1

Konu: 13 - Niyetin Kanatlarında Uçmak

"Gayret et, nagual," diye zorluyordu, bir kadın sesi. "Batma. Yüksel, yüksel. Rüya görme tekniklerini kullan!" Zihnim çalışmaya başladı. İngilizce konuşan birinin sesi olduğunu düşündüm, ve bir de, eğer rüya görme tekniklerini kullanacaksam, kendime erke sağlamak için bir hareket noktası bulmam gerektiğini düşündüm.
Ses, "Gözlerini aç," dedi. "Hemen aç. Gördüğün ilk şeyi hareket noktası olarak kullan."
Çok büyük bir çaba harcayarak gözlerimi açtım. Ağaçlar ve mavi gökyüzünü gördüm. Gündüzdü! Hayal meyal bir yüz beni süzmekteydi. Ama gözlerimi odaklayamıyordum. Bana bakanın kilisedeki kadın olduğunu sandım.
"Yüzümü kullan," dedi ses. Tanıdık bir sesti; ama çıkaramıyordum. Ses, "Yüzümü temel al; sonra her şeye bak," diye devam etti.
Kulaklarım açılıyordu, gözlerim de. Kadının yüzüne baktım, sonra parktaki ağaçlara, dövme demirden yapılmış banka, yürüyen insanlara ve sonra tekrar onun yüzüne.
Ona her sabit bakışımda yüzünün değiştiği gerçeğine karşın, denetimimi az da olsa kazanmaya başlamıştım. Melekelerime daha fazla kavuşunca, bankın üzerinde bir kadının oturduğunu fark ettim; başım onun kucağındaydı. Ve o kilisedeki kadın değil, Carol Tiggs'di.
"Ne yapıyorsun burada?" diye nefes nefese sordum.
Korkum ve şaşkınlığım öyle yoğundu ki fırlayıp kaçmak istiyordum, ama zihinsel bilincim bedenime hiç hükmedemiyordu. Acı dolu dakikalar boyunca umutsuzca kalkmaya çabaladım, ama yapamadım. Çevremdeki dünya hâlâ rüya olduğunu düşünemeyeceğim kadar berraktı; ancak devinim yeteneğim öyle zayıflamıştı ki bunun gerçekten bir rüya olduğundan kuşkulanıyordum. Üstelik Carol'un varlığı çok beklenmedik olmuştu; bunu doğrulayacak hiçbir ön olay yoktu.
Dikkatle, istencimi kullanarak kalkmayı denedim, daha önce rüya görürken yüzlerce kez yaptığım gibi; ama hiçbir şey olmadı. Eğer nesnel olmam gerekiyor idiyse, işte şimdi zamanıydı. Becerebildiğim kadar dikkatle, görüş alanımdaki her şeye bakmaya başladım; önce tek gözümle. Aynı süreci öteki gözümle de tekrarladım. İki gözümdeki görüntünün birbiriyle tutarlılığını, günlük yaşamın ortak gerçekliğinde olduğumun belirtisi olarak yorumladım.
Sonra, Carol'u inceledim. O anda kollarımı oynatabildiğimi fark etmiştim. Gerçekten felç olan sadece gövdemin alt kısmıydı. Carol'un yüzüne ve ellerine dokundum; ona sarıldım. Katı idi, ve inanıyordum ki gerçek Carol Tiggs'di. Son derece ferahladım, çünkü bir an onun Carol'un kimliğine bürünmüş ölüme meydan okuyan olduğuna dair karanlık bir kuşkuya kapılmıştım.
Carol, bankta doğrulmama büyük bir özenle yardımcı oldu. Sırtüstü yayılmıştım; yarı bankta, yarı yerde. Sonra tümüyle olağandışı bir şey fark ettim. Soluk mavi bir Levi's ve eskimiş kahverengi deri çizmeler giyiyordum. Üzerimde de bir Levi's ceket ve kot kumaşından bir gömlek vardı.
"Dur bir dakika," dedim Carol'a. "Bana bak! Bunlar benim giysilerim mi? Ben kendim miyim?"
Carol güldü ve omuzlarımdan tutup sarstı beni; omuzdaşlık, erkeksilik ifadesi olarak ve gruptaki çocuklardan biri olduğunu vurgulamak için hep yaptığı gibi.
"Senin güzeller güzeli aslına bakıyorum," dedi, o zorlama, komik, tiz erkek sesini çıkararak. "Vay anam vay, başka kim olabilir ki?"
"Ben hangi cehennemden Levi's ve çizme bulup giymiş olabilirim?" diye üsteledim. "Böyle şeylerim yok benim."
"Giydiklerin benim giysilerim. Seni çıplak buldum!"
"Nerede? Ne zaman?"
"Kilisenin orada, bir saat önce. Meydana gelmiştim, seni aramak için. Seni bulabilir miyim diye nagual beni gönderdi. Giysileri getirmiştim, gerekirse diye."
Ortalıkta giysilerim olmadan dolaşmış olmaktan dolayı kendimi korkunç incinmiş ve utanmış hissettiğimi söyledim ona.
"Çok garip ama, ortalıkta kimse yoktu," diye güvence verdi, ama sadece rahatsızlığımı gidermek için böyle konuştuğunu hissettim. Şakacı gülüşü bana öyle söylüyordu.
"Dün gecenin tümü, belki de daha uzun bir zaman, ölüme meydan okuyan ile birlikte olmuş olmalıyım," dedim. "Bugün günlerden ne?"
"Günleri boş ver," dedi gülerek. "Kendini toparladığında, günleri kendin sayarsın."
"Benimle dalga geçme, Carol Tiggs. Bugün günlerden ne?" Sesim bozuk, dolambaçsız bir sertlikle çıkıyordu; bana ait değil gibiydi.
"Büyük yortudan bir sonraki gün," dedi ve omzuma hafifçe vurdu. "Dün geceden beri hepimiz seni arıyorduk."
"Ama benim burada ne işim var?"
