1

Konu: Bölüm 4

Dört Eylül 1968’de, don Juan’ı görmek için Sonora’ya gitmiştim. Bir önceki ziyaretim sırasında benden istemiş olduğu üzre, bacanora (kaktüs rakısı) almak için Hermosillo’da durmuştum. Bu isteği o zaman çok garip gelmişti bana; çünkü içkiden hoşlanmadığını biliyordum. Ama dört şişe alıp, ona götürdüğüm öbür şeylerle birlikte bir kutuya yerleştirdim.
Don Juan, kutuyu açınca, gülerek, “Ne diye dört şişe aldın!” dedi. “Ben sana bi şişe al demiştim. Bacanorayı kendim için istediğimi sanmışsındır; ama torunum Lucio içindi. Senin armağanınmış gibi, ona sen verirsin.”
Don Juan’ın torunuyla iki yıl önce tanışmıştım. O zaman yirmi sekiz yaşındaydı. Bir sekseni aşkın uzun boylu, kazancına göre yaşıtlarına oranla, her zaman çok iyi giyinen bir adamdı. Yaqui’lerin, çoğunlukla spor pantolonlar ya da blucinler, hasır şapkalar ve guarachos denilen ev yapısı çarıklar giymelerine karşın, Lucio’nun giysileri mavi boncuktan fır fırlı siyah parlak bir deri ceket, bir Teksaslı kovboy şapkası, elle süslenmiş ve adının baş harfleri işlenmiş çizmeler olurdu.
Lucio, içkileri verdiğimde, çok sevinmişti ve şişeleri alıp, herhalde saklamak için, içeriye girmişti. Don Juan, insan içkiyi saklamamalı ve tek başına içmemeli gibi bir laf edince; Lucio, içki falan saklamadığını, akşamüstü arkadaşlarını çağırıp birlikte içeceklerini söyledi.
O akşam, saat yedi sıralarında Lucio’nun evine döndüm. Hava karanlıktı. Bodur bir ağacın altında duran iki kişinin karaltısını gördüm. Lucio’yla bir arkadaşıydı bunlar. Beni bekliyorlarmış. Lucio, el feneriyle yolu aydınlatarak bizi eve götürdü.
Lucio’nun evi iki odalı, toprak tavanlı, harç ve dallardan kurulu derme çatma bir yapıydı. Evin uzunluğu altı metre kadar vardı ve mesquite dallarından yapılmış direkler üzerinde duruyordu. Bütün Yaqui evlerinde olduğu gibi düz, çalılardan örülü bir çatısı, bir de üç metre eninde bir ramadası vardı. Bu ramada evin önünü gölgeleyen bir tür sundurma gibidir. Ramadalarda çalı, saz falan kullanılmaz. Dalların gelişigüzel örttüğü bir çatıdır; böylece hem gölge yapar, hem de aralıklardan geçen esinti nedeniyle serin tutar.
Eve girerken, çantamdaki ses alma aygıtını çalıştırdım. Lucio beni arkadaşıyla tanıştırdı. Evde, don Juan da olmak üzere, sekiz adam vardı. Odanın ortasına rahatça yayılmışlardı. Bir direğe asılı gaz lambasının parlak ışığı, yüzlerini aydınlatıyordu. Don Juan bir sandığın üzerine oturmuştu. Ben de, yere çakılı kazıklara çivilenmiş bir kalastan oluşan iki metrelik bir sıranın ucuna oturdum. Don Juan’ın karşasına düşüyordu bu yer.
Don Juan şapkasını yanıbaşına, yere bırakmıştı. Gaz lambasının ışığı, kısa ak saçlarına daha parlak bir beyazlık veriyordu. Yüzüne baktım; ışık, boynundaki ve alnındaki kırışıklıkları daha da derinleştiriyor, onu daha yağız ve daha yaşlı gösteriyordu.
Ötekilere baktım; gaz lambasının yeşilimtırak-beyaz ışığı altında, hepsi de yorgun ve yaşlı görünüyorlardı.
Lucio, hepimize İspanyolca olarak, yüksek bir sesle, benim Hermosillo’dan getirdiğim bir şişe bacanorayı içeceğimizi söyledi. Öbür odaya geçip bir şişe getirdi. Mantarını çıkardı ve küçük bir teneke fincanla birlikte bana verdi. Fincana çok az bir miktar döküp içtim. Bu bacanora, bildiğim tekiladan daha güzel kokulu ve daha yoğun, üstelik daha da sertmiş gibi gelmişti. Öksürmeye başladım. Şişeyi yanımdakine verdim; herkes sırayla fincana biraz dökerek içiyordu. Ama don Juan içmedi. Sıra ona geldiğinde şişeyi alıp en sonda oturan Lucio’nun önüne bırakmıştı.
Hepsi de bu şişenin çok güzel çıktığına değin ateşli ateşli konuştular, bu içkinin Chihuahua’daki yüksek dağlık bölgeden geldiğini ileri sürüyorlardı.
Şişe bir kez daha dolaştı. Adamlar ağızlarını şapırdatıyorlar, övgülerini yineliyorlar, Guadalajara yöresinde yapılan tequila ile Chihuahua’nın yüksek yaylalarında yapılanın arasındaki büyük farkları yüksek sesle dile getirmeye çalışıyorlardı.
Şişe ikinci kez dolaşırken de don Juan içmemişti. Ben de yalnızca bir tadımlık almıştım. Ama ötekiler, fincanı ağzına dek dolduruyorlardı. Şişe bir kez daha dolaştı ve bitti.
Don Juan, “Öbür şişeleri getir, Lucio,” dedi.
Lucio, ikircimli görünüyordu; don Juan hiç oralı görünmüyor, benim Lucio’ya dört şişe birden getirmiş olduğumu anlatıyordu.
Lucio yaşlarında bir genç adam olan Benigno, göze çarpmasın diye arka yanıma yerleştirdiğim çantama bakarak, tequila satıcısı mıyım diye sordu. Don Juan, satıcı falan olmadığımı, aslında Sonora’ya, kendisini ziyaret etmek için gelmiş bulunduğumu söyledi.
“Carlos Mescalito’yu öğreniyor; ben öğretiyorum ona,” diye ekledi.
