Arabadan çıktık. Yolun iki yanında alçak dağlar yükselmekteydi. Büyük bir yanardağ patlamasınan yaydığı lavların katılaşmasıyla oluşmuşa benziyordu bu dağlar. Sivri dorukları karanlıkta, camdan dev kıymıklar gibi karartılar halinde gözdağı verircesine göklere yükseliyordu.
Yemek yerken, don Juan’a, bu yere Cam denmesinin nedenini anladığımı söyledim. Herhalde bu yere bu adı cam kıymığına benzeyen dağlar yüzünden vermiş olacaklardı.
Don Juan, inandırıcı bir sesle, bu yere los Vidrios adının, cam yüklü bir kamyonun orada devrilmesiyle ortalığa saçılan cam kırıklarının yıllarca yerlerde kalması yüzünden verildiğini anlattı.
Gene dalga geçtiğini sanarak, gerçek nedenin ne olduğunu anlatmasını istedim.
O da, “Git başkasına sor öyleyse.” dedi.
Yanımızdaki masada oturan bir adama sordum; adam, özür dilercesine, bilmediğini söyledi. Mutfağa gittim, ordaki kadınlara bilip bilmediklerini sordum; ama hiçbiri bilmiyormuş; bütün bildikleri, buraya Cam dendiğiymiş.
Don Juan alçak bir sesle, “Sanırım benim dediğim gibidir.” dedi. “MeksikalIlar, çevrelerinde olup bitenlere pek aldırmazlar. O senin cam dağları göremezler onlar; ama yere dağ gibi yığılan cam kırıklarının yıllarca ortalıkta kalmasına ses çıkartmazlar.”
Bu imge, ikimizin de hoşuna gitmişti. Gülüştük.
Yemeğimizi yedikten sonra don Juan, artık nasıl hissettiğimi sordu. İyi olduğumu söyledim ama gerçekte içimdeki sıkıntı az da olsa sürmekteydi. Don Juan tedirgin olup olmadığımı araştırırcasına, gözlerini dikmiş bakıyordu.
Sert bir çıkışla, “Meksika’ya gelmeye karar verdiğin an, ufak tefek kuruntularının tümünü ardında bırakmalıydın.” dedi. “Buraya gelme kararın, yok etmeliydi onları. Gelmek istediğin için geldin sen. Böyle yapar bi savaşçı da... Söyleye söyleye dilimde tüy bitti; en etkin yaşam biçimi, bi savaşçınınkidir. Karar vermeden önce iyice düşün, üzül; ama, kararını verdikten sonra, kov aklından tasayı, düşünceyi ve öyle ilerle. Çünkü verilecek daha milyonlarca karar beklemektedir seni. Böyledir bi savaşçının yöntemi.”
“Sanırım ben de öyle yapmaktaydım, don Juan, hiç olmazsa ara sıra. Ne var ki, bunu sürekli olarak anımsamak zor oluyor.”
“Kararsızlık içindeyken, ölümü düşünür bi savaşçı.”
“En zoru da bu ya, don Juan. Çoğu kimse ölümü uzak görür, düşünmez. Aklımıza bile getirmeyiz onu.”
“Neden?”
“Ne diye getirelim?”
Don Juan, “Ne diye olacak!” diye sürdürdü. “Çünkü ruhumuzu tavlayan, çelikleştiren, yalnız, ölüm düşüncesidir.” Los Vidrios’tan ayrılırken hava o denli kararmıştı ki dağların sivri karaltıları göğün karanlığıyla kaynaşmıştı. Bir saat kadar hiç konuşmadan gittik. Yorulmuştum. Sanki konuşulacak bir şey yokmuş da ondan konuşmak istiyormuşum gibi bir duygu içindeydim. Trafik pek seyrekti. Ara sıra karşımızdan birkaç araba geliyordu. Yolda, güneye giden sanki yalnız biz vardık. Bunu tuhaf bularak, sık sık dikiz aynasına bakıyor, arkadan gelmekte olan bir araba var mı diye yokluyordum. Ama bir şey göremiyordum.
Bir süre sonra arabalara bakmayı bıraktım ve önümüzdeki yolculuğu düşünmeye başladım. Çok geçmeden, farlarımın, çevredeki karanlığa oranla çok fazla parladığını ayrımsayarak, gene dikiz aynasına baktım. Önce gözümü kamaştıran bir parıltı, sonra da yerden bitmiş gibi görünen iki ışık noktası gördüm. Arkamızda uzaklarda bir tepenin üzerinde bulunan bir arabanın farlarıydı bunlar. Bir süre görünüyorlar, sonra da cımbızla çekilmiş gibi karanlığın içinde yitiveriyorlardı; sonra bir başka tepede beliriveriyorlar, ardından gene yok oluyorlardı. Çıkışlarını, yitişlerini aynadan, uzun süre izledim. Bir ara o araba aramızdaki uzaklığı gittikçe kapatıyor gibi geldi. Evet, yaklaşmaktaydı. Işıkları gittikçe daha parlak görünüyordu. Gaz pedalına iyice bastım. Tedirgin olmuştum. Don Juan, bu halimi sezmişti, belki de dikkatini, yalnızca hızımızın artmakta olması çekmişti. Bana bir baktı, sonra arkaya dönüp uzaktaki farlara baktı.
