1

Konu: 2 - Sonsuzluğun Niyeti

"O İKİ ADAMLA, Jorge Campos ve Lucas Coronado ile aranda geçenleri en ince ayrıntısına kadar iyice düşünmeni istiyorum," dedi don Juan, "seni bana getiren o adamları düşün ve sonra her şeyi anlat bana."

İsteğini yerine getirmek bana çok zor gelmişti, ancak o iki adamın bana söylediklerinin hepsini hatırlamak hoşuma da gitmişti aslında. Don Juan mümkün olan her ayrıntıyı istiyordu; bu belleğimin sınırlarını zorlamamı gerektiren bir işti.

Don Juan'ın anımsamamı istediği öykü, Meksika'daki Sonora'nın Guaymas kentinde başladı. Yuma, Arizona'da bana bazı insanların isim ve adresleri verilmiş, ve bunların otobüs terminalinde karşılaştığım yaşlı adamla ilgili gizemi aydınlatabileceği söylenmişti. Görmeye gittiğim insanlar yaşlı şamanı tanımamakla kalmıyor, böyle bir adamın varlığından dahi kuşku duyuyorlardı. Ancak hepsi, Yaqui şamanları ve Yaqui Kızılderililerinin genel anlamdaki saldırgan tutumuyla ilgili dünya kadar öykü biliyordu. Guaymas ile Ciudad Obregon kentleri arasındaki Vicam adında bir demiryolu istasyonu kasabasında, bana doğru yönü gösterecek birisini bulabileceğimi ima ettiler.

"Arayacağım belirli bir kişi var mı?" diye sordum.

"En iyi çare, resmi devlet bankasının bölge müfettişlerinden biriyle konuşmandır," dedi, adamlardan biri. "Bankanın bir sürü bölge müfettişi var. Onlar bölgedeki bütün Kızılderilileri bilirler, çünkü banka onların ürünlerini satın alan devlet kuruluşudur, ve her Yaqui de bir çiftçidir; ekip biçtiği sürece kendisine ait olduğunu söyleyebileceği bir toprak parçasının sahibidir."

"Hiç bölge müfettişi tanıyor musunuz?" diye sordum.

Birbirlerine baktılar ve mahçup bir tavırla gülümsediler. Hiçbirini tanımıyorlardı, ama bu adamlardan birine kendim gitmemi ve durumumu anlatmamı kuvvetle tavsiye ediyorlardı.

Vicam İstasyonunda, devlet bankasının bölge müfettişlerinden biriyle temas kurma girişimlerim tam bir felaket oldu. Onlardan üçüyle karşılaştım, ve onlara istediğimi anlattığım da hepsi bana tam bir güvensizlikle baktılar. Hemen kuşkulanmışlardı; ne olduğunu tam olarak anlayamadıkları, ama siyasal kışkırtıcılıktan sanayi casusluğuna kadar uzanan çılgınca olasılıklar içeren birtakım sorunlar yaratmak üzere Yankiler tarafından gönderilmiş bir casus olduğumu sanıyorlardı. Yöredeki herkes, Yaqui Kızılderililerinin arazilerinde bakır yatakları bulunduğu, ve Yankilerin bunların peşinde olduğu konusunda asılsız bir inanca sahipti.

Bu son derece başarısız girişimden sonra Guaymas kentine geri çekildim, ve muhteşem bir lokantanın çok yakınında bulunan bir otele yerleştim. Günde üç kez o lokantaya gidiyordum. Yemekler enfesti. Bundan o kadar hoşlandım ki, Guaymas'da bir haftadan fazla kaldım. Nerdeyse lokantada yaşıyordum, ve böylece mal sahibi Bay Reyes ile tanıştım.

Bir öğleden sonra yemek yerken, Bay Reyes bana Jorge Campos diye tanıttığı biriyle masama geldi, dediğine göre safkan Yaqui Kızılderilisi bir işadamıydı bu adam, gençliğinde Arizona'da yaşamıştı, mükemmel İngilizce konuşuyordu, ve bir Amerikalıdan daha fazla Amerikalıydı. Bay Reyes, adamı sıkı çalışmanın ve kendini işine vakfetmenin insanı nasıl geliştirip müstesna bir kişiye dönüştürebileceğinin gerçek bir örneği diye göstererek onu övdü.

Bay Reyes ayrılınca, Jorge Campos yanıma oturdu ve anında yönetimi ele aldı. Yapılan tüm övgüleri alçakgönüllülükle reddetti ama Bay Reyes'in kendisi hakkında söylediklerinden mest olduğu belliydi. İlk bakışta edindiğim açık izlenim, Jorge Campos'un barlarda ya da kalabalık sokak köşelerinde fikirlerini satmaya, ya da insanları düpedüz dolandırmaya çalışan cinsten bir işadamı olduğuydu.

Bay Campos çok hoş görünümlü, bir seksen boyunda ve ince yapılıydı, ama sıkı içicilere özgü kocaman bir göbeği vardı. Teni çok koyu ve yeşilimsiydi, pahalı bir blucin ve sivri burunlu parlak çizmeler giymişti, kement vurulmuş sığırlar tarafından sürüklenmesin diye onları toprağa daldırması içindi sanki.

Kusursuz biçimde ütülenmiş gri ekose gömleğinin sağ cebinde plastik bir muhafaza ve onun içinde bir dizi kalem vardı. Bu cinsten muhafazaları büro memurlarında da görmüştüm; gömlek cepleri mürekkep lekesi olmasın diye kullanıyorlardı bunları. Kıyafetini pahalı görünümlü, püsküllü bir kızıl-kahve ceket ve Teksas stili yüksek bir kovboy şapkası tamamlıyordu. Yuvarlak yüzü ifadesizdi. Ellili yaşlarına girmiş olduğu halde, yüzünde hiç kırışık yoktu. Neden bilmem ama tehlikeli biri gibi gelmişti bana.

"Tanıştığımıza çok memnun oldum, Bay Campos," dedim İspanyolca, elimi uzatarak.

"Formaliteleri kaldıralım," diye İspanyolca yanıtladı, elimi sıkarken. "Gençlere dengim gibi davranmak hoşuma gider, yaş farkı gözetmem. Bana Jorge de."

Cvp: 2 - Sonsuzluğun Niyeti

Bir an sessiz kaldı, hiç kuşkusuz tepkimi ölçüyordu. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Nabzına göre şerbet vermeye de, onu ciddiye almaya da kesinlikle niyetim yoktu.