Hepsi birden bana bakıp, kibarca gülümsediler. Yüzü keskin çizgilerle dolu, ufak, zayıf bir adam olan oduncu Bajea, gözlerini bir an bana dikti ve ambarcının, beni, Yaqui topraklarında maden işletmeyi tasarlayan bir Amerikan şirketinin casusu olmakla suçladığını söyledi. Hepsi de, böyle bir suçlandırmaya içerlercesine söylendiler. Zaten, hepsi, bir Meksikalı ya da Yaqui’lerin dedikleri gibi bir Yori olan bu adama kızarlarmış.
Lucio öbür odaya gidip bir şişe bacanora daha getirdi. Açtı; fincanını ağzına dek doldurdu. Sonra şişeyi yanındakilere verdi. Söz, dolaşıp, Amerikan şirketinin Sonora’ya gelmesi olasığına ve bunun Yaqui’leri ne denli etkileyeceğine gelmişti. Şişe, Lucio’ya dönünce; Lucio şişeyi kaldırıp, içinde ne kadar kaldığına baktı.
Don Juan bana doğru eğilerek, “Söyle üzülmesin; bir daha gelişinde daha çok getireceğini söyle,” diye fısıldadı.
Ben de Lucio’ya doğru eğilip, öbür gelişimde en azından altı şişe getireceğimi söyledim.
Bir ara konuşulacak bir şey kalmamış gibi susuştuk.
Don Juan bana dönüp yüksek sesle, “Arkadaşlara, Mescalito’yla karşılaşmalarını anlatsana!” dedi. “Amerikan şirketi Sonora’ya gelirse neler olur diye bir boş laf etmekten çok daha ilginç olur bu.”
Lucio, merakla, “Mescalito, peyote midir, dede?” diye sordu.
Don Juan kuru bir sesle, “Kimileri öyle der,” yanıtını verdi. “Ben Mescalito demeyi yeğlerim.”
Uzun boylu, iri yarı, orta yaşlı biri olan Genaro, “O Allah’ın belası şey insanı delirtir,” dedi.
Don Juan, yumuşak bir sesle “Mescalito’nun deliliğe yol açtığını söylemek saçma olur. Eğer öyle olsaydı, Carlos şimdi burada sizinle konuşacak yerde tımarhaneyi boylamış olurdu. Carlos Mescalito kullandı. Bakın işte, sapasağlam duruyor.”
Bajea gülümseyerek, çekingen, “Kim bilir?” deyince, herkes gülmeye başladı.
“Bir de bana bakın,” dedi don Juan, “hemen hemen bütün yaşamım boyunca Mescalito’yla haşır neşir oldum, bişeycikler olmuş değil bana.”
Kimse gülmemişti, ama, onun bu sözlerini pek ciddiye almışa da benzemiyorlardı.
Öte yandan, don Juan sürdürdü: “Dediğin gibi, Mescalito’nun insanı çıldırttığı doğrudur. Ama, ne yapılacağını bilmeden ona gidildiğinde olur bu.”
Don Juan’la yaşıt bir yaşlı adam olan Esquere, gülmesini tutamıyor, başını iki yana sallayıp duruyordu. “‘Ne yapılacağını bilmeden’demekle neyi kastediyorsun, Juan?” diye sordu. “Seni geçen görüşümde de aynı şeyi söylüyordun.”
Genaro söze karışarak, “Bu peyote denilen nesneyi yutanlar gerçekten keçileri kaçırırlar.” dedi. “Huichol Kızılderililerinin bunu yediklerini görmüştüm. Kudurmuş gibi davranıyorlardı. Köpük saçıyorlar, kusuyorlar, her yana işeyip duruyorlardı. O Allah’ın belası nesne saralı yapar adamı. Bayındırlıkta mühendislik yapan Bay Salaş öyle söylemişti. Sara olunca, artık iyileşmezmişsin.”
Bajea, büyük bir ağırbaşlılıkla, “Hayvan olmaktan kötü, desene!” dedi.
Don Juan, “Genaro, sen Huichol Kızılderililerinde yalnızca görmek istediğin şeyleri görmüşsün.” dedi. “Örneğin, hiç zahmet edip Mescalito’yla tanışmanın nasıl bi şey olduğunu sordun mu onlara? Bildiğime göre, Mescalito kimseyi saralı falan etmez. Bayındırlıktaki mühendis de zaten bir Yori; ne anlar Yori Mescalito’dan! Mescalito’yu bilen bütün o binlerce insana da deli diyemezsiniz ya!”
Genaro, “Pekâla derim; deli onlar, deli! Ya da onun gibi bir şey... Yaptıklarına bakınca...” diye yanıtladı.
Don Juan sordu: “Pekâlâ, o binlerce insan deliyse, kim kotarıyor onların işlerini? Nasıl sürdürebiliyorlar yaşamlarını?”
Esquere, söze karışıp, “Karşı yakadan -ABD’den-gelen Macario, bir kez yiyenin yaşam boyu ondan kurtulamayacağını söylemişti,” dedi.
Don Juan, “Macario öyle bi şey demişse, yalan söylemiş. Ne dediğinin farkında mı o acaba?” diye çıkıştı.
“Yalancının tekidir o,” dedi Benigno.
“Kim bu Macario?” diye sordum.
Lucio, “Buralarda oturan bir Yaqui Kızılderilisi...” dedi.
“Arizonalı olduğunu söylüyor, savaşta Avrupa’da bulunmuş. Anlattıklarını bir dinlesen!..”
Benigno, “Albay olduğunu söyler durur!” diye atıldı.
Herkes gülmeye başlamıştı; bir süre Macario’nun inanılmaz öykülerine geçildi; ne var, don Juan sözü gene Mescalito’ya döndürdü.
“Hepiniz Macario’nun palavracı bi kimse olduğunu biliyorsunuz da, ne diye Mescalito’ya değin sözlerine inanıyorsunuz?”
Lucio, bu sözcüğü henüz anlayamamış gibi, “Peyote mi yani, dede?” diye soruverdi.
“Evet be! Hay Allahın!.”
Don Juan’ın çıkışı çok sert ve kırıcıydı. Lucio irkilmişti. Bir an için hepsinin de korkmuş olduklarını sezer gibi olmuştum. Sonra don Juan, yumuşak bir gülümsemeyle konuşmasını sürdürdü.
