Beni her gün sinemaya götürürdü. Los Angeles'ın bütün büyük sinemalarına giriş kartları vardı; bazı sinema patronları bu kartları babasına armağan veriyordu. Bay Turner onları hiç kullanmazdı; giriş kartı göstermenin asaletine uymadığını düşünürdü. Gişe memurları bu kartları taşıyanlara hep bir makbuz imzalattırırlardı. Patricia bu makbuzları rahatsız olmadan imzalıyordu, ama bazen adi memurun biri Bay Turner'ın imzasını isterdi, ve ben imzalamaya kalktığımda sadece Bay Turner'ın imzası da yetmezdi onlara. Ehliyetini görmek isterlerdi bu sefer. Bu memurlardan biri, küstah bir genç adam öyle bir laf etmişti ki bir keresinde, onun kadar benim de makaraları koyvermeme sebep olmuştu, ama Patricia'yı bir öfke nöbetine sokmuştu bu olanlar.
"Sanırım siz Bay Turd (dipnot, turd: bok) olmalısınız," dedi, düşünebileceğiniz en adi sırıtışla, "Bay Turner değil."
Bu hakareti savuşturabilirdim, ama sonra Steve Reeves'ın Herkülünü görmemize izin vermeyerek bizi fena halde bozum ederdi.
Genellikle her yere Patricia'nın en iyi arkadaşı olan ve bitişik evde ailesiyle birlikte oturan Sandra Flanagan ile birlikte giderdik. Sandra Patricia'yla taban tabana zıttı. O da aynı boydaydı; ama yuvarlak bir yüzü, gül pembesi yanakları ve şehvetli bir ağzı vardı; ve bir rakun kadar sağlıklıydı. Şarkı söylemeye hiç merakı yoktu. Onun bütün ilgisi bedensel zevkler üzerineydi. Yiyip içemeyeceği, sindiremeyeceği hiç bir şey yoktu; beni en çok kahreden yanı da, kendi tabağını cilaladıktan sonra aynı şeyi benim tabağıma da yapmasıydı; yemek seçen biri olarak ömrüm boyunca beceremediğim bir şeydi bu. O da son derece atletikti; ama daha sağlıklı, daha kaba bir biçimde. Erkek gibi yumruk, katır gibi tekme atardı.
Patricia'ya nezaketen, onun ailesi için yaptığım ufak tefek günlük işleri Sandra’nın ailesi için de yapıyordum; havuzu boşaltma, bahçedeki yaprakları süpürme, çöp gününde çöpleri çıkarma, kâğıtları ve tutuşabilir çöpleri yakma gibi şeylerdi bunlar. Los Angeles'ta hava kirliliğinin arka bahçelerdeki çöp yakıcıları yüzünden arttığı günlerdeydik.
Herhalde bu iki genç kadının yakınlıkları ya da rahatlıkları yüzünden, en sonunda ikisine birden deliler gibi âşık oldum.
Dostum olan çok tuhaf bir genç adamdan, Nicholas van Hooten’den öğüt istemeye gittim. İki kız arkadaşı vardı, ve ikisiyle birlikte, besbelli tam bir cennette yaşıyordu. Bana en basit öğüdü vermekle başlayacağını söyledi; iki kız arkadaşla sinemada nasıl davranılacağı hakkındaydı bu öğüt. Sinemaya ne zaman iki kızla birden gitse, ilgisini daima solunda oturana yönelttiğini söyledi. Bir süre sonra kızlar tuvalete gidip döndüklerinde onların yerlerini değiştiriyordu. Anna, Betty'nin oturduğu yere geçiyor ve çevredeki kimse bir şey anlamıyordu. Üçlü durumu—Nicholas oldukça eski moda bir adamdı; o basmakalıp Fransız terimini kullanıyordu: ménage à trois—gerçekçi bir şekilde kabul ettirmenin uzun sürecinde bunun ilk adım olduğuna dair bana güvence verdi.
Öğüdünü tuttum ve Patricia ile Sandy'yi Los Angeles'taki Fairfax Caddesinde sessiz filmler gösteren bir sinemaya götürdüm. Patricia'yı soluma oturtup bütün ilgimi ona verdim. Tuvalete gidip döndüklerinde kızlara yerlerini değiştirmelerini söyledim. Nicholas van Hooten’in dediği gibi yapıyordum, ama Patricia böyle bir saçmalığı sineye çekecek değildi. Kalktı ve hakarete uğramış, aşağılanmış ve öfkeden kudurmuş bir vaziyette sinemadan çıktı. Arkasından koşup özür dilemek istedim ama Sandra beni durdurdu.
