiş olduğunu anımsattı. Bunları notlarımın arasına kaydetmiş, sonra, taşıdıkları önemin ayırdına varıncaya dek yıllar boyunca unutmuştum. Bu belirgin yöntemler bana önceleri, davranışlarımı değiştirmeye zorlayan son derece özel düzenlemeler gibi gelmişti.
Don Juan, öğretmenin sanatının, çömezin dikkatini temel konulardan ayırmada yattığını açıkladı. Bu sanatın en ilgi çekici bir örneğinin, o güne dek bana son derece önemli şu noktayı, hem de gözümden kaçırarak, öğrettiği gerçeği olduğunu yeniden anımsattı: yani, ödül beklemeksizin edimlerde bulunmak.
Bu mantık çerçevesinde, ilgimi, “görme” düşüncesi etrafında toplamayı başarmıştı. “Görme”, layıkıyla aralatılacak olursa, doğrudan “nagual”la temas etme edimiydi—öğretilerin kaçınılamaz sonucu olan bu edim, ayrı bir görev olarak ele alınacak olursa, ulaşılması imkânsız bir görevdi.
“Beni bu biçimde kandırmanın amacı neydi, peki?” diye sordum.
“Büyücüler hepimizin bi sürü enayi dümbeleği olduğumuza inanırlar,” dedi. “O mendebur denetimimizi elden bırakmaya bi türlü yanaşanlayız. Bu nedenle kandırılmamız gerekir.”
Dikkatimi uyduruk bir görev olan “görme”yi öğrenmeye odaklamamı sağlayarak iki şeyi başarıyla yerine getirmişti. Birincisi, adını bile anmaksızın, "nagual”la doğrudan karşılaşmamı hazırlamış, İkincisiyse, öğretisinin asıl meselelerini, önemsiz şeylermiş gibi göstermeyi başarmıştı. Kişisel tarihimi silme ve "rüya görme” bana asla, "görme” denli önemli gelmemişti. Bunlar, eğlendirici etkinliklerdi benim için. Hatta üstesinden en kolayca gelebildiğim etkinlikler olduklarını düşünmüştüm.
Don Juan, "En kolayca,” diye dalga geçercesine yineledi, yorumumu dinledikten sonra. "Bi öğretmen hiçbi şeyi rastlantıya bırakmamalıdır. Kandırıldığını hissetmekte haklı olduğunu söylemiştim. Sorun, bu kandırmacanın, aklını şaşırtmaya yönelik olduğuna inanmamda yatıyordu. Kandırmaca, benim için, senin dikkatini dağıtmak ya da gerektiğinde onu tuzağa düşürmek anlamına geliyordu.”
Kısık gözlerle bana bakıp, elinin tek devinimiyle, süpürürcesine tüm çevremizi gösterdi.
"Kişinin dikkatidir, tüm bunların altında yatan giz,” dedi.
"Ne demek istiyorsun, don Juan?”
"Tüm bunlar, dikkatimizden ötürü var. Şu üstünde oturduğumuz kaya bile, biz dikkatimizi bi kaya olarak ona yöneltmeye zorladığımız için kayadır.”
Bu düşünceyi açıklamasını istedim. Güldü, suçlarcasına parmağını bana doğru salladı.
“Bu, uzunca bi özet,” dedi. "Daha sonra yeniden döneriz.”
Kurnazca manevrası nedeniyle kişisel tarihi silme ve "rüya görmeyle” ilgilenmeye başladığımı öne sürdü. Bu iki tekniğin, kendi bütünlükleri içinde uygulanmaları durumunda yıkıcı bir etkileri olacağını söyledi. Bu bağlamda, tüm öğretmenlerin taşıdığı kaygıyı taşıyordu: çömezinin sapkın ve hastalıklı bir duruma düşmesine izin vermemek.
"Kişisel tarihi silme ve rüya görme, yalnızca bi yardımcı olmalıdır,” dedi. "Çömez, kendisini ölçülülükle, güçle desteklemelidir. Öğretmen, işte bu nedenle savaşçının yolunu, ya da savaşçı gibi yaşama öğretisini sunar. Bu, büyücünün dünyasındaki her şeyi bi araya getiren yapışkandır. Öğretmen bunu azar azar verip geliştirmelidir. Savaşçının yolunun sağlamlığı ve sağgörülülüğü olmaksızın, bilgi yolunda ilerlenemez.”
Don Juan, savaşçının yolunu öğrenmenin, çömezin dikkatinin saptırılmasından ziyade, yakalanmasını gerektiren bir olgu olduğunu, benim dikkatimi de, onu her görmeye gidişimde, beni olağan koşullarımın dışına iterek yakaladığını söyledi. Dağlarda, çöllerde dolaşmalarımız bunu başarmanın yollarından biriydi.
Olağan dünyamın bağlamını değiştirme manevralarından biri de, uzun yürüyüşlere çıkmak, avcılık yapmaktı ki, bunun da asıl nedenini atlamıştım. Bağlamın bozulması, bir şey bilmemem ve dikkatimin don Juan’ın yaptığı her bir şeye odaklanması anlamına geliyordu.
Don Juan, “Ne numara ama dimi?” diyerek güldü.
Ben de güldüm şaşkınlıkla. Böylesine farkındalıkla olduğunu anlayamamıştım hiç.
Sonra, dikkatimi yönlendirme ve yakalama sürecindeki adımları saymaya başladı. Anlatısını bitirdiğinde, öğretmenin, çömezin kişiliğini de dikkate alması gerektiğini, benim durumumda çok dikkatli olmasının gerektiğini, zira benim şiddet dolu bir kişiliğe sahip olduğumu, umarsız bir anımda kolaylıkla kendimi öldürebileceğimi de ekledi.
Ben, şaka yollu, “Ne deh adammışsın meğerse don Juan,” deyince, dev bir kahkaha patlattı.
Ardından, kişisel tarihin silinmesine yardımcı olacak üç tekniğin daha öğretildiğini söyledi. Bunlar: kendine önem vermeyi bırakma, sorumluluk alma ve ölümü bi danışman olarak kullanmaydı. Bunun amacı şuydu: bu üç tekniğin yardımı olmadan kişisel tarihi silmeye çalışmak, çömezi kaypaklığa, kaçamakçılığa ve kişiliğiyle edimleri üzerinde gereksiz yere şüpheciliğe sürükleyebilirdi.

Cvp: 12- Büyücünün Stratejisi

Don Juan, benden, çömez olmazdan önce gerginlik, engellenme ve düş kırıklığı anlarında gösterdiğim en doğal tepkinin ne olduğunu söylememi istedi. Don Juan kendi tepkisinin gazaba gelme olduğunu söyledi; ben de kendi tepkimin kendime acımak olduğunu söyledim.
“Her ne kadar, ayırdında bile değilsen de, bu hissi doğallaştırabilmek için elinden geleni ardına koymamışsın,” dedi. “Şu an için, kendine açmayı, adacığının doğal bi nesnesi kılmak amacıyla harcadığın o inanılmaz çabayı anımsaman olanaksız. Kendine acıma, yaptığın her şeye tanıklık etmiş. Sana danışmanlık edebilmek amacıyla her an hazır ve nazırmış. Ölüm daha uysal bi danışmandır savaşçı için; kendine acıma gibi, gazap gibi, o da her şeye tanıklık edebilir. Ne var, sonu gelmez gibi görünen bi savaşımın ardından kendine acımayı öğrendin. Ama aynı biçimde, yanı başında duran kaçınılmaz sonunu hissetmeyi ve böylece kendi ölümün düşüncesini her an hazır ve nazır kılabilirsin. Bi danışman olarak, kendine acıma ölümle karşılaştırıldığında bi hiçtir.”