"Guaymas'da ne yaptığını merak ediyorum," dedi kayıtsız bir tavırla. "Turiste benzemiyorsun, derin deniz balıkçısına da."

"Antropoloji öğrencisiyim," dedim, "ve biraz alan araştırması yapabilmek için bu yöredeki Kızılderililerin güvenini kazanmaya çalışıyorum."

"Ben de bir işadamıyım," dedi. "Benim işim bilgi sağlamak, aracılık etmek. Senin ihtiyacın, benim de malım var. Hizmetimin karşılığını alırım. Ancak, hizmetim garantilidir. Tatmin olmazsan, bana ödeme yapmazsın."

"İşin bilgi sağlamaksa," dedim, "ücretini memnuniyetle ödemeye hazırım."

"Ah!" diye haykırdı. "Sana etrafı gezdirecek bir rehbere ihtiyacın var kesinlikle, buradaki sıradan Kızılderililerden daha eğitimli birine. Birleşik Amerika hükümetinden, ya da başka bir büyük kurumdan ödeneğin var mı?"

"Evet," diye yalan söyledim. "Los Angeles Gizli Bilgiler Vakfı'ndan ödeneğim var."

Bunu söyler söylemez, gözlerindeki hırs pırıltısını açıkça gördüm.

"Ah!" diye haykırdı, gene. "Bu kurum ne kadar büyük?" "Epeyce büyük," dedim.
"Tanrı aşkına! Sahi mi?" dedi, sözlerim tam da işitmeyi umduğu şeymiş gibi. "Peki, eğer yanlış anlamazsan, ödeneğinin ne kadar büyük olduğunu sorabilir miyim? Ne kadar para verdiler sana?"

"Alan çalışmasının ön hazırlığını yapmak için birkaç bin dolar," diye yalan söyledim gene, ne diyeceğini görmek için. "Ah! Açık sözlü insanları severim," dedi keyifle. "Eminim seninle anlaşmaya varacağız. Sana kılavuzluğumu, ve Yaquiler arasında birçok gizli kapıyı açacak bir anahtar olmak üzere hizmetlerimi sunuyorum. Genel görünümümden de anlayacağın gibi, ben zevk ve servet sahibi bir adamım." "Evet, kesinlikle zevk sahibi bir insansınız," diye onayladım.

"Sana söylemek istediğim şu," dedi, "gayet makul bulacağın küçük bir ücret karşılığında seni doğru kişilere, istediğin her şeyi sorabileceğin insanlara götürürüm. Ve birazcık daha fazlasına, anlattıklarını sana tercüme ederim, kelimesi kelimesine, ister İspanyolcaya, ister İngilizceye. Fransızca ve Almanca da bilirim, ama sanırım bu diller seni ilgilendirmiyor."

"Haklısın, çok haklısın," dedim. "O diller beni hiç ilgilendirmiyor. Ama senin ücretin ne kadar?"
"Ah! Ücretim!" dedi, ve arka cebinden deri kaplı bir defter çıkarıp yüzüme doğru açıverdi, hızla bir şeyler karaladı, sonra defteri kapattı ve tekrar cebine koydu, dikkatle ve çabucak. Hesap yapmakta becerikli ve hızlı olduğu izlenimini uyandırmaya çalıştığından emindim.

"Senden günde elli dolar alacağım," dedi, "yol ve yemek parası dahil. Yani seninle birlikte yemek yiyeceğim. Ne diyorsun?"

O anda bana doğru eğildi, ve nerdeyse fısıldayarak, İngilizceye geçmemizi, zira insanların konuştuklarımızı dinlemelerini istemediğini söyledi. Sonra İngilizce ile ilgisi olmayan bir dilde konuşmaya başladı. Kafam karışmıştı. Nasıl karşılık vereceğimi bilmiyordum. Adam karşımda, son derece doğal bir tavırla abuk sabuk şeyler söylerken, sinir içinde kendi kendimi yemeye başladım. Hiç istifini bozmuyordu. Heyecanlı el hareketleri yapıyor, ve bana bilgi veriyormuş gibi sağa sola işaret ediyordu. Bu yöresel bir diyalekt gibi gelmemişti bana, belki de Yaqui dili konuşmaktadır diye düşündüm.

İnsanlar masamızın etrafından geçerken bize baktıklarında, Jorge Campos'a başımı sallayıp,"Evet, evet, gerçekten," diyordum. Bir yerinde, "Bir daha tekrar eder misin," dedim ve bu bana öyle komik geldi ki, kahkahalarla gülmeye başladım. O da çok güldü, çok gülünç bir şey söylemişim gibi.

Artık sabrımın tükendiğini fark etmiş olmalı ki, ben yerimden kalkıp da toz olmasını söyleyemeden tekrar İspanyolca konuşmaya başladı.

"Seni saçma gözlemlerimle yormak istemem," dedi, "ama eğer rehberin olacaksam, ki olacağımı sanıyorum, uzun saatler çene çalacağız. Seni deniyordum biraz önce, sözün sohbetin yerinde mi diye. Arabada birlikte saatler geçireceksek, iyi konuşan ve iyi dinleyen birini isterim yanımda. Sana her iki vasfa da sahip olduğunu söylemekten memnunum."

Sonra ayağa kalktı, elimi sıktı ve gitti. Mal sahibi sanki işaret almış gibi hemen masama geldi, gülümsüyor ve küçük bir ayı gibi başını iki yana sallıyordu.

"Müthiş adam, değil mi?" diye sordu.

Kendimi bağlayacak bir şey söylemek istemiyordum, bu arada Bay Reyes, Jorge Campos'un o sıralarda çok nazik ve kârlı bir işte aracılık yaptığını kendiliğinden anlatmaya başlamıştı. Dediğine göre, Birleşik Amerika'daki bazı madencilik şirketleri Yaqui Kızılderililerine ait olan demir ve bakır yatakları ile ilgileniyorlardı, ve Jorge Campos bu işte yaklaşık elli milyon dolara aracı idi. O zaman Jorge Campos'un bir dolandırıcı olduğunu anladım. Yaqui Kızlderililerinin arazilerinde demir ve bakır madeni filan yoktu. Olsaydı, özel şirketler Yaqui'leri çoktan o topraklardan çıkarıp başka yerlere yerleştirmiş olurlardı.

"Gerçekten müthiş," dedim. "Tanıdığım en harika adam. Onunla tekrar nasıl görüşebilirim?"

"Bunu dert etme," dedi Bay Reyes. "Jorga bana senin hakkında her şeyi sordu. Geldiğinden beri izliyor seni. Herhalde bugün daha sonra ya da yarın gelip kapını çalar."

