Konu: Bölüm 2
Don Juan’ı ziyaretimle yeni bir dönem başlamıştı. Onun o özlediğim eski çarpıcı tutumundan, nüktelerinden ve toyluğuma sevecence katlanışından oluşan havaya yeniden girmekte hiç güçlük çekmemiştim. Onu çok daha sık ziyaret etmem gerektiğini düşünüyordum. Don Juan’ı görmemek, gerçekten bir çok şeyi yitirmek demekti benim için. Üstelik, onunla görüşülecek oldukça ilginç bir şey bulunuyordu.
Öğretilerine değin kitabı yazmayı bitirdikten sonra tuttuğum inceleme notları arasında yararlanmadığım kimi bölümleri yeniden okumaya başlamıştım. Yalnızca olağandışı gerçeklik durumlarını işlemiş olduğumdan, büyük oylum tutan kimi verileri hiç kullanmamıştım. Bu eski notlarımı yeniden gözden geçirince, usta bir büyücünün, salt “toplumsal içerikli kimi sözler”den yararlanarak, çömezinde çok özel bir dizi sezgiler yaratabileceği sonucuna vardım. Büyücünün bu sözlerden yararlanma sürecinin niteliklerine değgin savım, bütünüyle, amaçlanan sezgi dizisinin yaratılmasında bir kılavuzun gerekliliği varsayımına dayanmaktaydı. Büyücülerin peyote oturumlarını özel bir deney konusu olarak inceledim. Bu oturumlarda büyücülerin açık seçik bir sözcük ya da işaret vermeden, gerçekliğin niteliğine degin bir anlaşmaya ulaştıklarını savlıyordum; ve böyle bir anlaşmaya ulaşabilmeleri için oturuma katılanların çok üstün ve ince bir gizli iletişim içinde bulundukları sonucuna varıyorum. Bu gizli iletişim yönteminin niteliğini açıklamak amacıyla karmaşık bir dizge kurmuştum. Bu nedenle don Juan’a gidip, bu çalışmalarıma değin fikrini almak istiyordum.
21 Mayıs 1968
Don Juan’ı görmeye giderken yaptığım yolculuk sırasında kayda değer bir şey olmamıştı. Çölde ısı, kırk dereceyi geçiyor insanı rahatsız ediyordu. Akşam yaklaştıkça ısı düşmeye başladı; don Juan’ın evine vardığımda akşam olmuş, serin bir yel esmeye başlamıştı. Çok yorgun sayılmazdım. Odasında oturup konuştuk. Rahat ve gevşemiş bir durumdaydım; konuşmamız saatlerce sürdü. Notlarıma geçirmeye değer bir şeyler konuşulduğu yoktu. İlle de anlamlı bir şey söyleyim ya da koca koca anlamlar çıkarayım diye uğraşmıyordum. Havadan, o yılki üründen, torunundan, Yaqui Kızılderililerinden, Meksika hükümetinden falan dem vuruyorduk. Don Juan’a, karanlıkta böyle konuşmaktan ne kadar çok tat aldığımı söyedim. O da, bunu söylememin, konuşkan yaradılışıma pek uygun düştüğünü söyledi. Orada otururken konuşmaktan başka bir yapmadığım için, karanlıkta söyleşmenin bana kolay geldiğini de ekledi. Ben de hoşlandığım şeyin, konuşma ediminden öte bir şeyler olduğunu ileri sürerek, aslında bizi saran karanlığın yatıştırıcı ılıklığını sevdiğimi söyledim. Don Juan, hava kararınca evde neler yaptığımı sordu. Ben de, tabii ışıkları açtığımı ya da uykum gelene dek ışıklı cadddelerde dolaştığımı söyledim.
“Öyle mi!” dedi şaşırmış gibi, “Ben de karanlığı kullanmayı öğrendiğini sanmıştım.”
“Nasıl kullanılır karanlık?” diye sordum.
Don Juan, karanlığın -”günün karanlığı” diyordu buna- “görme” için en uygun zaman olduğunu söyledi. “Görme” sözcüğünü alışılmadık bir ses titremiyle vurguluyordu. Bununla ne demek istediğini öğrenmek istediysem de, artık bu konuya girmek için çok geç olduğunu belirtti.
22 Mayıs 1968
Sabahleyin uyanır uyanmaz, daha günaydın bile demeden, don Juan’a mitotelerde, peyote oturumlarında geçen şeyleri açıklayıcı bir dizge kurmuş olduğumu söyledim. Notlarımı çıkarıp yazdıklarımı ona okudum. Ben tasalarımı açıklamaya didinirken o da sabırla beni dinliyordu.