Bunun ardından, değişim konusunda bir çelişki varmış gibi göründüğünü söyledi; bir yandan, büyücülük dünyası devasa dönüşümleri gerektiriyordu, öte yandan, büyücülerin açıklaması, “tonal” adasının tam olduğunu ve en ufak bir nesneni bile oradan çıkarılamayacağını ileri sürüyordu. O halde, değişim, bir şeylerin yok edilmesi değil, bu nesnelere atanan kullanımın değiştirilmesi anlamına gelmekteydi.
“Kendine acımayı ele alalım, örneğin,” dedi. “Bundan ilelebet kurtulmanın bi yolu yok; adanda belirli bi yere ve yapıya sahiptir o, tanınabilir belirli bi görünümü vardır. Böylece her fırsatta, kendine acıma derhal etkinleşebiliyor. Bi tarihi var onun. O halde kendine acımanın görünümünü değiştirirsen, onun önemlilik sırasını kaydırmış olursun.”
Kullandığı mecazların, özellikle de görünümün değiştirilmesi düşüncesini açıklamasını istedim ondan. Ben bunu aynı anda birden çok rol oynama biçiminde anlamış olabilirdim.
“Kişi, görünümü, adadaki nesnelerin kullanımını başkalaştırarak değiştirir,” diye yanıtladı. “Gene kendine acımayı ele alalım. Sana yaradı, zira o senin kendini önemli hissetmeni, daha iyi koşulları ve daha iyi davranılmayı hak ettiğine inanmanı sağladı, zira sen, seni kendine acımaya iten durumun sorumluluğunu üstlenmek istemiyordun, ya da zira sen yanı başında duran ölümün senin edimlerine tanıklık ve sana da danışmanlık etmesi fikrini kabul etmekten acizdin.
“Kişisel tarihi silmek ve ona eşlik eden öteki üç teknik, büyücülerin, adadaki nesnelerin görünümlerini değiştirmede kullandıkları araçlardır. Örneğin, kişisel tarihini silmekle, kendine acımayı kullanmayı reddetmiş oldun; kendine acımanın işleyebilmesi için senin kendini önemli, sorumsuz ve ölümsüz olarak hissetmen gerekir. Bu duygular bi biçimde başkalaştırıldığında, artık kendine acımanın olanağı kalmaz.
“Adanda değiştirdiğin tüm öbür nesneler için de aynı şey geçerli. Bu teknikleri kullanmadan, onları değiştiremezdin. Ne var, görünümleri değiştirmek, daha önce önemli olan bi öğeye, ikincil bi yer vermek anlamına gelir, yalnızca. Kendine acıman, gene de adanın bi parçasıdır; gerilerde bi yerde, tıpkı yanı başındaki ölümünün, ya da alçakgönüllülüğünün, ya da edimlerin için duyduğun sorumluluğun orada hiç kullanılmadan durduğu gibi öylece duracaktır.”
Don Juan, tüm tekniklerin sunulmasının hemen ardından, çömezin bir yol ayrımına geldiğini söyledi. Çömez, anlayışlılığı oranında iki şeyden birini yaparmış. Ya öğretmenin ona verdiği öğütleri olduğu gibi kabul eder ve onları ödül beklemeksizin uygular, ya da tüm bunları bir şaka ya da sapıklık olarak değerlendirirmiş.
Benim, kendi hesabıma ‘'teknik” sözcüğü nedeniyle, kafamın karışmış olduğunu söyledim. Bunların bir dizi kesin yönergeler olacağını beklemiştim, oysa o bana belirsiz telkinlerde bulunmuştu; onun için bunları ciddiye alamamış, belli yönergelere uygun biçimde hareket edememiştim.
“Bu da senin yanlışındı,” dedi don Juan. “O zaman, erk bitkilerini kullanıp kullanmama kararını vermem gerekmişti. Bu dört tekniği kullanarak, tonal adanı temizleyip yeniden düzenleyebilirdin. Bunlar seni naguala götürmüş olurlardı. Ama kimilerimiz basit önerilere uygun olarak edimlerimizi yenileyemiyoruz. Senin de, benim de, bizi sarsacak bi şeylere ihtiyacımız vardı; bu erk bitkilerini gereksindik.”
Gerçekten de, don Juan’ın bu ilk telkinlerinin önemini kavrayabilmem yıllarımı almıştı. Bu psikotropik bitkilerin üzerimde yaptığı olağanüstü etkiler nedeniyle, bunların kullanımının, öğretilerin temelini oluşturduğu fikrine kapılmıştım. Bu inanışımı sürdürmüş ve büyücülerin anlamlı işleriyle bulgularını yalnızca ayık bilinçlilik durumlarında gerçekleştirdiklerini ancak çömezliğimin ileri yıllarında kavrayabilmiştim.
“Peki, öğütlerini ciddiye alsaydım ne olurdu?” diye sordum.
“Nagualına ulaşırdın,” diye yanıtladı.
“Ama naguala velinimetim olmadan mı ulaşacaktım?”
“Erk, senin kusursuzluğuna göre sağlar her bi şeyini,” dedi. “Eğer bu dört tekniği ciddiyetle uygulasaydın, bi velinimet bulacak kerte kişisel erk toplamış olurdun. Kusursuzlaşırdın, erk de sana tüm yolları açardı. Kural budur.”
“Neden bana biraz daha zaman tanımadın?” diye sordum.
“Gereken tüm zaman verilmişti, sana,” dedi. “Erk bana yolu gösterdi. Bi gece sana bi bilmece vermiştim. Kapımın önünde yer alan hayırlı noktanı bulacaktın. O gece, baskı altında iyi iş çıkardın, sabah olunca, benim oraya koymuş olduğum çok özel bi kayanın üstünde uyuyakaldın. Erk bana senin acımasızca zorlanmam gerektiğini, yoksa hiçbi şey yapamayacağını gösterdi."
“Erk bitkileri yardımcı oldu mu, bana?” diye sordum.
“Hiç kuşkusuz,” dedi. “Dünya görüşünü durdurarak, açılmana katkıları oldu. Bu bağlamda erk bitkileri, tonal üzerinde, doğru yürüme biçimiyle aynı etkiyi yapar. İkisi de tonalı malumatla doldurarak içsel söyleşinin durmasını sağlar. Bitkiler, bu iş için biçilmiş kaftandır; ne var, bedeli çok ağır. Bedene, anlatılmaz derecede zararlıdırlar. Bu da onların bedeli, özellik de şeytan otu.”
“Bu denli tehlikeli olduklarını biliyordun da neden o kadar çok miktarda, o kadar sık verdin bana bunları?” diye sordum. Don Juan bana, tüm ayrıntıların erk tarafından ayarlanmış olduğu konusunda güvence verdi. Her ne kadar öğretiler, tüm çömezler için hemen hemen aynı esasları kapsıyor olsalar da, bunların sıralarının her bir kişi için değişik olabileceğini ve benim herhangi bir şeye karşı ilgilenmemi sağlayabilmesi için bana baskı uygulaması gerektiği yolunda art arda belirtiler görmüş olduğunu söyledi.