Bay Reyes haklıydı. Birkaç saat sonra öğle uykumdan uyandırıldım. Gelen Jorge Campos'du. Akşamın ilk saatlerinde Guaymas'tan ayrılıp, bütün gece araba kullanarak Los Angeles'e varmaya niyetliydim. Ona ayrılmak üzere olduğumu, ama bir-iki ay içinde döneceğimi söyledim.

"Ah! Ama senin rehberliğini yapmaya karar verdim, bu yüzden kalman gerek," dedi.

"Üzgünüm, ama bunun için beklemek zorundayız, çünkü şu anda zamanım çok kısıtlı," diye cevap verdim.

Jorge Campos'un bir düzenbaz olduğunu biliyordum, gene de ona benim için çalışmayı bekleyen bir haber kaynağına zaten sahip olduğumu, kendisiyle Arizona’da karşılaştığımı açıklamaya karar verdim. Yaşlı adamı tarif ettim, adının Juan Matus olduğunu, ve insanların onu şaman diye nitelendirdiklerini söyledim. Jorge Campos kocaman bir gülümsemeyle karşılık verdi. Yaşlı adamı tanıyıp tanımadığını sordum.

"Ah, evet, onu tanırım," dedi keyifle. "İyi dostuz denebilir." Davet beklemeden içeri girdi ve balkondaki masaya oturdu.

"Bu civarda mı oturuyor?" diye sordum.
"Kesinlikle evet," dedi, kendinden emin.
"Beni ona götürür müsün?"
"Neden olmasın," dedi. "Burda olduğundan emin olmak için soruşturma yapmaya birkaç gün gerek, ondan sonra birlikte gider, onu görürüz."

Yalan söylediğini biliyordum, ancak inanmak istiyordum ona. Hatta başlangıçtaki güvensizliğimin kötü niyetlilik olduğunu bile düşündüm. O anda öyle inandırıcı görünüyordu ki.

"Ancak," diye devam etti, "seni adama götürmek için sabit bir bedel alacağım. Ücretim iki yüz dolardır."

Yanımda bu kadar para yoktu. Onu kibarca geri çevirdim ve üzerimde yeterli para olmadığını söyledim.

"Paragöz görünmek istemem," dedi, en sevimli gülümsemesiyle, "ama ne kadar verebilirsin? Biraz rüşvet vermem gerekeceğini göz önüne almalısın. Yaqui Kızılderilileri çok ketumdur, ama her zaman bir yol bulunur; sihirli bir anahtarla— parayla— açılan kapılar vardır."

Bütün güvensizliğime karşın, Jorge Campos'un sadece Yaqui dünyasına girişimi değil, o kadar merakımı çeken o yaşlı adamı bulmamı da sağlayacağına ikna olmuştum. Para konusunda çekişmek istemiyordum. Adeta utanarak, cebimde kalan son elli doları teklif ettim ona.

"Buradaki günlerimin sonuna geldim," dedim, özür diler gibi, "bu yüzden param da nerdeyse tükendi. Kalan bütün param elli dolar."

Jorge Campos bacaklarını masanın altına uzattı, şapkasını yüzüne kapatıp kollarını başının arkasında kavuşturdu.

"Elli dolarını ve bir de saatini alırım," dedi utanmazca. "Ama bu kadar paraya, seni daha önemsiz bir şamana götürürüm. Hem sabırsızlık etme," diye uyardı beni, itiraz edecekmişim gibi. "Basamakları dikkatle, birer birer çıkmalıyız, daha düşük mertebelerden başlayarak ulaşmalıyız o adama, ki seni temin ederim, en tepedeki odur."

"Peki bu daha önemsiz şamanla ne zaman görüşebilirim?" diye sordum, parayı ve saatimi uzatarak.

"Hemen şimdi!" diye yanıtladı, ayağa fırlayıp heyecanla parayı ve saati elimden kaparken. "Hadi gidelim! Kaybedecek vaktimiz yok!"

Cvp: 2 - Sonsuzluğun Niyeti

Arabama bindik ve tarifine göre, Yaqui nehrinin kenarındaki geleneksel Yaqui kasabalarından Potam'a doğru yola koyulduk. Giderken, Lucas Coronado ile buluşacağımızı, bu adamın, büyücülük becerileri, şamanistik transları ve Lent'deki Yaqui şenlikleri için yaptığı harikulade masklarla ünlü olduğunu anlattı.

Sonra sözü yaşlı adama getirdi; söyledikleri başkalarının bana adam hakkında anlattıklarına taban tabana zıttı. O insanlar, bir münzevi ve eski bir şaman diye tanımlamışlardı onu; Jorge Campos ise bölgenin en şöhretli sağaltıcı ve büyücüsü olan, ünü kendisini nerdeyse ulaşılmaz biri haline getirmiş bir adam portresi çiziyordu. Biraz durakladı, ve bir aktör gibi son darbeyi indirdi; Yaşlı adamla oturup, antropologların istediği biçimde doğru dürüst konuşabilmek, bana en az iki bin dolara mal olacaktı.

Fiyatın bu derece fırlamasına isyan edecektim ki, benden önce davrandı.

"İki yüz dolara seni ona götürürüm," dedi. "O iki yüz doların bana ancak otuzu filan kalır. Gerisi rüşvetlere gider. Ama oturup onunla etraflıca konuşmak sana daha fazlaya patlar. Bunu sen kendin de hesaplayabilirsin. Muhafızları var, onu koruyorlar. Onları tavlamam lazım, bu da mangır ister.

"Sonunda," diye devam etti, "sana tam bir rapor vereceğim, makbuzlar ve vergilerin için gerekli her şeyle birlikte. O zaman bu iş için aldığım komisyonun çok cüzi bir şey olduğunu göreceksin."

Adama hayran olmuştum. Her şeyden haberi vardı, gelir vergisi makbuzlarından bile. Bir an sessiz kaldı, cüzi kârını hesaplıyor olmalıydı. Söyleyecek bir şeyim yoktu. Kendim de hesapla meşguldüm; iki bin dolar bulmanın yollarını arıyordum. Ödenek için gerçekten başvurmayı bile düşündüm.

"Ama yaşlı adamın benimle konuşacağından emin misin?" diye sordum.

"Elbette," diye garanti verdi. "Sadece konuşmakla kalmaz, ona ödediğin paraya karşılık senin için büyücülük gösterisi bile yapar. Sonra ilerdeki dersler için ne kadar ödeyeceğine dair bir anlaşma yaparsın onunla."