"Bırak gitsin," dedi zehir saçan bir tebessümle. "Kocaman kız, o. Bir taksi tutup eve gidecek parası da var."
Aldanıp sinemada kaldım, sinir ve suçluluk içinde Sandra'yı öpmeye devam ettim. Ateşli bir öpücüğün orta yerinde birinin saçımı çektiğini hissettim. Patrica'ydı. Koltukların sırası gevşekti ve arkaya doğru yattı. Atletik Patricia, bizim sıra arkadakinin üzerine devrilmeden hemen önce aradan kaçtı. Sıranın öbür başında oturan iki izleyicinin çığlıklarını işittim.
Nicholas van Hooten’ınki berbat bir öğüttü. Patricia, Sandra ve ben tam bir sessizlik içinde eve döndük. Sonra tutulması olanaksız sözler vererek, gözyaşları, suçlamalar arasında bir orta yol bulmaya çalıştık. Bu üç yanlı ilişki, kendimizi nerdeyse mahvetmemizle sonuçlandı. Böyle bir şey yaşamaya hazırlıklı değildik. Sevgi, dürüstlük, görev ve ahlak kuralları ile ilgili sorunları çözmeyi bilmiyorduk. Birini öbürüne tercih edemiyordum; onlar da beni terk edemiyorlardı. Bir gün müthiş bir kargaşanın doruğunda ve katıksız bir umutsuzluk içinde, üçümüz de birbirimizi bir daha hiç görmemek üzere ayrı ayrı yerlere kaçıp gittik.
Mahvolmuştum. Yaptığım hiçbir şey onların yaşamıma vurdukları damgayı silemiyordu. Los Angeles'ı terk ettim ve hasretimi dindirebilmek için sayısız şeylerle kendimi meşgul etmeye çalıştım. Zerre kadar abartmadan söyleyebilirim ki, cehennemin derinliklerine indiğimi ve bir daha ordan asla çıkamayacağımı düşünüyordum. Don Juan'ın yaşantım ve kişiliğim üzerindeki etkisi olmasaydı, beni yiyip bitiren iblislerimle baş etmemin imkânı yoktu. Yaptığım şeyin yanlış olduğunu, bu denli harika iki insanı yüz yüze gelmeye hazırlıklı olmadığım böyle utanç verici, aptalca saçmalıkların içine sokmaya hiç hakkım olmadığını don Juan'a söylemiştim.
"Yanlış olan," dedi don Juan, "üçünüzün de yolunu şaşırmış benmerkezci kaçıklar olmanızdı. Kendini beğenmişliğin seni nerdeyse mahvetmiş. Kibrin olmazsa, yalnızca duyguların kalır.
"Beni dinle," diye devam etti, "ve sana dünya kadar anlam ifade edecek şu basit ve dolaysız alıştırmayı yap: o iki kıza ait anılarından kendi kendine söylemiş olduğun 'O bana şunu söyledi, bunu söyledi, o bağırdı, öbürü bağırdı, BANA bağırdı!' türünden cümleleri çekip çıkar ve sadece duygularının yoğunluğunda dur. Kendine o denli önem vermeseydin, elinde kalan en saf tortu ne olurdu?"
"Onlara duyduğum önyargısız aşkım," dedim, boğazım düğümlenerek.
"Peki bu aşk bugün o zamankinden daha mı az?" diye sordu don Juan.
"Hayır, değil, don Juan," dedim dürüstçe, ve beni yıllarca kovalamış olan kederin sızısını aynı şekilde hissettim.
"Bu kez, onlara sessizliğinin içinden sarıl," dedi. "Bu kez, güçsüz hıyarın teki olmayı bırak. Onlara son kez tam anlamıyla sarıl. Ama bunun Yeryüzü’nde son kez olmasını niyetlen. Karanlığının içinden niyetlen buna. Eğer hak ediyorsan," diye devam etti, "onlara armağan verdiğinde, tüm yaşamını ikinci kez özetlemiş olacaksın. Bu türden edimler savaşçıları adeta buhar gibi uçucu kılar."
Don Juan'ın buyruklarını izleyerek, tüm kalbimle işe giriştim. Eğer başarılı olamazsam sadece don Juan'ın kayba uğramayacağını anlamıştım. Ben de bir şey yitirecektim, ve benim kaybım da don Juan'ınki kadar büyük olacaktı. Sonsuzluk ile yüz yüze gelme ve onun bilincine varma şansımı yitirecektim.