“Ölümüne ve yaşamına karşı saygı duymayan küstah bi ilahla uğraşıyordum,” dedi, gülerek.
Bu bitkileri betimler ya da tartışırken insan biçimsel öğeler getirdiği gerçeğini öne sürdüm. Bitkilerin kişilikleri varmış gibi konuşurdu hep. Bunun, çömezin dikkatini asıl konu olan içsel söyleşiyi susturma ediminden uzaklaştırmak amacıyla, bilerek yapıldığını söyledi.
“Eğer yalnızca içsel söyleşiyi durdurmak için kullanılıyorlarsa, dostla ne ilişkileri var, peki?” diye sordum.
“Bu açıklaması güç bi nokta,” dedi. “Bu bitkiler, çömezi doğrudan naguala götürür, dost ise bunun bi aşamasıdır. Kim olduğumuza, nereden geldiğimize bakmaksızın, akıl merkezinden iş görürüz biz. Akıl da doğaldır ki her şeyi şu ya da bu şekilde kendi dünya görüşüyle açıklar. Dosta gelince, o, bu görüşün dışında, aklın eriminin dışında bi şeydir. Sıradan bakışımızın durduğu anlarda, yalnızca istencin merkezinde tanık olunabilir ona, bu nedenle tam anlamıyla nagualdır o. Ne var, büyücüler gayet dolambaçlı bi yolla dostu sezgilemeyi öğrenebilirler ve böylece yepyeni bi bakış açısının içine dalmış olurlar. Seni bu yazgıdan kurtarmak için, büyücülerin çoğunlukla yaptıklarının tersine, dostu öne çıkarmadım. Büyücüler kuşaklar boyunca bitki kullandıktan sonra, açıklanabilir her şeyi açıklayacak konuma gelmişlerdir. Başka deyişle, büyücüler istençlerini kullanarak dünya görüşlerini genişletmeyi öğrenmişlerdir. Benim öğretmenim ve velinimetim bunun en belirgin örneklerini oluşturuyorlardı. Büyük erk adamlarıydılar, ama bilgi adamı değildiler. O devasa görüşlerinin sınırlarını asla aşamadılar ve konuyu bilmelerine karşın asla özlerinin tamamına ulaşamadılar. Sapkın bi yaşantıları oldu ya da ulaşamayacakları şeyleri istediler demiyorum; treni kaçırdıklarını biliyorlardı; ya da gizemin tümü ancak ölümleri sırasında onlara açıklandı. Büyücülük onlara perdeyi biraz aralamıştı, özün tamlığına ulaşmanın gerçek yolunuysa asla bulamamışlardı.
“Büyücülerin görüşü hakkında sana yeterince bilgi verdim; hem de buna kapılmana izin vermeden. Kişi ancak iki görüşü birbirine karşı kışkırtarak aralarından sıyrılıp gerçek dünyaya ulaşabilir, demiştim. Kişi, ancak dünyanın bi görüntü olduğunu tam anlamıyla ayrımsayabildiğinde, özün bütünselliğine ulaşabilir demek istemiştim; bu görüntü ister sıradan bi insanın, isterse bi büyücünün görüşü olsun, fark etmez.
“İşte burada gelenekten ayrıldım. Yaşam boyu süren bi savaşımın ardından, önemli olanın, yeni bi betimlemeyi öğrenmek değil, özün bütünselliğine ulaşmak olduğunu biliyorum. Kişi, tonalına ve—her şeyin ötesinde de, bedenine zarar vermeksizin— naguala ulaşmalı. Bu bitkileri, benim izlediğim adımların aynılarıyla aldın. Tek fark şuydu: seni, onlara itmek yerine, yeterince nagual görüntüsü biriktirmiş olduğuna karar verir vermez durdurdum. Bitkilerle karşılaşmaların hakkında hiçbi zaman tartışmak istemememin, ya da senin onları takınaklıcasına anlatıp durmana izin vermememin nedeni de budur; zira konuşulamazın üzerinde fikir yürütmenin gereği yoktu. Bunlar, bilinmeyene, naguala yapılan gerçek yolculuklardı.”
Psikotropik bitkilerin etkisi altındayken ki algılamalarım hakkında konuşma gereksinmemin, kendime ait bir varsayımı açıklığa kavuşturma isteğinden kaynaklandığını belirttim. Bu tür bitkilerin de yardımıyla, beni, akıl almaz algılama anılarıyla doldurduğuna inanmıştım. Yaşadığım anda pek özel görünen ve kopuk kopuk bu anılar, daha sonraları anlam birimleri halinde birleştirilmişlerdi. Don Juan’ın, bana her seferinde, ustalıkla kılavuzluk ettiğini, oluşturulan anlamların onun rehberliği altında gerçekleştirildiğini biliyordum.
“O olayları tartışmak ya da açıklamak niyetinde değilim,” dedi, sertçe. “Açıklamalarla uğraşma edimi, bizi, bulunmayı hiç istemediğimiz o noktaya geri götürür; bi başka dünya görüşüne, bu kez daha da geniş bi görüş olsa bile.”
Don Juan, çömezin içsel söyleşisi erk bitkilerinin etkisiyle durdurulduktan sonra, önlenemez bir çıkmazla karşılaşıldığını söyledi. Çömez, tüm çömezliği hakkında birtakım kuşkulara kapılırmış. Don Juan’a göre en azimli çömez bile ciddi bir ilgi yitimine girermiş.
“Erk bitkileri tonalı sarsar, adanın sağlamlığını tehdit eder,” dedi. “İşte bu noktada çömez geriler ki akıllıca bi tutumdur bu; bütün o çalkantıdan sıyrılmak ister. Öğretmen işte bu noktada en ustaca tuzağını kurar: yaraşıklı bi düşman. Bu tuzağın iki amacı vardır. Birincisi, öğretmenin çömezi elinde tutmasını sağlar; İkincisi, çömeze ileride de kullanabileceği bi örnek oluşturur. Tuzak, yaraşıklı düşmanı sahneye çıkarmak için yapılan bi manevradır. Gerçek bi düşman değil de yaraşıklı bi rakip olan bu kişi olmadan, çömez, bilgi yolunda daha fazla ilerleyemez. Karar kendisine bırakılacak olsaydı, en iyi çömez bile o an her şeyi terk etmeye hazırdır. Sana; yaraşıklı düşman olarak, görüp görebileceğin en iyi savaşçıyı, la Catalina’yı seçtim.”
Don Juan yıllar öncesinden, beni Kızılderili bir kadın büyücüyle soktuğu o uzun mesafeli dövüşten söz ediyordu.