Bir sıkıntım olup olmadığını sordu. Ben de, saatlerdir ardımızdan hiçbir arabanın gelmediğini, birdenbire, sürekli olarak bize yaklaşmakta olan o arabanın farlarını gördüğümü anlattım.
Gülmesini zor tutarak, onu gerçekten araba mı sandığımı sordu. Herhalde bir araba olması gerektiğini söyledim; don Juan da, sıkıntılı halime bakarak, benim o arkamızdaki şeyin sırf bir araba olmaktan öte bir şeyler olduğunu anlamış bulunduğumu sandığını söyledi. Ben de, dayatarak, bunun yoldaki bir araba, belki de bir kamyon olduğunu söyledim.
Sesimi yükselterek, “Başka ne olacak ki?” dedim.
Don Juan’ın sözleri sinirlendirmişti beni.
Dönüp yüzüme bakarak ağır ağır başını salladı. Sanki söyleyeceklerini tartmaktaydı.
Yumuşak bir sesle, “Onlar, ölümün başındaki ışıklardır,” dedi. “Ölüm, bir başlık gibi giyinir onları da, dörtnala gelir ardından. Onlar, seğirterek bize gittikçe yaklaşmakta olan ölümün ışıklarıdır.”
Sırtımdan enseme bir ürperti yükseldi. Biraz sonra aynaya baktım; artık ışık falan görünmüyordu.
Don Juan’a, arabanın durmuş ya da bir yan yola sapmış olabileceğini söyledim. Don Juan, arkaya bakmadı; yalnızca gerinip esnedi. Ve, “Hayır,” dedi. “Ölüm hiç durmaz. Ara sıra ışıklarını söndürür. O kadar!” On üç Haziran da Kuzeydoğu Meksika bölgesine varmıştık. Birbirlerine çok benzeyen, kardeş olduklarını sandığım dört kız, küçük bir kerpiç evin kapısında toplanmışlardı. Evin ardında bir kulübeyle, çatısı çökmüş tek duvarı kalmış yıkık bir ambar bulunuyordu. Kadınlar bizi bekler görünüyorlardı. Birkaç kilometre önce asfalt yoldan çıkıp bir toprak yola giren arabamızın çıkardığı tozu görmüş olacaklardı. Bu ev, derin bir vadide bulunuyordu; anayoldan bakılınca, yeşil tepelerin bir yamacında yama gibi gözükmekteydi.
Don Juan arabadan çıktı ve yaşlı kadınlarla bir şeyler konuştu. Kadınlar, kapının önündeki tahta oturakları gösteriyorlardı. Don Juan gelip oturmamı imledi. Yaşlı kadınlardan biri bizimle oturmuştu; öbürleri içeriye girmişlerdi. Kızlardan ikisi kapının önünde kaldılar; beni merakla süzmeye koyuldular. Kızlara el salladım; gülüşerek içeriye kaçıştılar. Birkaç dakika sonra iki genç adam gelip don Juan’la selâmlaştılar. Benimle konuşmuyorlardı; yüzüme bile baktıkları yoktu. Don Juan’la yaptıkları kısa bir görüşmeden sonra, o kalkınca, hepimiz birlikte, kadınlar da dahil, yedi sekiz yüz metre uzaklıktaki bir başka eve doğru yürüdük.
Orada bir toplulukla daha karşılaştık. Don Juan kapıda beklememi söyleyerek içeriye girdi. İçeri baktım, tahta bir oturakta oturmakta olan don Juan’ın yaşlarında bir Kızılderili adam gördüm.
Henüz hava kararmamıştı. Bir küme genç Kızılderili erkek ve kadın, evin önünde park etmiş olan külüstür bir kamyonun çevresinde sessizce duruyorlardı. Onlara İspanyolca bir şeyler söyledim; ne var, hiçbiri yanıt vermek istemedi, ben bir şey söyledikçe, kadınlar gülüşüyor, erkekler de sessizce gülümseyerek gözlerini başka yanlara çeviriyorlardı. Beni anlamamış görünüyorlardı; ama hepsinin de İspanyolca bildiklerine emindim; çünkü kendi aralarında yaptıkları konuşmaları işitmiştim.
