1

Konu: 5- Öğretiler-5

Don Juan ara sıra, aklına geldikçe Datura bitkimin ne durumda olduğunu sorardı. Kökü yeniden dikişimden beri geçen bir yıl içinde, bitki kocaman bir fidan olup çıkmıştı. Tohum vermiş ve tohum zarları kurumuştu. Don Juan da şeytan otuna ilişkin yeni bilgiler edinmenin zamanı geldiğine karar verdi.
17 Ocak 1963, Pazar
Bugün don Juan bana Datura kökünün “ikinci bölümü”ne ilişkin ilk bilgileri verdi—bu geleneğin öğrenimindeki ikinci adım imiş bu. Gerçek öğrenimin, kökün ikinci bölümüyle başladığını söyledi don Juan; bu bölümün yanında birinci bölüm çocuk oyunu gibi kalırmış. İyice ustalaşmak gerekirmiş bu ikinci bölümde; en azından yirmi kez falan yutulması gerekirmiş. Ancak bundan sonra üçüncü adıma geçilebilirmiş. Sordum, “Bu ikinci bölüm ne yapar?”
“Şeytan otunun ikinci bölümü görmek için kullanılır.
Onunla, insan yükseklere uçar ve istediği yerde ne olup bitiyor, görür.”
“Sahiden insan havada uçabilir mi, don Juan?”
“Tabii uçar. Demiştim ya, şeytan otu erk arayanlar içindir. İkinci bölümde ustalaşan kimse, daha fazla erk kazanmak amacıyla akla hayale gelmedik şeyler yapmakta kullanabilir şeytan otunu.”
“Nasıl şeyler, don Juan?”
“Söyleyemem. Herkes için farklıdır bu.”
28 Ocak 1963, Pazartesi
Don Juan şunları söyledi: “İkinci bölümü başarıyla tamamlarsan, yalnızca bi adım daha gösterebilirim sana. Ben şeytan otunu öğrenirken anladım ki bana göre bi şey değilmiş; ben de daha fazla izlemedim bu öğrenim yolunu.”
“Neden bıraktın, don Juan?”
“Her kullanmak isteyişimde şeytan otu, az kalsın, öldürecekti beni. Bi kezinde ölüyorum sanmıştım. Ama gene de bütün o acılardan kaçınabilirdim.”
“Nasıl? Acıları gidermek için özel bir yöntem mi var?” “Evet, var bi yol.”
“Bir formül mü var, bir şey mi yapılıyor?” “Bırakmamak, asılmak diye bi yol var. Örneğin, ben şeytan otunu öğrenirken öyle istekliydim ki! Çocuklar tuttukları şekeri bırakmazlar ya, ben de öyle tutuyordum her şeyi! Şeytan otu, milyonlarca yoldan bi tanesidir yalnızca. Zaten neyi alırsan al, milyonlarca şeyin içinden seçmiş olursun onu (un camino entre cantidades de caminos). O nedenle, bi yola salt bi yol olarak bakmayı unutma sakın! Tuttuğun bi yolu bırakmak istersen, bırak gitsin; hiçbi şey bağlamasın seni orda kalmaya! Bu türden bi açıklığa kavuşmak için düzenceli bi yaşam sürmelisin. İşte ancak o zaman bi yolun yalnızca herhangi bi yol olduğunu anlayabilirsin; yüreğini dinleyip yolu bırakmakla ne kendine ne de başkalarına yüzkarası getirmiş olmayacağını bilirsin. Ama bi yolda kalma ya da ondan cayma kararını, korkunun ya da doymazlığın etkisiyle verme. Uyarıyorum seni. Bütün yolları araştır, incele. İstediğin kadar dene onları. Sonra da şu tek soruyu sor kendine; ama yalnızca kendine... Ancak çok yaşlı birisinin sorabileceği bi sorudur bu. Ben gençken velinimetim bi gün bana bunu anlatmıştı; ama kanımın kaynadığı o dönemlerde pek anlamamıştım ne dediğini. Şimdi anlıyorum. Sana da söyleyeyim: bu yolda yürek var mıdır? Tüm yollar özdeştir; bi yere götürmezler. Çalılıklardan geçen ya da çalılıklara götüren yollar. Diyebilirim ki kendi yaşamımda çok uzun yollardan geçtim; ama bi yere varmış değilim. Velinimetimin sorusu anlam taşıyor şimdi. Bu yolda yürek vardır, öbüründe yoktur. Birinde eğlenceli, sevinç dolu bi yolculuk yaparsın; üstünde yürüdükçe onunla bir olursun. Öbürü seni doğduğuna pişman ettirir. Biri sana güç verir, öbürü köreltir.”