Jorge Campos gene bir süre sustu, gözlerimin içine bakıyordu.

"Bana iki bin dolar ödeyebileceğinden emin misin?" diye sorarken kayıtsız olmaya çalışan öyle bir tavır takındı ki, o anda hepsinin düzmece olduğunu anladım.

"Ah, evet, rahatlıkla ödeyebilirim," diye yalan söyledim, güven verici bir edayla.

Sevincini saklayamadı.

"Aslanım benim! Aslanım benim!" diye keyifle haykırdı, "Çok eğleneceğiz!"

Yaşlı adam hakkında birkaç genel soru sormaya yeltendim, ama kestirip attı. "Bunları adamın kendisine sakla. Tümüyle sana ait olacak," dedi gülümseyerek.

Sonra bana Birleşik Amerika'daki yaşamını ve oradaki iş planlarını anlatmaya girişti; beni hayretler içinde bırakarak İngilizce konuşmaya başlamıştı, oysa ben onun tek kelime İngilizce bilmeyen bir sahtekâr olduğunu düşünüyordum.

"İngilizce biliyorsun!" diye haykırdım, şaşkınlığımı gizlemeye kalkmadan.

"Elbette biliyorum, evlat," dedi, konuşmamız boyunca bir daha bırakmadığı yapmacık bir Teksas şivesiyle. "Söyledim sana, seni deniyordum, becerikli misin diye. Öylesin. Aslında oldukça akıllısın diyebilirim."

İngilizceye hâkimiyeti müthişti, ve beni fıkralarla, öykülerle eğlendiriyordu. Potam'a nasıl vardığımızı anlamadık. Şehrin dış mahallelerindeki bir eve doğru yol gösterdi. Arabadan indik. Öne geçti ve İspanyolca bağırarak Lucas Coronado'ya seslendi.

Evin arkasından bir ses, İspanyolca, "Buraya gelin," dedi.

Küçük bir kulübenin arka tarafında, yere serili bir keçi derisinin üstünde bir adam oturuyordu. Çıplak ayaklarıyla tuttuğu bir tahtayı bir çekiç ve bir keskiyle işlemekle meşguldü. Tahta parçasını ayaklarının arasına sıkıştırmış ve şaşılacak kadar iyi bir çömlekçi çarkı oluşturmuştu. Elleriyle keskiyi kullanırken ayaklarıyla tahtayı döndürüyordu. Böyle bir şeyi ömrümde ilk kez görüyordum. Kıvrık bir keskiyle oyuklar açarak bir mask yapmaktaydı. Tahtayı tutan ve çeviren ayaklarına hâkimiyeti olağanüstüydü.

Adam çok zayıftı, köşeli hatlarıyla kuru bir yüzü, çıkık elmacık kemikleri ve koyu, bakırımsı bir teni vardı. Suratının ve boynunun derisi son derece gergindi. Köşeli yüzüne hain bir ifade veren ince, sarkık bir bıyık bırakmıştı. Çok ince kemerli bir gaga burnu ve vahşi bakışlı kara gözleri vardı. Simsiyah kaşları bir kalemle çizilmiş gibiydi; arkaya doğru taranmış simsiyah saçları da öyle. Bundan daha düşmanca bir surat görmemiştim hiç. Bana Mediciler devrinde yaşamış İtalyan ağıcılarını hatırlatıyordu. Lucas Coronado'nun yüzüne dikkatle bakan biri, "suratsız" ve "acımasız"dan daha uygun sıfat bulamazdı.

Bacak kemikleri öyle uzundu ki, tahta parçasını ayaklarıyla tutarak otururken dizlerinin omuzlarına değdiğini fark ettim. Biz yaklaşınca çalışmayı bırakıp kalktı. Jorge Campos'dan daha uzundu ve bir ray kadar inceydi. Sanırım bir saygı ifadesi olarak, ayaklarına deri sandaletlerini geçirdi.

"Buyrun, buyrun," dedi, asık suratla.

O anda Lucas Coronado'nun gülümsemeyi bilmediğine dair garip bir duyguya kapıldım.

"Bu ziyareti neye borçluyum?" diye sordu Jorge Campos'a.

Jorge Campos, son derece üstten bakan bir tavırla, "Sana bu genç adamı getirdim," dedi. "Senin dürüst yanıtlar vereceğine kefil oldum."

"Ah, sorun değil, sorun değil," diye güvence verdi Lucas Coronado, beni soğuk bakışlarıyla tartarak.

Ardından Yaqui dili olduğunu tahmin ettiğim başka bir dile geçti. Jorge Campos ile hararetli sohbeti bir süre devam etti. İkisi de ben yokmuşum gibi davranıyorlardı. Sonra Jorge Campos bana döndü.

"Burda küçük bir sorunumuz var," dedi. "Lucas, şenlikler yaklaştığından, bugünlerde kendisinin çok meşgul olduğunu söyledi bana; bu yüzden ona soracağın tüm soruları şu anda değil de, başka bir sefer yanıtlayacak."

"Evet, evet, kesinlikle," dedi Lucas Coronado, İspanyolca. "Başka bir sefer, gerçekten, başka bir sefer."

"Ziyaretimizi kısa kesmemiz gerekiyor," dedi Jorge Campos, "ama seni tekrar getireceğim."

Ayrılırken, Lucas Coronado'ya elleri ve ayaklarını kullanarak gösterdiği müthiş çalışma tekniği ile ilgili hayranlığımı belirtmek istedim. Bana deliymişim gibi baktı, gözleri şaşkınlıkla açılmıştı.

"Mask yapan kimse görmedin mi?" diye tısladı, sıktığı dişlerinin arasından. "Nerelisin sen? Marslı mı?"

Aptallaşmış gibiydim. Tekniğinin benim için oldukça yeni bir şey olduğunu ona açıklamaya çalıştım. Kafama vurmaya hazırlanır gibiydi. Jorge Campos bana dönüp İngilizce konuşarak, sözlerimle Lucas Coronado'yu incittiğimi söyledi. Dediğine göre, adam övgülerimi yoksulluğuyla ilgili bir kinaye gibi algılamıştı; yoksulluğu ve çaresizliğiyle gizliden gizliye dalga geçtiğimi düşünüyordu.

"Ama tam tersi," dedim, "bence adam muhteşem!"

"Ona böyle bir şey söylemeye kalkma sakın," diye atıldı Jorge Campos. "Bu insanlar çok üstü kapalı biçimlerde hakarete uğramaya ve bunun üstesinden gelmeye alışıktırlar. Onu hiç tanımadığın halde kendisini aşağılamanın ve heykelini tutmak için bir mengene alamamasını alay konusu yapmanın garip olduğunu düşünüyor."

