1

Konu: 7- Öğretiler-7

Dumanın karışımına giren maddeleri toplamak, hazırlamak bütün yılı kapsayan bir süreçti. Birinci yıl don Juan bu süreci öğretti. 1962 yılının Aralık ayında, yani ikinci yılın başında, yeni bir dönem başlarken, don Juan, yalnızca kılavuzluk yaptı; hammaddeleri kendim topladım, kendim hazırladım, ve ertesi yıla kadar bekletmek için bir yere kaldırdım.
1963 yılının Aralık ayında üçüncü dönem başlıyordu. O zaman don Juan bir yıl önce toplayıp kurutarak hazırladığım maddeleri nasıl karıştıracağımı gösterdi. Duman harmanını küçük bir deri keseye koyarak, ertesi yıl için gerekli şeyleri toplamaya koyulduk.
Don Juan, iki toplama dönemi arasında geçen bir yıllık süre içinde çok az sözünü etmişti “küçük duman”ın. Gene de, ona her gidişimde, tutmam için piposunu bana veriyor, pipoyla “yakınlık kurma” sürecim onun belirttiği biçimde gelişiyordu. Pipoyu bana azar azar tutturuyordu her kezinde. Bunu yaparken kesin ve titiz bir dikkatle davranmamı istiyor, uzun uzadıya açıklamalarda bulunuyordu. Pipoyu tutarken yapacağım herhangi bir beceriksizliğin eninde sonunda onun ya da benim ölümümüze neden olacağını anımsatıyordu.
Üçüncü dönem başındaki toplama ve hazırlama işi biter bitmez don Juan, bir yılı aşkın bir zamandan beri ilk kez, bir dost olarak dumanı anlatmaya başladı.
23 Aralık 1963, Pazartesi
Harmana katılan kimi sarı çiçekleri derledikten sonra arabamla eve dönmekteydik. Gerekli bir katkı maddesiymiş bunlar. Bu yıl bitkileri toplarken, geçen yılki sıranın tıpkısını izlemediğimizi söyledim ona. Güldü ve dumanın şeytan otu gibi küseğen olmadığını, böyle ufak tefek şeylere aldırmadığını söyledi. “Bitkileri devşirme sırası bir önem taşımaz duman için; harmanı kullanan kimsede aradığı şeyler duyarlılıktır, kesinliktir,” dedi.
Don Juan’a, hazırlayıp saklamak için bana verdiği karışımla ne yapacağımızı sordum. Onun, artık benim olduğunu, çok yakında onu kullanacağımı söyledi. Her kezinde ne kadarını kullanacağımı sordum. Bana verdiği kesecikte, küçük boy bir tütün kesesinin alacağı miktarın üç katı kadar karışım bulunuyordu. Kesenin içindekileri bir yıl boyunca kullanmam gerektiğini, her içişte istediğim kadar tüttürebileceğimi belirtti.
Kesemdekilerin hepsini bitirmezsem ne olacağını sordum. Don Juan hiçbir şey olmayacağını, dumanın hiçbir şey istemediğini söyledi. Kendisi artık dumanı kullanmadığı halde her yıl yeni bir karışım yapıyormuş. Sonra düzelterek seyrek olarak tüttürdüğünü söyledi. Artan karışımı ne yaptığını sordum. Ama yanıt alamadım. Bir yıl içinde kullanılmayan karışımın bir işe yaramadığını yineledi.
Bu noktada uzun uzadıya bir tartışmaya geçtik. Ben tam istediğim gibi soramıyordum sorularımı; onun verdiği yanıtlar da aklımı iyice karıştırıyordu. Ben ona karışımın bir yıl sonra sanrılandırıcı özelliklerini ya da erkini yitirip yitirmeyeceğini; yitiriyorsa, o nedenle mi her yıl yeniden hazırlandığını soruyordum. Oysa o, karışımın erkini hiçbir zaman yitirmeyeceğinde dayatıp duruyordu. Ancak bir kimse yeni karışımı hazırlayınca, eskisine gerek kalmazmış o zaman. Belirli bir yöntemle atması gerekirmiş eski karışımı. İşin bu yanını da o anda açıklamak istememişti.
24 Aralık 1963, Salı
“Don Juan, artık duman tüttürmen gerekmiyor demiştin, değil mi?”
“Evet, duman, benim dostum olduğundan, artık tüttürmem gerekmiyor. Her zaman, her yerde çağırabilirim onu.”