“Macario’nun söylediği şeylerin aslı astarı yok; bunu anlamıyor musunuz? Mescalito’dan söz etmek için onu bilmek gerekir.”
“İşte gene başladın,” dedi Esquere, “bilmek, bilmek, bilmek! Sen Macario’dan da betersin yahu! Hiç olmazsa o, bilse de bilmese de, aklından geçenleri söyler. Ama, seni yıllarca dinlemişimdir; bilmemiz gerektiğinden başka bir şey çıkmamıştır ağzından. Neyi bilmemiz gerek Allahaşkına!”
Benigno, “Don Juan, peyoteden bir ruh çıktığını söylüyor,” dedi.
Bajea, “Tarlalarda peyote görmüşlüğüm olmuştur; ama ruh falan görmüş değilim,” dedi.
Don Juan, “Evet, bi bakıma, Mescalito ruhlara benzer,” diye açıkladı. “Ama onu iyice bilmeden ne olduğunu açıkça anlayamazsınız. Esguere, yıllardan beri hep bunları söylemiş olduğumdan yakınıyor. Doğru söylüyor. Ama siz anlamıyorsanız, suç bende mi? Bajea, onu yiyenlerin hayvanlaştığını söyledi. Ama, ben öyle görmüyorum bu işi. Kanımca, kendilerini hayvanlardan üstün tutanlar, hayvanlardan kötü bi yaşam sürdürürler. Bakın işte torunumun haline. Durup dinlenmeden çalışır. Eşek gibi çalışmak için yaşıyor sanki. Hayvana benzemeyen tek yanı, içip sarhoş olmasıdır.”
Hepimiz gülüyorduk. Daha yirmisine varmamış görünen Victor adlı bir delikanlı hepimizden fazla gülmekteydi.
Genç bir çiftçi olan Eligio, henüz hiç söze karışmamıştı. Sağ yanımda yerde sırtı, yağmurdan ıslanmasın diye içeriye yığılmış kimi suni gübre çuvallarına dayalı, oturmaktaydı. Lucio’nun çocukluk arkadaşlarından olan bu Eligio, Lucio’dan daha kısa boylu olmasına karşın güçlü, pehlivan yapılı bir adamdı. Eligio, don Juan’ın sözlerini yutar gibi dinliyordu. Bajea, tam bir şey söyleyecekken, Eligio onun sözünü kesti.
“Peyote bu söylediğin şeyleri nasıl değiştirir?” diye sordu. “Bildiğime göre, tüm yaşamı boyunca eşek gibi çalışmak için yaratılmıştır.”
Don Juan, “Mescalito her şeyi değiştirir,” dedi, “ama biz de eşekler gibi çalışmak zorundayızdır. Mescalito’nun içinde bi ruh bulunduğunu söyledim. Çünkü, insanı değiştiren bi ruha benzer de ondan dedim bunu. Görebileceğimiz, dokunabileceğimiz bi ruhtur o; bizi, kimi kez, istencimize karşın değiştiren bi ruh...”
Genaro, “Peyote aklını başından alır gider; o zaman elbette değiştiğini sanırsın, değil mi?” dedi.
Eligio sürdürdü: “Nasıl değiştirir bizi?”
“Bize doğru yaşam biçimini öğreterek,” dedi don Juan.
“Onu bilenlere yardım eder, onları korur. Sizin sürdürdüğünüz bu yaşama, yaşam denemez. Onu tanımanın verdiği mutluluğu bilemezsiniz, çünkü, yok sizin bi koruyucunuz!”
Genaro, alınarak, “Ne demek oluyor bu?” dedi. “Hazreti İsa’mızla Meryem Ana’mız, Hazreti Guadalupe’umuz var bizim de. Onlar koruyucu değiller mi?”
Don Juan, dudak bükerek, “Ne de korurlar ya!” diye söylendi. “Nasıl daha iyi bi yaşam sürdürebileceğini öğretmiş midir sana?” diye sordu.
Genaro, “İnsanların onları dinlediği yok ki!” diyerek karşı çıktı. “Herkes şeytanın peşine düşmüş, ne yazık!”
Don Juan, “Onlar gerçekten koruyucu olmuş olsalardı, dinlemeye zorlarlardı insanları,” dedi. “Mescalito insanın koruyucusu olduğu zaman ister istemez dinletir kendini; insanlar onu gözleriyle görünce de, onu dinlememezlik edemezler. Mescalito, insanı kendisine saygıyla yaklaştırtır. Sizlerin, koruyucularınıza davrandığınız gibi değil...”
Esquere, “Nasıl yani, Juan?” diye sordu.
“Yani, şunu demek istiyorum; siz, koruyucunuza giderken kiminiz keman çalar, öbürünüz suratına maske, ayağına tozluk geçirip dans edeceğim diye tepinir, geri kalanlarınız da kafayı çekersiniz. Benigno, sen dansçıydın bi zamanlar, anlatsana!”
“Üç yıl var ki yapmıyorum,” dedi Benigno, “Zor iş!”
Esquere, alaylı bir sesle, “Lucio’ya sor,” dedi, “o bir hafta dayanabilmişti.”
Don Juan’ın dışında, herkes gülüştü. Lucio, sıkılmış görünüyor, gülümsüyordu; iki fincan dolusu bacanora devirdi boğazından aşağıya.
Don Juan, “Zor iş değil, aptalca bir iş,” dedi. “Dansçı Valencio’ya sor bakalım, dans etmekten hoşlanıyor mu? Hoşlanmıyor elbette! Dans etmeye çalışmış, hepsi o kadar. Yıllardan beri, yaptığı danslara bakarım, her bakışımda aynı hareketleri yaptığını görürüm; üstelik de kötü mü kötü! Belli ki zevk almıyor sanatından; ama danslarını anlatırken şişinir durur. Sevmiyor ki dansı! O yüzden yıllar yılı aynı hareketleri yineler durur. Ama, farkında bile değil bunun.”
Eligio, “Öyle dans etmeyi öğretmişler; ne yapsın?” dedi. “Bir zamanlar ben Torim kasabasında dansçılık yapardım. Nasıl öğretmişlerse, öyle dans etmek zorundasın-biliyorum.”
“Evet, Valencio belki de aman aman bir dansçı değil,” dedi Esquere. “Ama iyileri de vardır. Sacateca’ya ne buyrulur?”
