1

Konu: Bölüm 2

Don Juan’ı ziyaretimle yeni bir dönem başlamıştı. Onun o özlediğim eski çarpıcı tutumundan, nüktelerinden ve toyluğuma sevecence katlanışından oluşan havaya yeniden girmekte hiç güçlük çekmemiştim. Onu çok daha sık ziyaret etmem gerektiğini düşünüyordum. Don Juan’ı görmemek, gerçekten bir çok şeyi yitirmek demekti benim için. Üstelik, onunla görüşülecek oldukça ilginç bir şey bulunuyordu.
Öğretilerine değin kitabı yazmayı bitirdikten sonra tuttuğum inceleme notları arasında yararlanmadığım kimi bölümleri yeniden okumaya başlamıştım. Yalnızca olağandışı gerçeklik durumlarını işlemiş olduğumdan, büyük oylum tutan kimi verileri hiç kullanmamıştım. Bu eski notlarımı yeniden gözden geçirince, usta bir büyücünün, salt “toplumsal içerikli kimi sözler”den yararlanarak, çömezinde çok özel bir dizi sezgiler yaratabileceği sonucuna vardım. Büyücünün bu sözlerden yararlanma sürecinin niteliklerine değgin savım, bütünüyle, amaçlanan sezgi dizisinin yaratılmasında bir kılavuzun gerekliliği varsayımına dayanmaktaydı. Büyücülerin peyote oturumlarını özel bir deney konusu olarak inceledim. Bu oturumlarda büyücülerin açık seçik bir sözcük ya da işaret vermeden, gerçekliğin niteliğine degin bir anlaşmaya ulaştıklarını savlıyordum; ve böyle bir anlaşmaya ulaşabilmeleri için oturuma katılanların çok üstün ve ince bir gizli iletişim içinde bulundukları sonucuna varıyorum. Bu gizli iletişim yönteminin niteliğini açıklamak amacıyla karmaşık bir dizge kurmuştum. Bu nedenle don Juan’a gidip, bu çalışmalarıma değin fikrini almak istiyordum.
21 Mayıs 1968
Don Juan’ı görmeye giderken yaptığım yolculuk sırasında kayda değer bir şey olmamıştı. Çölde ısı, kırk dereceyi geçiyor insanı rahatsız ediyordu. Akşam yaklaştıkça ısı düşmeye başladı; don Juan’ın evine vardığımda akşam olmuş, serin bir yel esmeye başlamıştı. Çok yorgun sayılmazdım. Odasında oturup konuştuk. Rahat ve gevşemiş bir durumdaydım; konuşmamız saatlerce sürdü. Notlarıma geçirmeye değer bir şeyler konuşulduğu yoktu. İlle de anlamlı bir şey söyleyim ya da koca koca anlamlar çıkarayım diye uğraşmıyordum. Havadan, o yılki üründen, torunundan, Yaqui Kızılderililerinden, Meksika hükümetinden falan dem vuruyorduk. Don Juan’a, karanlıkta böyle konuşmaktan ne kadar çok tat aldığımı söyedim. O da, bunu söylememin, konuşkan yaradılışıma pek uygun düştüğünü söyledi. Orada otururken konuşmaktan başka bir yapmadığım için, karanlıkta söyleşmenin bana kolay geldiğini de ekledi. Ben de hoşlandığım şeyin, konuşma ediminden öte bir şeyler olduğunu ileri sürerek, aslında bizi saran karanlığın yatıştırıcı ılıklığını sevdiğimi söyledim. Don Juan, hava kararınca evde neler yaptığımı sordu. Ben de, tabii ışıkları açtığımı ya da uykum gelene dek ışıklı cadddelerde dolaştığımı söyledim.
“Öyle mi!” dedi şaşırmış gibi, “Ben de karanlığı kullanmayı öğrendiğini sanmıştım.”
“Nasıl kullanılır karanlık?” diye sordum.
Don Juan, karanlığın -”günün karanlığı” diyordu buna- “görme” için en uygun zaman olduğunu söyledi. “Görme” sözcüğünü alışılmadık bir ses titremiyle vurguluyordu. Bununla ne demek istediğini öğrenmek istediysem de, artık bu konuya girmek için çok geç olduğunu belirtti.
22 Mayıs 1968
Sabahleyin uyanır uyanmaz, daha günaydın bile demeden, don Juan’a mitotelerde, peyote oturumlarında geçen şeyleri açıklayıcı bir dizge kurmuş olduğumu söyledim. Notlarımı çıkarıp yazdıklarımı ona okudum. Ben tasalarımı açıklamaya didinirken o da sabırla beni dinliyordu.
Hepsinin de belli bir anlaşmaya varabilmelerinin, ancak oturuma katılanlara gizli işaretler veren gizli bir başkan’ın varlığıyla olası bulunduğuna inandığımı anlattım. Bu kimselerin, Mescalito’nun varlığını ve onun doğru yaşam biçimine değin derslerini bulmak amacıyla bir mitoteye katıldıklarını; oysa ordaki kişilerin birbirlerine hiçbir söz söylemediklerini, hiçbir işaret yapmadıklarını, buna karşın Mescalito’nun varlığı ve verdiği dersler üzerinde ortak bir anlaşmaya varabildiklerini belirttim. En azından benim katıldığım mitotelerde bunun böyle olmuş olması gerektiğini söyledim. Yani her biri, Mescalito’nun kendisine göründüğü ve dersini verdiği konusunda anlaşıyorlardı. Benim kendi deneyimimde Mescalito’nun herkese görünme ve dersini verme biçimindeki benzerlik çarpıcı olmuştu; oysa herkesin deneyiminin içeriği başka başkaydı. Bu benzeşliği açıklayabilmenin tek yolu kanımca ince, karmaşık bir gizli iletişim dizgesi olmalıydı.
Düzenlemiş olduğum tasarıyı don Juan’a okuyup açıklamam iki saate yakın sürmüştü. Konuşmamı, anlaşmaya ulaşmada kullanılan yöntemin ne olduğunu bana kendi ağzıyla anlatmasını rica ederek noktaladım.
Sözüm bitince, don Juan kaşlarını çattı. Bunu, açıklamalarımı tartışmaya değer bulmuş olduğuna yordum. İyice düşünüp de düşüncesini öyle söyleyecekmiş gibi bir hali vardı. Bir süre sonra, sessizliği bozarak, tezimi nasıl bulduğunu sordum.