Ne yapacağımı şaşırmıştım. Tek olası bağlantımı berbat etmek, en son isteyeceğim şeydi. Jorge Campos sıkıntımın tamamıyla farkında görünüyordu.

"Masklarından birini satın alsana," diye öğütledi.

Ona arabamla Los Angeles'e kadar mola vermeden gitmek niyetinde olduğumu ve ancak benzin ve yiyecek almaya yetecek kadar param olduğunu söyledim.

"İyi, o zaman deri ceketini ver ona," dedi, sesi ifadesizdi ama güvenilir ve yardımsever bir tavır takınmıştı. "Aksi halde onu kızdırmış olacaksın; adamın aklında bir tek hakaretin kalacak. Sakın ona masklarının güzel olduğunu söyleme. Sadece birini satın al."

Deri ceketimi masklarından biriyle takas etmek istediğimi söylediğimde, Lucas Coronado keyifle sırıttı. Ceketi alıp sırtına geçirdi. Eve doğru yürüdü, ama içeri girmeden önce birkaç garip dönüş yaptı. Dinsel bir sunağa benzeyen bir şeyin önünde diz çöktü ve gerinirmiş gibi kollarını açtı, sonra elleriyle ceketin yanlarını oğuşturdu.

Eve girip içerden gazete kâğıdına sarılı bir paket getirdi ve bana uzattı. Ona birkaç soru sormak istiyordum, ama çalışması gerektiğini söyleyerek özür diledi, ancak eğer istersem başka bir zaman tekrar gelebileceğimi ekledi.
Guaymas kentine dönüş yolunda, Jorge Campos paketi açmamı söyledi. Lucas Coronado'nun beni kandırmadığından emin olmak istiyordu. Paket umrumda bile değildi; tek düşündüğüm Lucas Coronado ile konuşmak için tek başıma tekrar gelebileceğimdi. Mutluydum.

"Ne verdiğini görmem lazım," diye üsteledi Jorge Campos. "Arabayı durdur lütfen. Hiçbir koşulda ve hiçbir nedenle müşterilerimi tehlikeye atmam. Sana bazı hizmetler sunmam için bana para ödedin. O adam gerçek bir şaman; bu yüzden de çok tehlikeli. Onu incittiğin için sana bir büyü çıkını vermiş olabilir. Eğer öyleyse, hemen buralarda bir yere gömmeliyiz onu."

Midem bulandı, arabayı durdurdum. Büyük bir dikkatle paketi çıkardım. Jorge Campos elimden kapıp açtı. İçinde geleneksel tarzda yapılmış üç harika Yaqui maskı vardı. Jorge Campos gayet kayıtsız, ilgilenmeyen bir tavırla, bir tanesini ona vermemin çok uygun olacağını belirtti. Beni daha o yaşlı adama götürmediğine göre, onunla bağlantımı korumalıydım. Masklardan birini ona memnuniyetle verirdim.

"Seçmeme izin verirsen, şunu isterim," dedi, parmağıyla göstererek.

Almasını söyledim. Maskların benim için bir anlamı yoktu, peşine düştüğüm şeyi elde etmiştim nasıl olsa. Öbür iki maskı da pekâlâ verebilirdim, ancak onları antropolog dostlarıma göstermek istiyordum.

"Bu masklar olağanüstü şeyler değil," dedi Jorge Campos. "Kentteki her mağazadan alabilirsin bunları. Onları turistlere satıyorlar burda."

Şehirdeki dükkânlarda satılan Yaqui masklarını görmüştüm. Benimkilere kıyasla çok kaba şeylerdi; Jorge Campos da aslında en iyi maskı seçmişti.

Onu şehirde bıraktım ve Los Angeles'e doğru yola çıktım. Hoşçakal demeden önce, kendisine iki bin dolar borcum olduğunu, zira beni büyük adama götürme çalışmalarına ve rüşvet dağıtmaya şimdiden başlayacağını hatırlattı.

"Bir sonraki gelişinde bana iki bin dolar verebileceğinden emin misin?" diye sordu, cesaretle.

Beni çok zor bir duruma sokmuştu. Ödeyebileceğimden kuşkulu olduğumu, yani doğruyu söylersem, beni terk edeceğini düşünüyordum. Apaçık açgözlülüğüne karşın, onun bana yol göstereceğine gene de inanıyordum o sırada.

"Parayı almak için elimden geleni yapacağım," dedim, bağlayıcı olmayan bir ses tonuyla.

"Bundan fazlasını yapmalısın, evlat," diye atıldı sertçe, nerdeyse öfkeyle. "Bu buluşmayı ayarlamak için cebimden para harcayacağım; senden yana güvencem olmalı. Senin çok ciddi bir genç adam olduğunu biliyorum. Araban kaç para eder? Yoksa işinden mi kovuldun?"

Arabamın değerini söyledim, işsiz olduğumu da; ama ancak gelecek ziyaretimde ona parayı nakit olarak getireceğime söz verdiğimde tatmin olmuş göründü.

Beş ay sonra, Jorge Campos'u görmek için Guaymas’a geri döndüm. İki bin dolar o zamanlar oldukça büyük bir paraydı, özellikle de bir öğrenci için. Jorge Campos’un ödemeyi bir kaç seferde yapmama belki razı olabileceğini düşünüyordum; bu parayı taksite bağlayabilirsem çok memnun olacaktım.

Guaymas'da Jorge Campos'u hiçbir yerde bulamadım. Lokantanın sahibine sordum. Jorge Campos’un kayboluşu onu da benim kadar hayrete düşürmüştü.

"Birden ortadan yok oldu," dedi. "Eminim işlerini yürüttüğü Arizona'ya, ya da Teksas'a dönmüştür."

Şansımı denemeye karar verip, kendi başıma Lucas Coronado'yu görmeye gittim. Evine vardığımda öğle üstüydü. O da ortalarda yoktu. Komşularına yerini bilip bilmediklerini sordum. Beni saldırgan bir tavırla süzdüler ve yanıtlamaya tenezzül etmediler. Oradan ayrıldım, fakat akşamüstü tekrâr uğradım. Hiçbir şey beklemiyordum. Aslında hemen Los Angeles'e geri dönmek için hazırdım bile. Hiç ummadığım halde Lucas Coronado oradaydı, üstelik bana çok dostça davrandı. Tam bir baş belası olduğunu söylediği Jorge Campos'u almadan geldiğim için beni takdir ettiğini içtenlikle belirtti. Yaqui Kızılderilileri içinde bir hain diye söz ettiği Jorge Campos'un kendi soydaşlarını zevkle sömürdüğünden yakındı.