Bir süre sonra don Juan’la öbür adam dışarıya çıktılar ve kamyona binerek şoförün yanına oturdular. Bunu gören herkes, kamyonun üstüne ve yanları açık kasasına doluşuverdi. Yanlar da açık olduğundan, kamyon ilerlemeye başlayınca, hepimiz şasideki kancalara bağlı uzun bir halata asıldık.
Kamyon, toprak yolda yavaş yavaş ilerliyordu. Bir ara çok dik bir yokuşu tırmanırken, kamyon durdu; hepimiz yere indik ve kamyonun ardından gittik. Delikanlılardan ikisi kamyonun arkasına atlamış, halatı tutmadan oturmuşlardı. Kadınlar gülüşerek onların sallantılı durumu sürdürmeleri için kışkırttılar. Don Juan’la, don Silvio dedikleri öbür yaşlı adam da bizimle birlikte yürüyorlar, gençlerin bu maskaralıklarını görmezlikten geliyorlardı. Yol düzelince, hepimiz gene kamyona tırmandık.
Bir saat kadar gittik. Kamyon kasasının tabanı çok sert olduğundan, rahat edememiş, şoför mahallinin arkasına tutunarak ayakta gitmeyi yeğlemiştim. Kamyon, bir dizi kulübenin önünde durdu. Orada da bizi bekleyen bir topluluk vardı. Artık hava iyice karardığı için, açık kapıya asılı duran gaz lambasının soluk, sarımtırak ışığında yalnız birkaçını seçebiliyordum.
Herkes kamyondan inmiş, oradakilerle sarmaş dolaş olmuştu. Don Juan gene dışarda kalmamı söyledi. Kamyonun ön çamurluğuna yaslandım; birkaç dakika sonra yanıma üç delikanlı geldi. İçlerinden biriyle dört yıl önceki bir peyote oturumunda birlikte olmuştuk. Kollarımı sıkarak bana sarıldı.
İspanyolca konuşarak, “İyi gördüm seni.” diye fısıldadı.
Kamyonun başında sessizce duruyorduk. Ilık, esintili bir akşamdı. Yakınlarda bir yerden akarsu çağıltısı gelmekteydi. Arkadaşım gene fısıldayarak, sigaram olup olmadığını sordu, herkese sigara sundum. Sigaraların kızartısında saatime baktım. Saat dokuzdu.
Çok geçmeden bir topluluğun evden dışarıya çıkmakta olduğunu gördük. Yanımdaki üç delikanlı hemen uzaklaştılar. Don Juan yanıma gelerek, herkese benim durumumu anlattığını, herkesin razı geldiğini, birlikte gidip mitotede su dağıtabileceğimi söyledi. Hemen gitmemiz gerekiyormuş.
On kadın ve on bir erkekten oluşan bir topluluk, yola düzüldük. Kılavuzluğumuzu iriyarı, elli beş yaşlarında bir adam yapmaktaydı. “Kulaksız” anlamına gelen “Mocho” diye çağırıyorlardı onu. Kılavuzumuz, sert çevik adımlarla ilerliyordu. O yürüdükçe, elinde tuttuğu gaz feneri, bir o yana bir bu yana sallanıp duruyordu. Önce, feneri gelişigüzel salladığını sanıyordum; ama sonra feneri, yoldaki bir engeli ya da geçilmesi güç yerleri imleyecek biçimde salladığını bulguladım. Bir saatten fazla yürümüştük. Kadınlar aralarında konuşuyorlar, yer yer yumuşak kahkahalar atıyorlardı. Don Juan’la öbür yaşlı adam en önde gidiyorlardı; ben de en arkadaydım. Bastığım yeri görebilmek için gözlerim sürekli olarak yola dikili, öyle yürüyordum.
Don Juan’la geceleyin dağlarda gezinmemizden bu yana dört yıl geçmişti; o zamanlar kazanmış olduğum karanlıkta yürüme yetimi büyük çapta yitirmiştim. Sık sık köstekleniyor, istemeyerek küçük taşlara çarpıyordum, dizlerimde esneklik diye bir şey kalmamıştı; bir tümseğe gelince, üzerime yıkılacakmış, bir çukura rastlayınca da yol çökecekmiş gibi oluyordu. Yürürken, benden çok gürültü çıkaran yoktu aramızda; bu durum, ister istemez, oradakilerin dalga geçmelerine neden oluyordu. İçlerinden birisi, her ayağım takılışında “Hoop” diye bağırıyor, ardından herkes kahkahayı basıyordu. Bir kezinde tekmelediğim bir taş, gidip bir kadının topuğuna çarpıverdi. Kadın da, yüksek sesle, “Şu zavallı adama bir kandil verin bari!” dedi ve bütün millet gülmeye başladı. Ama çilemin sonu olmamıştı bu; çünkü az sonra gene kösteklenince, önümdeki birisine tutunmak zorunda kalmıştım. Üzerine çullanmamla dengesini yitiren adam, öyle bir çığlık koparmıştı ki, herkes, rahatça gülebilmek için bir süre durmak zorunda kalmıştı.