"Meydanın karşısındaki otele götürdüm seni. Nagualın evine kadar taşıyamazdım, birkaç dakika önce de odadan kaçtın; ve kendimizi burda bulduk."
"Niye nagualdan yardım istemedin?"
"Çünkü bu yalnızca seninle beni ilgilendiren bir mesele. İkimizin birlikte çözmesi gerekiyor."
Bu beni susturmuştu. Carol'un söyledikleri son derece mantıklı gelmişti bana. Ona son bir mızmız soru daha sordum.
"Beni bulduğunda ne dedim?"
"Öyle derin bir şekilde ve öyle uzun süre ikinci dikkatte kalmışsın ki daha tam aklın başında değilmiş. Tek yapmak istediğin uyumaktı."
"Hareket yeteneğimi ne zaman yitirdim?"
"Sadece bir dakika önce. Tekrar kazanacaksın. Sen kendin bunun oldukça normal olduğunu biliyorsun; ikinci dikkate girip hatırı sayılır bir erke sarsıntısına uğrarsan, dilinin ya da kolunun bacağının denetimini yitirirsin."
"Ya sen peltekliğini ne zaman yitirdin, Carol?"

Cvp: 13 - Niyetin Kanatlarında Uçmak

Onu tümüyle hazırlıksız yakalamıştım. Bana bakakaldı ve yürekten bir kahkaha patlattı. "Uzun zamandır çalışıyordum üzerinde," diye itiraf etti. "Yetişkin bir kadının peltek konuşmasının korkunç rahatsız edici olduğunu düşünüyorum. Üstelik, sen de nefret ediyorsun bundan."
Peltekliğinden tiksindiğimi kabullenmek zor olmadı. Don Juan ve ben onu sağaltmaya çalışmıştık, ama iyileşmekle ilgilenmediği sonucuna varmıştık en sonunda. Peltekliği herkese çok şirin geliyordu, ve don Juan onun bunu çok sevdiğini ve bırakmayacağını hissetmişti. Onun peltekleşmeden konuştuğunu işitmek son derece memnun edici ve heyecan vericiydi benim için. Kendiliğinden köklü değişiklikler yapma yetisine sahip olduğunu kanıtlıyordu bu; don Juan da, ben de bundan hiç emin olamamıştık.
"Nagual beni aramak için gönderirken sana başka ne dedi?" diye sordum.
"Senin ölüme meydan okuyan ile dalaşmakta olduğunu söyledi."
Sır veren bir tavırla, Carol’a ölüme meydan okuyanın bir kadın olduğunu açıkladım. Bildiğini söyledi, kayıtsızca.
"Nasıl bilebilirsin?" diye bağırdım. "Bunu hiç kimse bilmiyor, don Juan'dan başka. Sana o mu söyledi?"
"Elbette o söyledi," diye yanıtladı, bağırmamdan rahatsız olmadan. "Senin gözden kaçırdığın nokta, benim de kilisedeki kadınla karşılaşmış olmam. Ben senden önce tanıdım onu. Kilisede epey bir zaman dostça çene çaldık."
Carol'un bana doğruyu söylediğine inanıyordum. Anlattığı, tam don Juan'ın yapacağı şeydi. Olasılıkla, Carol'u öncü olarak göndermişti; sonuçlar çıkarsın diye.
"Ölüme meydan okuyanı ne zaman gördün?" diye sordum.
"Birkaç hafta önce," diye yanıtladı, gerçekçi bir tavırla. "Büyük olay değildi benim için. Ona verecek erkem yoktu; ya da en azından kadının istediği türden erkem yoktu."
"Neden gördün onu öyleyse? Nagual kadınla ilgilenmek de ölüme meydan okuyan ile büyücünün anlaşmasının bir parçası mı?"
"Onu gördüm, çünkü nagual seninle benim birbirimizle değiştirilebileceğimizi söylemişti, başka nedeni yok. Erke bedenlerimiz birçok kez birbiriyle birleşti. Anımsamıyor musun? Seninle ne denli rahatça birleşebildiğimizi konuştuk kadınla. Onunla belki üç ya da dört saat kaldım, nagual gelip beni götürene kadar."
"Bütün o süre boyunca kilisede mi kaldınız?" diye sordum, çünkü üç ya da dört saat orada dizlerinin üstünde durup sadece bizim erke bedenlerimizin birleşmesinden bahsettiklerine inanmakta zorluk çekiyordum.
Carol, "Beni niyetinin başka bir cephesine götürdü," diye itiraf etti, birkaç dakika düşündükten sonra. "Kendini tutsak alanlardan gerçekte nasıl kurtulmuş olduğunu gösterdi bana."
Carol sonra ilginç mi ilginç bir öykü anlattı. Kilisedeki kadının ona gösterdiğine bakılırsa, her eski çağ büyücüsü kaçınılmaz bir şekilde organik olmayan varlıklara yem olmuştu. Bu varlıklar onları tutsak ettikten sonra, bizim dünyamızla insanların yeraltı ülkesi dedikleri âlemleri arasında aracı olmaları için onlara erk veriyorlardı.
Ölüme meydan okuyan da kaçınılmaz bir biçimde organik olmayan varlıkların ağına düşmüştü. Carol'un tahminine göre belki binlerce yıl bir tutsak olarak yaşamıştı; kendini bir kadına dönüştürebilecek yetiye kavuştuğu ana dek. Organik olmayan varlıkların dişilik ilkesini bozulmaz saydıklarını keşfettiği anda, bunun o dünyadan çıkış yolu olacağını açıkça görmüştü. Onların inanışlarına göre, dişilik ilkesi öyle esnek ve alanı öyle engindi ki, onun üyeleri tuzaklardan ve düzenlerden etkilenmez ve çok zor tutsak edilebilirlerdi. Ölüme meydan okuyanın dönüşümü öylesine tam ve öylesine ayrıntılıydı ki, organik olmayan varlıkların âleminden anında dışarı fışkırtılmıştı.
"Sana onların hâlâ peşinde olduklarını söyledi mi?" diye sordum.