Don Juan, sertçe, “Sacateca bi bilgi adamıdır, sizlerle bi tutamayız onu,” dedi. “Yaradılışında dans etme eğilimi var da onun için dans ediyor. Benim demek istediğim, sizler dansçı olmadığınızdan, dans zevk vermez size. Danslar iyi yapılsaydı, kimileriniz hoşlanırdınız. Ama hiçbiriniz danstan o denli anlamıyorsunuz. O yüzden hepiniz içmekten başka bi şey bilmezsiniz. Bakın şu torunumun haline!”
Lucio, “Kes artık, dede!” diye söylendi.
Don Juan sürdürdü, “Tembel değil, aptal değil; ama içmekten başka yaptığı bi şey de yok.”
Genaro, “Deri ceketler alıyor ya!” deyince, herkes kahkahayı bastı.
Lucio bir bacanora daha yuvarladı.
Eligio sordu: “Pekâlâ, peyote nasıl değiştiriyor bu durumları?”
Don Juan, “Lucio, koruyucuyu arasaydı, yaşamı çok değişik olurdu. Nasıl değişirdi bilemem, ama yüzdeyüz değişirdi.”
“Yani içkiyi bırakarak... Bunu mu demek istiyorsun?” diye üsteledi Eligio.
“Belki de bırakırdı. Yaşamından doyum sağlamak için tequiladan başka bi şeylere ihtiyacı var onun. İşte o şeyi, her neyse, koruyucusu verirdi ona.”
Eligio, “Güzel tadı varmış şu peyotenin de, haa!” dedi.
Don Juan, “Öyle bi şey demedim ben,” dedi.
Eligio sordu: “Tadı iyi değilse, nasıl zevk verir ki?”
Don Juan, “Yaşamını daha zevkli kılar da ondan,” diye yanıtladı.
Eligio asılıyordu: “Ama tadı iyi değilse, nasıl zevkli kılar insanın yaşamını? Olur şey değil!”
Genaro atıldı: “Niçin olmasın? Peyote insanı delirtir; o zaman, sen de ne yaparsan yap, her şeyi tozpembe gösterir sana.”
Gene gülüştüler.
Don Juan, alınmaksızın, sürdürdü: “Pekâlâ olur; ne denli az bildiğimizi, ve görecek ne denli çok şey bulunduğunu bi düşünün. İnsanı delirten şey, içkidir. Aklımızı bulandırır. Oysa Mescalito, her şeyi biler, keskinleştirir. Öyle bi güzel görmeni sağlar-öyle bi güzel ki!”
Lucio’yla Benigno, bunları daha önceleri işitmiş olduklarını belirtircesine, birbirlerine bakıp gülümsediler. Genaro’yla Esquere sabırsızlanarak aynı anda konuşmaya başladılar. Victor’un kahkahası bütün öbür sesleri bastırıyordu. Aralarında, tek ilgi duyan kimse, Eligio’ydu.
Eligio, “Peyote bütün o şeyleri nasıl yapar?” diye sordu.
Don Juan açıkladı: “Önce, onunla tanışmayı istemen gerektir; sanırım işin en önemli yanı budur. Sonra onunla karşılaşırsın. Onu iyice tanımak için onunla birçok kez karşılaşman gerekir.”
Eligio, “Sonra ne olur?” diye sordu.
Genaro, araya girdi: “Kıçın yerde sürünürken çatıya edersin bokunu.” dedi.
Kahkahalar gene koptu.
Don Juan aldırmaksızın, “Ondan sonrası sana kalıyor.” diye sürdürdü. “Ona giderken korkularını bi yana atacaksın; o da sana daha iyi bi yaşamın nasıl yaşanabileceğini azar azar öğretecek.”
Uzun bir sessizlik oldu. Herkes yorgun görünüyordu. Şişe boşalmıştı. Lucio, ister istemez, bi şişe daha açtı.
Eligio, alaycı bir sesle, “Peyote, Carlos’un da mı koruyucusu?” diye sordu.
“Orasını bilemem.” diye yanıtladı don Juan. “Üç kez geçti başından; kendisine sorsana!”
Hepsi merakla bana döndüler. Eligio sordu: “Sahiden yedin mi?”
“Evet.” dedim.
Don Juan, ilk rauntu kazanmış oluyordu. Oradakiler, ya deneyimlerimi dinlemek istiyorlardı, ya da yüzüme karşı gülmeye çekiniyorlardı.
Lucio, “Bir yerin ağrımadı mı?” diye sordu.
“Ağrıdı. Tadı da berbat!”
Benigno, “Öyleyse neden yedin?” diye sordu.
Ben de, bir batılı için, don Juan’ın peyoteye değin bilgisinin çok çekici olduğunu inceden inceye açıklamaya çalıştım. Don Juan’ın peyoteyle ilgili olarak anlatmış bulunduğu şeylerin tümüyle doğru olduğunu, isterlerse her birisinin bu gerçeği doğrulayabileceğini anlattım.
Hepsinin, beni aşağılamalarını örtercesine gülümsediklerini farkettim. Çok sıkılmıştım. Aklımdan geçenleri onlara aktarmadaki beceriksizliğimin farkındayım. Bir süre daha konuştum. Ne var ki, hızımı yitirmiştim ve, yalnızca, don Juan’ın söylemiş olduğu şeyleri yineleyebildim.
Don Juan yardımıma koşarak, beni desteklercesine: “Mescalito’ya ilk gelişinde, koruyucu falan aradığın yoktu, di mi?” diye sordu.
Ben de, onlara, Mescalito’nun bir koruyucu olabileceğini bilmediğimi; beni ona, yalnızca merakımın ve konuyu öğrenmeye olan aşırı isteğimin götürmüş olduğunu anlattım.
Don Juan, benim niyetimin kusursuz olduğunu ve bu yüzden, Mescalito’nun bana olumlu etkiler sağladığını vurguladı.
Genaro, “Ama kusmuşsun, önüne gelen yere işemişsin, değil mi?” diye iteliyordu.
Yanıt olarak, gerçekten bende böyle bir davranışa yol açtığını söyledim. Artık kendilerini tutmaya çabalamadan kahkahaları bastılar. O anda beni iyice aşağılamakta olduklarını görmekteydim. Eligio dışında, hiçbiri anlattıklarımla ilgilenmiyordu.