Bir süre sonra, öncülük eden adam fenerini kaldırıp indirmeye başladı. Gideceğimiz yere varmış olduğumuzu anladım. Sağımda az ötede alçak bir evin karaltısını gördüm. Topluluktaki herkes değişik yönlere dağılıverdi. Don Juan’ı aradım. Karanlıkta göremiyordum onu. Onu, bir kayaya oturmuş görmeden önce, bir süre yerdeki taşlara çarpıp durdum.
Don Juan, oturuma katılan adamlara su getirmekle görevlendirildiğimi yineledi. Bunun nasıl yapıldığını bana yıllar önce öğretmişti. Bütün ayrıntılarını anımsıyordum; ama, o gene de, belleğimi tazelememi istedi ve neler yapılacağını bana bir kez daha gösterdi.
Ardından evin, adamların toplanmış bulunduğu arka yanına geçtik. Bir ateş yakmışlardı. Ateşten beş metre uzakta bir açıklığa hasırlar seriliydi. Hasıra ilk olarak, bize kılavuzluk etmiş olan Mocho oturdu. Sol kulağının üst yanının kopuk olduğunu gördüm-demek o adı bu yüzden takmışlardı. Don Silvio; Mocho’nun sağına, don Juan da soluna yerleştiler. Gençlerden biri Mocho’ya doğru ilerledi ve elindeki peyote mantarlarıyla dolu seleyi Mocho’nun önüne bıraktı; sonra da Mocho’yla don Silvio’nun arasına oturdu. Bir başka genç iki küçük sepetle gelip, onları peyote selesinin yanına koydu, ve Mocho’yla don Juan’ın arasına oturdu. Daha sonra iki delikanlı daha geldi ve don Silvio’yla don Juan’ın yanlarına geçip oturdular, yedi kişilik bir halka oluşmuştu. Kadınlar evin içinde kalmışlardı. Ateşin bütün gece sönmeden yanar durumda bulundurulmasından iki genç adam sorumluydu. En gencimiz olan bir çocukla ben de, oturuma katılan yedi kişi ye, bütün gece sürecek olan törenden sonra verilecek olan suyu bekliyorduk.
Başkan Mocho peyote ezgisini söyledi; gözleri kapalıydı; gövdesi, ezgisiyle birlikte eğilip dikilmekteydi. Çok uzun sürdü ezgisi. Ne dilde söylediğini anlamamıştım. Sonra hepsi teker teker kendi peyote ezgilerini söylediler. Önceden belirlenmiş bir sıra izledikleri yoktu. Herhalde, içlerinden geldiği zaman çıkış yapıp ezgilerini söylüyorlardı. Sonra, Mocho, peyote selesini tutup iki parça aldı ve seleyi gene orta yere bıraktı. Onu, don Silvio, sonra da, don Juan izlediler. Aynı düzeyde oldukları anlaşılan dört genç de, sağdakinden başlayarak sırayla, ikişer mantar aldılar.
Oturuma katılan yedi kişiden her biri art arda dört kez ezgi söyleyip ikişer peyote yediler; sonra da içinde kuru yemiş ve et bulunan öbür iki sepeti dolaştırdılar.
Bu süreç bütün gece boyunca yinelendi durdu. Ne var ki, onların bu kişisel devinimlerinin, herhangi bir dizge uyarınca yapıldığına değin hiçbir ipucu bulgulayamadım. Birbirleriyle konuşmuyorlardı; her biri kendisiyle baş başa ve kendine dönük görünüyorlardı. Bütün gece boyunca, bir kez bile olsun, hiçbirinin öbürlerine, ne yapıyor diye baktıklarını görmedim.
Gün doğmadan önce hepsi ayağa kalktı, yanımdaki çocukla birlikte onlara su verdik. Sonra, kendime gelmek için biraz dolaştım. Ev, tek katlı bir kulübeydi; saz damlı, alçak, kerpiç bir yapıydı. Evin çevresi tam bir mezbeleydi. Ev, kıraç bir toprak üzerine kurulmuştu, her yanı çalılıklarla, kaktüslerle kaplıydı. Ama, ağaç diye bir şey bulunmuyordu. Çok uzağa yürümek gelmedi içimden.
Sabahleyin, kadınlar gitmişlerdi. Adamlar, evin çevresinde sessizce dolaşıyorlardı. Öğleyin, hepimiz gene bir gece önceki düzende yerlerimizi aldık. Peyote mantarı büyüklüğünde doğranmış, bir sepet kuru et dolaştırıldı. Adamlardan kimileri peyote ezgilerini söylüyorlardı. Bir saat sonra da hepsi çeşitli yönlere dağıldılar.