18 Nisan 1963, Pazar
16 Nisan Salı akşamı, don Juan’la Datura bitkilerinin bulunduğu tepelere çıktık. Kendisini orada yalnız başına bırakmamı ve oralarda beklememi istedi. Üç saat kadar sonra elinde kırmızı beze sarılı bir şeylerle döndü. Eve dönerken bohçayı gösterip, içindekilerin, bana vereceği son armağan olduğunu söyledi.
Bunun, artık bana bir şey öğretmeyeceği anlamına mı geldiğini sordum. O da açıklayarak benim yetişmiş bir bitkimin olduğunu ve onun bitkilerine gereksinmemin kalmadığını söyledi.
Akşama doğru odasında oturmuştuk; pırıl pırıl bir havan getirdi. Havanın iç çapı 15 santimetre kadardı. Büyük bir bohçayı açıp içinden birkaç ufak demet çıkardı. İkisini ayırıp yerde serili hasırın üzerine, yanı başına koydu. Sonra da eve getirdiği bohçadan aynı boyda dört demet çıkardı. Bunların tohum olduğunu söyledi ve ince toz haline gelene dek havanda dövmemi istedi. İlk bohçayı açarak içindekilerden birazını havana boşalttı. Yanık şeker renginde yuvarlak, kupkuru tohumlardı bunlar.
Havanelini alıp dövmeye başladım; çok geçmeden don Juan düzeltti beni. Havanelini önce havanın bir yanına bastırmamı ve kaydırarak karşı yana doğru sürmemi söyledi. Tohumları ne yapacağını sordum. Bu konuda konuşmak istemedi.
İlk kez tohumları öğütmek çok zor geldi. Dört saat sürdü işi bitirmem. Oturuş biçimimden ötürü sırtım ağrımıştı. Yere uzanıverdim; oracıkta uyumak istiyordum. Ama don Juan öbür bohçayı açarak bir parçasını havana boşaltıverdi. Bu tohumlar, deminkilerden az daha koyuca renkteydi, ve topak topaktı. Bohçada kalan şeyler toz durumundaydı; ufacık yuvarlak koyu renkli parçacıklar...
Karnım acıkmıştı; ama don Juan, öğrenmek istiyorsam, kurallara uymam gerektiğini söyledi. İkinci bölümün gizlerini öğrenirken yalnızca biraz su içebilirmişim kurallara göre.
Üçüncü bohçadaysa bir avuç canlı, kara renkli buğday biti vardı; sonuncu bohçadan da taze, ak renkli, lapamsı yumuşaklıkta tohumlar çıktı. Ama yumuşak görünümlerine karşın lifliydiler; ince kıvamlı bir hamur durumuna getirebilmem çok zor olmuştu bunları. Ama don Juan böyle istemişti. Dört bohçanın içindekileri ezme işi bitince, don Juan yeşilimtırak bir sudan iki fincan doldurarak bir güvece boşalttı; güveci ateşe koydu. Su kaynar kaynamaz ilk öğüttüğüm tohum tozunu içine boşalttı. Deri kesesinde taşıdığı uzun, sivri uçlu bir tahta ya da kemikle karıştırmaya başladı. Su gene kaynayınca, hazırladığımız öbür şeyleri birer birer, aynı yolu izleyerek, koydu. Sonra aynı sudan bir fincan daha ekledi. Hafif ateşte yavaş yavaş kaynamaya bıraktı.
Artık kökü ezme zamanının geldiğini bildirdi. Eve getirdiği bohçadan özenle uzun bir Datura kökü çıkardı. Aşağı yukarı kırk santimetrelik bir köktü bu. Kalındı; on iki on üç santimetre çapında... Bunun, ikinci bölüm olduğunu, henüz kendi kökü olduğu için bu ikinci bölümü de kendisinin ölçtüğünü söyledi. Gelecek kez şeytan otu içerken kendi kökümü kendim ölçmem gerekecekmiş.
Koskoca havanı önüme itti; ben de tıpkı onun ilk bölümü ezdiği gibi ezmeye başladım. Ben ezerken o, ne yapacağımı anımsatıyordu. Bu yeni kök hamuruna da su döküp gece serinliğinde kurumaya bıraktık. Bu sırada güveçte kaynamakta olan bulamaç iyice katılaşmıştı. Don Juan güveci ateşten indirip bir fileye yerleştirdi; fileyi odanın tavanındaki bir kirişe astı.
On yedi Nisan günü sabah saat sekiz sularında don Juan’la birlikte kök özünü suyla süzmeye koyulduk. Açık, güneşli bir gündü; don Juan bunu, şeytan otunun beni sevmesine yordu. Beni gördükçe, şeytan otunun ona nasıl kötü davrandığını anımsadığını söyledi.