Sürekli beni, dinlemekte olan Eligio sordu: “Neler gördün?”
Don Juan, deneyimlerimin hepsini, ya da en önemli ayrıntılarını anlatmamı istedi. Ben de sezgilediğim şeyleri, biçimlerini sırasıyla anlattım. Sözüm bitince, Lucio, “Peyote bu anlattığın gibi acayipse, iyi ki hiç bulaşmamışım bu işe!” diye yapıştırdı.
Genaro da Bajea’ya: “Dememiş miydim, o nesne adamı delirtir diye?!” dedi.
Don Juan, “Ama Carlos deli değil işte. Buna ne dersin?” diye Genaro’ya sordu.
Genaro karşılık vererek, “Olmadığını nerden bileceğiz?” diye sordu.
Bu kez, don Juan dahil, herkes gülüyordu.
Benigno, “Korkuyor muydun?” diye sordu.
“Evet. Hem de çok!”
Eligio sordu: “Öyleyse neden yedin?”
“Öğrenmek istediğini söyledi ya!” diye Lucio benim yerime yanıtladı. “Carlos da dedem gibi oluyor gittikçe. Hiç kimse onların neyi bilmek istediklerini bilemez!”
Don Juan, Eligio’ya, “Bu bilgiyi açıklayabilmek olanaksızdır,” dedi. “Çünkü, her kişiye başka biçimlerde verilir bu bilgi. Hepimiz için değişmeyen bi şey varsa, o da Mescalito’nun, gizlerini her birimize özel olarak sunduğudur. Genaro’nun sözlerini dinledikten sonra, Mescalito’yla karşılaşmasını önerecek değilim ona. Ama ben de, Genaro da, ne dersek diyelim, Mescalito çok yararlı olabilir onun için. Ne var ki, ancak onun istemesi gerekir; anlatmak istediğim o
bilgiyi yani.”

Cvp: Bölüm 4

İki gün sonra, 6 Eylül’de, Lucio, Benigno ve Eligio, benimle ava çıkmak üzere, kalmakta olduğum eve geldiler. Ben notlarımı yazarken, onlar bir süre sessizce oturdular. Az sonra, Benigno, önemli bir şey söyleyecekmiş gibi gülümseyerek bana yaklaştı. Yüzüne baktım. Çekinerek, gene gülümsedi, ve, “Lucio, peyote çiğnemek istiyormuş.” dedi.
“Sahi mi?” diyerek Lucio’ya baktım.
Lucio, “Evet,” diye yanıtladı.
Benigno kesik kesik gülmekteydi.
“Lucio dedi ki, eğer ona bir motosiklet alırsan, peyote yiyecekmiş.”
Lucio’yla Benigno birbirlerine bakıp kahkahayı bastılar. Lucio, “Amerika’da kaça bir motosiklet?” diye sordu. “Yüz dolara falan alınabilir,” diye yanıtladım.
“Orda ucuzmuş yahu! Bir tane getirsene ordan.” dedi Benigno.
Lucio’ya döndüm, ve, “Önce bir dedene sorayım.” dedim. Lucio karşı çıktı: “Olmaz, olmaz. Sakın söyleme ona. İşimizi bozar sonra, kaçığın tekidir o. Üstelik çok da yaşlı ve bunak... Ne yaptığını bilmez.”
Benigno ekledi: “Bir zamanlar gerçek bir büyücüydü o. Gerçekten diyorum yani. Bizim köylüler, ondan üstünü yoktu derler. Ama, peyoteye dadanınca, siliniverdi gitti. Şimdi de çok yaşlandı.”
Lucio, “Bıkmadan usanmadan o uyuz peyote öykülerini anlatır durur hep,” dedi.
“Peyote de ne saçma şey yarabbim!” dedi Benigno, “Biz denemiştik bir kez. Lucio dedesinden bir torba yürütmüş. Bir gece, kasabaya giderken yolda çiğnemiştik. Pezevenk! Ağzım doğrandı sanmıştım. O ne berbat tat öyle!”
“Yutmuş muydun?” diye sordum.
Lucio, “Tükürüp atmıştım;” dedi, “torbayı da fırlatıp attıydık.”
İkisi de bu olayı çok gülünç buluyorlardı. Eligio henüz bir şey dememişti. Bir yana çekilmiş durmaktaydı. Güldüğü bile yoktu.
“Sen denemek ister misin, Eligio?” diye sordum.
“Yoo, hayır. Motosiklet versen bile...”
Lucio’yla Benigno, bu sözü çok gülünç bulmuş olmalılar
ki, gene kahkahayı bastılar.
Eligio sürdürdü: “Ama gene de, don Juan şaşırtıyor beni.” Lucio, büyük bir inançla, “Dedemin bir şey bildiği yok.
Çünkü çok yaşlandı.” dedi.
“Evet, çok yaşlandı.” diye mırıldandı Benigno.
Bu iki genç adamın don Juan’a değin düşüncelerini çocukça ve yersiz buluyordum. Onun kişiliğini savunmam gerektiğini düşünerek, kanımca don Juan’ın şimdi de eskiden olduğu gibi büyük bir büyücü olduğunu, belki de büyücülerin en ulusu olduğunu söyledim. Onun, gerçekten olağanüstü bir yanı olduğuna inandığımı anlattım. Yetmiş yaşını geçmiş olmasına karşın, dördümüzün toplamından daha çevik ve güçlü olduğunu unutmamaları gerektiğini söyledim. Gidip hep birlikte don Juan’ın üzerine çullanmalarını önerdim; o zaman don Juan’ın onları nasıl tepivereceğini belirttim.
Lucio, böbürlenerek, “Hiç kimse dedeme çullanamaz ki!” dedi. “Bir brujodur o.”
Sonra da, onlara, don Juan’ın çok yaşlı ve bunamış olduğunu söylediklerini anımsatarak, bunak birinin, çevresinde olup bitenleri bilemeyeceğini anlattım. Oysa, birçok kez, don Juan’ın ne denli uyanık bir kişi olduğuna tanık olduğumu ve şaşakaldığımı belirttim.
Benigno, “Yaşlı olsa bile, hiç kimse bir brujoyu yere seremez, çullanamaz ona.” diye bilgiççe söylendi. “Ancak uyurken, gidip üzerine atılabilirler. Cevicas diye biri vardı; öyle yapmışlardı ona. Millet, onun büyüsünden usanmıştı da, öldürmüşlerdi onu.”