“Yani tütürmesen bile sana geliyor, öyle mi?”
“Özgürce gidebiliyorum ona, yani.”
“Ben de o duruma gelecek miyim acaba?”
“Onun dostluğunu kazanmayı başarırsan, sen de o duruma gelirsin.”
31 Aralık 1963, Salı
26 Aralık Perşembe günü don Juan’ın dostu olan dumanla ilk deneyimimi yaptım. Bütün gün don Juan’ı arabamla oraya buraya götürmüş birçok angaryalarını yapmıştım. Akşama doğru eve döndük. Bütün gün bir şey yemediğimizden söz açtım. Onun aldırdığı falan yoktu buna; yanıt olarak dumanla tanışmamın çok önem taşıdığını anlatmaya başladı. Onun ne denli önemli bir dost olduğunu kavrayabilmem için muhakkak denemem gerektiğini belirtti.
Bana bir şey deme fırsatı bile vermeden, hemen piposunu benim için ateşleyeceğini söyledi. Hazır olmadığımı ileri sürerek onu caydırmaya çalıştım. Pipoyu yeterince uzun bir süre tutmuş olmadığımı falan söyledim; gene de öğrenmem için çok bir zaman kalmadığını söyleyerek çok kısa bir süre içinde pipoyu kullanmam gerektiğinde diretti. Pipoyu kesesinden çıkararak okşamaya başladı. Yanı başına çökerek önleyemediğim bir bela gibi hastalanmayı, bayılmayı göze alıp ne olursa olsun diyerek bu kaçınılmaz işi başımdan savmış olmak için istediğini yapmaya razı oldum.
Oda oldukça karanlıktı. Don Juan gaz lambasını yakıp bir köşeye yerleşmişti. Genellikle bu lamba odayı huzurlu bir loşluğa bürürdü, sarımtırak ışığı bana bir rahatlık verirdi. Ama bu kez, çok donuktu ışık; eskisinden daha kızıldı. Pek yüreklendirici bir durum değildi bu. Don Juan, karışımın bulunduğu keseyi, ipini boynundan çıkarmaksızın, açtı. Pipoyu kendisine yaklaştırıp gömleğinin altına soktu; piponun ağzına karışımdan biraz koydu. Bu süreci izlememi isteyerek, bir parça karışım saçılsa bile, bunun, gömleğinin içinde kalacağını belirtti.
Don Juan pipo ağzının dörtte üçünü doldurdu. Sonra pipoyu bir eliyle tutarak öbür eliyle keseyi bağladı. Küçük bir kil tabak alarak bana verdi. Dışarda yanmakta olan ateşten birkaç ufak parça kor kömür getirmemi istedi. Evin arka bahçesine gidip kerpiç ocaktan birkaç korlaşmış kömür parçası alıp içeriye koştum. Çok mu çok kaygılıydım. Önceden sezmekteydim sanki başıma gelecekleri.
Don Juan’ın yanına oturarak tabağı ona uzattım. Kömürlere bakarak onların çok iri olduğunu söyledi. Piponun ağzına sığabilecek denli ufak parçalar gerekmiş. Gene gidip ocaktan ufak parçalar aldım. Yeni getirdiğim tabağı alıp önüne koydu. Bacaklarını altına almış, bağdaş kurarak oturuyordu. Göz ucuyla bana bakarak eğildi, eğildi; neredeyse yanan kömürlere değecekti çenesi. Pipoyu sol elinde tutarken, sağ eliyle son derece hızlı bir hareket yaparak yanan kömürlerden birisini aldığı gibi piponun ağzına koyuverdi. Sonra gene dik oturarak, ve pipoyu iki eliyle tutarak ağzına yerleştirdi, üç nefes çekti. Kollarını bana uzatarak pipoyu iki elimle alıp içmemi kesin bir biçimde fısıldayarak söyledi.
Pipoyu aldım, ama az kalsın düşürüyordum. Öyle sıcaktı ki! Büyük bir dikkatle ağzıma yerleştirdim.Dudaklarımı yakacağından korkuyordum. Ama ağızlığı sıcak değildi.