Hepsinin de belli bir anlaşmaya varabilmelerinin, ancak oturuma katılanlara gizli işaretler veren gizli bir başkan’ın varlığıyla olası bulunduğuna inandığımı anlattım. Bu kimselerin, Mescalito’nun varlığını ve onun doğru yaşam biçimine değin derslerini bulmak amacıyla bir mitoteye katıldıklarını; oysa ordaki kişilerin birbirlerine hiçbir söz söylemediklerini, hiçbir işaret yapmadıklarını, buna karşın Mescalito’nun varlığı ve verdiği dersler üzerinde ortak bir anlaşmaya varabildiklerini belirttim. En azından benim katıldığım mitotelerde bunun böyle olmuş olması gerektiğini söyledim. Yani her biri, Mescalito’nun kendisine göründüğü ve dersini verdiği konusunda anlaşıyorlardı. Benim kendi deneyimimde Mescalito’nun herkese görünme ve dersini verme biçimindeki benzerlik çarpıcı olmuştu; oysa herkesin deneyiminin içeriği başka başkaydı. Bu benzeşliği açıklayabilmenin tek yolu kanımca ince, karmaşık bir gizli iletişim dizgesi olmalıydı.
Düzenlemiş olduğum tasarıyı don Juan’a okuyup açıklamam iki saate yakın sürmüştü. Konuşmamı, anlaşmaya ulaşmada kullanılan yöntemin ne olduğunu bana kendi ağzıyla anlatmasını rica ederek noktaladım.
Sözüm bitince, don Juan kaşlarını çattı. Bunu, açıklamalarımı tartışmaya değer bulmuş olduğuna yordum. İyice düşünüp de düşüncesini öyle söyleyecekmiş gibi bir hali vardı. Bir süre sonra, sessizliği bozarak, tezimi nasıl bulduğunu sordum.
Bu sorum onu düşüncelerinden ayırdı. Yüzünde bir gülümseme belirdi; sonra da gümbürdeyen bir kahkahaya dönüştü bu. Ben de gülmeye çalıştım, sinirli sinirli, gülünç olan şeyin ne olduğunu sordum.
“Beynin sulanmış senin!” diye bağırdı. “Mitote denli önemli bi zamanda ne diye birilerine şifre vermeye kalkışsın bu adamlar? Mescalito’yla dalga geçecek kadar manyak mı sanırsın onları?”
Bir an için aklımdan don Juan’ın kaçamaklı davrandığı geçiverdi. Söyledikleri, soruma yanıt olamazdı ki!
Don Juan inatla, “Neden şifre versinler yahu!?” diye söylendi. “Seni de götürdük mitotelere. Kimse sana ne duyumsaman gerektiğini, ya da ne yapman gerektiğini falan söyledi mi, ha! Hiç kimse, Mescalito’dan başka hiç kimse yapamaz bunu!”
Böyle bir açıklamanın mantıksız olduğunu ileri sürerek, bu anlaşmaya nasıl ulaştıklarını anlatması ricamı yineledim.
Don Juan, gizemli bir sesle, “Şimdi anladım neden geldiğini,” dedi. “Sana yardımcı olamam; çünkü gizli işaretler, şifreler falan yok ki!”
“Ama, hepsi birden, Mescalito’nun geldiğini nasıl anlayabiliyorlar?”
Don Juan büyük bir ciddiyetle, “Anlayabiliyorlar, çünkü görüyorlar,” dedi ve yumuşayarak ekledi: “Bir mitoteye daha katıl, o zaman kendin görürsün bunu.”
Bir tuzakmış gibi geldi bu önerisi. Bir şey demedim; notlarımı toplayıp kaldırdım. O da üstelemedi.
Bir süre sonra, don Juan onu bir arkadaşının evine götürmemi istedi. Bütün gün orda kaldık. Görüşmeler sırasında, arkadaşı John, peyoteyle aramın nasıl olduğunu sordu. Sekiz yıl kadar önce, ilk deneyimimde yediğim peyoteyi o vermişti bana. Ne diyeceğimi bilemedim. Don Juan yardımıma yetişerek işlerin yolunda gittiğini söyledi.
Don Juan’ın evine dönerken, laf sırasında, John’un o sorusuyla ilgili bir iki söz söylemek istedim ve artık peyoteye değin herhangi bir şey öğrenmeyi düşünmediğimi; peyotenin, bende bulunmayan türden bir yürekliliği gerektirdiğini; bu uğraşı bıraktığımı söylediğimde iyice düşünüp kararımı öyle vermiş bulunduğumu söyledim. Don Juan yalnızca gülümsüyor, bir şey demiyordu. Evine varana dek konuşmamı sürdürdüm.
Kapı önündeki düzlükte oturduk. Hava ılıktı, pırıl pırıldı. Hafifçe esen akşam yelini ciğerlerimize çekmekteydik.
Don Juan, birden, “Ne diye o denli iteleyip durursun, bilmem ki!” dedi. “Artık hiçbir şey öğrenmek istemiyorum demektesin yıllardan beri.”
“Üç yıldan beri.”
“Niye bu öfken, söyle bakalım.”
“Sana ihanet etmiş gibiydim, don Juan. Bu yüzden söylüyorum bunları hep.”
“Bana ihahet ettiğin yoktur.”
“Sana layık olamadım. Bırakıp kaçtım. Yenik düştüm işte!”
“Elinden geleni, yaparsın; henüz yenik de sayılmazsın.
Öğretmek istediğim şey öyle zor ki! Örneğin, bana, sana geldiğinden çok daha zor gelmişti!”