Bu olayın ayrıntılarını anlatmalarını istedim. Ne var, bunun çok eskiden olduğunu, o zamanlar çok küçük olduklarını söylediler. Eligió; herkesin gizliden gizliye Cevicas’ın kaçığın biri olduğunu söylediğini, kimsenin, gerçek bir büyücüye ilişemeyeceğini ekledi. Büyücülere değin düşüncelerini öğrenmek için sorular sordum. Ama, bu konuya pek ilgi duymadıkları belliydi. Üstelik, getirmiş olduğum ,22’lik tüfekle atış yapmak için sabırsızlanıyorlardı.
Bu yöreye özgü yüksek kaktüslerden ve öbür bitkilerden oluşan sık çalılıkların içinde yavaş yavaş ilerlerken oldukça sessizdik. En önde giden Eligió, dönüp, bana: “Belki de kaçık olan bizleriz; belki de haklıdır don Juan. Baksana o şu yaptığımız işlere!” dedi.
Lucio’yla Benigno karşı çıktılar. Araya girerek Eligio’ya hak verdiğimi söyledim; kendi yaşam biçimimim bir yerde yanlış olduğunu düşündüğümü belirttim.
Benigno, benim yaşamımda yakınılacak bir şey bulunmadığını, param ve bir arabam olduğunu söyledi. Ben de, aynı şeyleri onlara söyleyebileceğimi, çünkü her birinin birer tarlası olduğu karşılığını verdim. Üçü de, koro halinde, tarlaların federal bankanın malı olduğunu söylediler. Ben de arabamın sahibi olmadığımı; asıl sahibinin California’daki bir banka olduğunu açıkladım; yaşamımın onlarınkinden farklı, ama daha iyi olmadığını belirttim. Artık çalılık iyice sıklaşmıştı.
Geyik ya da yabandomuzu göremedik, yalnızca üç tavşan vurduk. Dönerken, Lucio’nun evinde durakladık. Lucio, karısının tavşan yahnisini yapacağını söyledi. Benigno, bir şişe tequila ve maden sodası olmak için bakkala gitti. Döndüğünde, baktım, don Juan vardı yanında.
Lucio gülerek, “Dedeme, bakkaldan bira alırken mi rastladın?” dedi.
Don Juan, “Bu toplantınıza çağrılı değilim.” dedi, “Sırf, Carlos’a Hermosillo’ya gidip gitmeyeceğini sormak için uğramıştım .”
Don Juan’a, ertesi gün gitmeyi tasarladığımı söyledim. Bu arada Benigno şişeleri dağıtıyordu. Eligio, kendisininkini don Juan’a uzattı; Yaqui töresine göre verilen bir şeyi, nezaketen bile olsa, almamak son kerte bir kabalık olduğundan, don Juan şişeyi aldı. Ben de kendiminkini Eligio’ya uzattım; almak zorunda kaldı. Benigno da kendi şişesini bana verdi. Ne var ki, Lucio, bu Yaqui töresinin, başına neler açacağını sezmiş olacak ki, sodasını içip bitirmişti. Lucio, Benigno’nun pek dokunaklı bir duruma giren yüzüne bakıp güldü ve “Şişeni yürüttüler ha!” dedi.
Don Juan hiç soda içmez olduğunu söylerek şişeyi Benigno’nun eline verdi. Ramadarın altında sessizce oturduk.
Eligio sinirli görünüyordu. Huzursuzca, şapkasının kenarıyla oynayıp duruyordu.
Sonra don Juan’a dönüp, “Geçen gece anlattıklarını düşünüp duruyorum da...” dedi, “peyote yaşamımızı nasıl değiştiriyor? Nasıl?”
Don Juan yanıt vermedi. Gözlerini bir süre Eligio’nun yüzüne dikti ve Yaqui dilinde bir ezgiye başladı. Bu, tam bir şarkı biçiminde değil de konuşma gibi bir şeydi. Uzun bir süre sessiz kaldık. Sonra, don Juan’dan, Yaqui dilinde söylediklerini çevirmesini istedim.
“Yaquiler için bi şey,” deyip geçiştirdi.
Üzülmüştüm. Çok önemli bir şeyler söylemiş olduğuna emindim.
Don Juan, dayanamayıp, “Eligio bi Kızılderilidir,” dedi. “Bi Kızılderili olarak hiçbi şeyi yoktur. Bi şeyimiz yok biz Kızılderililerin... Buralarda gördüğün ne varsa, Yorilerindir, Yaquilerin, öfkelerinden başka, toprağın onlara verdiğinden başka bi şeycikleri yoktur.”
Çok uzun bir süre kimse ağzını açmadı. Sonra, don Juan kalkıp vedalaştı ve gitti. Yolun bir kıvrımında yitip gidene dek ardından bakakaldık. Hepimiz de tedirgindik. Lucio, konuşmuş olmak için, dedesinin tavşan yahnisi sevmediğinden ötürü kalmamış olduğunu söyledi. Eligio, derin düşüncelere dalmış görünüyordu. Benigno bana dönüp, yüksek sesle: “Allah, seni de, don Juan’ı da bu yaptıklarınız yüzünden cezalandıracak.” dedi.
Lucio gülmeye başladı, Benigno da katıldı ona.
Eligio, “Saçmaladın gene, Benigno,” dedi sıkılmışçasına. “Beş para etmez şu söylediklerin.”

Cvp: Bölüm 4

15 Eylül 1968
Cumartesi gecesi saat dokuz sıralarıydı. Don Juan, Lucio’nun evindeki ramadanın altında, Eligio’yla karşılıklı oturuyordu. Don Juan peyote torbasını aralarına koymuş, gövdesini hafif hafif öne arkaya sallayarak bir ezgi söylüyordu. Ben, Lucio ve Benigno, Eligio’nun bir buçuk iki metre ardında, sırtlarımız duvara dayalı oturuyorduk. Oturum başladığında hava iyice kararmış durumdaydı. İçerde, gaz lambasının ışığında oturmuş, don Juan’ı beklemiştik. Don Juan gelince, bizi dışarıya ramadaya çağırdı ve oturacağımız yerleri gösterdi. Bir süre sonra gözlerimiz karanlığa alışmıştı. Herkesi açıkça görebiliyordum. Eligio çok korkmuşa benziyordu. Tir tir titriyor, dişlerinin çatırdamasını tutamıyordu. Başı ve sırtı ani silkinmelerle sallanıyor, içi katılıyor izlenimini veriyordu.