Carol, "Doğal olarak peşindeler," dedi. "Kadın bana yaşamının her anında peşindekileri savuşturmak zorunda olduğunu anlattı."
"Ona ne yapabilirler ki?"
"Erkek olduğunu anlayıp yeniden tutsaklığa çekebilirler, zannederim. Sanırım onlardan korkusu, senin bir şeye karşı duyabileceğini düşündüğün korkudan kat kat fazla."
Carol kayıtsız bir tavırla, kilisedeki kadının benim organik olmayan varlıklara yakalanışımın tümüyle farkında olduğunu, ve mavi öncüyü de bildiğini söyledi.
"Seninle benim hakkımda her şeyi biliyor," diye devam etti. "Ve ben bir şey anlattığım için değil, bizim yaşamlarımızın ve silsilemizin bir parçası olduğundan. Bizi hep izlediğinden söz etti; özellikle seni ve beni."
Carol bana, onunla birlikte edimde bulunduğumuz anlardan kadının bildiklerini aktardı. O konuştukça, olağandışı bir özlem duygusu yaşamaya başlamıştım, hemen önümde duran insana: Carol Tiggs'e. Umutsuzca ona sarılmayı istedim. Uzandım ona doğru, ama dengemi yitirdim ve banktan aşağıya düştüm.
Carol kaldırımdan kalkmama yardım etti ve kaygıyla bacaklarımı, göz bebeklerimi, boynumu ve sırtımın altını inceledi. Hâlâ erkesel sarsıntıdan acı çekmekte olduğumu söyledi. Başımı kucağına koyarak destekledi ve sanki şımarttığı, hasta rolü yapan bir çocukmuşum gibi, okşayıp sevdi beni.
Bir süre sonra daha iyi hissetmeye başladım; devinim yeteneğimi bile geri kazanmaya başlamıştım.
"Giysilerimi nasıl buluyorsun?" diye sordu Carol, aniden. "Bu durum için fazla mı şık giyimliyim? Sana yeterince iyi görünüyor muyum?"
Carol çok zarif giyinmişti. Onun hakkında kesin olan bir şey varsa, kusursuz giyim zevkiydi. Aslında onu bildim bileli, don Juan'la bizim aramızda sürüp giden bir şaka vardı; onun tek meziyetinin güzel giysiler satın alıp onları ince bir zevk ve zarafetle giymesi olduğu hakkında.
Sorusunu çok tuhaf buldum ve bunu söyledim. "Neden görünüşün hakkında özgüvensiz olasın ki? Daha önceleri senin canını hiç sıkmazdı böyle şeyler. Birisini etkilemeye mi çalışıyorsun?"
"Seni etkilemeye çalışıyorum tabii ki," dedi.
"Ama zamanı değil bunun," diye itiraz ettim. "Önemli olan ölüme meydan okuyan ile neler olup bittiği; senin görünüşün değil."
"Görünüşümün ne denli önemli olduğunu bilsen, şaşarsın." Güldü. "Benim görünüşüm ikimiz için de bir ölüm kalım meselesi."
"Neler söylüyorsun sen? Ölüme meydan okuyan ile karşılaşmamı hazırlayan nagualı anımsatıyorsun bana. Gizemli konuşmalarıyla beni nerdeyse delirtmişti."
"Gizemli konuşmak için haklı nedenleri var mıymış?" diye sordu Carol, son derece ciddi bir ifadeyle.
"Kesinlikle varmış," diye kabul ettim.
"Benim görüntümün de var. Şımart beni. Beni nasıl buluyorsun? Çekici, sıkıcı, cazip, sıradan, iğrenç, dayanılmaz, hükmedici?"
Bir dakika düşündüm ve değerlendirmemi yaptım. Carol'u çok çekici buluyordum. Bu epeyce garip geldi bana. Onun çekiciliğini bilinçli olarak hiç düşünmemiştim. "Seni şahane güzel buluyorum," dedim. "Aslında, kesinlikle baş döndürücüsün."
"O zaman bu doğru görünüm olmalı." İçini çekti.

Cvp: 13 - Niyetin Kanatlarında Uçmak

Söylediklerinden anlam çıkarmaya çalışıyordum, yeniden konuştuğunda. "Ölüme meydan okuyan ile buluşman nasıldı?" Ona deneyimimi kısaca anlattım, özellikle ilk rüyamı.
Ölüme meydan okuyanın benim o kasabayı görmemi sağladığını, ama bunun geçmişte, başka bir zamanda olduğuna inandığımı söyledim.
"Ama bu imkânsız," diye patladı. "Evrende geçmiş veya gelecek yoktur. Yalnız bu an vardır."
"Geçmişte olduğunu biliyorum," dedim. "Aynı kiliseydi, ama kasaba değişikti."
"Düşün bir an," diye ısrar etti. "Evrende yalnız erke var; ve erkenin yalnız burası ve bu anı var; sonsuz ve hep var olan burası ve bu an."
"Öyleyse bana ne oldu dersin, Carol?"
"Ölüme meydan okuyanın yardımıyla, dördüncü rüya görme kapısını geçtin," dedi. Kilisedeki kadın seni rüyasının içine götürdü; niyetinin içine. Seni bu kasabayı hayalinde canlandırmaya götürdü. Besbelli, o geçmişteki kasabayı canlandırıyordu, ve bu canlandırma eksiksiz duruyor, onun içinde. Bu kasabanın günümüzdeki canlandırmasının da olması gerektiği gibi."
Uzun bir sessizlikten sonra bana başka bir soru sordu. "Kadın seninle başka ne yaptı?"
Carol'a ikinci rüyayı anlattım. Bugünkü haliyle kasabanın rüyasını.
"İşte, bak," dedi. "Kadın seni sadece geçmiş niyetine götürmekle kalmamış, daha ileri gidip dördüncü kapıyı geçmene de yardımcı olmuş; erke bedeninin bugün sadece niyetinde var olan başka bir yere yolculuk etmesini sağlayarak."
Carol durakladı ve kadının bana ikinci dikkatte niyetlenmenin ne anlama geldiğini anlatıp anlatmadığını sordu.