Don Juan dumanı içime çekmemi istedi. Duman ağzıma akıp orada dolaşmaya başladı. Çok yoğundu! Ağzıma hamur tıkılmış gibiydi. Gerçi o güne dek ağzıma hamur falan tıkılmış değildi, ama bu benzetmeyi çok doğal bulmuştum. Duman, naneliymiş gibiydi, ağzımın içi sopsoğuk kesiliverdi. Serinlemiş, tazelenmiştim. “Gene! Gene!” diye fısıldadığını işittim don Juan’ın. Duman bedenimin her yanma sızmaktaydı sanki. Artık don Juan’ın bir şey demesine gerek kalmadan çekip durdum dumanı.
Don Juan birden eğilip pipoyu elimden çekti. Kömür tabağına hafifçe vurarak küllerini boşalttı. Sonra parmağını ağzında ıslatıp pipo ağzının içine soktu; döndüre döndüre pipo yu temizledi. Ağızlığından birkaç kez üfledi. Sonra kılıfına soktu pipoyu. Hareketlerini ilgiyle izlemekteydim.
Pipoyu temizleyip kaldırdıktan sonra bana baktı; işte o anda tüm bedenimin uyuşmuş, sanki mentollenmiş olduğunu kavradım. Yüzüm ağırlaşmıştı, çenelerim ağrıyordu. Ağzımın içi kupkuruydu, yanıyordu. Ne var ki, susamış değildim. Tepemde tuhaf bir sıcaklık vardı. Soğuk bir sıcaklık! Her soluk verişimde soluğum burun deliklerimi ve üst dudağımı keser gibi geliyordu. Ama yanma hissi yerine buz değdirmenin verdiği bir acı duyuyordum.
Don Juan sağ yanıma oturdu; hareketsiz durarak elini pipo kılıfının üzerine, kuvvetlice bastırırcasına, koydu. Ellerim ağırlaşmıştı. Kollarım omuzlarımı çekercesine sarkmıştı. Burnum akmaktaydı. Elimin tersiyle burnumu sildim, tüm yüz kaslarım döküldü! Eriyordum! Kaslarım gerçekten eriyor sanıyordum. Ayağa fırlayıp bir şeylere tutunmak, ne olursa olsun, kendime bir destek aramak istedim. Hiç bilmediğim bir korku içindeydim. Odanın ortasındaki direğe sarıldım. Bir an öyle kaldım, sonra dönüp don Juan’a baktım. Hâlâ piposunu tutarak hareketsiz oturuyor, bana bakıyordu.
Soluğum dayanılmaz bir sıcaklıktaydı (yoksa soğuklukta mıydı?) Boğuluyordum. Başımı öne eğip direğe yaslamak istedim. Ama ıskalamış olacağım ki başım öne doğru düşmeye başladı. Tam yere çarparken durdum. Kendimi toparlayıp başımı kaldırdım. Direk, gözlerimin önünde durmaktaydı! Gene yaslamak istedim başımı direğe. Bu kez kendimi kontrol ederek, bilinçli olarak gözlerimi açık tutup başımı eğdim, ve alnımla direğe dayanmaya çalıştım. Gözlerimle direk arasında beş altı santimetre ya var ya yoktu. Ama başımı direğe dayar dayamaz direğin içinden geçip gittiğimi görmeyeyim mi!
Umutsuzcasına ussal bir açıklama aramaya çalıştım ve gözlerimin, derinliği bozuk olarak algıladığı yargısına var dım. Burnumun ucundaymış gibi görmeme karşın, üç metre ötemdeydi herhalde direk. Ardında da direğin yerini tam olarak saptamak için usa mantığa uygun bir yol düşündüm. Direğin çevresinde kısa adımlarla yan yan yürümeye başladım. Direğin çevresini bu biçimde dolaşmakla çapı olsa olsa bir buçuk metrelik bir daire çizmiş olacaktım. Direk gerçekten üç metre ötemdeyse, ya da ulaşamayacağım bir uzaklıktaysa, arkamın direğe dönük olacağı bir an gelecekti. O zaman, direk arkamda kalacağı için, onu göremeyeceğimden emindim.