“Ama sürdürdün uğraşını, don Juan. Benim durumum farklı, ben çekip gittim; şimdi de gelişimin nedeni öğrenmek değil de, yalnızca kendi çalışmamdaki bir hususu açıklamanı istememdir.”
Don Juan bir süre yüzüme baktı, sonra başını öteye çevirdi:
“Bırak da duman yeniden kılavuzluk etsin sana,” dedi bastıra bastıra.
“Olmaz, don Juan,” dedim. “İstemem dumanını. Yeterince yordu beni zaten.”
“Daha başlamış bile sayılmazsın.”
“Çok korkutuyor beni.”
“Korkuyorsun ha? Korku doğal bi şeydir. Bırak korkuyu düşünmeyi. Görme’nin o benzersiz güzelliğini düşün!”
“O güzellikleri düşünebilmeyi gerçekten isterdim, ama yapamıyorum bunu. Aklıma dumanın gelir gelmez, ruhum kararıveriyor. Sanki dünyada tek başıma, desteksiz kalmış gibi oluyorum. Dumanın bana yalnızlığın son kertesini gösterdi, don Juan, başka bir şey değil.”
“Doğru değil bu söylediklerin. Bana baksana! Duman benim dostumdur; yalnızlık falan çektiğim var mı benim?”
“Sen başkasın; korkunu yenmişsin sen.”
Don Juan, omzumu okşayarak, yumuşak bir sesle: “Korktuğun falan yok!” dedi. Sesinde beni suçlayan yabancı bir titrem sezdim.
“Yani yalan mı söylüyorum, korkuyorum derken?”
Sertleşerek, “Yalan malan ırgalamıyor beni. Benim düşündüğüm şey başka. Öğrenmek istemenin nedeni, korkman falan değil. Bambaşka bi şey.”
İyice meraklanmıştım. O şeyin ne olduğunu anlatmasını istedim. Yalvardım. Ama konuşmadı. Bunu bilmediğime inanmazmış gibi başını sallamakla yetiniyordu.
Ola ki, beni öğrenmekten alıkoyan şeyin atalet olduğunu söyledim. Don Juan “atalet”in ne demeye geldiğini sordu. Sözlükte bularak okudum: “Devinimsiz maddenin devinmeden durma eğilimi; ya da devinmekteyse, bir dış etken yoksa, o yönde devinmesini sürdürmesi.”
“Bi dış etken yoksa...” diye yineledi. “Bundan daha iyi bi sözcük bulamazdın. Söylemiştim sana ya! İnsanın durup dururken bilgi adamı olmayı istemesi için kafadan çatlak olması gerekir diye... Aklı başında birinin bunu istemesi görülmüş şey değildir.”
“Bu işe girişmeye can atan birçok kimse bulunacağına eminim,” dedim.
“Bulunmasına bulunur. Ama, onlar sayılmaz. Çünkü kafadan çatlaktır çoğu. Dıştan sağlam görünen sukabakları vardır hani, ama suyla doldur bir onları, nasıl su sızdırırlar! Tıp kı öyle...
“Bi kez velinimetimin bana yaptığı gibi, punduna getirmiş sana öğretmeye başlamıştım. Yoksa şu anda bildiklerini nasıl öğrenirdin? Seni yeniden başlatmak için bi yol bulmak gerekecek herhalde.”
Bu punduna getirme dediği şey, çömezliğimin en can alıcı noktalarından birini oluşturmuştu. Bu olay, yıllar önce olmuştu. Gene de daha bugün olmuş gibi capcanlı duruyordu belleğimde. Don Juan bir zamanlar bir sürü ustaca manevra sonunda, ürkünç bir büyücü kadınla karşı karşıya kalmama neden olmuştu. Aramızda geçen çatışma, bu kadının bana düşman kesilmesine yol açmıştı. Don Juan, bu kadına olan korkumu, çömezliğimi sürdürme nedeni olarak kullanmaya yeltenmiş; o cadının büyülü saldırılarına karşı kendimi savunabilmem için büyücülük öğrenimini sürdürmem gerektiğini ileri sürmüştü. Bu “manevralar”, sonunda öyle etkili olmuşlardı ki; ölmek istemiyorsam, elimden geldiğince öğrenmekten başka yapacak bir şeyim kalmadığına yürekten inanmaya başlamıştım.
“Beni gene o kadınla korkutmayı tasarlıyorsan, vallahi bir daha gelmem.” dedim.
Don Juan keyifli bir kahkaha koyuverdi.
“Üzülme sen,” diye bana güven vermeye çalıştı. “Sana korkuyla iş yaptıramam ki artık! Korktuğun falan yok senin. Ama seni ayartmak gerekirse, burda olmana gerek yok ki! Nerde olursan ol, ayartırım ben seni.”
Don Juan kollarını başının arkasına koydu, uyumak için yere uzandı. İki saat kadar sonra uyandığında, ben hâlâ notlarımı düzenlemekteydim. Artık hava iyice kararmıştı. Don Juan, yazmakta olduğumu görünce dikildi; gülümseyerek yaza yaza sorunumu çözmüş müyüm diye sordu.