Bu sorum onu düşüncelerinden ayırdı. Yüzünde bir gülümseme belirdi; sonra da gümbürdeyen bir kahkahaya dönüştü bu. Ben de gülmeye çalıştım, sinirli sinirli, gülünç olan şeyin ne olduğunu sordum.
“Beynin sulanmış senin!” diye bağırdı. “Mitote denli önemli bi zamanda ne diye birilerine şifre vermeye kalkışsın bu adamlar? Mescalito’yla dalga geçecek kadar manyak mı sanırsın onları?”
Bir an için aklımdan don Juan’ın kaçamaklı davrandığı geçiverdi. Söyledikleri, soruma yanıt olamazdı ki!
Don Juan inatla, “Neden şifre versinler yahu!?” diye söylendi. “Seni de götürdük mitotelere. Kimse sana ne duyumsaman gerektiğini, ya da ne yapman gerektiğini falan söyledi mi, ha! Hiç kimse, Mescalito’dan başka hiç kimse yapamaz bunu!”
Böyle bir açıklamanın mantıksız olduğunu ileri sürerek, bu anlaşmaya nasıl ulaştıklarını anlatması ricamı yineledim.
Don Juan, gizemli bir sesle, “Şimdi anladım neden geldiğini,” dedi. “Sana yardımcı olamam; çünkü gizli işaretler, şifreler falan yok ki!”
“Ama, hepsi birden, Mescalito’nun geldiğini nasıl anlayabiliyorlar?”
Don Juan büyük bir ciddiyetle, “Anlayabiliyorlar, çünkü görüyorlar,” dedi ve yumuşayarak ekledi: “Bir mitoteye daha katıl, o zaman kendin görürsün bunu.”
Bir tuzakmış gibi geldi bu önerisi. Bir şey demedim; notlarımı toplayıp kaldırdım. O da üstelemedi.
Bir süre sonra, don Juan onu bir arkadaşının evine götürmemi istedi. Bütün gün orda kaldık. Görüşmeler sırasında, arkadaşı John, peyoteyle aramın nasıl olduğunu sordu. Sekiz yıl kadar önce, ilk deneyimimde yediğim peyoteyi o vermişti bana. Ne diyeceğimi bilemedim. Don Juan yardımıma yetişerek işlerin yolunda gittiğini söyledi.
Don Juan’ın evine dönerken, laf sırasında, John’un o sorusuyla ilgili bir iki söz söylemek istedim ve artık peyoteye değin herhangi bir şey öğrenmeyi düşünmediğimi; peyotenin, bende bulunmayan türden bir yürekliliği gerektirdiğini; bu uğraşı bıraktığımı söylediğimde iyice düşünüp kararımı öyle vermiş bulunduğumu söyledim. Don Juan yalnızca gülümsüyor, bir şey demiyordu. Evine varana dek konuşmamı sürdürdüm.
Kapı önündeki düzlükte oturduk. Hava ılıktı, pırıl pırıldı. Hafifçe esen akşam yelini ciğerlerimize çekmekteydik.
Don Juan, birden, “Ne diye o denli iteleyip durursun, bilmem ki!” dedi. “Artık hiçbir şey öğrenmek istemiyorum demektesin yıllardan beri.”
“Üç yıldan beri.”
“Niye bu öfken, söyle bakalım.”
“Sana ihanet etmiş gibiydim, don Juan. Bu yüzden söylüyorum bunları hep.”
“Bana ihahet ettiğin yoktur.”
“Sana layık olamadım. Bırakıp kaçtım. Yenik düştüm işte!”
“Elinden geleni, yaparsın; henüz yenik de sayılmazsın.
Öğretmek istediğim şey öyle zor ki! Örneğin, bana, sana geldiğinden çok daha zor gelmişti!”
“Ama sürdürdün uğraşını, don Juan. Benim durumum farklı, ben çekip gittim; şimdi de gelişimin nedeni öğrenmek değil de, yalnızca kendi çalışmamdaki bir hususu açıklamanı istememdir.”
Don Juan bir süre yüzüme baktı, sonra başını öteye çevirdi:
“Bırak da duman yeniden kılavuzluk etsin sana,” dedi bastıra bastıra.
“Olmaz, don Juan,” dedim. “İstemem dumanını. Yeterince yordu beni zaten.”
“Daha başlamış bile sayılmazsın.”
“Çok korkutuyor beni.”
“Korkuyorsun ha? Korku doğal bi şeydir. Bırak korkuyu düşünmeyi. Görme’nin o benzersiz güzelliğini düşün!”
“O güzellikleri düşünebilmeyi gerçekten isterdim, ama yapamıyorum bunu. Aklıma dumanın gelir gelmez, ruhum kararıveriyor. Sanki dünyada tek başıma, desteksiz kalmış gibi oluyorum. Dumanın bana yalnızlığın son kertesini gösterdi, don Juan, başka bir şey değil.”
“Doğru değil bu söylediklerin. Bana baksana! Duman benim dostumdur; yalnızlık falan çektiğim var mı benim?”
“Sen başkasın; korkunu yenmişsin sen.”
Don Juan, omzumu okşayarak, yumuşak bir sesle: “Korktuğun falan yok!” dedi. Sesinde beni suçlayan yabancı bir titrem sezdim.
“Yani yalan mı söylüyorum, korkuyorum derken?”
Sertleşerek, “Yalan malan ırgalamıyor beni. Benim düşündüğüm şey başka. Öğrenmek istemenin nedeni, korkman falan değil. Bambaşka bi şey.”
İyice meraklanmıştım. O şeyin ne olduğunu anlatmasını istedim. Yalvardım. Ama konuşmadı. Bunu bilmediğime inanmazmış gibi başını sallamakla yetiniyordu.
Ola ki, beni öğrenmekten alıkoyan şeyin atalet olduğunu söyledim. Don Juan “atalet”in ne demeye geldiğini sordu. Sözlükte bularak okudum: “Devinimsiz maddenin devinmeden durma eğilimi; ya da devinmekteyse, bir dış etken yoksa, o yönde devinmesini sürdürmesi.”
“Bi dış etken yoksa...” diye yineledi. “Bundan daha iyi bi sözcük bulamazdın. Söylemiştim sana ya! İnsanın durup dururken bilgi adamı olmayı istemesi için kafadan çatlak olması gerekir diye... Aklı başında birinin bunu istemesi görülmüş şey değildir.”