Kök özünün süzülmesi de tıpkı birinci bölümdeki gibi oluyordu. Akşama doğru üst suyunu sekizinci kez döktükten sonra bir kaşık dolusu sarımtırak bir madde kaldı kabın dibinde.
Don Juan’ın odasına döndük; orada daha açılmamış iki torba duruyordu. Birini açarak elini içine daldırıp torbanın ağzını öbür eliyle bileğinin çevresinde büzdü. Torbanın içindeki elinin duruşundan bir şey tuttuğunu çıkarabiliyordum. Birden torbayı elinden, bir eldiven gibi, ters yüz edip sıyırı verdi. Elini yüzüme uzattı. Bir kertenkele tutuyordu. On santimetre kadar yaklaştırdı hayvanın başını gözlerime. Ağzında bir tuhaflık vardı kertenkelenin. Bir iki saniye baktım; irkilerek geriye fırlayıverdim. Kertenkelenin ağzı kaba ilmiklerle dikilmişti. Don Juan kertenkeleyi sol elimle tutmamı buyurdu. Yakaladım. Avucumu ite ite kıvranıyordu. İçim bulanmıştı. Ellerim terlemeye başladı.
Sonuncu torbayı alarak, ve aynı hareketleri yaparak bir
kertenkele daha çıkardı. Onu da yüzüme tuttu. Baktım; gözkapakları birbirine dikilmişti. Bu kertenkeleyi de sağ elimle tutmamı buyurdu.
Bayılacak duruma gelmiştim. İkisini de yere atıp ordan kaçmak için dayanılmaz bir istek duyuyordum.
“Sıkma hayvancağızları!” dedi don Juan; hiç olmazsa sesi beni rahatlatmış ve yönlendirmişti. Neyim olduğunu sordu. Ciddi görünmeye çalışıyordu ama dayanamayıp gülmeye başladı. Parmaklarımı gevşetmeye çalışıyorduysam da ellerim sırılsıklam tere battığından kertenkeleler kaya kaya kurtulmaya çabalıyorlardı. Küçük keskin pençeleriyle elerimi tırmalamaları; sonsuz bir tiksinti ve sıkıntıya boğuyordu beni. Gözlerimi kapadım, dişlerimi sıktım. Kertenkelelerden biri bileğime tırmanmaya başlamıştı bile; başını hızla bir çekiverse, elimden kurtulacaktı. Bedensel bakımdan tuhaf bir umutsuzluk, dayanılmaz bir tedirginlik duygusuna kapılmıştım. Dişlerimin arasından don Juan’a homurdanarak bu uğursuz şeyleri benden almasını söyledim. Başım, elimde olmayarak, sallanmaya başlamıştı. Don Juan şaşkın şaşkın gözlemekteydi beni. Ayı gibi homurdanıyor, kıvranıyordum. Don Juan kertenkeleleri torbalarına koyarak gülmeye başladı. Ben de gülmeye çalıştım, ama midem sancıyordu. Yere çöktüm. Beni en çok, kertenkelelerin pençeleriyle avuçlarımı tırmalamalarının etkilediğini anlattım ona. O da, eğer öğrenim için gerekli kararlılık ve erekten yoksunsa, bir insanı çıldırtacak çok şeyin bulunduğunu; ama duyguların, kesin ve eğilmez amaçları olan bir insan için engel olamayacağını; çünkü böyle bir insanın duygularını denetim altında tutabileceğini söyledi.
Don Juan biraz bekledi ve aynı hareketleri yaparak kertenkeleleri gene avuçlarımın içine yerleştirdi. Başlarını yukarıya doğru tutarak okşar gibi şakaklarıma sürecekmişim; bunu yaparken de onlara bilmek istediğim ne varsa sorabilirmişim.
Ne yapmamı istediğini pek anlamamıştım. Kendi kendime sorup yanıtlayamadığım ne varsa kertenkelelere sorabileceğimi yineledi. Birkaç tane de örnek verdi: günlük yaşamımda görmediğim kimselere ilişkin sorular sorabilirmişim; yitirilmiş nesnelerin nerede bulunabileceğini, görmediğim yerlerle ilgili sorular falan sorabilirmişim. Sonunda kehanetten söz ettiğini çakmıştım. Yüreğim oynamış, güm güm vuruyordu. Soluk alamıyordum.
Beni uyararak bu işin başlangıcında kişisel sorunlarımı sormamamı söyledi. Kendi dışımdaki konularla ilgili sorular sormamı öğütledi. Çabucak ve açıkça düşünmeliymişim, yoksa düşüncelerimi geri çeviremezmişim.