Lucas Coronado'ya getirdiğim birkaç armağanı verdim ve kendisinden üç mask, nefis bir şekilde işlenmiş bir bastonla bazı çöl böceklerinin kozalarından yapılan ve Yaqui'lerin geleneksel danslarında kullandıkları bir çift çıngıraklı tozluk satın aldım. Sonra onu Guaymas'a akşam yemeğine götürdüm.

Bölgede kaldığım beş gün boyunca Lucas Coronado ile hep birlikteydik; bana Yaqui'lerin tarihi ve toplumsal düzeni, şenliklerinin anlamı ve doğası hakkında bitmez tükenmez bilgiler verdi. Alan çalışması yapmak beni öyle keyiflendirmişti ki, yaşlı şaman hakkında bir şey bilip bilmediğini sormaya çekiniyordum. Sonunda eğrisini doğrusunu düşünmekten vazgeçip, Jorge Campos'un bana son derece ünlü bir şaman olduğuna dair garanti verdiği yaşlı adamı tanıyıp tanımadığını sordum ona. Lucas Coronado çok şaşırmıştı. Bana söylediğine göre ülkenin o bölgesinde böyle bir adam yoktu ve Jorge Campos da beni dolandırmaya niyetli bir düzenbazdan başka bir şey değildi.

Lucas Coronado'nun ihtiyar adamın varlığını yadsıdığını işitmek, üzerimde beklenmedik, korkunç bir etki yapmıştı. Alan çalışmasının filan zerre kadar umurumda olmadığını o anda açıkça hissettim. Benim tek derdim o yaşlı adamı bulmaktı. O anda anladım ki, o yaşlı şamanla tanışmak, bir antropolog olarak taşıdığım tutkularla, hedeflerle, hatta fikirlerle bile hiç ilgili olmayan, bambaşka bir şeyin doruk noktasıydı.

Bu tanrının cezası ihtiyarın kim olduğunu şimdi her zamankinden daha fazla merak ediyordum. Düş kırıklığı içinde atıp tutmaya, bağırıp çağırmaya başladım. Ayaklarımı yere vuruyordum. Lucas Coronado bu gösterime epeyce şaşırmıştı. Hayretler içinde beni seyretti, sonra gülmeye başladı. Gülebildiğini hiç düşünmemiştim. Öfke ve düş kırıklığıyla gösterdiğim taşkınlık için özür diledim ondan. Neden bu denli rahatsız olduğumu açıklayamıyordum. Lucas Coronado şaşkınlığımı anlar gibiydi.

"Buralarda böyle şeyler olur," dedi.

Cvp: 2 - Sonsuzluğun Niyeti

Ne kastettiği hakkında hiçbir fikrim yoktu, sormaya da niyetli değildim. Ne kadar kolay gücendiğini bildiğim için korkudan ölüyordum. Yaqui'lerin özelliklerinden biri, çok çabuk incinmeleriydi. Kendilerinden başka kimsenin anlayamayacağı kadar incelikle yapılmış hakaretleri yakalamak için ömürleri boyunca tetikte dururlardı.

"Buralardaki dağlarda sihirli varlıklar vardır," dedi, "ve bunlar insanlar üzerinde etkili olabilir. Tam anlamıyla delirtirler onları. İnsanlar bağırıp çağırır, sayıklar, ve sonunda sakinleştiklerinde neden böyle patladıklarını bir türlü anlayamazlar."

"Benim başıma gelen de bu mu, sence?" diye sordum.

"Kesinlikle," diye yanıtladı, kendinden tümüyle emin. "Bir anda çığrından çıkmaya meyillisin zaten, ama aynı zamanda kontrollüsün de. Yalnız bugün pek kontrollü davranamadın. Durup dururken çıldırdın."

"Durup dururken değildi," dedim. "Şu ana dek bilmiyordum, ama tüm çabalarımın itici gücü, bu yaşlı adam."

Lucas Coronado sessizdi. Derin düşüncelere dalmış gibi görünüyordu. Sonra kalkıp bir aşağı bir yukarı gezinmeye başladı.

"Buralarda yaşayıp da tam olarak buralı olmayan bir yaşlı adam tanıyor musun?" diye sordum ona.

Sorumu anlayamamıştı. Karşılaştığım yaşlı Kızılderilinin belki Jorge Campos gibi, başka bir yerde yaşayan bir Yaqui olabileceğini açıkladım ona. Lucas Coronado, Matus'un o yörede oldukça fazla rastlanan bir soyadı olduğunu, ama ilk adı Juan olan hiçbir Matus tanımadığını söyledi. Ümitsiz görünüyordu. Sonra birden aklına bir şey geldi; adam yaşlı olduğuna göre başka bir adı olabilirdi ve belki asıl adını değil de çalışma adını vermişti bana.

"Bildiğim tek yaşlı adam," diye devam etti, "Ignacio Flores'in babası. Ara sıra oğlunu görmeye gelir; ama Meksiko kentinden geliyor buraya. Şimdi düşündüm de, o adam Ignacio'nun babası, fakat o kadar ihtiyar görünmüyor. Ama adam yaşlı. Ignacio da yaşlı. Ancak babası daha genç duruyor."

Fark ettiği şeye içtenlikle güldü. Besbelli o ana dek yaşlı adamın ne kadar genç göründüğü hakkında hiç kafa yormamıştı. Başını sallamaya devam etti, inanamıyormuş gibi. Bense son derece neşelenmiştim.

"Bu o adam!" diye bağırdım, nedenini bilmeden.
Lucas Coronado, Ignacio Flores'in nerede yaşadığını bilmiyordu ama yardıma çok istekliydi; beni yakındaki bir Yaqui kasabasına götürdü ve orada bana adamı buldu.

Ignacio Flores iriyarı, şişman bir adamdı, altmışlı yaşlarının ortalarında olmalıydı. Lucas Coronado, bu iriyarı adamın gençliğinde profesyonel bir asker olduğunu ve üzerinde hâlâ bir ordu mensubu havası taşıdığını söyleyerek uyarmıştı beni. Ignacio Flores'in muazzam bir bıyığı vardı; bu bıyık ve gözlerindeki vahşi bakışlarla zalim bir askere benziyordu. Koyu tenliydi. Yaşına karşın saçları simsiyahtı. Güçlü, kulak tırmalayıcı sesi sadece komut vermek için eğitilmiş gibiydi. Bir süvari olduğu izlenimini uyandırmıştı bende. Sanki hâlâ mahmuzları varmış gibi yürüyordu; anlaşılmaz, garip bir nedenden ötürü, adam yürüdükçe mahmuz şakırtısı duyuyordum.