“Bu işe girişmeye can atan birçok kimse bulunacağına eminim,” dedim.
“Bulunmasına bulunur. Ama, onlar sayılmaz. Çünkü kafadan çatlaktır çoğu. Dıştan sağlam görünen sukabakları vardır hani, ama suyla doldur bir onları, nasıl su sızdırırlar! Tıp kı öyle...
“Bi kez velinimetimin bana yaptığı gibi, punduna getirmiş sana öğretmeye başlamıştım. Yoksa şu anda bildiklerini nasıl öğrenirdin? Seni yeniden başlatmak için bi yol bulmak gerekecek herhalde.”
Bu punduna getirme dediği şey, çömezliğimin en can alıcı noktalarından birini oluşturmuştu. Bu olay, yıllar önce olmuştu. Gene de daha bugün olmuş gibi capcanlı duruyordu belleğimde. Don Juan bir zamanlar bir sürü ustaca manevra sonunda, ürkünç bir büyücü kadınla karşı karşıya kalmama neden olmuştu. Aramızda geçen çatışma, bu kadının bana düşman kesilmesine yol açmıştı. Don Juan, bu kadına olan korkumu, çömezliğimi sürdürme nedeni olarak kullanmaya yeltenmiş; o cadının büyülü saldırılarına karşı kendimi savunabilmem için büyücülük öğrenimini sürdürmem gerektiğini ileri sürmüştü. Bu “manevralar”, sonunda öyle etkili olmuşlardı ki; ölmek istemiyorsam, elimden geldiğince öğrenmekten başka yapacak bir şeyim kalmadığına yürekten inanmaya başlamıştım.
“Beni gene o kadınla korkutmayı tasarlıyorsan, vallahi bir daha gelmem.” dedim.
Don Juan keyifli bir kahkaha koyuverdi.
“Üzülme sen,” diye bana güven vermeye çalıştı. “Sana korkuyla iş yaptıramam ki artık! Korktuğun falan yok senin. Ama seni ayartmak gerekirse, burda olmana gerek yok ki! Nerde olursan ol, ayartırım ben seni.”
Don Juan kollarını başının arkasına koydu, uyumak için yere uzandı. İki saat kadar sonra uyandığında, ben hâlâ notlarımı düzenlemekteydim. Artık hava iyice kararmıştı. Don Juan, yazmakta olduğumu görünce dikildi; gülümseyerek yaza yaza sorunumu çözmüş müyüm diye sordu.

Cvp: Bölüm 2

23 Mayıs 1968
Oaxaca’dan söz etmekteydik. Don Juan’a, bir zamanlar pazar kurulduğu bir gün o kente gittiğimde o yöreden gelen yüzlerce Kızılderilinin yiyecek ve ıvır zıvır bir sürü eşyayı satmak için pazaryerinde toplandıklarını anlatıyordum. Sağaltıcı bitkiler satan bir adamın, ilgimi özellikle çekmiş olduğunu söyledim. Tahtadan yapılmış bir dolaptaki küçük kavanozlar içinde kurutulmuş, kıyılmış bitkileri satıyordu. Sokak ortasında durmuş, elinde bir kavanoz tutuyor, yüksek bir sesle bir tekerleme söylüyordu.
“Sivrisinek, pireye ve ayrıca bitlere,
Domuz, at, inek için, işte getirdim size. Bilumum sayrılığı iyi eder bu otlar, Kabakulak, kızamık, romatizma, gut mu var? Yürek, ciğer, mide, bel ne ağrın varsa keser, Alın bayanlar baylar, sızıdan kalmaz eser. Sivrisinek, pireye ve ayrıca bitlere.”
Durmuş, uzun uzun dinlemiştim adamı. Önce bütün hastalıkları sayıp döküyor, sonra da bitkilerin bu hastalıkları iyi ettiğini söylüyordu. Dört dize söyleyip duraksıyor, böylece tekerlemesine ilginç bir tartım veriyordu.
Don Juan, gençken, kendisinin de Oaxaca pazarında bitki sattığını söyledi. Müşteri çekmekte kullandığı “terane”yi hâlâ anımsadığını belirterek okumaya başladı. Arkadaşı Vicente’yle birlikte kimi ilaç reçeteleri hazırladıklarını anlattı.
“Bizim ilaçlar gerçekten iyiydi,” diye sürdürdü. “Arkadaşım Vicente ‘şahane hulasalar’çıkarırdı bitkilerden.”
Don Juan’a Meksika’ya yaptığım yolcululardan birinde, bu arkadaşı Vicente’ye rastladığımı söyledim. Don Juan çok şaşırmış göründü, daha anlatmamı istedi.
Bir zamanlar Durango’dan geçerken, don Juan'ın, o yörede oturan bir arkadaşını görmemi söylediğini anımsamıştım. Ben de onu arayıp bulmuştum. Bir süre konuştuk. Ben ayrılacağım sırada, bana bir torba içinde kim bitkiler vermiş ve bunlardan birisinin nasıl dikileceğini anlatmıştı.
Aquas Calientes kasabasına giderken yolda durmuş, kimse var mı diye çevreme bakmıştım. On dakika kadar yolu ve çevresini gözetlemiştim. Görünürlerde ev bark, hiçbir şey yoktu. Oralarda otlayan sığır falan da yoktu. Çevreyi kolaçan edebileceğim küçük bir tepede bulunuyordum. Görebildiğim yerlerde herhangi bir yerleşme izi bulunmuyordu. Kendimi hazırlamak ve don Vicente’nin dikim tarifini anımsamak için birkaç dakika bekledim. Bitkiyi alıp don Vicente’nin söylediği üzre yolun doğu yakasındaki kaktüs tarlasına girdim. Yanıma bir şişe madensuyu da almıştım. Bu su bitkinin üzerine serpilecekti. Şişenin kapağını açmak için toprağı kazmakta kullandığım demir çubuğu şişeye vurdum. Şişe patlayıverdi; saçılan cam parçalarından biri üst dudağımı sıyırarak kanatmıştı.
Bir şişe daha almak için arabaya döndüm; şişeyi bagajdan çıkarırken, yanıbaşımda bir VW steyşın belirdi. Arabayı süren adam yardım isteyip istemediğimi sordu. Teşekkür edip adamı savdım. Sonra gidip bitkiyi suladım. Arabama dönerken, otuz metre kala, kimi sesler işittim. Yamaçtan aşağıya koşar adım inerken arabamın yanında üç Meksikalı gördüm - iki erkek ve bir kadın.