Patricia Turner ve Sandra Flanagan'ın anısı beni berbat bir ruh haline sokmuştu. Bütün o yıllar boyunca peşimi bırakmamış olan o onarılmaz kayıp duygusunun eziciliği artık her zamankinden daha canlıydı. Don Juan bu duyguyu kurcalayarak şiddetlendirdiğinde iyice anladım ki bazı şeyler hep bizimle kalıyor, don Juan'ın terimleriyle yaşam boyu ve belki daha da ötesinde, bizi hiç bırakmıyordu. Patricia Turner ve Sandra Flanagan'ı bulmak zorundaydım. Don Juan son olarak, eğer onları bulursam, onlarla kalamayacağımı söylemişti. Yalnızca gönüllerini alacak, tüm sevgimle onları sarmalayacak, ve bunu kızgın suçlamalar, kendine acımalar, benmerkezci takıntılar olmadan yapacak kadar zamanım olacaktı.
Onlara ne olduğuna, nerelerde olduklarına dair büyük bir araştırmaya giriştim. Önce ailelerini tanıyan insanlara sorular sormakla işe başladım. İki aile de Los Angeles'tan taşınmışlardı, ve kimse bana nerde olabileceklerine dair bir fikir veremiyordu. Danışacak kimse yoktu. Gazeteye ilan vermeyi düşündüm. Ama sonra California'nın dışına taşınmış olabilecekleri aklıma geldi. En sonunda bir özel dedektif tutmak zorunda kaldım. Resmi kayıt bürolarıyla bağlantıları ve bunun gibi ufak tefek ayrıntılar sayesinde, dedektif birkaç hafta içinde onların izini buldu.
New York'da yaşıyorlardı; birbirlerine çok yakın bir mesafedeydiler, ve dostlukları da her zamankinden daha yakındı. New York'a gittim ve önce Patricia Turner'ı buldum. İstediği gibi bir Broadway yıldızı olamamıştı ama bir oyunun ekibindeydi. Sahnede mi yoksa idari bölümde mi görev aldığını bilmek istemedim. Onu bürosunda ziyarete gittim. Ne yaptığını bana söylemedi. Beni görünce şok geçirmişti. Yaptığımız tek şey el ele oturup birlikte ağlamak oldu. Ben de ona ne yapmakta olduğumu söylemedim. Onu görmeye geldiğimi, çünkü ona olan gönül borcumun ifadesi olarak bir armağan vermeyi istediğimi, ve dönmek niyetinde olmadığım bir yolculuğa çıkmak üzere olduğumu söyledim.
"Ne meşum sözler bunlar?" dedi, gerçekten paniklediği belliydi. "Ne yapmayı planlıyorsun? Hasta mısın? Hasta görünmüyorsun."
"Mecazi anlamdaydı," diye güvence verdim. "Güney Amerika'ya geri dönüyorum; talihimi orada denemek niyetindeyim. Rekabet korkunç, ve koşullar çok çetin, hepsi bu. Başarmak istiyorsam her şeyimi ortaya koymam gerekiyor."
Rahatlamış görünüyordu, bana sarıldı. Değişmemişti, yalnızca daha iri, çok daha güçlü, daha olgun ve çok zarif görünüyordu. Ellerini öptüm ve karşı konulmaz bir sevgi dalgası beni sardı. Don Juan haklıydı. Karşılıklı suçlamalardan arındığımda, kalan sadece duygularımdı.
"Sana bir armağan vermek istiyorum, Patricia Turner," dedim. "Ne istersen iste benden, eğer gücüm yeterse, istediğini sana alacağım."
"Zengin mi oldun yoksa?" dedi ve güldü. "Senin harika yanın hiçbir şeyinin olmamasıydı, asla da olmayacak. Sandra'yla nerdeyse her gün sözünü ediyoruz. Seni araba park ederken, kadınların sırtından geçinirken filan hayal ediyoruz. Üzgünüm, ama elimizde değil, seni hâlâ seviyoruz."
Ne istediğini söylemesi için ısrar ettim. Aynı zamanda hem ağlayıp hem gülmeye başlamıştı.
"Bana bir mink manto alır mısın?" diye sordu, hıçkırıklar arasında.
Saçlarını karıştırdım ve alacağımı söyledim.
"Eğer beğenmezsen, mağazaya geri götürür ve parasını alırsın," dedim.
Güldü ve beni eskisi gibi yumrukladı. İşine dönmesi gerekiyordu, ve ayrılmadan önce onu görmeye tekrar geleceğime dair söz verdim; ama şayet bunu yapamazsam, hayatın beni farklı yönlere çektiğini, ancak içimdeki anısını tüm yaşamım boyunca ve hatta ötesinde de koruyacağımı bilmesini istediğimi söyledim.
Tekrar geldim, ama yalnızca mink mantoyu ona teslim etmelerini uzaktan izlemek için. Sevinç çığlıklarını duydum.