Çılgınlar gibi bilmek istediğim bir şey düşünmeye çabaladım. Don Juan beni zorlayıp duruyor, ama her nedense bir türlü kertenkelelere “sormak” istediğim bir şey düşünemiyordum.
Sıkıntılı bir süreden sonra aklıma bir şey gelmişti. Bir zamanlar bir kitaplıkta çok sayıda kitap çalınmıştı. Kişisel bir sorun değildi bu, ama gene de merak ediyordum. Kitapları alan kimse ya da kimselerin kimler olabileceğine ilişkin hiç bir önyargım yoktu. Kertenkeleleri şakaklarıma sürterek hırsızların kim olduğunu sordum.
Bir süre sonra don Juan kertenkeleleri torbalarına koyup, köklerle ve bulamaçlarla ilgili açıklanacak pek çok öyle derin gizler bulunmadığını söyledi. Bulamaç, yönlendirirmiş; kökler de her şeyi apaçık gösterirmiş. Asıl hikmet kertenkelelerdeymiş. İkinci bölümdeki bütün büyülerin gizleri onlarda saklıymış. Bunlar özel bir kertenkele türü müdür, diye sordum. Öyleymiş. İnsanın kendi bitkisinin çevresinden gelmeleri gerekirmiş; onlarla arkadaş olmak gerekirmiş. Arkadaşlık kurana dek de uzun süre tımar edilmeliymişler. Onları iyi besleyerek kurulabilirmiş bu arkadaşlık.
Bu arkadaşlığın neden bu denli önem taşıdığını sordum. O da bu kertenkelelerin kendilerini ancak iyi tanıdıkları kimselere yakalattırdıklarını, şeytan otunu ciddiye alan bir kimsenin kertenkeleleri de ciddiye alması gerektiğini anlattı. Kertenkelelerin, bulamaçla kökün hazır edilişinden sonra yakalanmalarının bir kural olduğunu belirtti. Öğleden sonra geç saatlerde yakalamalıymış onları. Kertenkelelerle dostluk kuramayan kimselerin günlerce uğraştıkları halde onları yakalayamayacaklarını, oysa bulamacın bir günden fazla dayanmayacağını da ekledi. Ardından da kertenkeleler yakalandıktan sonra neler yapılacağına ilişkin uzun uzadıya bilgiler verdi.
“Kertenkeleleri yakaladıktan sonra onları torbalara koymalısın. Sonra birisini alıp onunla konuşursun. Onu incittiğin için özür dilersin; sana yardımcı olması için yalvarırsın. Bi tahta iğneyle ağzını dikersin. Dikiş için agavenin liflerinden iplik, bi choya dikeninden de iğne yaparsın. İlmikleri gergin tutarsın. Sonra öbür kertenkeleye de aynı şeyleri söylersin ve gözkapaklarını birbirine dikersin. Gece olana dek bitirirsin bu işleri. Ağzı dikili kertenkeleyi alır ve ona neyi bilmek istediğini söylersin. Gidip senin adına görmesini istersin. Gördüklerini başka kimselere anlatmasın da hemen geri dönsün diye ağzını diktiğini anlatırsın. Kertenkelenin başına biraz bulamaç sürersin; sonra bulamacın içine koyarsın. O debelenip durur bulamaçta. Sonra alır yere koyarsın. Senin için uğurlu olan yöne doğru giderse, büyük başarıyla sonuçlanır; ters yönde giderse başarısız olur. Kertenkele sana doğru (güneye) yürürse, kısmetin olağanüstü biçimde açık sayılır; ama senin bulunduğun yerden uzağa doğru (kuzeye) yönelirse, büyük sıkıntılarla karşılaşacaksın demektir. Ölmen bile olasıdır! Bu nedenle, baktın ki senden uzağa doğru gitmekte... En iyisi bırakmaktır bu işi. Hemen! Hemen o anda karar vermelisin büyüyü bozmaya. Bozarsan, kertenkelelere söz geçirme erkini yitirirsin, ama ölmekten iyidir bu. Öte yandan, bu uyarıma karşın büyüyü sürdürürsen, o zaman da öbür kertenkeleyi alır, kız kardeşinin öyküsünü dinlemesini ve sana anlatmasını söylersin.”
Ağzı dikilmiş bir kertenkele nasıl olur da gördüklerini anlatabilir? Konuşmasını engellemez mi dikili ağız?”