Adamlardan biri ön tampona oturmuştu. Kırkına yakın, orta boylu siyah, dalgalı saçlı biriydi. Sırtında bir denk taşıyordu; eskimiş, siyah, bol bir spor pantolonla rengi atmış pembe bir gömlek giymişti. Ayaklarına bol gelen pabuçlarının bağları çözüktü; onlarla rahat yürüyemediği belli oluyordu. Kan ter içinde kalmıştı.
Öteki adam arabadan beş on metre ötede duruyordu. İnce kemikli ve öbür adamdan daha kısa boyluydu. Düz saçları, arkaya doğru taranmıştı. Kırk beş elli yaşlarında görünüyordu. Giysileri biraz daha düzgünceydi. Sırtında lacivert bir ceket vardı, pantolonu açık maviydi. Siyah ayakkabıları vardı. Terlediği falan yoktu. Öbürlerine pek yaklaşmıyor, onlarla ilgilenmez görünüyordu.
Kadın da kırk yaşlarında kadardı. Şişman ve esmerdi. Siyah etek, beyaz bluz ve ucu sivri siyah ayakkabı giymekteydi. Yük falan taşımıyordu; elinde çantalı bir radyo vardı. Çok yorgun görünüyordu. Yüzü ter damlalarıyla kaplıydı.
Onlara yaklaştım. Adamların genç olanıyla kadın yanıma geldiler. Kendilerini arabama almamı istediler. Tıka basa dolu olan arka koltuğu göstererek arabada yer olmadığını söyledim. Adam, eğer yavaşça sürersem, arka tampona takılarak gidebileceklerini önerdi. İstersem ön kaputun üzerine bile uzanabileceklerini belirtti. Çok saçma bulmuştum bu önerileri. Ama öyle ısrarla yalvarıyorlardı ki, üzülmeye ve sıkılmaya başladım. Otobüse binmeleri için biraz para verdim.
Genç olanı paraları alıp teşekkür etti; ama yaşlısı, küçümseyerek sırtını döndü.
“Bana araba gerek, paranı istemiyorum,” dedi.
Sonra bana dönerek, “Bize yiyecek bir şey verebilir misin, su var mı?” diye sordu.
Aksi gibi hiçbir şey yoktu yanımda. Bir an durup bana baktılar ve hep birlikte yürüyerek uzaklaştılar.
Arabama binip anahtarı çevirdim. Sıcak yüzünden motora su taşmış olacaktı. Basmayan marşın gıcırtısını işiten genç adam durdu. Sonra dönüp arabayı arkadan itmeye hazır bir duruma geçti. Büyük bir korkuya kapılmıştım. Soluğum kesilir gibi oluyordu. Az sonra motor çalıştı ve çekip gittim.
Bunları anlattıktan sonra, don Juan bir süre düşünceye daldı.
Gözlerini bana dikerek, “Neden daha önce anlatmadın bunu?” diye sordu.
Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Omuzlarımı silkerek o denli önemli olduğunu düşünmediğimi söyledim.
“Önemli olmaz mı hiç!” dedi don Juan, “Vicente birinci sınıf bi büyücüdür. Sana dikilecek bi şey verdiğine göre vardır bi nedeni. Ya bitkiyi diktikten sonra öyle gökten düşmüşçesine ortaya çıkan o üç kişiyle karşılaşıvermen! Onun da vardır bi nedeni. Ama sen aptal olduğundan önemsemedin bu olayı ve sözünü bile etmedin.”
Don Juan, Vicente’yi ziyaretim sırasında neler olduğunu bütün ayrıntılarıyla anlatmamı istedi.
Ben de, kasabadan geçerken pazarın içine girdiğimi; Vicente’yi ziyaret etmeyi o zaman düşündüğümü anlattım. Arabadan inip pazarı dolaşırken sağaltıcı otlar satılan bölüme gelmiştim. Yan yana üç tezgâh vardı, her birinin başında birer şişman kadın duruyordu. Geçitten geçip köşeyi dönünce bir tezgâh daha gördüm. İnce yapılı, beyaz saçlı bir adam vardı. Bir kadına kuş kafesi satmaktaydı.
Kadın gidesiye kadar bekledim. Adam yalnız kalınca, Vicente Medrano diye birisini tanıyıp tanımadığını sordum. Yanıtlamadan, yüzüme baktı.
Sonunda, “Ne işin var Vicente Medrano’yla?” diye sordu.
Beni, onun bir arkadaşı olan don Juan’ın göndermiş olduğunu söyledim. Yaşlı adam bir an yüzüme bakarak, kendisinin Vicente Medrano olduğunu ve hizmetimde olduğunu söyledi. Oturmamı istedi. Çok sevinmişe benziyordu. Rahat, arkadaş canlısı bir kimseydi. Don Juan’la olan arkadaşlığımdan söz açtım ona. Birden birbirimize ısınıverdiğimizi gördüm. Don Juan’ı yirmi yaşlarından beri tanıdığını söyledi. Don Juan’ı çok beğendiği belliydi. Görüşmemizin sonuna doğru, içtenlikle, “Juan gerçek bir bilgi adamıdır. Ben kendim de bitki güçleriyle bir süre uğraşmıştım. Sağaltıcı özellikleri hep ilgimi çekmiştir. Bir yığın botanik kitabı bile derlemiştim; daha geçen gün hepsini sattım gitti.”
Bir an sustu. Çenesini kaşıdı. Uygun bir sözcük arıyor gibiydi.
“Ben herhalde yalnızca bir lirik bilgi adamıyım,” dedi. “Kızılderili kardeşim don Juan gibi değilim.”
Don Vicente bir süre daha sessiz durdu. Gözleri camlaşmış, sol yanda bir yere dalıp gitmişti.
Sonra bana dönerek fısıltı bir sesle: “Ah, ne doruklardır onlar! Kızılderili kardeşimin tırmandığı...” dedi.
Don Vicente ayağa kalktı. Görüşmemiz bitmişe benziyordu.
Eğer, bir Kızılderili kardeşe değin böyle bir sözü bir başkası söylemiş olsaydı, basmakalıp bir laf olarak değerlendirirdim bunu. Ne var, don Vicente’nin sesindeki titrem öylesine içtenlikli, gözleri öyle duruydu ki; beni kendimden geçirtmişti. Kızılderili kardeşinin göklere yücelen imgesini işlemişti beynime. Bu dediğini inanarak söylediğine emindim.