Sonra başladım direğin çevresindeki yürüyüşüme; ama ben yürüdükçe direk gözlerimin önünde kalmaktaydı. Öfkeye kapılarak iki elimle sarıldım direğe. Ama ne göreyim ki! İki elim de direğin içinden geçmesin mi! Direği değil, havayı tutuyordum. Direkle aramdaki uzaklığı iyice ölçmeye çalıştım. Bir metre kadardı. Yani gözlerim onu bir metre uzaktaymış gibi algılıyordu. Başımı bir yandan bir yana sallayarak, gözlerimi teker teker önce direğe sonra da arka plandaki eşyalara odaklayarak derinliği algılayışımla oynadım bir süre. Direğin bir metre kadar önümde olduğuna kesinlikle emindim. Başımı korumak amacıyla kollarımı uzatıp olanca gücümle öne atıldım. Gene aynı şey—direğin içinden geçip gitmiştim. Bu kez kendimi yerde buldum. Gene kalktım. Bu kalkış belki de o gece yaptığım en olağandışı hareket olmuştu. Kendimi düşünerek kaldırmıştım! Kalkmak için her zaman yapmaya alışık olduğum biçimde kaslarımı ve iskelet yapımı kullanmamıştım. Çünkü bunları kontrol edemiyordum artık. Yere çarptığım anda anlamıştım bunu. Ne var, direğe öyle takmıştım ki kafamı, bir tür tepki hareketiyle “kendimi düşünerek kaldırdım”. Ve hareket edemediğim gerçeği daha kafama dank etmeden, ayaktaydım.
Don Juan’a yardım etmesi için seslendim. Bir ara çılgın gibi avazım çıktığınca bağırdım; ama don Juan kımıldamadı bile. Yan yan bana bakıyor, başını benden yana çevirmek istemiyordu sanki. Ona doğru bir adım attım; ama ona doğru ilerleyeceğim yerde sendeleyerek arkaya yıkıldım, duvara çarptım. Sırtımı duvara çarptığımı biliyordum ama duvar sert gelmiyordu bana. Yumuşak, süngerimsi bir nesnenin içinde asılıp kalmışa benziyordum. Bu nesne, duvardı. Kollarım yana doğru açılmış tüm bedenimle, yavaş yavaş duvarın içine batıyordum. Don Juan hâlâ bana bakıyor ama bana yardım etmek için bir şey yapmıyordu. Canımı dişime takıp bedenimi duvardan sökmeye çabaladım; oysa daha da derinlere batmama yaramıştı bu devinmelerim. Duvarın yüzümü kapladığını farkederek tanımsız bir korkuya kapıldım. Gözlerimi kapamak istedim; ne var ki, apaçık kaldılar.
Başka neler oldu, anımsamıyorum. Birden don Juan’ı gördüm az önümde. Öbür odadaydık. Masasını ve yanmakta olan kil sobasını gördüm. Göz ucuyla evin önündeki parmaklığı bile fark edebiliyordum. Her şeyi apaçık görüyordum. Don Juan gaz lambasını getirmiş tavanın ortasındaki kirişe asmıştı. Yana doğru bakmak istedim; ancak gözlerim yalnızca öne bakıyor, sağa sola dönmüyordu. Bedenimin hiçbir yanını hissedemiyor, ayırt edemiyordum. Soluk alıp verişlerim çok yavaştı. Ama düşüncelerim son derece berraktı. Gözümün önünde olup biten her şeyin bilincindeydi. Don Juan bana doğru ilerledi; o anda zihnimdeki berraklık kalmamıştı. Don Juan bana yaklaştı—ondan nefret ettim. Parçalamak istiyordum onu. O anda öldürebilirdim onu; ama hareket edemiyordum. Önce başımda hafif bir basınç hissettim, ama çabuk geçti bu. Yalnız bir şey kalmıştı—don Juan’a karşı içimden taşan bir öfke. On-on beş santimetre kadar önümde görmekteydim onu. Kollarını, bacaklarını koparmak için tutuşuyordum. Homurdanıyor olmalıydım. İçim katılmaya başlamıştı. Don Juan’ın sesini işittim. Bir şeyler söylüyordu bana. Yumuşak ve okşayıcı bir sesle... Mutluluğum sonsuzdu. İyice yaklaşarak İspanyolca bir ninni söylemeye başladı:
“Oy sevgili Santa Ana, Bebeği ağlatmasana! Yitirmiş elmasını
Sana verem bi tane, Ona ver yarısını.
(Senora Santa Ana, porqııe Hora el nino? Por una maniana que se le perdido.
Yo le dare una. Yo le dare dos.
Una para el nino y otra para vos.)
Bir ılıklık kapladı her yanımı. Yürek ılıklığı, duygu ılıklığıydı bu. Don Juan’ın sözleri neler anımsatıyordu bana! Unutulmuş çocukluk anılarımı...