“Ağzının dikili oluşu, öyküsünü yabancılara anlatmasını önler. Herkes kertenkelelerin konuşkan olduğunu bilir; her yerde durup konuşur bu hayvanlar. Her neyse, önce başının arkasına biraz bulamaç sürersin. Sonra da şakağına sürersin. Ama dikkatli ol, alnının ortasına bulaşmasın bulamaç. Öğreniminin başlangıcında kertenkeleyi bi sicimle ortasından bağlayıp sağ omzuna asarsın. Böylece yitirmemiş ve incitmemiş olursun kertenkeleyi. Ama ilerleyip de şeytan otunun gücüyle iyice tanıştıktan sonra kertenkeleler buyruklarını dinlemeyi öğrenirler, omzunda tünerler. Kertenkelenin başındaki bulamacı sağ şakağına sürdükten sonra iki elinin parmaklarını bulamaca sokarsın; önce şakaklarına, sonra da yüzünün iki yanma sürmeye başlarsın. Bulamaç çabucak kurur; sen bikaç kat sıvarsın yüzünü bulamaçla.
Ama her kezinde önce kertenkelenin başına sürersin, sonra parmaklarını kullanırsın. Görmeye giden kertenkele, eninde sonunda döner ve yolculuğunu kız kardeşine anlatır. Kör kertenkele de dinlediklerini sana, seninle türdeş imişçesine, aktarır. Büyü bitince, kertenkeleyi yere bırakırsın gitsin diye. Ama nereye gittiğine bakmalısın. Ellerinle derin bi çukur açarsın; kullandığın her şeyi oraya gömersin.”
Saat altı sularında don Juan kök özünü kabından sıyırıp yassı bir şist parçasının üzerine koydu. Sarımtırak nişastamsı bir görünümü vardı ve bir çay kaşığından azdı. Yarısını alıp bir fincana koydu, üzerine sarımtırak bir su döktü. Fincanı sallaya sallaya özün suda çözülmesini sağladı. Fincanı bana uzatarak içmemi söyledi. Tatsız bir şeydi ama az bir acılık bıraktı ağzımda. Su çok sıcak olduğundan ağzım yanmıştı. Bir ara yürek vuruşlarım hızlandı, ama çok geçmeden gene gevşedim.
Don Juan içinde bulamaç bulunan öbür kabı aldı. Bulamaç katılaşmışa benziyordu; parlak bir yüzeyi vardı. Parmağımı bastırmaya çalıştım kabuğuna; bunu gören don Juan fırlayarak geldi elimi çekti. Çok tedirgin olmuştu. Bunu yapmamın çok düşüncesizce bir hareket olduğunu, gerçekten öğrenmek istiyorsam dikkatsizlikten vazgeçmem gerektiğini söyledi. Bulamacı göstererek, onun bir erk olduğunu ve hiç kimsenin onun ne tür bir erk olduğunu bilemeyeceğini anlattı; ancak insan olduğumuza göre bunu yapmadan edemediğimizi, ama hiç olmazsa ona yaraşan saygıyı göstermemiz gerektiğini belirtti. Yulaf unundan yapılmışa benziyordu karışım. Bu kıvamı bulması için epey nişasta olması gerekti içinde. Don Juan, kertenkele torbalarını getirmemi istedi. Ağzı dikili kertenkeleyi çıkararak özenle bana verdi. Kertenkeleyi sol elime vermişti; parmağımla bir parça bulamaç alıp kertenkelenin başına sürmemi söyleyerek, dediğini yaptım. Don Juan, şimdi de, kertenkeleyi kaba sokarak tüm gövdesini bulamaçlamamı istedi.
Sonra da kertenkeleyi kaptan çıkarmamı söyledi. Kabı alıp, evinden pek uzak olmayan kayalık bir yere götürdü beni. Büyücek bir kayayı göstererek, o kaya sanki benim Datura bitkim imiş gibi, önünde durmamı, kertenkeleyi yüzüme doğru tutarak ona bilmek istediğim şeyi sormamı, gidip yanıtını bulması için ona yalvarmamı söyledi. Kendisini rahatsız ettiğim için kertenkeleden özür dilememi ve karşılığında bütün kertenkelelere karşı sevecence davranacağıma ilişkin söz vermemi istedi. Sonra onu sol elimin, daha önce bir yara açmış olduğu, yüzükparmağımla ortaparmağım arasında tutmamı; ve o kayanın çevresinde, daha önceleri şeytan otunu ikinci kez diktiğim zaman yaptığım gibi, dans ederek dolanmamı buyurdu. O zaman yaptığım her şeyi anımsayıp anımsamadığımı sordu. Ben de anımsadığımı söyledim. Her şeyi tıpkısı tıpkısına yinelemeliymişim; eğer anımsayamazsam, her şey zihnimde apaçık olana dek beklemeliymişim. İyice düşünmeden çabucak yapıverirsem bunları, sonumun kötü olacağını büyük bir ciddiyetle açıkladı. En son iş de ağzı dikili kertenkeleyi yere bırakmak ve ne yöne gittiğine bakmakmış. Bu deneyimin sonucunu böyle anlayabilirmişim; çünkü insanın dikkatini dağıtır da sıvışıverirmiş bu kertenkeleler.