Anlattıklarım bitince, don Juan, “Lirik bilgiymiş... Assitir!” diye homurdandı. “Vicente brujodur. Ne diye gittin ona?”
Don Vicente’yi görmemi, kendisinin bana söylediğini anımsattım.
“Hadi canım,” diye alevlendi, “ben sana bi gün görmeyi öğrenirsen, gider arkadaşım Vicente’yi ararsın demiştim. Başka bi şey demiş değilim. Dinlemiyordun herhalde.”
Don Vicente’yle tanışmamda bir sakınca göremediğimi ileri sürerek onun çok iyi çok ince bir adam olduğunu ekledim.
Don Juan başını iki yana sallıyor, yarı alaylı bir biçimde “şaşılası talih”im dediği bu durum karşısında duyduğu şaşkınlığı dile getiriyordu. Don Vicente’yi ziyaretimin, elinde ufak bir değnekle bir aslanın kafesine girmek olduğunu söylüyordu. Don Juan sarsılmış gibiydi; ne var, onu neyin bu duruma getirmiş olduğunu anlamıyordum. Don Vicente güzel bir insandı. İnce, temiz bir adam... Derin bakışlarıyla insanı etkileyen bir adam... Don Juan’a, böyle güzel bir insanın nasıl çekinceli olabileceğini sordum.
“Senin bu ahmaklığın yok mu ya!” diyerek sert sert yüzüme baktı. “Onun zararı dokunmaz sana. Ama bilgi, güç demektir. İnsan bilgi yoluna girmeyiversin bi! Artık onun başına gelecekleri önleyemez ki o. Sen ancak, kendini, ondan değil de, onun dizginlemiş olduğu erkten koruyabilecek denli bilgi sahibi olduğun zaman ziyaret etmeliydin onu. Bu erkler de onun ya da herhangi bi kimsenin değildir. Bi başlarına vardır bu erkler. Sen Vicente’ye, arkadaşım olduğunu söyleyince, adamcağız kendini koruma yollarını bildiğini sanmıştır. O yüzden vermiştir o sana o armağanı. Seni çok sevmiştir herhalde, sana büyük bir armağan vermiştir. Berbat etmişsin onu! Çok yazık!”
24 Mayıs 1968
Bütün gün don Juan’a asılıp durdum; don Vicente’nin armağanından söz etmesini istiyordum. Aramızdaki farkları göz önünde tutması gerektiğini birkaç kez ayrı ayrı açıklamalarla anlatmaya çalışıyordum. Onun için kolayca biliniveren bir şeyin benim için içinden çıkılmaz bir bilmece olabileceğini söyledim.
Sonunda, “Sana kaç bitki verdi?” diye sordu.
Dört diye yanıtladım. Ama kesinlikle anımsayamıyordum. Ardından, don Juan don Vicente’den ayrılışımla yolun kıyısında park edişim arasında geçenleri tam olarak anlatmamı istedi. Gelin görün ki, bunu da anımsayamadım.
“Bitkilerin sayısı önemlidir. Olayların sırası da öyle,” dedi. “Ne olup bittiğini anımsamazsan, nasıl söylerim ne armağan verdiğini?”
Olay sırasını gözümün önüne getirmeye çabaladım. Ama boşuna.
“Olan biten her şeyi anımsamış olaydın,” diye sürdürdü don Juan, “o zaman, hiç olmazsa armağanını nasıl berbat ettiğini anlatabilecektim sana.”
Don Juan’ın keyfi kaçmışa benziyordu. Sabırsızlanıyor, anımsamaya çalışmamı istiyordu. Ama aklım durmuş gibiydi.
Salt, görüşmeyi sürdürmek amacıyla, “Ne yanlışlık yaptım acaba, don Juan?” diye sordum.
“Hepsi yanlış.”
“Ama don Vicente’nin söylediklerini harfi harfine yerine getirmiştim.”
“Ne çıkar? Söylediklerini yapmanın anlamsızlığını göremiyor musun?”
“Nasıl?”
“Nasıl olacak! O söyledikleri, görebilen kimselere göre söylenmiştir. Senin gibi hayatını şans eseri kurtarmış bi sersem kaza göre değil! Vicente’ye hazırlıksız gittin sen. Seni beğendi; bir armağan verdi. O armağan senin hayatına mal olabilirdi.”
“Neden versin öyle sakıncalı bir şey? Büyücü olduğuna göre, benim bir şey bilmediğimi anlaması gerekmez miydi?”
“Ne bilsin! Bunu göremez ki! Sen biliyormuş gibi davranıyorsun, oysa pek bi şeyler bildiğin yok.”
Kendimi kesinlikle başka türlü göstermediğimi, böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmediğimi belirttim.
“Demem o değil,” dedi don Juan, “Bilgiçlik taslasaydın, Vicente çakardı bunu. Senin yaptığın, bilgiçlik taslamaktan da kötü. Ben seni görünce, epey bi şeyler biliyor gibi görünüyorsun. Ama pekâlâ biliyorum ki, bilmiyorsun.”
“Neler biliyor gibi görünüyorum, don Juan?”
“Güçlerin gizlerini, elbette; brujoların bildiklerini. Vicente de seni görünce, bi armağan vermiş sana. Sen de tokluktan karnı patlar durumdaki köpeğin mamasına ettiği gibi yapmışsın. Köpeğin karnı doyunca, gider mamasına işer; öbür köpekler yemesin diye. Sen de armağana yaptın işte! Şimdi hiç bilemeyiz ne olduğunu. Çok şey yitirmiş oldun. Çok yazık!”
Bir süre konuşmadık. Sonra, don Juan omuz silkerek gülümsedi.
“Üzülmenin yararı yok,” dedi. “Ama elden gelmiyor ki! İnsanın yaşamında böyle bir erk armağanı pek seyrek çıkar. Eşi benzeri bulunmaz bi şeydir bu. Kimse bana öyle bir armağan vermedi. Armağan verilmiş, yalnızca bir iki kişi tanıyorum. Böyle değerli bi şeyin çarçur edilmesi koyuyor vallahi insana.”
“Seni anlıyorum, don Juan,” dedim, “Acaba o armağanı kurtarmak için yapabileceğim bir şey var mıdır?”
Don Juan güldü ve birkaç kez, “Armağanı kurtaracakmış,” diye söylendi. “Aman ne iyi!” dedi, “Pek hoşuma gitti doğrusu. Ama ne yazık ki armağanını kurtarmak için bi yol yok!”