“Seni, onunla bedensel temasa sürükledim,” diye sürdürdü. “Bi kadın seçtim, çünkü kadınlara güveniyordun. Senin bu güvenini bozmakta epey güçlük çekmişti. Yıllar sonra, bana seni çok beğenmiş olduğu için üstlendiği işi bırakmasına ramak kalmış olduğunu itiraf etti. Ama büyük bi savaşçıdır o, sana olan duygularına karşın seni neredeyse dünyadan siliyordu. Tona linin düzenini öylesine bozdu ki, senin için her şey değişmişti artık. Aslında, adanın yüzündeki hatları öylesine derinlemesine değiştirdi ki, edimleri seni başka bi âleme sürükledi. Şayet senin yapın onun türünde bi büyücü haline gelmeye elverişli olmasaydı, la Catalina’nın senin velinimetin olması işten bile değildi, ikinizin arasında ters bi şey vardı. Ondan korkmak elinden gelmiyordu. Nihayet bi gece sana yaklaştığında keçileri kaçırıyordun handıysa, ama gene de sana çekici geliyordu. Seni ne kadar korkutsa da arzulamıştın o kadını. Biliyordu bunu. Bi gün onu göstermek için seni kasabaya götürmüştüm, korkudan altına ederken bile kuyruk sallıyordun kadına.
“Neyse, çömez yaraşıklı düşmanın edimleri sonucunda ya parçalanır gider ya da köklü bi değişime uğrar. La Catalina’nın seninle olan eylemleri, seni öldürmediğine göre—elbet elinden geleni ardına koymadığından değil ha, sen ayağını sağlam bastın da ondan— senin için hayırlı oldu, üstelik bi karar vermene yol açtı.
“Öğretmen yaraşıklı düşmanı, çömezini, hayatının seçimini yapmaya zorlamak amacıyla kullanır. Çömez bi savaşçının dünyasıyla, kendi sıradan dünyası arasında seçim yapmak zorundadır. Ne var, çömez seçenekleri anlamadan, bu seçim gerçekleşmez; bu nedenle, öğretmen sabırlı ve anlayışlı bi tutum sergilemeli, çömezinin, bi savaşçının dünyasını ve yaşamını seçeceğinden her şeyin ötesinde emin olmalıdır. La Catalina’nın üstesinden gelmeme yardım etmeni isteyerek, bunu başardım. Beni öldürmek üzere olduğunu, ondan kurtulmam için senin bana yardım etmen gerektiğini anlattım. Seçiminin sonuçları hakkında açıkça uyardım seni, kararını verebilmen için yeterince zaman tanıdım sana.”

Don Juan’ın beni salıverdiği o günü tüm ayrıntılarıyla anımsıyordum. Ona yardım etmek istemediğim takdirde, gitmekte ve bir daha oraya dönmemekte kesinlikle özgür olduğumu söylemişti. O an yolumu çizmekte özgür olduğumu, ona karşı bir yükümlülüğümün kalmadığını hissetmiştim.
Evinden ayrılıp, yarı hüzün, yarı mutluluk içinde arabamı sürdüm. Don Juan’ı bıraktığım için üzgündüm; ne var, tüm o sinir bozucu etkinliklerden kurtulduğum için de mutluydum. Los Angeles’i, dostlarımı, beni bekleyen günlük işlerimi, o her zaman beni mutlu kılan küçük rutin uğraşlarımı düşündüm. Bir süre aşırı neşelendim. Don Juan’ın da, yaşamının tekinsizliği de ardımda kalmıştı—artık özgürdüm.
Ne var, bu mutlu halim çok uzun sürmedi. Don Juan’ın dünyasını terk etme arzumun savunulması olanaksızdı. Günlük uğraşılarım eski güçlerini yitirmişti. Los Angeles’da yapmak istediğim bir şey düşünmek istedim. Hiçbir şey bulamadım. Don Juan, bir keresinde, insanlardan nefret ettiğim ve hiçbir şey istemeyerek kendimi korumayı öğrenmiş olduğumu söylemişti. Hiçbir şey istemememin, bir savaşçının en iyi hüneri olduğunu belirtmişti. Ben ise tüm aptallığımla, hiçbir şey istememeyi, hiçbir şeyden hoşlanmama kertesine vardırmıştım. Böylece, yaşamım sıkıcı ve boş bir hale gelmişti.
Don Juan haklıydı, otoyolda tüm hızımla kuzeye doğru ilerlerken, kuşku götürmez çılgınlığım tüm acımasızlığıyla, sonunda kafama dank etti. Seçimimin sonuçlarını kavramaya başladım. Sürekli yenilenen büyülü bir dünyayı geride bırakıyor, sıkıcı, hımbıl bir yaşamı sürdürmek için Los Angeles’a dönüyordum. Bomboş günlerim geldi aklıma. Bir pazar gününü özellikle anımsadım. Yapacak hiçbir şeyim olmaması nedeniyle sıkıntı içinde dolanıp durmuştum. Kimse beni görmeye gelmemişti. Hiç kimse beni bir toplantıya çağırmamıştı. Görmek istediğim kişiler evlerinde yoktu, işin kötüsü, kentteki tüm filmleri görmüştüm. Akşamüstüne doğru, tam bir umarsızlık içinde tüm filmleri yeniden araştırarak görmeyi hiç arzulamamış olduğum bir tanesini bulmuştum. Altmış kilometre uzakta bir yerde gösteriliyordu. Onu görmeye gittim ve nefret ettim, ama bu bile hiçbir şey yapmamaktan daha iyiydi.
Don Juan’ın dünyasının etkisi altında değişmiştim. Öncelikle, onu tanıdığım andan başlayarak sıkılmaya zamanım olmamıştı. Bu bile kendi içinde yeterliydi benim için; don Juan, savaşçının dünyasını seçeceğimden emindi. Geri dönüp, arabamı don Juan’ın evine doğru sürmeye başladım.

“Peki, ya Los Angeles’a dönmeyi seçseydim ne olurdu?” diye sordum.
“Bu imkânsızdı,”dedi. “Öyle bi seçim var olmadı. Sana tüm gereken, tonalının, büyücülerin dünyasına katılmaya karar verdiğini anlamasına izin vermekti. Tonal, bu tür kararların, nagualın ülkesinde yer aldığını bilmez. Biz karar verdiğimizi düşündüğümüzde, anlayışımızın ötesinde bi şeylerin, karar dediğimiz o şeyin çerçevesini hazırlamış olduğunu kabul etmekten başka bi şey yapmıyoruzdur, yaptığımız tek şey rıza göstermekten ibaret olur.
“Savaşçının hayatında karara bağlanmamış yalnızca tek bi şey, tek bi konu yer alır: kişinin erk ve bilgi yolunda ne denli uzağa gidebileceği. Bu, açıkta kalmış bi konudur, hiç kimse sonuçları hakkında fikir yürütemez. Bi zamanlar sana savaşçının sahip olduğu tek özgürlüğün, “kusursuzcasına” ya da “bi enayi dümbeleği gibi” davranmak arasında seçim yapmak olduğunu söylemiştim. Kusursuzluk aslında özgür olan tek edimdir, bu nedenle de bi savaşçının tininin gerçek ölçüsüdür.”
Don Juan, çömez, büyücülerin dünyasına katılma kararını aldıktan sonra, öğretmeninin kendisine, pratik bir iş, günlük yaşamında yapması gereken bir görev verdiğini söyledi. Çömezin kişiliğine uygun biçimde tasarlandığını söylediği bu görev, çömezin dünya görüşünü sürekli biçimde etkileyeceği varsayılan, zorlama bir durummuş. Ben, bunu ciddi bir durumdan ziyade, hoş bir şaka olarak ele almıştım. Ne var, zaman geçtikçe bu konuda ciddi olmam gerektiğini anladım.