Lucas Coronado beni onunla tanıştırdı, ve Nogales’de karşılaştığım babasını görmek üzere Arizona'dan gelmiş olduğumu söyledi. Ignacio hiç de şaşırmış görünmüyordu.

"Ah, evet," dedi, "babam çok yolculuk eder." Başkaca bir şey söylemeden, bize babasını bulabileceğimiz yeri tarif etti. Bizimle gelmeyecekti; kibarlıktan, sanırım. İzin istedi ve uygun adım uzaklaştı, sanki bir tören kıtasına ayak uydurur gibiydi.

Yaşlı adamın evine Lucas Coronado ile birlikte gitmek için hazırlandım. Ancak o beni kibarca reddetti, onu evine geri götürmemi istiyordu.

"Sanırım aradığın adamı buldun, bence yalnız gitmen gerekir," dedi.

Bu Yaqui Kızılderililerinin ne denli olağanüstü kibar, ancak aynı zamanda ne denli sert olduklarını hayranlıkla düşündüm. Bana Yaquilerin hiç duraksamadan herkesi öldürebilecek vahşiler oldukları anlatılmıştı; ama bana kalırsa en dikkate değer özellikleri nezaketleri ve anlayışlarıydı.

Arabamı Ignacio Flores'in babasının evine sürdüm, ve orada aradığım adamı buldum.

"Jorge Campos bana neden seni tanıdığı yalanını söyledi acaba," dedim, anlattıklarımın sonuna geldiğimde.

"Yalan söylemedi sana," dedi don Juan, Jorge Campos'un davranışını hoş gören birinin inancıyla. "Kendini yanlış bile tanıtmadı. Senin kolay lokma olduğunu düşünüyordu, seni dolandıracaktı. Ancak planını gerçekleştiremedi, çünkü sonsuzluk hakkından geldi onun. Seninle karşılaştıktan kısa bi süre sonra kaybolduğunu ve asla bulunamadığını biliyor musun?

"Jorge Campos senin için en fazla anlam taşıyan şahsiyetti," diye devam etti. "İkinizin arasında geçenler ne ise, bi tür yol gösterici kopya gibi; çünkü bu senin yaşamını simgeliyor."

"Neden? Ben düzenbaz değilim," diye itiraz ettim.

Güldü, sanki benim bilmediğim bir şeyi biliyor gibiydi. Hemen sonra, eylemlerim, ideallerim, beklentilerim hakkında etraflı bir açıklamanın ortasında buldum kendimi. Ancak garip bir düşünce, kendimi açıklamaya çalışırken duyduğum bu coşkuyla, bazı koşullarda Jorge Campos'a benzeyebileceğimi düşünmeye zorluyordu beni. Bu düşünceyi kabullenemedim, ve bunun aksini kanıtlamak için kullanabildiğim tüm enerjimi işe koştum. Gene de, içimin çok derinlerinde bir yerde, eğer Jorge Campos gibiysem özür dileyecek değilim diye düşünüyordum.

Bu ikilemimden söz ettiğimde don Juan öyle çok güldü ki, az kaldı tıkanıyordu.

"Yerinde olsaydım," dedi, "içimdeki sesi dinlerdim. Sen de Jorge Campos gibi bi düzenbazsan eğer, ne fark eder ki! O, ucuz bi düzenbazdı. Sen daha özenlisin. Bi öyküyü yeniden anlatmanın gücü burda yatar işte. Büyücülerin bunu kullanmasının nedeni budur. Seni içinde var olduğunu aklına bile getirmediğin şeylerle temasa geçirir."

İşte o anda hemen gitmek istedim. Don Juan hislerimin tamamıyla farkındaydı.

"Seni öfkelendiren o yüzeysel sese kulak verme," dedi, buyurgan bir tavırla. "Sana bundan sonra kılavuzluk edecek olan, daha derinlerdeki sesi dinle; gülen sesi. Dinle onu! Ve onunla birlikte gül. Gül! Gül!"

Sözcükleri hipnotik bir buyruk etkisi yapmıştı bende. Elimde olmadan gülmeye başladım. Hiç bu denli mutlu olmamıştım. Maskemden kurtulmuş, özgür hissediyordum kendimi.

"Jorge Campos'un öyküsünü kendine tekrar tekrar, defalarca anlat," dedi don Juan. "Sonsuz bi zenginlik bulacaksın bu öykünün içinde. Her ayrıntı, haritanın bi parçasıdır. Sonsuzluğun doğasıdır bu; kendimizle yüzyüze geleceğimiz o eşiği geçtiğimizde görürüz bunu."

Bana uzun uzun baktı. Eskisi gibi sadece bakış atmıyordu; dikkatle ve sabit bakışlarla bakıyordu bu kez. "Jorge Campos'un yapmaktan kaçınamadığı tek hareket," dedi nihayet, "seni öbür adamla temasa geçirmekti: Lucas Coronadoyla, ki bu adam da Jorge Campos kadar anlamlı senin için; belki daha bile fazla."

Bu iki adamın öyküsünü tekrar anlatırken, Lucas Coronado ile geçirdiğim zamanların Jorge Campos'la birlikteliğimden daha uzun olduğunu fark etmiştim, ancak bu zamanlarda daha az şey olmuştu; çünkü uzun sessizlik anları yaşamıştık. Lucas Coronado pek konuşkan bir adam değildi, ve sessizleştiği zamanlarda beni de aynı havaya sürüklemeyi garip bir şekilde beceriyordu.

"Lucas Coronado senin haritanın öbür yanı," dedi don Juan. "Onun senin gibi bi heykeltraş olmasını garip bulmuyor musun, sanatı için bi sponsor arayan son derece duyarlı bi sanatçı olmasını; tıpkı senin bi zamanlar olduğun gibi? Yaratıcılığını destekleyecek bi kadın, bi sanat aşığı aradığın gibi, o da bi sponsor arıyordu."

Başka bir dehşet verici ikilemin içine düştüm. Yaşantımın bu yanından ona hiç söz etmediğimden kesinlikle emindim; ama tümü gerçekti ve bütün bu bilgileri nasıl elde etmiş olabileceğine hiçbir açıklama getiremiyor, çırpınıp duruyordum.