Cvp: Bölüm 2

25 Mayıs 1968
Don Juan bugün bütün zamanını, küçük hayvanları yakalamak için tuzakların nasıl düzenleneceğini göstererek geçirdi. Bütün sabah, dal kesmekle, bunları ayıklamakla geçti. Sormak istediğim bir sürü soru vardı. Çalışırken, birkaç soru sorayım dedim. Don Juan, şaka yollu, ikimiz arasında yalnız benim aynı anda hem elimi hem ağzımı oynatabildiğimi söyledi. Sonra dinlenmek için oturduğumuz bir sırada, ağzımdan şu soru kaçıverdi: “Bu görme nasıl bir şey, don Juan?”
“Bunu bilmek için görmen gerek. Ben anlatamam ki!” “Bilmem gereken bir giz mi yani?”
“Değil. Tanımlayabilmem olanaksız da...”
“Neden?”
“Bir anlam çıkartamazsın.”
“Dene bir kez, don Juan. Ola ki çıkartırım bir anlam.” “Olmaz. Kendin yapmalısın bunu. Bir öğren bak, dünyadaki her şeyi bambaşka bi biçimde göreceksin.”
“Yani, don Juan, sen artık dünyayı olağan biçimde görmüyor musun?”
“Hem öyle görüyorum, hem de öbür türlü. Dünyaya bakmak istediğimde, senin gördüğün gibi görürüm onu. Sonra görmek isteyince, kendi bildiğim o değişik biçimde bakarım ve sezerim dünyayı.”
“Onları her gördüğünde bu şeyler hep aynı mı görünürler?”
“Değişmez ki şeyler. Onlara bakış biçimini değiştirirsin, hepsi o kadar.”
“Yani, don Juan, diyelim ki aynı ağacı birkaç kez gördün; her kezinde aynı mı kalır ağaç?”
“Hayır. Değişir, ama gene aynıdır.”
“Ama ağaç, onu her görüşünde değişiyorsa, senin bu görmen yanılsama olabilir.”
Don Juan bir kahkaha attı, bir süre yanıt vermedi. Düşünüre benziyordu. Sonunda dedi ki: “Bi şeye bakınca, göremeyiz onu. Yalnızca bakmış oluruz; orda bi şeyler var mı diye bakar gibi bi şey. Görmeyi bilmiyorsan, her şey her bakışında aynıymış gibi görünür sana. Oysa, görmeyi öğrenince, bi şey, onu her görüşünde asla aynı olmaz. Ama gene de aynı şeydir. Demiştim ya, insan, örneğin, bi yumurtaya benzer. Aynı kişiyi her görüşünde, gördüğün bi yumurtadır; ama aynı yumurta değil.”
“E, her şey böyle değişik görünüyorsa, onları tanıman olanaksızlaşır; o zaman ne yararı var ki bu görmeyi öğrenmenin?”
“Karıştırmazsın canım. Gerçekte oldukları gibi görürsün o şeyleri.”
“Yani ben nesneleri, gerçekte oldukları gibi göremiyorum, ha?”
“Görmüyorsun ya! Gözlerin yalnızca bakmayı öğrenmiş. Örneğin rastlamış olduğun o üç kişi, üç Meksikalı... Ayrıntılı olarak anlattın onları, giysilerini falan anlattın, bu da, onları görmemiş olduğunu kanıtladı bana. Görme yetin olsaydı, onların insan falan olmadıklarını hemen oracıkta anlardın.”
“İnsan değiller mi? Ya neydi onlar?”
“İnsan değil dedim ya! Hepsi o kadar.”
“Nasıl olur bu, don Juan? Onlar da senin benim gibi insandı.”
“Hayır değildi. Biliyorum.”
Onların hayalet mi, hortlak mı yoksa cin falan mı olduklarını sordum. Aldığım yanıt, hayalet, hortlak, cin diye bir şey bilmediği biçimindeydi.
Yanımda taşıdığım Webster sözlüğünden, hayalet sözcüğünün tanımını okuyarak çevirdim: “Gerçekte var olmadığı halde kimi zaman görüldüğü sanılan, ölü bir kimsenin gövdesinden ayrılmış olduğu düşünülen ruhu; cin, peri, hortlak gibi görüntüler.” Ardından, cinin tanımına geçtim: “(İyi ya da kötü) nitelikleri olduğu söylenilen, belli yerlerde bulunan, hayalet... gibi olağanüstü bir varlık.”
Don Juan, ola ki o üç kişiye cin denilebileceğini, ama okuduğum tanımın onları yeterince tanımlayamadığını belirtti.
“Bir tür koruyucu melek olmasınlar?” diye sordum. “Yok. Bi şey korudukları falan yok onların.”
“Bizi gözetleyen varlıklar mı? Ne yaptığımızı izleyen?”
“Kimi güçlerdir onlar; ne iyidir ne de kötü. Brujoların,
uysallaştırmayı öğrendikleri kimi, güçler...”
“Dost dediğin şey bunlar mıdır, don Juan?”
“Evet. Bilgi adamının dostlarıdır onlar.”
Sekiz yıllık birlikteliğimiz boyunca, don Juan ilk kez bir “dost”u tanımlamaya yanaşıyordu. On beş yirmi kez bir tanım yapmasını istemişimdir. Bu isteklerime hiç kulak asmamış ve bir dostun ne olduğunu bildiğimi, insanın bildiği şeyi sorup durmasının aptalca bir şey olduğunu söyleyegelmiştir. Don Juan’ın, bir dostun niteliklerine değin dolaysız sözleri bir yenilik sayılırdı. Bunu değerlendirmenin, deşmenin tam zamanıydı.
“Dostların bitkilerde bulunduğunu söylemiştin, jimson otunda ve mantarlarda?” diye sordum.
“Öyle bi şey demedim ben,” diye kesin bir yanıt verdi. “Sen yanlış anlamakta birincisindir.”
“Ama notlarımda öyle yazmışım, don Juan.”
“Ne istersen yaz, bana ne? Bana, öyle dedim, böyle dedim, deme de...”
Bana, önce velinimetinin dostunun jimson otunda bulunduğunu, kendi dostunun da dumancıkta bulunduğunu; daha sonraları da her iki bitkinin de dostu içerdiğini söylemiş olduğunu anımsattım.