Cvp: 12- Büyücünün Stratejisi

“Çömez, büyücülük görevini tamamladıktan sonra başka bi yönerge için hazırdır,” diye sürdürdü don Juan. "O bi savaşçıdır, artık. Konu sen olduğunda, çömezliğin sona erdiği için, rüya görmeye yardımcı olacak üç teknik öğrettim, sana: yaşamın sıradanlığını kırma, erk tırısı ve yap-mama. Çok tutarlıydın doğrusu, çömezken de ahmaktın, savaşçıyken de ahmaktın. Sana söylediğim her şeyi, başına tüm gelenleri yazıp durdun da, sana nasıl anlattıysam öyle davranmayı bi türlü beceremedin. Erk bitkileriyle gümbürdetmem gerekti seni, yeniden.”
Bundan sonra, don Juan, dikkatimi, “rüya görme” den nasıl uzaklaştırdığını, adım adım açıkladı. Yap-mama adını verdiği, çözülmesinin çok güç olduğuna beni inandırdığı bu eylem, nesnelerin gölgeleri gibi genellikle ilgimizi çekmeyen şeyler üzerinde dikkatin yoğunlaştırılmasını gerektiren sezgisel bir oyundu. Don Juan’ın stratejisi, yap-mamaya bir gizlilik katarak, bunu ayrıca göstermeyi başarmaktı.
“Yap-mama, öbürleri gibi çok önemli bi teknikti ama en önemli konu değildi,” dedi. “Sen gizliliğine bayıldın onun. Peki, ya senin gibi bi boşboğaz nasıl sır tutacaktı, o da başka!”
Güldü ve ağzımı kapalı tutmak için ne zorluklar çektiğimi tahmin edebildiğini söyledi.
Yaşamın sıradanlığını kırma, erk tırısı ve yap-mamanın dünyayı algılamanın yeni yollarını oluşturmada yardımca olduklarını, savaşçının eylemlerine yepyeni olanaklar kattığını söyledi. Don Juan pratik ve farklı bir “rüya görme” âlemine ilişkin bilgilerinin, bu üç tekniğin kullanılmasıyla sağlanabileceği düşüncesindeydi.
“Rüya görme, büyücülerce tasarlanmış kullanışlı bi yardımcıdır,” dedi. “Adamlar aptal değildi; ne yaptıklarını biliyorlardı, tonallarını terbiye ederek bi an için naguala gidip dönmenin, başka bi deyişle, bi an için kendilerini bırakıp sonra yeniden yapışmanın yararını görmüşlerdi. ‘Yapışmak’, bu deyim senin için bi anlam taşımıyor, biliyorum. Ama senin hep yaptığın şeydi o: keçileri kaçırmadan kendini kapıp koyuvermek için kendini yetiştirmek. İşte, rüya görme de büyücülerin çabalarının doruğuna ulaşması, nagualın nihai kullanımıdır.”
Bana uygulattığı tüm yap-mama çalışmalarını, alışkanlıklarımı kesebilmem için günlük yaşamımda belirlediği rutin işleri ve beni erk tırısı yapmaya zorladığı tüm elverişli durumları sayıp döktü.
“Özetimin sonuna geliyoruz,” dedi. “Şimdi Genaro’dan söz etmemiz gerekiyor.”
Don Juan, don Genaro’yu gördüğüm gün çok önemli bir yoranın gerçekleştiğini söyledi. Ona olağandışı hiçbir şey görmediğimi söyledim. O gün birlikte, bir parkın sırasında oturmuş olduğumuzu anımsattı. Bana, daha önce hiç karşılaşmadığımı belirttiği bir dostunu bekleyeceğini söylemişti. Bu dost ortaya çıkınca hiçbir kuşkuya kapılmadan, büyük bir kalabalığın arasından onun beklenen adam olduğunu anlayabilmiştim. Bu, onlara, don Genaro’nun benim velinimetim olması gerektiğini gösteren kehanetti.
O söyleyince, orada öylece oturmuşken çevreme bakındığımı ve kısa boylu, sağlam yapılı, olağanüstü bir canlılık yayan, zarif ya da zevk sahibi bir insanın geldiğini gördüğümü anımsadım; tam parkın köşesinden dönüyordu. Şakayla karışık biçimde, don Juan’a arkadaşının gelmekte olduğunu, görünüşe bakılırsa onun da, hiç kuşkusuz bir büyücü olduğunu söylemiştim.
“Genaro, daha o günden itibaren sana neler yapılması gerektiğini önermeye başladı,” diye sürdürdü, don Juan. "Naguala giden yoldaki kılavuzun olarak sana kusursuz gösterilerde bulundu; bi nagual olarak sergilediği her bi uygulamada senin aklını hiçe sayıp onu sollayan yeni bi bilgi parçası aktardı sana. Dünya görüşünü parçaladı, ama sen bunun ayırdına varamadıydın o sıralar. Böylesi anlarda bile, sen, o erk bitkilerini aldığın zamanlardaki gibi davrandın—gerektiğinden fazlasını gereksindin. Nagualın birkaç saldırısı kişinin görüşünü bozmaya yeter; ama bugün bile, nagualın onca hücumlarının ardından bile, görüşün yara almışa benzemiyor. Ne tuhaf ki, senin en iyi yanın bu.
“Netice olarak, Genaro’nun işi seni naguala götürmekti. Ama burada garip bi soruyla karşılaşıyoruz. Naguala götürülen neydi?”
Gözlerinin bir devinimiyle soruyu yanıtlamaya yönlendirdi beni.
“Aklım mı?” diye sordum.
“Yo, akıl anlamsız kaçar bu bağlamda,” diye yanıtladı.
“Akıl, sığ ve esen sularından ayrıldığı anda şansını yitirir zaten.”
“Peki, temalım o halde,” dedim.
“Yo, tonal ve nagual özümüzün iki doğal parçasıdır,” dedi, sertçe “Birbirlerine götürülemezler.”
“Algılayışım mı?” diye sordum.
“Buldun işte!” diye bağırdı, sanki doğru yanıtı veren bir çocukmuşum gibi. “Ve şimdi de büyücülerin açıklamasına geliyoruz. Bunun pek bi şey açıklamayacağına ilişkin seni uyarmıştım—gene de...”
Sustu, pırıldayan gözleriyle bana baktı.
“Bu da bi başka büyücü numarası,’’dedi.
“Ne demek istedin? Ne kandırmacası,”diye sordum, hafif bir endişeyle.
“Büyücülerin açıklaması, elbet,” diye yanıtladı. “Bunu kendin de göreceksin. Neyse, biz devam edelim. Hepimizin bi baloncuğun içinde olduğumuzu söyler büyücüler. Doğum anımızda yerleştirildiğimiz bi baloncuktur, bu. Önceleri açıktır baloncuk, sonraları kapanmaya başlar ve mühürlenir. Bu baloncuk bizim algılamamızdır. Yaşamımızın tümünü bu baloncuk içinde geçiririz. Yuvarlak çeperlerinde kendi yansımamızı görürüz.”
Başını aşağı indirerek sorarcasına baktı. Kıkırdadı.
“Dalga geçiyorsun,” dedi. “Tam bu noktada bi soru sorman gerekirdi.”
Güldüm. Büyücülerin açıklaması hakkındaki uyarıları ve onun ürküntü veren farkındalığı sonunda beni derinden etkilemeye yeniden başlamıştı.