Daha önce hissettiğim öfke uçup gitmişti. Onun yerine şimdi bir özlem, sevinç dolu bir yakınlık duyuyordum don Juan’a. Don Juan uyumaya çalışmamı söyledi; şu anda bedenim yokmuş, ve ne istersem olabilirmişim. Don Juan geriledi. Onun önünde duruyormuş gibi, gözlerim normal bir seviyedeydi. Kollarını bana doğru uzatarak onların içine girmemi söyledi.
Ben mi ilerledim yoksa o mu yaklaştı, bilemiyorum. Elleri yüzümün, gözlerimin üzerindeydi; ama bir şey hissetmiyordum. “Bağrımın içine gir,” dediğini işittim. Onun içinde kayboluyorum sandım. Duvarın süngerimsi yumuşaklığını hissetim bir kez daha.
Sonra, yalnızca bakmamı ve görmemi buyuran sesini işitebildim. Artık onu göremiyordum. Kızıl bir ortam içinde yanıp sönen kıvılcımlar görebildiğime göre gözlerimin açık olması gerekirdi. Gözkapaklarım kapalıyken ışığa bakar gibi bir şey. Sonra düşünceler gene başladı. Birbirini tutmayan sahneler beliriyor, sonra yitiveriyordu. İmgelerin üst üste geldiği, değişiverdiği hızlı bir düşte olduğu gibi... Sonra, düşüncelerin sayısı, keskinliği azalmaya başladı. Çok geçmeden hepsi kayboldu. Sevecenlik ve mutluluk duygularına bıraktı yerini. Ne biçimleri ne de ışığı birbirinden ayırt edemiyordum. Birden yukarıya doğru çekildiğimi hissettim. Evet, kaldırılmaktaydım. Özgürdüm artık; olağanüstü bir hafiflik ve hızla suda, havada dolaşıp duruyordum. Bir yılanbalığı gibi yüzüyor, istersem yukarıya istersem aşağıya doğru süzülüyordum. Çevremi soğuk bir yelin sardığını farkettim; yüzen bir tüy gibi dalgalara bıraktım kendimi—ileri geri, aşağılara, aşağılara, aşağılara.

Cvp: 7- Öğretiler-7

28 Aralık 1963, Cumartesi
Dün, akşama doğru uyandım. Don Juan iki güne yakın mışıl mışıl uyumakta olduğumu söyledi. Başım çatlayacakmış gibi ağrıyordu. Biraz su içeyim dedim, midem altüst oldu. Yorgundum, bitkindim. Yemekten sonra gene yatıp uyudum.
Bugün çok iyi hissediyordum kendimi. Don Juan’la, küçük dumanla ilgili deneyimimden söz açtık. Her zaman olduğu gibi başımdan geçenleri ayrıntılı olarak dinlemek isteyeceğini düşünerek, izlenimlerimi anlatmaya başladım. Ama lafımı keserek bunun gereksiz olduğunu belirtti. Gerçekte bir şey yapmadan uykuya dalmış olduğumu, o nedenle konuşacak bir şey bulunmadığını söyledi.
“Ama bütün o başıma gelenler? Önemsiz mi yani bunlar?” diye uzattım.
“Evet, önemsiz. Hele bi gezmeyi öğren de, o zaman konuşuruz; nesnelerin içine girmeyi bi öğren de...”
“Gerçekten ‘girilir’mi nesnelerin içine?”
“Anımsamıyor musun? Duvarın içine girdin, duvarın
içinden geçtin.”
“Usumu yitirdim galiba.”
“Yok canım!”
“Sen de ilk içişinde benim gibi mi yapmıştın, don Juan?”
“Yoo! Benimkisi farklı olmuştu. Karakterlerimiz farklı çünkü.”
“Seninkisi nasıl olmuştu?”
Don Juan yanıt vermedi. Sorumu yineledim. O da anımsamadığını; sorumun bir balıkçıya ilk balığı çektiği zaman neler duyumsadığını sormaya benzediğini söyledi.
Dumanın eşsiz bir dost olduğunu söyleyince, ben de Mescalito’yu da eşsiz diye nitelendirdiğini anımsattım. O da, ikisinin de eşsiz olduğunu ama niteliklerinin değişik olduğunu ileri sürdü.