Onun bundan söz ettiğini, fakat ikinci dikkatte niyetlenmenin ne olduğunu gerçek anlamda açıklamadığını anımsıyordum. Carol don Juan'ın hiç sözünü etmediği kavramlardan bahsediyordu.
"Bütün bu yeni fikirleri nereden edindin?" diye sordum, ne denli aklı başında olduğunu hayranlıkla düşünerek.
Kaçamak bir tavırla, Carol kilisedeki kadının kendisine bu karmaşık şeyler hakkında büyük ölçüde açıklama yaptığını söyledi.
"Şu anda ikinci dikkatte niyetleniyoruz," diye devam etti. "Kilisedeki kadın bizim uykuya dalmamızı sağladı; sen burada, ben Tuscon’da. Ve sonra rüyamızın içinde tekrar uykuya daldık. Ama sen o kısmı anımsamıyorsun, bense anımsıyorum. İkiz konumların sırrı. Kadının ne söylediğini hatırla; ikinci rüya, ikinci dikkatte niyetlenmedir: dördüncü rüya görme kapısını geçmenin tek yolu."
Benim tek sözcük bile söyleyemediğim uzun bir aradan sonra şöyle dedi, "Sanırım kilisedeki kadın sana gerçekten bir armağan verdi, sen almak istemesen de. Onun armağanı kendi erkesini bizimkine eklemekti; evrenin burası-ve-bu-an erkesi üzerinde geriye ve ileriye doğru devinmek için."
Son derece heyecanlandım. Carol'un sözleri apaçık, uygundu. Benim açıklanamaz saydığım bir şeyi benim için açıklamıştı; açıkladığının ne olduğunu bilmesem de. Kımıldayabilseydim, ona sarılmak için atılacaktım. Sözcüklerinin bende uyandırdığı duygular hakkında heyecanlı bir şekilde atıp tutarken, o mutlulukla gülümsüyordu. Don Juan'ın bana hiç buna benzer bir şey söylemediğini tumturaklı biçimde açıkladım.
"Belki bilmiyordur," dedi Carol, saldırgan değil de yatıştırıcı bir tavırla.
Onunla tartışmadım. Garip şekilde düşüncelerden yoksun olarak, bir müddet sessiz kaldım. Sonra düşüncelerim ve sözcüklerim bir yanardağ patlaması gibi içimden fışkırdı. Meydanda insanlar dolaşıyordu, sık sık bize bakıyorlar ve izlemek için önümüzde duruyorlardı. Ve biz de tam görülecek şeydik herhalde, yüzümü öpüp okşayan Carol Tiggs, ve onun akıllılığı ile benim ölüme meydan okuyanla karşılaşmam hakkında durmadan atıp tutan ben.
Yürüyebilecek duruma geldiğimde, beni meydandan geçirip kasabadaki tek otele götürdü. Bana henüz don Juan'ın evine gidebilecek kadar erkem olmadığı, ama oradaki herkesin bulunduğumuz yeri bildiği konusunda güvence verdi.
"Nerede olduğumuzu nasıl bilebilirler?" diye sordum.
"Nagual hünerli bir yaşlı büyücü," diye yanıtladı, gülerek. "Seni erkesel açıdan parça parça bulursam, eteğime yapışmış olarak kasabadan geçirme riskini almak yerine otele yerleştirmemi kendisi söyledi bana."
Sözleri ve özellikle de gülümseyişi beni öyle rahatlattı ki, bir mutluluk hali içinde yürümeyi sürdürdüm. Köşeyi dönüp, sokağın yarım blok ilerisinde, kilisenin tam önündeki otelin girişine geldik. Kasvetli lobiden geçtik, çimento merdivenlerden ikinci kata çıktık, doğruca daha önce hiç görmediğim, hiç de dostça bir havası olmayan bir odaya girdik. Carol orada daha önce bulunduğumu söyledi; ama ne otelle, ne de odayla ilgili hiç anım yoktu. Yalnız öyle yorgundum ki, bunun üzerinde düşünemiyordum bile. Hemen yatağa yüzüstü gömüldüm. Tüm istediğim uyumaktı, oysa çok fazla tedirgindim. Çok fazla eksik nokta vardı; her şey gayet düzenli görünse de. Ani bir sinir ve heyecan dalgasıyla kalkıp oturdum.
"Ben sana ölüme meydan okuyanın armağanını kabul etmediğimi hiç söylemedim," dedim, Carol'a doğru dönerek. "Nerden bildin bunu?"
"Ah, ama sen kendin söyledin," diye itiraz etti, yanıma otururken. "Öyle gurur duyuyordun ki. Seni bulduğumda ilk yumurtladığın bu olmuştu."
O ana dek, beni pek tatmin etmeyen tek yanıttı bu. Anlattığı, benim ifademe benzemiyordu.
"Sanırım beni yanlış anladın, dedim. "Ben sadece beni amacıma ulaşmaktan alıkoyacak herhangi bir şey almak istemedim."
"Reddetmekten gurur duymadığını mı söylemek istiyorsun?"
"Hayır. Hiçbir şey hissetmedim. Artık hiçbir şey hissetme yetim kalmadı, korkudan başka."
Bacaklarımı uzattım ve başımı yastığa koydum. Gözlerimi kaparsam ya da konuşmayı sürdürmezsem anında uyuyacağımı hissediyordum. Don Juan'la ilişkimin başında, onun savaşçının yolunda kalma konusundaki açık güdüsü hakkında kendisiyle nasıl tartıştığımı anlattım Carol'a. Korkusunun, düz bir çizgide kalmasını sağladığını söylemişti; ve en çok korktuğunun nagualı, soyutu, tini yitirmek olduğunu.
"Nagualı yitirmekle kıyaslandığında, ölüm hiçbir şey değildir," demişti, sesinde gerçek bir tutku tınısıyla. "Benim nagualı yitirme korkum, sahip olduğum tek gerçek şey; çünkü onsuz ölüden beter olurdum."