“Nasıl bir soru sormam gerekirdi, don Juan?” diye sordum.
“Eğer çeperlerde gördüğümüz kendi yansımamızsa, o takdirde yansıyan şey gerçeğin kendisi olmalıdır,” dedi gülerek.
“Gerçekten iyi bir nokta,” dedim, şaka yollu.
Mantığım bu saptamayı kolaylıkla izleyebiliyordu.
“Yansıyan şey bizim dünya görüşümüzdür,” dedi. “Bize doğum anımızda verilen bu görüş önce bi betimlemedir, tüm dikkatimiz onun tarafından çelinip de betimlemenin bi dünya görüşüne dönüşmesine dek de öyle kalır.
“Öğretmenin ödevi, bu görüşü yeniden düzenlemek, ışıldayan varlığı, velinimetin baloncuğu dışarıdan açacağı ana hazırlamaktır.”
Yine maksatlı bir suskunluğa dalıp, doğru dürüst bir soru ya da yorum getirme yetersizliği biçiminde nitelediği dikkatsizliğimle ilgili bir yorumda bulundu.
“Sorum ne olmalıydı?” diye sordum.
“Baloncuk, neden açılmalıdır?” diye yanıtladı.
Ben, “Bu iyi bir soru,” derken o kahkahalarla gülerek sırtımı tıpışlıyordu..
“Tabii, ya!” diye imledi. “Sana göre iyi bi soru olmalı, zira bu senin sorularından biri.
“Baloncuk, ışıldayan varlığın, bütünselliğine ilişkin bi fikir edinebilmesi amacıyla açılır,” diye sürdürdü. “Elbet biz buna sözün gelişi baloncuk diyoruz, ama bu sefer uygun da düşmüyor değil hani.
“Işıldayan varlığı bütünselliğine doğru yönlendirmek dikkat isteyen bi manevradır, onun için öğretmenin içeriden, velinimetin de dışarıdan çalışmasını gerektirir. Öğretmen dünya görüşünü yeniden düzenler. Bu görüşe tonal adası adını vermiştim. Bizi biz yapan her şeyin bu adanın üstünde olduğunu söylemiştim. Büyücülerin açıklamasına göre, bu tonal adası kimi öğelerin üzerinde odaklanmayı öğrenmiş olan algılamamız tarafından yapılmıştır; bu nesnelerin her biri ve tümü birlikte, bizim dünya görüşümüzü oluşturmaktadır. Çömezin algılaması söz konusu olduğunda, öğretmenin görevi tüm nesneleri, baloncuğun bi yarısında yeniden düzene sokmaktır. Sen artık şu anda, tonalı temizleme ve yeniden düzenlemenin, onun akıl taratmadaki tüm öğelerinin yeniden kümelendirilmesi olduğunu kavramışsındır. Benim ödevim senin sıradan görüşünü karıştırmaktı; ama parçalamak değildi bu, yalnızca yeniden akıl tarafında kümelenmesini sağlamaktı. Sen bunu, tanıdığım herkesten daha yetkin bi biçimde başardın.”
Kayanın üstünde imgesel bir daire çizdi, sonra bunu dikine bir çapla ikiye böldü. Öğretmenin ustalığının, çömezini, dünya görüşünü baloncuğun sağ yarısında yeniden kümelendirmeye zorlamak olduğunu söyledi.
“Neden sağ yarısı?” diye sordum.
“Orası, tonalın tarafıdır,” dedi. “Öğretmen kendini hep bu yöne doğru yöneltir, çömezine savaşçının yolunu tanıtırken onu mantıklı olmaya, ayıklığa, kişisel ve bedensel sağlamlığa doğru yönlendirir; öte yandan, çömezin baş edemeyeceği akıl almaz ama gene de gerçek birtakım durumları ona sunarken, aklının, hayret verici bi biçimde, yalnızca çok küçük bi alanı kavradığının ayırdına varmaya zorlar onu. Savaşçı, her şeyi mantığa vuramayacağını anladığında yenik düşmüş olur da, aklını güçlendirmek ve yenik aklını savunmak amacıyla olanca gücüyle çevresinde gördüğü her bi veriyi bi araya getirmeye başlar. Öğretmen de onu acımasızca dürtükleyerek, tüm dünya görüşünü tek bi yarım kürede toplamasına yardımca olur. Öteki, temizlenmiş yarım küre büyücülerin istenç dediği şeye ayrılmıştır.
“Öğretmenin görevinin, baloncuğun yarısını temizleyerek her şeyi tek bi yanda düzenlice toplamak olduğunu söylersek, bunu daha iyi açıklamış oluruz. Velinimetin göreviyse, baloncuğu, temizlenmiş tarafından açmaktır. Mühür bi kez kırılmaya görsün, savaşçı bi daha asla eskisi gibi olamaz. Bütünselliğinin yönetimi elindedir artık. Baloncuğun bi yarısı aklın, tonalın mutlak merkezidir. Öteki yarısı da istencin, nagualın mutlak merkezidir artık. Olması gereken düzen budur. Tüm öbür düzenlemeler anlamsızdır, boştur; doğamıza aykırıdır; zira onlar büyüsel mirasımızı yoksar ve bizi bi hiçe indirger.”
Don Juan ayağa kalktı, kollarını, sırtını gerdi, bir süre yürüyüp kaslarını gevşetti. Hava biraz soğumuştu.
“Sonuna geldik mi?” diye sordum.
“Neden, gösteri başlamadı bile daha!” diye ünleyerek güldü. “Bu yalnızca bi girişti.”
Sonra, gökyüzüne bakarak başının kayıtsız bir devinimiyle batıyı gösterdi.
“Bi saat içinde nagual burada olur,” diyerek güldü.
Yeniden oturdu.
“Bi tek meselemiz kaldı,” dedi. “Büyücüler buna ışıldayan varlıkların gizi adını verir, bizim algılayıcılımız da işte burada yatar. Biz insanlar da, tüm öteki ışıldayan varlıklar da algılayıcılaradır. Bu bizim baloncuğumuzdur, algı baloncuğu yani. Bizim hatamız, kabul edilebilir tek algının akıl süzgecinden geçen algı olduğuna inanmaktır. Büyücüler, aklın merkezlerden yalnızca biri olduğuna ve ona o kadar fazla güvenilmemesi gerektiğine inanırlar.
“Genaro’yla ben, algı baloncuğumuzun bütünselliğini oluşturan sekiz nokta hakkında bilgi vermiştik sana. Altı noktayı biliyorsun. Bugün, Genaro’yla ben baloncuğunu biraz daha temizleyeceğiz; böylece, geriye kalan o iki noktayı da öğrenebileceksin.”
Ansızın konuyu değiştirerek, don Genaro’yu yol kenarındaki kayanın tepesinde gördüğümüz andan başlayarak, önceki günle ilgili tüm algılamalarımı ayrıntılarıyla anlatmamı istedi benden. Ne bir yorumda bulundu, ne de sözümü kesti. Bitirdiğimde, bir gözlemimi de ekledim. Sabahleyin Nestor ve Pablito’yla konuşmuştum, onlar da benimkilere benzer algılamalarını anlatmışlardı. Oysa don Juan bana, nagualın yalnızca tanık olan kişinin gözlemleyebileceği bireysel bir deneyim olduğunu anlatmıştı. Önceki gün üç izleyici vardı, üçümüz de aşağı yukarı aynı şeylere tanık olmuştuk. Önemsiz farklılıklar da, tüm olayların belirli anlarına gösterdiğimiz değişik tepki ve duygulardı.