Don Juan onunla konuşarak, korkmamasını koruyucuya güvenmesini ve başka hiçbir şey düşünmemesini söyledi. Torbadan bir peyote mantara alarak Eligio’ya uzattı; yavaş yavaş çiğnemesini buyurdu. Eligio bir köpek yavrusu gibi zırlayarak geri geri çekiliyordu. Hızlı hızlı soluması, körük cızırtısını andırıyordu. Şapkasını çıkarıp alnının terini sildi. Elleriyle yüzünü kapadı. Ağladığını sanıyordum. Gene kendine gelene dek uzunca bir süre öyle gergin durumda kaldı. Sonra, bir eli hâlâ yüzünde, başını kaldırarak mantarı aldı ve çiğnemeye başladı.
Büyük bir korkuya kapılmıştım. O ana dek, belki en azından Eligio denli korku içinde bulunduğumu ayrımsayamamıştım. Peyotenin verdiği bir kuruluk vardı ağzımda. Eligio, uzun süre, çiğnedi durdu mantarı. Gerginliğim gittikçe artıyordu. Soluk alış verişlerim arttıkça, ürkmeye başlamıştım.
Don Juan bu kez daha yüksek sesle okumaya başladı ezgisini; ve Eligio’ya bir peyote daha verdi. Eligio, onu da bitirince, don Juan, ona kuru yemiş vererek, yavaş yavaş çiğnemesini söyledi.
Eligio iki parça peyote mantarı daha çiğnedikten sonra, don Juan bu kez ona kurutulmuş et verdi.
Eligio onuncu mantarı bitirdiği sırada tedirginliğim son kertesine ulaşmıştı.
Birden, Eligio’nun, öne doğru yıkıldığını, alnının yere vurduğunu gördüm. Sol yanına devrilerek çırpınmaya başlamıştı. Saatime baktım. On biri yirmi geçiyordu. Eligio bir saate yakın yerde sendeleyerek, yalpalayarak inledi durdu.
Don Juan, onun karşısında, kıpırdamadan oturmasını sürdürüyordu. Peyote ezgileri şimdi bir mırıldanmaya dönüşmüştü. Sağ yanımda oturan Benigno, olup bitenle ilgilenmiyor; onun yanında oturan Lucio da horluyordu.
Eligio’nun gövdesi iki kat bükülmüş bir durumdaydı. Önü bana dönük, elleri bacaklarının arasında, sağ yanına yatmış duruyordu. Birden gövdesi güçlü bir irkilişle fırladı ve bacakları hafif çekili, sırtüstü yere yattı. Sol elini, son kerte özgür ve şiirli bir devinimle yukarıya ve yana sallamaktaydı. Sağ elini de aynı biçimde sallamaya başladı. Sonra iki eli birden, yavaş hareketlerle harp çalan bir sanatçının elleri gibi dalgalanmaya başladı. Devinimleri giderek daha canlanıyordu. Kolları zangır zangır titriyor, piston gibi bir iniyor bir kalkıyordu. Aynı anda, elleri, bileklerinden, öne doğru dönüşler yapıyor, parmakları tiril tiril titriyordu. Çok güzel, uyumlu, insanı uyutucu bir görüydü bu. Ritmi ve kaslarını o denli duyarlıca kontrol edişi beni çok etkilemişti.
Daha sonra, Eligio, bir güç onu itermişçesine, yavaşça dikildi. Gövdesi ürpermekteydi. Çömeldi ve başı, kesik kesik verilen bir elektrik akımına tutulmuş gibi sarsılıyordu. Sanki kendi denetimi dışındaki bir etmen onu itiyor, sürüklüyordu.
Don Juan ezgisini daha yüksek sesle okumaya başladı. Lucio’yla Benigno uyandılar ve sahneye ilgisiz bakışlar atarak yeniden uykuya daldılar.
Eligio gittikçe yükseliyor, yükseliyordu. Tırmanıyordu besbelli. Avuçlarını bitiştirmiş, göremediğim bir takım nesnelere tutunuyor gibiydi. Kendisini yukarıya çekiyor ve soluk almak için duraklıyordu.
Gözlerini görmek istedim ve ona yaklaştım; ama don Juan sert bir bakış fırlatınca, yerime çekildim. Sonunda, Eligio zıpladı. Kesin, ürkünç bir sıçramaydı bu. Hedefine ulaşmışa benziyordu. Soluk soluğa kalmıştı, oflayıp pofluyordu. Bir kaya çıkıntısına tutunur gibiydi. Ama bir şeyle karşılaşmış gibi oldu ve çaresiz kalmışçasına bir çığlık kopardı. Elleri tutunduğu yerden kayıverdi ve Eligio düşmeye başladı. Gövdesi arkaya doğru yaylanarak tepeden tırnağa en güzel ve uyumlu bir biçimde titredi. Bu titreme belki de yüz kez geçti gövdesinden boydan boya; sonunda Eligio, boş bir çuval gibi yere dökülüverdi.
Az sonra, Eligio, yüzünü korurcasına, ellerini öne doğru uzattı. Göğsü üstüne uzanıp bacaklarını yerden birkaç santim yukarıda tutarak arkaya doğru uzattı; tıpkı büyük bir hızla uçuyormuş görünümünü veriyordu bu durumu. Başı olabildiğince arkayadoğru kalkmıştı; kollarını gözlerinin üzerinde onları korur gibi kavuşturmuştu. Hızla giderken, çıkardığı yelin ıslığını duyumsayabiliyordum. Soluğum kesilerek bir çığlık atıverdim. Lucio’yla Benigno uyanıp merakla Eligio’ya baktılar.
Lucio, “Bana bir motosiklet alacağına söz verirsen, şimdi çiğnerim mantar.” diye bağırdı.
Don Juan’a baktım. Başıyla, buyurucu bir hareket yaptı.
Lucio homurdanarak, “Orostopan!” dedi ve gene uykuya daldı.