Carol'a, don Juan'a hemen karşı çıktığımı anlattım, korkudan etkilenmediğime göre, bir yolun sınırları içinde kalmak zorundaysam beni harekete geçirecek gücün aşk olması gerektiğini söyleyerek böbürlenmiştim.
Don Juan, gerçek tırmanışın sırası geldiğinde, korkunun bir savaşçı için zahmete değecek tek koşul olduğunu söylemişti. İçerlemiştim ona, bunun gizli bir dar kafalılık olduğunu düşünerek.
"Çark tam bir dönüş yaptı," dedim Carol'a, "ve şimdi bana bak. Devam etmemi sağlayan tek şeyin nagualı yitirme korkusu olduğuna yemin edebilirim sana."
Carol daha önce onda hiç görmediğim garip bir bakışla beni süzüyordu. "Karşı çıkmaya cüret ediyorum," dedi, yumuşak bir sesle. "Korku, sevgiyle kıyaslandığında, hiçbir şeydir. Korku seni çılgınca koşturur; aşk ise akıllıca ilerlemeni sağlar."
"Sen ne diyorsun, Caroi Tiggs? Şimdi büyücüler âşık insanlar mı?"
Cevap vermedi. Yanıma yattı ve başını omzuma koydu. Öylece kaldık, o garip, sevimsiz odada; uzun bir süre, tam bir sessizlik içinde.
Carol, "Senin hissettiğini hissediyorum," dedi, aniden. "Şimdi sen benim hissettiğimi hissetmeye çalış. Yapabilirsin. Ama bunu karanlıkta yapalım."
Carol kolunu uzattı ve yatağın üzerindeki ışığı söndürdü. Tek bir hareketle doğrulup oturdum. Elektrik çarpması gibi bir korku sarsıntısı geçmişti içimden. Carol ışığı söndürdüğü anda, odanın içi gece olmuştu. Büyük bir heyecan içinde, Carol'a bunu sordum.
"Daha tam toparlanamadın," dedi, yatıştırıcı bir tavırla. "Anıtsal boyutlarda bir dalaş yaşadın. İkinci dikkate bu kadar derinlemesine dalmak, seni parça parça etti, deyim yerindeyse. Elbette gündüz, şu anda, ama gözlerin bu odanın içindeki loş ışığa daha tam uyum sağlayamıyor."

Cvp: 13 - Niyetin Kanatlarında Uçmak

Az çok ikna olmuş durumda, yeniden uzandım. Carol konuşmaya devam etti, ama dinlemiyordum. Çarşaflara dokunuyordum. Gerçek çarşaflardı. Ellerimi yatağın üzerinde gezdirdim. Bir yataktı! Yere eğildim ve avuçlarımı zeminin soğuk fayanslarına sürdüm. Yataktan çıktım, odadaki ve banyodaki her nesneyi kontrol ettim. Her şey tamamen normal, tamamen gerçekti. Carol'a, ışığı söndürdüğünde, rüya gördüğüm yolunda açık bir duyuma kapıldığımı söyledim.
"Kendine zaman tanı," dedi. "Kes bu araştırma saçmalığını ve yatağa gelip dinlen."
Sokağa bakan pencerenin perdelerini açtım. Dışarıda gündüz vaktiydi, ama onları kapattığım an içerde gece vakti oluyordu. Carol yatağa gelmem için yalvardı. Daha önce yaptığım gibi kaçıp soluğu sokaklarda alacağımdan korkuyordu. Haklıydı. Yatağa döndüm, nesneleri parmağımla işaret etmenin bir saniye olsun aklıma gelmediğinin farkına varmadan. Bu bilgi, belleğimden silinmiş gibiydi.
O otel odasındaki karanlık son derece olağanüstüydü. Bana hoş bir huzur ve uyum duyumu veriyordu. Aynı zamanda derin bir hüzün de vermişti, insan sıcaklığına, dostluğa bir özlem de. Duyduğum, şaşkınlıktan fazla bir şeydi. Hiç böyle bir şey olmamıştı bana. Yatağa uzanmış, bu özlemin bildiğim bir şey olup olmadığını anımsamaya çalışıyordum. Değildi. Bildiğim özlemler insan dostluğu için değildi; soyuttular, daha çok tanımlanmamış bir şeye erişememenin hüznü gibiydiler.
"İçim parçalanıyor," dedim Carol'a. "İnsanlar için ağlamak üzereyim."
Cümlemi komik olarak yorumlayacağını sanmıştım. Bir şaka olmasını amaçlamıştım. Ama hiçbir şey söylemedi; bana hak veriyor gibiydi. İçini çekti. Dengesiz bir zihin durumunda olduğumdan anında duygusallığa doğru kaydım. Karanlıkta yüzüne baktım, ve daha aklım başımda bir anımda bana epeyce saçma gelecek olan bir şey mırıldandım. "Sana tam anlamıyla tapıyorum," dedim.
Don Juan'ın hattındaki büyücüler arasında böyle bir konuşma düşünülemeyecek bir şeydi. Carol Tiggs nagual kadındı. İkimiz arasında sevgi gösterilerine hiç gereksinim yoktu. Aslında birbirimiz için ne hissettiğimizi bile bilmiyorduk. Don Juan tarafından bize büyücülerin arasında bu tür duygulara gereksinim ve zaman olmadığı anlatılmıştı.
Carol gülümsedi ve bana baktı. Onun için öyle yakıcı bir sevgiyle dolmuştum ki, istemeyerek ağlamaya başladım.
"Erke bedenin evrenin ışıltılı erke lifleri üzerinde ileriye doğru ilerliyor," diye fısıldadı kulağıma. "Ölüme meydan okuyanın niyet armağanı tarafından taşınıyoruz."
Ne söylediğini anlamaya yetecek kadar erkem vardı. Hatta ona kendisinin bütün bunların ne anlama geldiğini anlayıp anlamadığını sordum. Beni susturdu ve kulağıma fısıldadı. "Anlıyorum; ölüme meydan okuyanın sana armağanı, niyetin kanatlarıydı. Ve onlarla, sen ve ben kendimiz hakkında rüya görüyoruz, başka bir zamanda. Henüz gelmemiş olan bir zamanda."