“Mescalito insana bi şeyler söyler, onun edimlerine kılavuzluk eder; bu bakımdan bi koruyucudur o,” dedi. “Mescalito doğru yaşam biçimini öğretir. İnsanın dışında bi varlık olduğu için de onu görebilirsin. Oysa, duman, bi dosttur. Kendi varlığını sana hiç göstermeden seni kılıktan kılığa sokar ve sana erk verir. Onunla konuşamazsın. Ama bilirsin onun var olduğunu; çünkü bedenini alır götürür, havalarda uçurur seni. Ne var ki, onu göremezsin. Gene de oradadır o; düşe sığmaz şeyler yapabilmeni sağlayan erki verir sana—örneğin bedenini alıp götürmesi gibi...”
“Gerçekten, bedenimi yitirdiğimi sanmıştım, don Juan.”
“Yitirmiştin.”
“Yani bedenim yok muydu o zaman diyorsun?”
“Ya sen kendin ne diyorsun?”
“E, ne bileyim! Ancak duyumsadıklarımı bilebiliyorum.”
“Gerçeklikte de önemli olan budur—neler duyumsadığın.”
“Ama, sen nasıl görüyordun beni, don Juan? Nasıl görünüyordum sana?”
“Seni nasıl gördüğüm önemsiz. Direği yakaladığın zaman olduğu gibi... Sanki orda direk yokmuş gibi gelmişti sana da, direğin çevresinde dolanmıştın onun varlığını kanıtlamak için, hani.”
“Ama sen beni şimdi olduğum gibi görüyordun, değil mi?”
“Hayır! Şimdi olduğun gibi DEĞİLDİN!”
“Doğru! Değildim. Ama, bana yokmuş gibi gelmesine karşın bedenim vardı, değil mi?”
“Yoktu! Allahın belası! Bugün olduğu gibi bi bedenin yoktu o zaman!”
“Bedenim neredeydi o zaman?”
“Anladığını sanmıştım. Dumancık alıp götürmüştü bedenini.”
“Ama nereye götürmüştü?”
“Ulan, ne bileyim ben nereye götürdüğünü?”
“Ussal” bir açıklama elde etmeye direnmem boşunaydı. Tartışmak ya da aptalca sorular sormak istemediğimi; ama bedenimi yitirmiş olabileceğim düşüncesini varsaymakla tüm ussallığımı yitireceğimden korktuğumu söyledim ona.
O da, her zamanki gibi durumu abarttığını; dumancık yüzünden ne o zaman, ne de ilerde hiçbir şey yitirmiş olmayacağımı belirtti.
28 Ocak 1964, Salı
Don Juan’a, her isteyene duman kullandırtmanın doğru olup olmayacağını sordum.
İçerlemişcesine, dumanın kılavuzsuz içilemeyeceği, her isteyene duman vermenin o kimseleri öldürmekle bir olacağı yanıtını verdi. Don Juan'dan bunu açıklamasını istedim. O da, o anda orada diri ve onunla konuşur durumda bulunuşumu, onun beni geri getirişine borçlu olduğumu söyledi. Bedenimi eski durumuna getirmişmiş. O olmasaymış, kendime gelmem olanaksızmış.
“Bedenimi eski durumuna nasıl getirdin, don Juan?”
“Sonra öğrenirsin bunu; ama o zaman kendi başına yapacaksın bu işi. İşte bu nedenle, ben daha buralardayken, elinden geldiğince çok şey öğrenmeni istiyorum. Saçma sapan sorularınla yeterince zaman yitirdin. Ama ola ki dumancıkla ilgili her şeyi öğrenmek yoktur yazgında.”
“O zaman ne yaparım?”
“Öğreneceğini öğretsin bakalım duman sana...”
“Duman da mı öğretir?”
“Elbet öğretir.”
“Mescalito gibi mi öğretir?”
“Hayır, Mescalito gibi öğretmez. Aynı şeyleri göstermezler.”
“Pekâlâ, neleri öğretir duman?”
“Verdiği erki nasıl kullanacağını öğretir; bunu öğrenmek için de biçok kez içmen gerekir onu.”
“Çok ürkünç bu senin dostun, don Juan, hiç böyle bir şeye rastlamamıştım. Usumu yitiriyordum, az kalsın.”
Her nedense bu imge aklımdan hiç çıkmıyordu. Bu deneyimimi birkaç kez öbür sanrılanma deneyimlerimle karşılaştırmaya çalışmış ve yalnızca şu sonuca varmıştım: bu duman insana usunu yitirtiyordu.