Henüz hava kararmamıştı. Don Juan göğe baktı. “Seni yalnız bırakacağım,” dedi ve yürüyüp gitti.
Bütün anlattıklarını uyguladım ve kertenkeleyi yere bıraktım. Kertenkele, bıraktığım yerde hareketsiz duruyordu. Sonra bana baktı ve doğudaki kayalıklara doğru seğirterek kayboldu gitti.
Kayanın dibine oturdum bitkime bakarcasına. Derin bir tasa sarmıştı benliğimi. Ağzı dikili kertenkeleyi düşündüm. Onun bu yabansı yolculuğunu, gitmeden önce bana öyle bakışını düşündüm. Korkutucu, tedirgin edici düşüncelerdi bunlar. Kendimi kertenkelenin yerine koyuyor, bir başka yabansı yolculuğa çıkıyordum. Ola ki benim yazgım, salt, görmekti; o anda gördüğümü hiçbir zaman anlatamayacağımı sezmiştim. Artık iyice kararmıştı hava. Önümüzdeki kayaları zor seçebiliyordum. Don Juan’ın sözlerini anımsadım: “Gün ışığı— iki dünya arasındaki o yarık!”
Uzunca bir duraksamadan sonra yapmam gereken şeyleri yapmaya başladım. Bulamaç, yulaf unundan yapılmış gibi görünüyorsa da, dokununca, başka bir kıvamdaydı. Çok ince ve soğuk bir krem gibiydi. Tuhaf, keskin bir kokusu vardı. Değdiği yerde bir serinlik bırakıyor, hemen kuruyuveriyordu. Şakaklarımı on bir kez ovaladım. Herhangi bir etkisini hissetmedim. Sezgi ya da duygularımdaki en küçük değişiklikleri bile dikkatle izlemeye çalışıyordum, ama ne beklediğimi ben de bilmiyordum. Gerçekten bu duyumsamamın niteliğini kavrayamıyor, ipuçları arayıp duruyordum.
Şakaklarımdaki bulamaç kurumuş, pul pul soyulmaya başlamıştı. Biraz daha sürmeye başlıyordum ki, baktım Japonlar gibi topuklarımın üzerinde oturmuşum. Hem de uzun bir süreden beri durumumu değiştirmeden. Yerdeki tümsek duvarımsı bir şeyin üzerinde oturmakta olduğumun farkına varmam için epey zaman geçmişti. Bunun tuğladan yapılmış olduğunu sanmıştım, ama inceleyince, taştan olduğunu gördüm.
Bu geçiş iyice sarsmıştı beni. Öyle ansızın olmuştu ki, izleyebilmem olanaksızdı. Bir düşteymişim gibi, gördüklerimin Öğelerini dağınık biçimde algılayabiliyordum. Ne var ki, bütünü oluşturan parçalar değişmiyordu. Öylece kalıyorlardı; onları yakalayıp teker teker inceleyebiliyordum. Peyote yuttuğum zamanlar olduğu gibi çok açık ve gerçek bir biçimde değildi gördüklerim. Biraz sisli, okşayıcı, süslü bir nitelikleri vardı. Kalkıp kalkamayacağımı bilemiyordum; derken, baktım, bir başka yerdeyim. Bir merdivenin başında duruyor dum; H. de, bir kız arkadaşım, alt yanda duruyor. Ateşli gözlerle bakmakta. Delice bir parıltı var gözlerinde. Çığlığımsı bir kahkaha attı. Korkmuştum. H. merdivenden çıkmaya başladı. Saklanmak için kaçmak istedim; çünkü “bir zamanlar gene sapıtmıştı.” Bu düşünce gelmişti aklıma. Bir sütunun arkasına saklandım, beni görmeden geçti ordan. “Şimdi de uzun bir yolculuğa çıkıyor” düşüncesi geldi aklıma bu kez. Anımsadığım son düşünce de şuydu: “Her sapıtışında önce böyle güler.”
Birden sahne iyice belirginleşti; düşe benzer yanı yoktu artık. Olağan bir sahneydi gördüğüm, ama pencere camının ardından izliyordum onu sanki. Sütunlardan birine dokunayım dedimse de hareket edemediğimi anladım. Gene de, sahneyi dilediğim kadar izleyebileceğimi bilmekteydim. Olanların içindeydim ama onlardan bir parça değildim.
Ussal düşünceler ve tezler üşüştü başıma. Kanımca olağan ve ayık bir bilinçlilik durumundaydım. Her öğe, benim olağan süreçlerimde olduğu gibiydi. Gene de bunun olağan bir durum olmadığını biliyordum.