Eligio kalkıp yürümeye başlamıştı. Bana doğru birkaç adım attı ve durdu. Kutsanmış bir ifade ile gülümsediğini gördüm. Islık çalmaya uğraşıyordu. Açık seçik bir ses çıkarmıyordu; ama uyumlu bir havası vardı ıslığının. Bir ezgiydi bu. Art arda yinelediği iki ölçüden oluşan bir ezgicik. Çok geçmeden, ıslık açıkça duyulur oldu. Sonra da tizleşti. Eligio anlaşılmaz sözcükler gevelemekteydi. Ezgisinin sözleriydi herhalde bunlar. Saatlerce söyledi durdu onları. Yalın mı yalın, yinelemeli, tekdüze, ama yabancı güzellikte bir ezgi...
Eligio ezgisini söylerken bir şeye bakar gibiydi. Bir ara bana epey yaklaşmıştı. Yarı karanlıkta gözlerini gördüm. Cam gibiydiler; bir yere mıhlanmışlardı. Eligio gülümsüyor, kıkırdıyordu. Biraz yürüyor, sonra oturuyor, ardından gene yürümeye başlıyordu. Bunları yaparken, sürekli iç geçiriyor, inliyordu.
Birden, arkasından iten varmışçasına, sendeledi. Gövdesi, onu iten gücün etkisiyle ortasından öne doğru yaylanmıştı. Öyle ki, bir an, Eligio ayak ucuna basarak elleri arkadan yere değerek tam bir çember çizmişti nerdeyse. Sonra gene yavaşça sırtüstü yere yıkılıverdi ve boydan boya yere uzanıp yabansı bir katılığa büründü.
Bir süre, sızlanmayı, inlemeyi sürdürdü ve ardından horlamaya başladı. Don Juan Eligio’nun üzerini birkaç çuvalla örttü. Saat 5.35 idi.
Lucio’yla Benigno, sırtları duvara dayalı, omuz omuza vermişler, uyuyorlardı. Don Juan’la birlikte uzun süre orda oturduk. Çok yorgun görünüyordu. Sessizliği bozarak Eligio’dan söz ettim. Don Juan, Eligio’nun Mescalito’yla karşılaşmasının olağanüstü bir biçimde başarılı geçtiğini söyledi. Mescalito, daha ilk karşılaşmalarında Eligio’ya bir ezgi öğretmiş; ve bu da, don Juan’a göre, görülmedik bir şeymiş.
Lucio’nun, motosiklet karşılığında peyote yemesine neden olur vermediğini sordum. Don Juan, Mescalito’ya bu koşullarda yaklaşmasının Lucio’nun ölümüne yol açacağını söyledi. Torununu kandırmak amacıyla her şeyi özenle hazırlamış olduğunu açıkladı, bu amaca varmak için kurduğu tasarıda çokça benim Lucio’yla arkadaşlığıma güvendiğini belirtti. Lucio’nun onu çok düşündürdüğünü, aralarında büyük bir yakınlık doğmuş bulunduğunu, ancak Lucio’nun yedi yaşındayken ağır bir hastalığa yakalandığını ve don Juan’ın, sofu bir katolik olan oğlunun Hazreti Guadalupe’a, oğlu Lucio’yu ona bağışlarsa çocuğu bir kutsal dans kurumuna yerleştireceği üzerine yemin verdiğini anlattı. Çocuk o kurumda bir hafta kadar çömezlik yaptıktan sonra yemini bozmayı aklına koymuş. Bu yüzden öleceğini sanarak bir köşeye sinip bütün gün ölümü beklemiş. Herkes çocukla alay etmiş ve bu olay hiç unutulmamış.
Don Juan uzun süre bir şey demedi. Kendi düşüncelerine dalmış gitmişti.
Sonra, “Ben Lucio’yu düşlerken, Eligio çıktı karşıma.” dedi don Juan. “Yok herhalde bi çaresi. Ama, birini seversek, elimizden geldiğince dayatırız-sanki insanları sil baştan yaratmak olasıymış gibi... Lucio, küçükken, yürekli oğlandı; ama yitirdi bunu zamanla.”
“Büyüyle çekebilir misin onu, don Juan?”
“Büyüyle çekmek mi? Ne diye?”
“Değişsin, yürekliliğine kavuşsun diye.”
“Kimseye, yürekli olması için, büyü yapılmaz. Kişisel bi
şeydir yüreklilik. İnsanları zararsız duruma getirmek ya da hasta etmek, sersemletmek için yapılır büyü. Büyü yapıp savaşçı kılamazsın ki adamı. Savaşçı olmak için kristal gibi saf olması gerek adamın... Eligio gibi... Yürekli adammış Eligio!”
Eligio, çuvalların altında, dingin, horlamaktaydı. Güneş doğmak üzereydi. Masmaviydi gök... Lekesiz, temiz. Bulut falan yoktu görünürlerde.
“Eligio’nun yolculuğunu bilmek için,” dedim, “vermeyeceğim şey yoktur. Bana anlatmanı istememde bir sakınca var mı?”
“Sakın isteme benden öyle bi şey!”
“Niçin? Ben sana kendi deneyimlerimi anlatıyorum ya!” “O başka şey. Sen, içindekilerini tutamaz birisin. Eligio, bi Kızılderili... O yolculuğundan başka nesi var ki? Ah, keşke Lucio yapsaydı bunu!”
“Elinden bi şey gelmez mi, don Juan?”
“Gelmez. Denizanasına kemik takılır mı? Onu değiştirmeye çalışmam saçmalıktan başka bi şey değildi zaten.”
Güneş doğmaktaydı. Işıklar, yorgun gözlerimi kamaştırıyordu.
“Don Juan, hep bana büyücülerin hiç saçmalamadıklarını söylerdin. Senin saçmalık edeceğin hiç aklıma gelmezdi.”
Don Juan delici bakışlarla baktı bana. Sonra kalkıp Eligio’ya, ardından da Lucio’ya baktı. Şapkasını, tepesinden tutarak, başına geçirdi.
“Bi yararı dokunmayacağını bildiğimiz halde, etkilemeye çalışabiliriz; elimizden geldiğince...” dedi gülümseyerek, “Ama, bu çabalarımızın boşuna olduğunu bile bile yaparız bunu. Bilmezlikten gelerek, gene de uğraşır dururuz. Bu da bi büyücünün bile bile saçmalamasıdır.”

Cvp: Bölüm 4

.