“Dün olanlar, sen, Nestor ve Pablito için yapılan bi nagual gösterisiydi. Ben onların velinimetiyim. Genaro ile ben üçünüzün de akıl merkezlerini iptal ettik. Genaro’nun ve benim, sizi tanık olduğunuz şeylere ilişkin fikir birliğine getirecek denli erkimiz var. Yıllar önce, sen ve ben bi gece birkaç çömezle birlikteydik. Ne var, tek başıma hepinizi aynı şeyi gördüğünüze inandıracak derecede erkim yoktu o zaman.”
Bir gün önceki olaylara ilişkin algıladıklarımı dinledikten sonra, bende “gördüklerini” de buna ekleyince, büyücülerin açıklamasına hazır olduğuma karar vermiş olduğunu söyledi. Pablito için de aynı şeyin geçerli olduğunu, ama Nestor hakkında tam karara varamadığını açıkladı.
"Büyücülerin açıklamasına hazır olmak başarılması zor bir iştir,” dedi don Juan. “Belki olmamalıydı, ama hâlâ, yaşam boyu süren dünya görüşümüz hakkında düşkünlük gösteriyoruz. Nestor, Pablito ve sen bu bakımdan birbirinize benziyorsunuz. Nestor utangaçlığının ve kederliliğinin ardına gizleniyor, Pablito dayanılmaz çekiciliğinin ardına, sen ise sözcüklerinle dalyaraklığının ardına sığınıyorsunuz. Tüm bu görüşler meydan okunamazmış gibi geliyor size; siz üçünüz bunları kullanmada direttikçe, baloncuklarınız tam anlamıyla temizlenemeyecek, büyücülerin açıklaması sizin için bi anlam taşımayacaktır.”
Uzun süredir aklımı şu büyücülerin ünlü açıklamasına takmış olduğumu, ama ne denli yaklaşırsam o derece uzaklaştığımı şaka yollu söyledim. Tam gülünç bir yorum bekliyordum ki lafı ağzımdan aldı.
“Şu büyücülerin açıklaması fos çıkmasın, sakın?” diye patlattı, kahkahalar arasında.
Sırtımı tıpışladı, neşeli bir olaya tanık olmuş bir çocuk gibi mutlu görünüyordu.
“Genaro kurallar konusunda aşırı titizdir,” dedi, sesinde güvence veren bir titremle. “Bu Allahın cezası açıklamada kafa karıştıran bi şey yok, ha! Bana kalsa yıllar önce vermiştim bile sana bunu. Kafanı fazlaca takmana gerek yok.” Yukarılara doğru bakarak gökyüzünü inceledi.
“Şimdi hazırsın,” dedi, ciddi ve tiyatrovari bir edayla. “Ama buradan ayrılmadan önce söylemem gereken son bi şey daha var: büyücülerin açıklamasının gizemi ya da gizi algının kanatlarını açmakta yatar.”
Elini not defterimin üzerine koydu, çalılığa gidip bedensel işlevlerimle ilgilenmemi, sonra da elbiselerimi çıkarıp bohça ederek, tam bulunduğumuz yere koymamı söyledi. Soru sorarcasına baktığımda çıplak olmam gerektiğini, ama ayakkabılarımla şapkamı çıkarmayabileceğimi ekledi.
Neden çıplak olmam gerektiğini öğrenmekte direttim. Don Juan gülerek bunun kişisel bir nedeni olduğunu ve kendimi o biçimde daha rahat hissedeceğimi söyledi. Dediğine bakılırsa böyle olmasını ben istemiştim. Açıklaması beni şaşkınlığa uğrattı. Bunun bir şaka olduğunu sandım, ya da bana anlattıklarına uygun bir biçimde dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu. Bunu niçin yaptığını sordum.
Yıllar önce, don Genaro, kendisi ve ben kuzey Meksika’nın dağlarındayken başıma gelen bir olayı anlatmaya başladı. O sırada, tek başına “aklın”, bu dünyadaki her şeyi açıklayamayacağını anlatıyorlardı. Don Genaro, bana yadsınamaz bir kanıt sunmak amacıyla, bir “nagual” olarak müthiş bir sıçrayış yapmış, altmış yetmiş kilometre uzaklıktaki tepelerin doruklarına doğru “uzatmıştı.” Don Juan o meseleyi ıskalamış olduğumu, “aklımın” ikna edilmesi açısından olayın başarısızlıkla sonuçlanıp, benim bedensel tepkim açısından tam bir hengâmeye dönüştüğünü söyledi.
Don Juan’ın sözünü ettiği bedensel tepkim bütün canlılığıyla zihnimde yaşıyordu. Don Genaro’nun gözlerimin önünde, yel üfürürmüşçesine yok olup gittiğini görmüştüm. Sıçraması, ya da her ne yaptıysa, üzerimde öylesine derin bir etki yaratmıştı ki, deviniminin bağırsaklarımda bir şeyleri söktüğünü duyumsamıştım. Dışkımı tutamamış, pislenen pantolonumla gömleğimi fırlatıp atmak zorunda kalmıştım. Duyduğum rahatsızlık ve utanç sınırsızdı; sadece başımdaki şapkayla trafiği yoğun bir otoyolda arabama varana dek çırılçıplak yürümüştüm. Don Juan böylesi bir durumda giysilerimi gene mahvetmemem için önlem almasını kendisinden istediğimi anımsattı.
Giysilerimi çıkarttıktan sonra, yüz metre kadar yürüyüp, aynı koyağa bakan genişçe bir kayanın yanına geldik. Aşağı bakmamı istedi. Kırk metrelik bir uçurum vardı. Sonra, içsel söyleşimi kesmemi, çevremizdeki sesleri dinlememi söyledi.
Bir süre sonra bir çakıl taşının kayalara çarpa çarpa uçurumun dibine doğru zıplayarak düştüğünü işittim. Çakıl taşının her zıplayışını inanılmaz bir berraklıkla işitebiliyordum. Sonra, bir çakıl taşının sesini, ardından bir çakıl taşının sesini daha işittim. Kafamı kaldırıp sol kulağımı sesin geldiği yere doğru tuttuğumda, dört beş metre uzağımızdaki bir kayanın tepesinde oturmuş olan don Genaro’yu gördüm. Çakıl taşlarını kayıtsızca fırlatıp durmaktaydı koyağın dibine.

Cvp: 12- Büyücünün Stratejisi

Ben onu görünce, don Genaro bağırıp kıkırdayarak, orada gizlenip kendisini bulmamı beklediğini söyledi. Tam bir şaşkınlık anı yaşadım. Don Juan ha bire, “aklımın” bu olaya davetli olmadığını, her şeyi denetimim altına alma biçimindeki kahrolası arzumu boşlamamı fısıldayıp duruyordu, kulağıma. “Nagual”ın yalnızca bana yönelik bir algı olduğunu, bu nedenle de Pablito’nun arabamın içindeki “nagual”ı görmediğini söyledi. Seslendirmediğim hislerimi okuyormuşçasına, her ne kadar “nagual”a yalnızca ben tanık olmaktaysam da, karşımdakinin, don Genaro’nun kendisi olduğunu ekledi.