Sahne birden değişiverdi. Gece vaktiydi. Bir binanın girişindeydim. Binanın içindeki karanlık, bir önceki sahnede havanın güneşli, açık ve güzel olduğunu anımsattı bana. Ama o zaman bana öyle doğal gözükmüştü ki, farkına bile varmamıştım. Şu anda gördüklerimi inceledikçe, genç bir adamın sırtındaki torbayla bir odadan çıkmakta olduğunu bulguladım. Birkaç kez görmüştüm bu kimseyi, ama tanımıyordum. Yanımdan geçip merdivenlerden indi. O sırada kuruntularımı, ussal ikilemlerimi unutmuştum. “Kim bu herif?” diye düşündüm. “Ne diye görüyorum onu?”
Sahne gene değişti; şimdi de o adamı, kitapları bozarken, kimi yapraklarını kesip yapıştırırken, kimi işaretleri silerken falan görüyordum. Sonra baktım, kitapları düzgün bir biçim de bir sandığa yerleştirmekte... Üst üste konulmuş birkaç sandık vardı. Burası, adamın odası falan değil, bir ambardı. Başka imgeler takıldı kafama, ama pek belirgin değildi bunlar. Sahne bulandı, başım dönmeye başladı. Don Juan omzumu sarsarak uyandırdı beni. Kalkmama yardım etti. Birlikte evinin yolunu tuttuk. Bulamacı şakaklarıma sürmemle uyanmam arasında üç buçuk saat geçmişti. Ancak gördüklerim on dakika içine sığmıştı. Oldukça iyi hissediyordum kendimi. Yalnızca açtım ve uyumak istiyordum.

Cvp: 5- Öğretiler-5

21 Nisan 1963, Pazar
Don Juan dün gece bu son deneyimlerimi anlatmamı istemişti; ama konuşamayacak denli uykum vardı. Düşüncelerimi toparlayamıyordum. Bugün, uyanır uyanmaz, gene istedi anlatmamı.
Anlattıklarım bitince, “Bu H. adlı kızın sapıtmış olduğunu kim söyledi sana?” diye sordu.
“Kimse söylemedi. Yalnızca aklıma gelen düşüncelerden biriydi bu.”
“Bunları kendi düşüncelerin sanıyorsun değil mi?”
Bunların kendi düşüncelerim olduğunu, ancak H .’nın hastalığını nereden çıkardığımı anlayamadığımı söyledim. Tuhaf düşüncelerdi bunlar. Öyle, yoktan gelivermişlerdi aklıma. Don Juan yüzüme bakarak şöyle bir süzdü beni. Dediklerime inanıp inanmadığını sordum; o da gülerek hareketlerimde dikkatsizliğin zaten benim huyum olduğunu söyledi.
“Ne yanlışlık yaptım, don Juan?”
“Kertenkeleleri dinlemen gerekirdi.”
“Nasıl dinleyecektim?”
“Omzundaki küçük kertenkele, kız kardeşinin gördüğü
şeylerin hepsini anlatıyordu sana. Sana sesleniyordu. Her şeyi anlatıyordu sana, ama senin dinlediğin falan yoktu. Kertenkelenin sözlerini kendi düşüncelerin sandın.”
“Ama benim kendi düşüncelerimdi onlar, don Juan!”
“Değildi. Büyünün içyüzü böyledir işte. Dinlemek gerekir bu görünen şeyleri, onlara bakıp izlemek yerine. Aynısı bana da olmuştu. Tam seni uyaracaktım ki, velinimetimin beni bu konuda uyarmadığını anımsadım.”
“Senin deneyimin de benimki gibi mi olmuştu, don Juan?”
“Hayır. Benimkisi cehennem yolculuğuna benzemişti. Az kalsın ölüyordum.”
“Nasıl olmuştu?”
“Belki beğenmemişti şeytan otu beni; belki de sormak istediğim şey yeterince açık değildi kafamda! Senin dünkü sorundaki gibi. Kitaplara ilişkin soruyu sorduğunda, ola ki o kızı geçirmiştin aklından.”
“Anımsamıyorum.”
“Hiç yanılmaz kertenkeleler; aklından geçirdiğin her şeyi soru sanırlar. Kertenkele dönüp sana H.’yla ilgili, kimsenin anlayamayacağı şeyler anlattı. Sen bile anlayamazsın; çünkü aklından neler geçirdiğini bilmezsin ki!”
“Ya gördüğüm öbür şey?”
“O soruyu sorduğunda, düşüncelerin dinginmiş demek. İşte bu büyü öyle yapılır; açık, dingin bi zihinle.”