Onu ittim ve kalkıp oturdum. Carol'un o karmaşık büyücü fikirlerini seslendirme biçimi beni huzursuz etmişti. Kavramsal düşünceyi ciddiye almaya yatkın değildi o. Aramızda hep onda filozof kafası olmadığını söyleyerek şakalaşıldık.
"Senin neyin var?" diye sordum. "Seninki yeni bir gelişme benim için: Carol, büyücü—filozof. Don Juan gibi konuşuyorsun."
"Henüz değil." Güldü. "Ama geliyor. Yuvarlanarak geliyor, ve sonunda bana çarptığında, bir büyücü—filozof olmak, benim için dünyanın en kolay şeyi olacak. Göreceksin. Ve hiç kimse bunu açıklayamayacak, çünkü sadece olacak."
Bir alarm çaldı zihnimde. "Sen Carol değilsin!" Bağırdım. "Sen ölüme meydan okuyansın, Carol'un kılığında. Biliyordum."
Carol güldü, suçlamamdan rahatsız olmamıştı. "Saçmalama," dedi. "Dersi kaçıracaksın. Eninde sonunda, düşkünlüğüne yenileceğini biliyordum. İnan bana, Carol'um ben. Ama şimdiye dek hiç yapmadığımız bir şeyi yapıyoruz: ikinci dikkatte niyetleniyoruz, eski çağ büyücülerinin yaptığı gibi."
İkna olmamıştım; ama iddiamı sürdürecek erkem yoktu, çünkü rüyalarımdaki büyük girdaplara benzeyen bir şey beni içine çekmeye başlamıştı. Carol'un sesini duyuyordum belli belirsiz, kulağıma bir şeyler söylüyordu, "Kendimizin rüyasını görüyoruz. Bana ait niyetini gör rüyanda. Bırak niyetinle ilerleyeyim! Bırak niyetinle ilerleyeyim!"
Büyük gayret sarf ederek, en derindeki düşüncemi seslendirdim. "Sonsuza dek burada benimle kal," dedim, tekleyen bir teybin yavaşlığıyla. Anlaşılması olanaksız bir karşılık verdi. Sesime gülmek istedim, ama o anda girdap beni yuttu.
Uyandığımda, otel odasında yalnızdım. Ne kadar süre uyuduğum hakkında hiç fikrim yoktu. Carol'u yanımda bulamamak büyük düş kırıklığına uğratmıştı beni. Telaşla giyindim ve onu aramak için lobiye indim. Ayrıca, üstüme yapışmış olan garip uyku halinden de silkinmek istiyordum.
Masadaki müdür bana odayı tutmuş olan Amerikalı kadının henüz bir dakika önce ayrılmış olduğunu söyledi. Sokağa koştum, onu yakalamayı umut ederek, ama ondan hiçbir iz yoktu. Gün ortasıydı; güneş bulutsuz bir gökyüzünde parlıyordu. Hava epeyce ılıktı.
Kiliseye yürüdüm. O rüyada mimari yapısını gerçekten görmüş olduğumu keşfedince şaşkınlığım içten, ama heyecansız oldu. İlgisizce, kendi şeytanımın avukatını oynadım ve kendime delil yetersizliğinden lehte düşünme hakkı tanıdım. Belki don Juan ve ben kilisenin arkasını incelemiştik de ben anımsamıyordum. Bunun üzerinde düşündüm. Önemli değildi. Geçerlilik dizgem benim için zaten anlam ifade etmiyordu. Aldıramayacak kadar uykuluydum.
Oradan yavaşça don Juan'ın evine doğru yürüdüm, hâlâ Carol'a bakınarak. Onu orada beni bekler bulacağımdan emindim. Don Juan beni ölümden geri dönmüşüm gibi karşıladı. O ve yoldaşları heyecan nöbetleri içindeydiler, beni gizlemedikleri bir merakla incelerken.
"Nerdeydin?" diye buyurdu, don Juan.
Bütün bu yaygaranın nedenini kavrayamamıştım. Geceyi meydandaki otelde Carol'la geçirdiğimi, çünkü kiliseden onların evine kadar geri yürüyecek erkem olmadığını, ama onların zaten bunu bildiklerini söyledim.
"Bizim böyle bi şeyden hiç haberimiz yok," dedi, öfkeyle. "Carol size benimle olduğunu söylemedi mi?" diye sordum, heyecansız bir kuşkuyla; bu denli tükenmiş olmasaydım eğer, alarm veren bir kuşku olurdu bu.
Kimse cevap vermedi. Birbirlerine baktılar, araştırır gibi. Don Juan'ın yüzüne baktım ve Carol'u beni araması için onun gönderdiği izlenimini taşıdığımı söyledim. Don Juan tek kelime etmeden odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı.
"Carol Tiggs buraya hiç gelmedi,"dedi. "Ve sen dokuz gündür yoksun."
Yorgunluğum, beni bu cümlelerin yıkıcı etkisinden koruyordu. Sesinin tonu, ve öbürlerinin kaygısı, ciddi olduklarını yeterince gösteriyordu. Ama öyle uyuşmuştum ki, söyleyeceğim hiçbir şey yoktu.
Don Juan, ölüme meydan okuyan ile aramda olanları, olası her ayrıntı ile onlara anlatmamı istedi. Bu denli çok şey anımsadığıma, ve bitkinliğime karşın hepsini aktarabildiğime çok şaşırdım. Bir hafiflik anı gerginliği dağıttı, görme niyetimi onun rüyasında aptalca bağırdığımda kadının ne çok güldüğünü anlattığım zaman.
"Küçük parmakla işaret etmek daha iyi iş görüyor," dedim don Juan'a, fakat hiçbir suçlama duygusu taşımadan.