Don Juan bu görüşümü beğenmiyor, duyumsadığım şeyin, dumanın düşlere sığmaz erki olduğunu söylüyordu. Bu erki yönetebilmek için kişinin sağlıklı, güçlü bir yaşam sürdürmesi gerekirmiş. Bu sağlıklı, güçlü yaşam zorunluluğu yalnızca hazırlık döneminde değil, deneyimleri geçirdikten sonra da gerekliymiş. Duman öyle güçlüymüş ki, kişinin bu gücü taşıyabilmesi için kendisinin de pek güçlü olması gerekiyormuş; yoksa adamın bu yük altında ezilip gitmesi işten bile değilmiş.
Dumanın herkesi aynı biçimde etkileyip etkilemediğini sordum. Dumanın insanda bir değişim yarattığını, ancak kimi insanlarda bu değişikliğin olmadığını söyledi.
“O halde, dumanın bende değişim yaratmasının özel bir nedeni mi var?” diye sordum.
“Kanımca çok saçma bi soru sordun. Gereğini teker teker yerine getiriyorsun. Dumanın sende değişim yaratmasını anlamak zor değil ki!”
Sonra görünüşümle ilgili bir şeyler söylemesini istedim. Aklıma soktuğu o bedensiz olma imgesini kabul etmek beni öyle tedirgin ediyordu ki, o sırada nasıl göründüğümü bilmek istiyordum.
Don Juan, gerçekten o sırada bana bakmaktan ürktüğünü; kendisi dumanı ilk içtiğinde, velinimetinin onu gördüğü zaman duyumsamış olabileceği duygulara benzer duygulara kapılmış olduğunu söyledi.
“Neden ürktün? Çok mu korkunç görünüyordum?” diye sordum.
“Daha önce duman içen bi kimse görmemiştim de...” “Velinimetini görmemiş miydin, içerken?” “Görmemiştim.”
“Kendini de mi görmedin?”
“Nasıl görürüm ki?”
“Ayna önünde içerek, örneğin.”
Yanıt vermedi. Yalnızca bana bakıp başını salladı. Aynaya bakılabilir mi, diye üsteledim. O da, bakılabileceğini, ama bunun bir yararı olmayacağını; çünkü başka bir şey olmasa bile insanın korkusundan ölebileceğini söyledi.
Ben de, “Demek ki insan korkunçlaşıyor,” dedim.
“Yaşamım boyunca hep bunu merak etmişimdir,” dedi don Juan, ve ekledi: “Ama sormadım, aynaya da bakmadım. Aklıma bile getirmedim böyle bi şeyi.”
“Nasıl öğrenebilirim acaba?”
“Senin de, benim gibi beklemen gerekecek. Sen de dumanı bi başkasına verince, görmüş olursun—o denli ustalaşırsan tabii... O zaman duman içen adamın nasıl göründüğünü anlarsın. Böyledir işte bu işler.”
“Duman içerken filmini çekseler, ne olur acaba?”
“Bilmem. Ola ki duman seni karşısına alır o vakit. Ama onunla öyle oyunlar oynamayı düşündüğüne göre pek zararsız buluyor olmalısın onu.”
Oyun oynamak istemediğimi, ama onun daha önceleri bana dumanın fazla “merasim” istemediğini söylemiş olduğunu, insanın o sırada nasıl göründüğünü merak etmenin bir zararı olabileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiş bulunduğumu anlattım. Buna karşılık o da, şeytan otunda olduğu gibi izlenecek belirli aşamalar olmadığını anlatmak istediğini, ama gene de dumana karşı titizce davranmak gerektiği biçiminde bir düzeltme yaptı. Bu bakımdan kurallara uymanın önemi büyükmüş. Don Juan bir örnek vererek, karışıma giren maddelerin belirli bir sıraya uymaksızın toplanabileceğini, ancak ölçülerinin doğru olması gerektiğini söyledi.
Deneyimlerimi başkalarına anlatmamda bir sakınca olup olmadığını sordum. Don Juan da, hiç açıklanmaması gereken tek gizin, karışımın nasıl yapıldığı, etrafta nasıl dolaşılacağım, ve nasıl geriye dönüldüğü olduğunu; konunun öbür yanlarının pek önem taşımadığını belirtti.

Cvp: 7- Öğretiler-7

Konu ile ilgili sorularınızı yeni başlık açabilirsiniz.