“Yani o kızla ilgili gördüklerimi önemsememem mi gerekir?”
“Nasıl önemsersin ki? Kertenkeleciğin hangi soruları yanıtladığını bilmeden?”
“Yalnızca bir soru sorulduğunda kertenkele daha açık olarak mı yanıtlar?”
“Evet, öyle. Tek bi düşünceyi sürekli olarak tutabilirsen aklında...”
“Ama o tek düşünce yalın bir düşünce değilse, ne yaparsın o zaman, don Juan?”
“Düşünceyi değiştirmeden sürdürebilirsen, başka şeylere atlamazsan, o zaman açıkça anlar kertenkelecikler seni; sen de onların yanıtlarını açıkça anlarsın.”
“Görülen şeyler sürdüğü sırada kertenkelelere daha başka sorular da sorulabilir mi?”
“Hayır. Kertenkelenin anlattıklarına bakmak içindir bu görülen şeyler. Onun için, bakılacak değil de dinlenecek şeylerdir bu görüntüler, demiştim sana. Kişisel olmayan konuları ele almanı o nedenle söylemiştim sana. Genellikle, soru, insanlarla ilgiliyse onlara dokunmak, onlarla konuşmak özlemin öylesine güçlü olur ki, kertenkele susar ve büyü bozulur. Seni kişisel olarak ilgilendiren şeyleri görmeye çalışmadan önce şu anda öğrendiklerinden çok daha fazlasını bilmen gerekecektir. Gelecek kez daha dikkatle dinle. Kertenkeleler, eminim, sana çok, pek çok şey anlatmışlardır; ne var, sen dinlemiyordun.”
19 Nisan 1963, Cuma
“Bulamaç yapmak için öğüttüğüm şeyler nelerdir, don Juan?
“Şeytan otu tohumlarıyla, tohumlarla yaşayan kimi buğday bitçikleri. Her birinden birer avuç...” Ne kadar konulacağını belirtmek için sağ avucunu gösterdi.
Bunlardan birini tek başına alırsak ne olur, diye sordum. O da, böyle bir şeyin şeytan otuyla kertenkelelere karşı çıkmak olacağını anlattı. “Aman karşına alma kertenkeleleri,” diye ekledi, “O zaman, ertesi günü akşam geç vakitte bitkinin bulunduğu yere gitmen gerekir. Bütün kertenkelelere seslenip sana yardım eden iki kertenkelenin ortaya çıkmalarını dilersin. Her yanı ararsın ortalık iyice kararana dek. Onları bulamazsan, ertesi akşam sil baştan ararsın. Yeterince güçlüysen ikisini de bulursun. O zaman hemen yersin onları, hemen oracıkta. Bilinmezi görme yetisine kavuşursun böylece, hem de sürekli olarak. Bu büyüyü yapmak için kertenkele falan yakalaman gerekmeyecek bi daha. Ondan sonra, yaşamlarını senin içinde sürdürürler.”
“Yalnızca bir tanesini bulursan ne olur?”
“Yalnızca bi tanesini bulursan, oradan ayrılırken bırakırsın onu. İlk gün bulursan onu, nasıl olsa öbürünü de yarın yakalarım deyip, sakın götürme yanında! Aranızdaki dostluğu bozar bu hareket.”
“Ya hiç bulamazsam onları?”
“En iyisi de budur zaten senin için. Her büyü yapışında iki kertenkele yakalaman gerektiğini gösterir bu; bi de senin bağımsızlığını belirtir.”
“Nasıl bağımsız yani?”
“Şeytan otuna köle olmuyorsun demektir bu. Kertenkeleler senin içinde yaşasalardı, şeytan otu bırakmazdı yakanı hiçbi zaman.”
“E, kötü mü yani bu?”
“Elbette kötüdür. Senin başka her şeyle olan ilişkini kopartır. Yaşamın boyunca onu dost olarak yetiştirmen, ona bakman gerekir. Öyle avucunun içine alır seni. Onun egemenliği altında tek bi yol kalır sana; o da onun yoludur.”
“Ya ölmüşlerse bu kertenkeleler?”
“Birini ya da her ikisini ölü olarak bulursan, bi süre büyü yapmaman gerekir. Bi süre uzak durursun.
“Başka diyecek bi şey kalmadı. Kuralları anlattım sana. Bu büyüyü kendi başına her uygulayışında, bitkinin önünde oturduğun zaman sana öğrettiğim bütün şeyleri dikkatlice yaparsın. Bi şey daha var. Büyü tamamlanana dek yemek içmek yok.”

Cvp: 5- Öğretiler-5

Konu ile ilgili sorularınızı yeni başlık açabilirsiniz.