Don Juan, kadının benim bağırışıma gülmekten başka bir tepki gösterip göstermediğini sordu. Öyle bir anım yoktu; eğlenmesinin ve onun kendisinden ne denli yoğun şekilde nefret ettiği hakkında yaptığı yorumdan başka.
Don Juan, "Ben ondan nefret etmiyorum," diye itiraz etti. "Ben sadece eski büyücülerin zorlayıcılıklarını sevmiyorum."
Herkese hitap ederek, kişisel olarak kadını çok fazla ve ön yargısız olarak sevdiğimi söyledim. Ve hiç kimseyi sevebileceğimi düşünmediğim kadar, Carol Tiggs'i sevdiğimi. Söylediğimden hoşlanmamış görünüyorlardı. Sanki birdenbire delirmişim gibi birbirlerine bakmaktaydılar. Daha fazla konuşmak, kendimi anlatmak istiyordum. Ama don Juan, sanırım ahmakça şeyler saçmalamamı önlemek için, evden nerdeyse sürükleyerek çıkardı ve otele geri götürdü beni.
Daha önce konuştuğum müdür, Carol Tiggs'i tanımlamamızı nazikçe dinledi, ama onu veya beni daha önce görmüş olduğunu kesinlikle reddetti. Hatta otel hizmetkârlarını bile çağırdı, onlar da kendisini doğruladılar.
"Bütün bunların anlamı ne olabilir?" diye sordu don Juan,
yüksek sesle. Kendine soruyor gibiydi. Yumuşak bir tavırla yol göstererek beni otelden dışarı yöneltti. "Haydi bu lanet yerden çıkalım," dedi.
Dışarı çıktığımızda, dönüp otele ya da sokağın karşısındaki kiliseye bakmamamı, başımı öne eğik tutmamı buyurdu. Ayakkabılarıma baktım ve anında fark ettim; artık Carol'un giysilerini değil, kendiminkileri giyiyordum. Yalnız ne denli uğraştıysam da, giysileri nerede değiştirdiğimi anımsayamadım. Otel odasında uyandığımda yaptığımı tahmin ediyordum. Kendi giysilerimi o zaman giymiş olmalıydım, belleğimin boş olmasına karşın. O zamana kadar meydana varmıştık. Don Juan'ın evine doğru dönmek için orayı geçmeden önce, ona giysilerimi anlattım. Başını ahenkli bir şekilde sallayarak, her kelimeyi dinledi. Sonra bir banka oturdu, ve içten bir kaygı ifade eden sesiyle, o anda, kilisedeki kadınla benim erke bedenim arasında ikinci dikkatte neler geçtiğini bilmemin hiç yolu olmadığını söyleyerek uyardı beni. Oteldeki Carol Tiggs'le olan etkileşimim, buzdağının sadece tepesiydi.
Don Juan, "Senin dokuz gün boyunca ikinci dikkatte kaldığını düşünmek dehşet verici," diye devam etti. "Dokuz gün, ölüme meydan okuyan için sadece bi saniyedir, ama bizim için bi sonsuzluk." İtiraz etmek, açıklamak, ya da bir şey söylemek fırsatını bulamadan beni durdurdu. "Şöyle düşün," dedi. "Eğer benim sana ikinci dikkatte öğrettiklerimi ve birlikte yaptıklarımızı hâlâ anımsayamıyorsan, ölüme meydan okuyanın ikinci dikkatte sana ne öğrettiğini ve seninle ne yaptığını anımsamanın ne denli zor olacağını düşün. Ben sadece bilinçlilik düzeylerini değiştirmeni sağlıyordum; ölüme meydan okuyan ise evrenleri değiştirmeni sağladı."
Kendimi zayıf ve yenik hissediyordum. Don Juan ve iki yoldaşı, çok büyük çaba harcayıp, giysilerimi ne zaman değiştirdiğimi anımsamam için zorladılar beni. Yapamıyordum. Zihnimde hiçbir şey yoktu; duygular, anılar, hiçbir şey. Bir şekilde, tümüyle onlarla birlikte, orada değildim.
Don Juan'ın ve iki yoldaşının sinirli heyecanları doruğa çıkmıştı. Don Juan'ı hiç bu denli şaşkın görmemiştim. Şimdiye kadar yaptıklarında ve bana söylediklerinde daima şakaya vuran, kendini fazla ciddiye almayan bir üslubu olurdu. Ama bu kez farklıydı.
Bütün olanlara ışık tutacak bir anıyı yüzeye çıkartabilmek için tekrar düşünmeye uğraştım; ve yine beceremedim, ama yenilmiş hissetmedim kendimi; ve inanılması zor bir iyimserlik dalgası kapladı içimi. Her şeyin olması gerektiği gibi geliştiğini hissediyordum.
Don Juan'ın kaygısı, kilisedeki kadınla yaşadığım rüya görme türü hakkında hiçbir şey bilmiyor olmasıydı, söylediğine göre. Bir rüya oteli, bir rüya kasabası, bir rüya Carol Tiggs'i yaratmak, onun için eski büyücülerin rüya görme konusundaki müthiş ustalığının bir örneğiydi sadece; insan imgelemine meydan okuyan tüm bir alan.
Don Juan kollarını alabildiğine açtı, ve nihayet her zamanki neşesiyle gülümsedi. "Kilisedeki kadının sana bu işin nasıl yapıldığını gösterdiği sonucunu çıkarabiliriz yalnızca," dedi, yavaş, dikkatli bir tonla. "Kavranamaz bi manevrayı kavranabilir hale getirmek, senin için dev bi görev olacak. Ölüme meydan okuyan, kilisedeki kadın olarak, satranç tahtasında üstatça bi hamle yaptı. Carol'un erke bedenini ve seninkini, zincirlerinden kurtulup yükselmek için kullandı. Senin karşılıksız erke teklifini kabul etti."