Gene hemen kalkıp gitmek istedim. Ama yeniden, içimde çok derinlerde bir yerden gelen ses bu isteği bastırdı. Hiç kendimi zorlamadan, içtenlikle gülmeye başladım. Don Juan'ın bu bilgiyi nerden aldığı, çok derinlerde bir parçamın umrunda bile değildi. Bir şekilde edinmiş olduğu bu bilgiyi zarafetle ve işbirliği yapar biçimde sergilemesi, izlenmesi çok hoş bir manevraydı. Yüzeysel yanımın öfkelenip ayrılmaya kalkmasının hiç önemi yoktu.

"Çok iyi," dedi don Juan, sırtıma kuvvetle vurarak, "çok iyi."

Bir an dalgın ve düşünceli durdu; sıradan, göze görünmeyen bir şeyler görür gibiydi.

"Jorge Campos ve Lucas Coronado, bi eksenin iki ucu," dedi. "O eksen sensin; bi uçta yalnız kendini düşünen, acımasız, utanmaz bi çıkarcı, iğrenç, ama dayanıklı. Öbür uçta ise aşırı duygusal, acılar içinde bi sanatçı, zayıf ve savunmasız. Bu, senin yaşantının haritası olabilirdi; eğer bi başka olasılık, sen sonsuzluğun eşiğini aştığında beliren olasılık çıkmasaydı. Beni aradın, ve buldun; böylece eşiği geçmiş oldun. Sonsuzluğun niyeti, bana senin gibi bi insanı aramamı söylemişti. Seni buldum; böylece eşiği kendim de geçmiş oldum."

Konuşma o noktada sona erdi. Don Juan her zamanki mutlak sessizlik devrelerinden birine girmişti. Ancak günün sonunda, çıktığımız uzun yürüyüşümüzden eve dönüp serinlemek için çardağın altına oturduğumuzda sessizliğini bozdu.

"Seninle Lucas Coronado arasında, ve de seninle Jorge Campos arasında olup bitenleri yeniden anlattığında," diye devam etti don Juan, "ben çok rahatsız edici bi etmen buldum; umarım bunun sen de farkındasındır. Benim için, bu bi yora. Bi devrin sonuna işaret ediyor; oradaki hiçbi şeyin kalıcı olamayacağını gösteriyor. Çok dayanıksız öğeler getirdi seni bana. Hiçbiri kendi başına ayaktagene deamazdı. Senin anlattıklarından çıkardığım, bu."

Don Juan'ın bir gün bana Lucas Coronado’nun ölümcül bir hastalığı olduğunu söylediğini anımsadım. Kendisini ağır ağır tüketen bir sağlık sorunu vardı.

"Kendini sağaltması için ne yapması gerektiği hakkında oğlum Ignacio ile haber yolladım ona," diye don Juan devam etti, "ama bunun saçmalık olduğunu düşünüyor ve duymak bile istemiyor. Lucas'ın suçu değil bu. Tüm insan ırkı hiçbi şey duymak istemiyor. Yalnız işitmek istediklerini duyuyorlar."

Anımsadığıma göre Lucas Coronado'nun fiziksel acılarını ve manevi ıstırabını hafifletmek için kendisine neler söyleyebileceğimi bana anlatması konusunda don Juan'ı ikna etmiştim. Don Juan bunları anlatmakla kalmayıp, Lucas Coronado'nun istediği takdirde kendini kolaylıkla iyileştirebileceğini iddia etmişti. Ancak don Juan'ın mesajını aktardığımda Lucas Coronado bana aklımı kaçırmışım gibi baktı. Sonra gayet ustaca, ve şayet bir Yaqui olsaydım son derece aşağılayıcı olacak bir tavırla, birisinin yersiz ısrarlarına maruz kalmayıp da sıkıntıdan ölme raddelerine gelmiş birinin çehresini takındı. Ancak bir Yaqui Kızılderilisinin bu denli mahir olabileceğini düşünmüştüm.

"Böyle şeylerin bana yararı olmaz," dedi sonunda, meydan okuyan bir ifadeyle, anlayışımın kıtlığına kızarak. "Zaten hiç fark etmez. Hepimiz öleceğiz. Ama umudumu yitirdiğimi düşünmeye kalkmayasın. Devlet bankasından bir miktar para alacağım. Ekinlerim için avans alacağım; beni iyileştirecek şeyi alabilmek için param olacak, böylece. Bu şeyin adı Vi-ta-mi-nol."

"Vitaminol nedir?" diye sordum.

"Radyoda reklamı yapılan bir şey," dedi, bir çocuğun masumiyetiyle. "Her şeyi iyileştiriyor. Her gün et, balık, ya da tavuk yemeyen insanlar için öneriliyor. Benim gibi kıt kanaat geçinen insanlar için tavsiye ediyorlar."

İşte o anda, Lucas Soronado'ya yardım etme hevesim yüzünden, Yaquiler gibi aşırı duyarlı varlıkların toplumunda yapılabilecek en büyük hatayı işledim: Vitaminol alması için para vermeyi önerdim ona. Gözünü dikip bakışındaki soğukluk, onu ne kadar derinden yaraladığımı açıkça gösteriyordu. Ahmaklığım affedilecek gibi değildi. Lucas Coronado, gayet yumuşak, Vitaminol'u kendi alabilecek kadar parası olduğunu söyledi.

Don Juan'ın evine geri döndüm. Ağlamak üzereydim. Heveskârlığım yanlış yola itmişti beni.

"Böyle şeyler için tasalanıp enerjini boşa harcama," dedi don Juan, soğuk bir tavırla. "Lucas Coronado bi kısır döngünün içine hapsolmuş durumda; ama sen de öylesin. Herkes öyle. Onun Vitaminol'u var; her şeyi iyileştireceğine, sorunlarının hepsini çözeceğine güvendiği. Şu anda almaya gücü yetmiyor, ama eninde sonunda yeteceğine dair büyük umutları var."

Don Juan delici bakışlarını üzerime dikti. "Sana Lucas Coronado'nun edimlerinin senin yaşantının haritası olduğunu söylemiştim," dedi. "İnan bana, öyleler. Lucas Coronado sana Vitaminol'u işaret etti, ve bunu öyle güçlü ve acı verici biçimde yaptı ki, seni incitti ve ağlattı."

Sonra don Juan sustu. Uzun ve son derece etkili bir sessizlikti. "Ve bana ne demek istediğimi anlamadığını söyleme," dedi. "Öyle ya da böyle, her birimizin kendine göre bi Vitaminol'u var."

Cvp: 2 - Sonsuzluğun Niyeti

.