Don Juan, kaşlarını çatarak, “Hayır. Yanılıyorsun,” dedi. “Benim dostum dumancıktır. Bu, dostun, duman harmanında, ya da mantarlarda ya da pipoda bulunduğu anlamına gelmez ki! Zaten o dosta dumancık dememin özel nedenleri var.”
Don Juan, “onlar insan değildi”-oi qué no son gente-dediği o üç kişinin, gerçeklikte don Vicente’nin dostları olduğunu anlatıyordu.
Ben de ona, bi dostla Mescalito arasında bir ayrım yapmış olduğunu; bir dostun görünmemesine karşın Mescalito’nun kolaylıkla görülebileceğini belirtmiş bulunduğunu anımsattım.
Ardından uzun bir tartışıya geçtik. Don Juan, bir dostun herhangi bir biçime girmemesi nedeniyle görülemeyeceği hususunu saptamış bulunduğunu ileri sürmekteydi. Ben de, bir zamanlar, kendisinin bana Mescalito’nun herhangi bir kılığa bürünebildiğini söylemiş olduğunu anımsatınca; don Juan, sözünü ettiği “görme”nin, olağan biçimde “nesnelere bakma” eylemi olmadığını ve zihnimdeki bulanıklığın konuşmaya düşkünlüğümden kaynaklandığını söyleyerek, tartışmayı kesiverdi.
Saatlerce sonra don Juan, kendiliğinden, dostlar konusunu yeniden başlattı. Sorularımın onu tedirgin etmiş olabileceğini düşünerek, kendimi frenledim. O sırada tavşan tuzağının nasıl yapıldığını göstermekteydi. Uzun bir sopayı, olabildiğince bükerek tutuyordum; don Juan sopanın iki ucunu bir iple bağlıyordu. Sopa pek kalın değildi ya, gene bükülü tutulması beni zorlamaktaydı. Başım ve kollarım, harcadığım çabadan ötürü, zangır zangır sallanıyordu. Don Juan ipi bağayana dek, canım çıkmıştı.
Oturup konuşmaya başladık. Don Juan, bir şeye değin konuşmadıkça onu anlayamadığımı bildiğini; sorularımı hoş gördüğünü ve bana dostları anlatacağını söyledi.
“Dost, duman içinde değildir,” dedi. “Duman seni dostun bulunduğu yere götürür. Dostla birleştiğinde, artık dumanı kullanmana gerek kalmaz. O anda başlayarak, istediğin zaman dostunu çağırır, ona istediğini yaptırtabilirsin.
“İyi ya da kötü değildir dostlar; büyücüler onları uygun buldukları her amaç için kullanabilirler. Dost olarak dumancığı yeğlememin nedeni, onun benden pek fazla bi şey istememesidir. Oynak değildir duman, dürüsttür.”
“Bir dost sana nasıl görünüyor, don Juan? Örneğin, o, üç kişi bana sıradan insanlar gibi görünmüştü; sana nasıl görünürlerdi onlar?”
“Bana da insan gibi görünürlerdi.”
“E, o zaman gerçek insanlardan nasıl ayırt edebilirdin onları?”
“Gerçek insanları görünce, saydam yumurtalara benzerler. İnsandışı varlıklar da hep insan gibi görünürler. Bi dostu göremezsin dediğim zaman, bunu demek istemiştim. Dostlar bi çok kılıklara girerler. Köpek, çakal, kuş kılığına, horozibiği çiçeği kılığına, her kılığa girerler. Tek ayrım şudur ki, onları gördüğünde tıpkı görünmeyi tasladıkları şey gibi görünürler. Gördüğün zaman, her şey kendisine özgü biçimini alır. Tıpkı insanların yumurtaya, öbür şeylerin başka şeylere benzediği gibi; ama, dostlar, yalnızca resmettikleri biçimde görülebilir. Zaten gözü aldatan da bu biçimler olur ya! Ama, bizim gözümüzü... Köpekler hiç aldanmaz, kargalar da...”
“Ne diye aldatmak isterler bizi?”
“Soytarılık kendimizde. Kendi kendimizi aldatırız biz. Dostlar orda bi şeyin dış görünümünü alırlar; biz de onları olmadıkları biçimde görürüz. Biz gözlerimize yalnızca bakmayı öğretmişsek, bu onların kabahati mi?”
“İşlevlerini pek anlayamadım, don Juan. Bu dostların ne işi var bu dünyada?”
“Pekâlâ! Ben de sana sorayım, ya bizim ne işimiz var bu dünyada? Bildiğim şeyler değil bunlar. İşte burdayız, bütün bildiğim bu kadar. Dostlar da, bizim gibi, burda bulunmakta. Ola ki onlar bizden de önce varlardı.”
“Nasıl bizden önce?”
“Biz insanlar hep burda değildik ya!”
“Yani bu ülkede mi, yoksa dünyada mı demek istiyorsun?”
Bu aşamada bir başka uzun tartışmaya girmiştik. Don Juan, kendisi için yalnızca tek bir dünya, üzerine bastığı yer, bulunduğunu söylüyordu. Hep bu dünyada bulunmadığımızı nasıl bildiğini sordum.
“Nasıl olacak,” diye yanıtladı, “biz bu dünyayı pek az tanımaktayız. Çakal onu bizden çok daha iyi bilir. Dünyanın dış görünüşü kolay kolay aldatamaz onu.”
“E, nasıl oluyor da onları yakalayabiliyoruz, öldürebiliyoruz,” diye sordum. “Görünüşe aldanmıyorlarsa, neden öyle ölüveriyorlar?”
Don Juan, ben utançtan terleyene dek, yüzüme baktı durdu.
“Biz çakalı tuzağa düşürebiliriz. Zehirleyebilir ya da vurabiliriz,” dedi. “Hepsine de yenik düşer çakal; çünkü insanın makinalaştırma evresine girdiğinden habersizdir. Ama ölmezse çakal, artık onu yakalayamazsın. Tecrübeli avcılar bunu bilirler, bi tuzağı aynı yere iki kez kurmazlar, çünkü tuzakta bi çakal ölse, bütün çakallar onun nasıl öldüğünü görürler. Kalıcıdır bu bilgi, artık gitmezler o yere-yanına bile yaklaşmazlar. Oysa bizim ölümü gördüğümüz yoktur; başkalarının öldüğü yerde döner dolaşırız. Biraz kuşkulansak da, kesinlikle görmeyiz.”
“Çakallar bir dostu görebilir mi?”