Söylediklerinin benim için anlamı yoktu, ama belli ki iki yoldaşına çok şey ifade etmişti. Çok fazla heyecanlandılar. Don Juan onlara hitap ederek, ölüme meydan okuyanın ve kilisedeki kadının aynı erkenin farklı ifadeleri olduğunu açıkladı; kilisedeki kadın ikisinin daha güçlü ve karmaşık olanıydı. Denetimi alarak, eski büyücülerin hilelerine uygun, karanlık, meşum bir yöntemle Carol Tiggs'in erke bedenini kullanmış, ve oteldeki Carol Tiggs'i yaratmıştı; saf niyetten oluşan Carol Tiggs'i. Don Juan, Carol ve kadının buluşmalarında bir tür erkesel anlaşmaya varmış olabileceklerini ekledi.
Tam o anda, birdenbire bir fikir geldi aklına. İki yoldaşına bakakalmıştı, inanamayan bir ifadeyle. Hepsinin bakışları birbirlerinin arasında hızla gidip geliyordu. Emindim ki salt onaylanma aradıkları yoktu, çünkü hep birlikte fark etmişlerdi bir şeyi.
Don Juan, "Bütün tahminlerimiz boşuna," dedi, sessiz, sakin bir tonla. Bence artık bi Carol Tiggs yok. Ve kilisedeki kadın da yok; ikisi birleşip niyetin kanatlarında uzağa uçtular; inanıyorum ki, ileriye.
"Oteldeki Carol Tiggs'in görünüşü için o denli kaygılanmasının nedeni, onun kilisedeki kadın olmasıydı; senin başka bi Carol Tiggs’in rüyasını görmeni sağlamıştı; sonsuz ölçüde daha güçlü bi Carol Tiggs'in. Ne dediğini anımsamıyor musun? Benim için niyetini gör rüyanda. Bırak niyetinle ilerleyeyim."
"Bu ne demek, don Juan?" diye sordum, afallamış bir halde.
"Ölüme meydan okuyan, çıkış noktasını buldu, demek. Seninle bi çıkış yakaladı. Senin yazgın, onun yazgısı oldu."
"Yani, don Juan?"
"Yani, sen özgürlüğe erişirsen, o da erişmiş olacak."
"Nasıl yapacak bunu?"
"Carol Tiggs yoluyla. Ama Carol Tiggs için kaygılanma sen." Ben korkumu açığa vurmadan önce söylemişti bunu. "Bu manevrayı ve daha nicelerini becerebilir."
Üzerimde büyük bir baskı vardı. Ezici ağırlığını hissetmeye başlamıştım bile. Bir zihinsel berraklık anı yaşadım ve don Juan'a sordum, "Bütün bunların sonucu ne olacak?"
Yanıtlamadı. Bana sabit bakıyordu, tepeden tırnağa tarayarak. Sonra yavaşça ve dikkatle şöyle dedi, "Ölüme meydan okuyanın armağanı, sonsuz rüya görme olasılıklarından oluşuyor. Bi tanesi, senin Carol Tiggs'le gördüğündü, başka bi zamanda, başka bi dünyada, daha uçsuz bucaksız bi dünya, sınırları olmayan, imkânsızın bile mümkün olduğu bi dünya. Sadece bi gün bu olasılıkları yaşayacağın değil, bi gün onları kavrayacağın da ima ediliyordu."
Kalktı, ve sessizlik içinde evine doğru yürümeye başladık. Düşüncelerim çılgınca yarışıyorlardı. Aslında düşünceler değil, imgelerdi onlar; rüya otel odasının karanlığında benimle konuşan kilisedeki kadın ve Carol Tiggs'in anılarının bir karışımıydı. Birkaç kez o imgeleri kendi olağan benliğimin bir duyumuna yoğunlaştırır gibi oldum, ama bırakmak zorunda kaldım; böyle bir iş için yeterli erkem yoktu.
Eve varmadan don Juan durdu ve bana döndü. Beni yine dikkatle inceledi; bedenimde işaretler arıyor gibiydi. O zaman son derece yanıldığına inandığım bir konuda onu düzeltmeye kendimi mecbur hissettim.
"Ben o otelde gerçek Carol Tiggs ile beraberdim," dedim. Bir an için ben kendim de onun ölüme meydan okuyan olduğuna inanmıştım, ama dikkatli bir değerlendirmeden sonra, o inancımı sürdüremedim. O, Carol'du. Karanlık, dehşetli bir yöntemin sonucu olarak o otelde idi; aynı benim de orada olduğum gibi."
"Elbette o Carol'du," diye kabul etti don Juan. "Ama senin ve benim bildiğim Carol değildi. Bu bi rüya Carol'uydu; söyledim sana, saf niyetten oluşmuş bi Carol'du. Sen kilisedeki kadına yardım ettin, o rüyayı kurması için. Onun sanatı, o rüyayı her şeyi kapsayan bi gerçeklik haline getirmekti: eski büyücülerin sanatı; var olan en korkutucu şey. Sana rüya görmede en değerli dersi alacağını söylemiştim, değil mi?"
"Carol Tiggs'e ne oldu dersin?" diye sordum.
"Carol Tiggs gitti," diye yanıtladı. "Ama bi gün yeni Carol Tiggs'i bulacaksın, rüya otel odasında olanı."
"Gitti demekle ne kastediyorsun?"
"Dünyadan gitti," dedi.
Karın boşluğumu yarıp geçen bir sinir dalgası hissettim.
Uyanıyordum. Benliğimin bilinci bana tanıdık gelmeye başlamıştı; ne olup bittiğini bilememekle, kıyaslanamaz olanın hemen yanı başımda olduğu önsezisinin bir karışımı.
Yüzümde bir inanmazlık ifadesi olmalıydı, çünkü don Juan etkili bir tonla ekledi, "Bu, rüya görme. Sonuçlarının nihai olduğunu şimdiye dek öğrenmiş olman gerek. Carol Tiggs gitti."
"Ama nereye gitti sence, don Juan?"
"Eski çağ büyücülerinin gittiği yere. Ölüme meydan okuyanın armağanının sonsuz rüya görme olasılıkları olduğunu söyledim sana. Sen somut bi şey istemedin, o yüzden kilisedeki kadın sana soyut bi armağan verdi: niyetin kanatlarında uçma olasılığı."