Don Juan kolumdan tutarak neşeli bir şekilde, beni don Genaro’nun oturduğu yere götürdü. Don Genaro ayağa kalıp bana yaklaştı. Bedeninden yayılan ısıyı görebiliyordum, hayret verici bir kızartıydı bu. Yanıma gelerek, bana dokunmadan, ağzını sol kulağıma yaklaştırıp fısıldamaya başladı. Don Juan da öbür kulağıma fısıldamaya başlamıştı. Sesleri eşzamanlıydı. İkisi de aynı şeyleri yineliyorlardı. Korkmamam gerektiğini, uzun, güçlü telciklerim olduğunu, orada beni korumak için onların, tıpkı gözlerimin doğal “tonal” algılamasına kılavuzluk ettiği gibi, “nagual”ı algılamama kılavuzluk etmek amacıyla bulunduklarını söylediler. Telciklerimin tüm bedenimi sarmaladığını, onların yardımıyla her şeyi derhal sezebileceğimi, tek bir telciğin bile bulunduğumuz yerden koyağın dibine, ya da koyağın dibinden bulunduğumuz yere sıçramam için yeterli olacağını söylediler.
Fısıldadıkları her şeyi dinlemiştim. Her sözcük bana benzersiz bir kavramı çağrıştırıyormuş gibiydi. İşittiğim her şeyi hiç unutmaksızın, bir kasetçalar imiş imcesine yeniden dinleyebiliyordum. İkisi birden, koyağın dibine atlamamı istiyorlardı. Önce telciklerimi duyumsamalı, sonra da uçurumun dibine kadar uzanan bir telciği belirleyip onu izlememi söylediler. Onlar komutlarını verdikçe, ben de onların sözcüklerini uygun düşen duygularla gerçekten eşleştirebiliyordum. Bir kaşıntının her yanımı kapladığını, özellikle kendi başına belirlenemeyen, ama “uzun kaşıntı” biçiminde dile getirebileceğim tuhaf buduyum hissetmekteydim. Bedenimle koyağın dibini hissedebiliyordum, bu duyumu, bedenimin belirleyemediğim bir yerindeki bir kaşıntı gibi algılamıştım.
Don Juan’la don Genaro bu duygu boyunca kaymam için ha bire beni tava getirmeye çalışıyorlardı, ama bunun nasıl yapılacağını bilmiyordum. Sonra, yalnızca Genaro’nun sesini işittim.
Benimle birlikte atlayacağını söylüyordu;  beni yakaladı mı, itti mi, ya da kucakladı mı, bilemiyorum, benimle birlikte karanlık uçuruma atlayıverdi. Önce bedensel acıların en şiddetlisini duyumsadım. Sanki midem çiğneniyor ya da yutuluyordu. Acıyla zevkin öylesine bir karışımıydı, öylesine yoğun ve uzundu ki, yapabildiğim tek şey, ciğerlerim patlayıncaya dek bağırmak, bağırmak, bağırmak oldu. Bu duyum dindiğinde, birbirinden sökülemez birtakım kıvılcımlar, kara kütleler, ışık huzmeleri ve bulutumsu oluşumlar salkımı gördüm. Gözlerimin açık mı yoksa kapalı mı olduğunu, ya da gözlerimin nerede olduğunu, bırak gözlerimi, bedenimin bile nerede olduğunu bilemiyordum. Sonra, birincisi kadar şiddetli olmasa bile aynı bedensel acıyı duyumsadım, hemen ardından, uykudan uyanmışım hissine kapıldım; don Juan ve don Genaro’yla birlikte kayanın üstünde oturmaktaydık.
Don Juan gene çuvalladığımı, atlayışımı algılayışım karmaşıklıktan ibaret kalacaksa bunun bir yararı olmadığını söyledi. İkisi birden kulaklarıma, “nagual”ın tek başına yeterli olmayacağını, “tonal”la tavlanması gerektiğini defalarca fısıldadılar. İsteyerek atlamam ve edimimin ayırdında olmam gerektiğini anlattılar.
Korku değil, ama isteksizliğim yüzünden duraladım. Kararsızlığımı, bedenimin sanki bir sarkaç imişçesine bir sağa bir sola sallanması şeklinde hissettim. Ardından, yabansı bir hava beni sarmaladı ve tüm cismaniyetimle atladım. Atlayışa geçer geçmez düşünmek istediysem de, başaramadım. Bir sisin içinden bakıyormuşçasına, daracık koyağın çeperlerini, uçurumun dibindeki sivri taş çıkıntılarını gördüm. İnişimi, bir zaman akışı içinde cereyan ediyormuşçasına sezgileyememiştim, onun yerine, dipte yere varmışlık duyumunu taşıyordum; çevremdeki küçük bir dairenin içinde yer alan kayaların tüm özelliklerini ayırt edebiliyordum. Görüşümün göz seviyesinde tek yönlü ve stereoskopik olmadığını, düzlem şeklinde ve üç yüz altmış dereceyi kapsadığını fark ettim. Bir süre sonra paniğe kapıldım, bir şey beni yoyo gibi yukarıya doğru çekti.
Don Juan’la don Genaro, beni birçok kez atlattılar. Don Juan her atlayışımın ardından, suskunluğumu ve isteksizliğimi kırmam için uğraşıyordu. Büyücülerin “nagual”ı kullanmalarındaki gizin algılamada olduğunu, bu atlama uygulamasının bir algılama alıştırmasından başka bir şey olmadığını ve bunun yalnızca yetkin bir “tonal” gibi, koyağın dibinde ne olduğunu algılayabildiğim takdirde sona ereceğini birçok kez yineledi.
Bir an, akıl almaz bir duyuma kapıldım. Don Juan ve don Genaro’yla birlikte koyağın tepesinde durmakta olduğumun, onların kulaklarıma ha bire fısıldadıklarının son derece ve ayık bir biçimde farkındaydım ki, birden kendimi koyağın dibine bakarken buldum. Her şey kesinlikle doğaldı. Hava neredeyse kararmak üzereydi, ama gündelik yaşamımda olduğu gibi, her şeyi tanıyabilecek kadar aydınlıktı. Yuvarlanan bir taşın gürültüsünü duyduğum sırada bir çalılığa bakmaktaydım. Büyükçe bir kayanın, koyağın dibine, tam benim üzerime doğru yuvarlandığını gördüm. Bir an için, onu atanın don Genaro olduğunu da gördüm. Tam bir paniğe kapılmıştım ki, kayanın tepesindeki yerime çekiliverdim. Etrafıma baktım; don Genaro görünürlerde yoktu. Don Juan gülmeye başladı, don Genaro’nun benim iğrenç kokuma dayanamayıp gittiğini söyledi. O anda, her yanımın pislik içinde olduğunu utançla ayrımsadım. Don Juan giysilerimi çıkarmamı isterken, haklıymış meğer. Yakınlardaki bir pınara gittik; don Juan, şapkamı kullanarak üzerime boşalttığı sularla beni bir atı yıkarcasına yıkadı. Pantolonumu kurtarmış olduğuma ilişkin şen şatır şakalar yaptı.

Cvp: 12- Büyücünün Stratejisi

.