“Elbette.”
“Nasıl görünür bir dost bir çakala?”
“Bunu bilmek için çakal olman gerekir. Ne var, kargalara külah gibi göründüğünü biliyorum. Alt yanı yuvarlak ve geniş, tepesi sivri bi külah. Kimileri parlaktır, ama çoğu mat olur; çok ağırmış gibi görünürler. Islak paçavradan yapılmış gibidirler. Olayları önceden haber veren biçimdedirler.”
“Ya sana nasıl görünür bunlar, don Juan, sen onları gördüğünde!”
“Bunu söylemiştim. Tasladıkları şey gibi görünürler bana. Bunlar istedikleri biçimde ve boyda kılıklara girebilirler. İsterlerse çakıla isterlerse dağa dönüşürler.”
“Bunlar konuşur mu hiç? Güler mi? Ses falan çıkarır mı?”
“İnsanların yanında insan gibi davranırlar. Hayvanların yanında da hayvan gibi davranırlar. Hayvanlar çok korkar onlardan. Ama, bi alışmaya görsünler, o zaman bi başlarına bırakırlar onları. Biz de öyle davranırız kimi kez. Aramızda yüzlerce dost dolaşır durur; hiç sesimizi çıkarmayız. Çünkü gözlerimiz, yalnızca bakmaktadır; ayrımsayamayız onları bu yüzden.”
Don Juan’ın bu sözleri beni sarsmıştı; kendimi tutamayıp, “Yani sokakta rastladığım kimi insanlar aslında insan değil, öyle mi?” diye sordum.
Sözcüklere basa basa, “Kimileri değildir.” dedi.
Bana göre bu sözler, saçmalığın dik âlâsıydı. Ama don Juan’ın, salt beni etkilemek amacıyla böyle şeyler söylemiş olabileceğini düşünemezdim. Bu anlattıklarının, aklıma, bilim kurgu öykülerindeki başka gezegenlerden gelen yaratıkları getirdiğini söyledim. O da, aklıma gelen şeylerin onu ırgalamadığını, yalnızca, sokakta gezen kimi insanların insan olmadığını söyledi. Son kerte bi ağırbaşlılıkla, “Bi kalabalıkta ki insanların hepsinin de insan olduğunu nasıl olup da düşünebiliyorsun?” diye sordu.
Bu soruya yanıt bulamıyordum. Ola ki inançlarımın dışına çıkamama alışkısıydı asıl sorun.
Don Juan, insanların toplu halde bulunduğu yerlerde dolaşmayı çok sevdiğini söyleyerek konuşmasını sürdürdü. Devinmekte olan binlerce yumurtayı andıran yaratık arasında, insan kılıklı birini nasıl görüverdiğini anlattı.
Sonra gülerek, “Çok hoş bi şeydir bu,” diye ekledi, “benim çok hoşuma gider. Parklarda, otobüs terminallerinde oturur, bakarım gelip geçenlere. Kimi kez, hemen buluveririm bi dostu. Kimi kez de yalnızca gerçek insanlar görürüm. Bigün otobüste, yan yana oturan iki dost görmüştüm. İkisini bi ara da ilk kez orda görmüştüm. Başkaca da görmedim.”
“İki dostu birden görmenin özel bir anlamı var mı?”
“Tabii var. Zaten her yaptıkları anlamlıdır. Kimi kez brujolar, güçlerini onların edimlerinden alırlar. Bi brujonun kendi dostu olmasa bile, eğer görmeyi biliyorsa, dostların edimlerine bakarak güç kazanabilir. Velinimetim bana bunun nasıl yapıldığını öğretmişti; kendi dostumu buluşumdan önce kalabalık yerlerde dost arar; birini görür görmez de o bana bi şeyler öğretirdi. Sen üçünü bir arada gördün. O görkemli ders de boşa gitmiş oldu.”
Tavşan tuzağını kurmayı bitirene dek başkaca bir şey söylemedi. Sonra birden bana dönerek, yeni anımsamış gibi, bu dostların bir başka önemli yanının da, ikisi bi arada bulunuyorlarsa, bu durumda ikisinin de hep aynı cinsten olduğunu anlattı. Onun gördüğü iki dost, erkekmiş; benim gördüklerimin ikisi erkek birisi dişi olduğuna göre, bu, benim deneyimimin daha da önemli olduğunu gösterirmiş.
Bu dostların çocuk kılığına girip girmediklerini; iki çocuk olursa bunların aynı cinsten mi yoksa ayrı cinsten mi olacaklarını; dostların her ırktan insan kılığına girip girmediklerini; ana, baba ve çocuktan oluşan aile biçiminde görünüp görünemeyeceklerini ve son olarak da araba, otobüs falan süren bir dost görüp görmediğini soruyordum.
Don Juan hiçbirini yanıtlamadı, gülümseyerek konuşmalarımı dinliyordu. Son sorumu işitir işitmez bir kahkaha koyverdi. Ve sorularımı dikkatsizce sorduğumu; sorumu, hiç motorlu araç süren bir dost görüp görmediği biçiminde sormuş olmamın daha yerinde olmuş olacağını söyledi.
“Motosikletleri unutmamalıyız, di mi?” derken gözlerin de haylazca parıltılar gördüm.
Sorularımla böyle neşeli bir biçimde dalga geçişi çok hoşuma gitmişti. Ben de gülmeye başladım.
Don Juan daha sonra, dostların kendi başlarına bir şeye girişip, başka şeyleri doğrudan doğruya etkilemediklerini açıkladı. Bunlar, insanı dolaylı bir biçimde etkilermiş. Bir dosta dokunmak çok çekinceli bir şeymiş; çünkü bir dost insanın en kötü yanlarının ortaya çıkmasına neden olurmuş. Çömezlik, uzun süren sıkıntılı bir uğraşmış. Çünkü böyle bir karşılaşmanın çarpıcı etkisine katlanabilmesi için insanın yaşamındaki gereksiz şeyleri en azma indirmesi gerekirmiş. Kendi velinimeti bir dostla ilk karşılaştığında kendisini az daha yakıyormuş; gövdesi, bir dağ aslanıyla boğuşmuşçasına yara bere içinde kalmış. Kendi deneyiminde ise, dost onu yanan odunların içine itmiş de diziyle omuzu biraz yanmış; ama zaman geçip de bir dostla bütünleşince bu yara izleri de yok olmuş.

Cvp: Bölüm 2

.