Konu: 14 - Berrak Görünüm
HAYATIMDA İLK KEZ, dünyada nasıl davranacağım konusunda tam bir açmazda bulmuştum kendimi. Çevremdeki dünyanın değiştiği yoktu. Bu durum kesinlikle benim içimdeki bir bozukluktan kaynaklanıyordu. Don Juan'ın üzerimdeki etkisi, ve beni çok yoğun biçimde içine soktuğu uygulamalardaki bütün o eylemler bana bedelini ödetmeye başlamıştı, arkadaşlarımla geçinmekte ciddi güçlükler çekiyordum. Sorunumu gözden geçirdim ve hatamın herkesi değerlendirmek için don Juan'ı ölçüt olarak kullanma saplantım olduğu sonucuna vardım.
Benim fikrime göre don Juan yaşamını her anlamda profesyonelce sürdüren bir varlıktı; yani en önemsizine kadar tüm eylemleri bir anlam taşımaktaydı. Bense, hiç ölmeyeceklerini düşünen, her adımlarında kendileriyle çelişen, hiçbir edimlerinin hesabını veremeyecek insanlarla çevriliydim. Adil bir oyun değildi bu, bütün kartlar karşımdaki insanların aleyhineydi. Ben don Juan'ın istikrarlı davranışlarına, kibirden tamamen yoksun oluşuna, zekâsının erişilmez derinliğine alışıktım; bu nitelikleri barındıran farklı bir davranış modeli var olduğundan tanıdığım insanların ancak birkaçı haberdardı. Çoğunun tek bildiği özün-yansıtılması modelinden ibaretti, ve bu da insanı zayıflatıyor ve bozuyordu.
Bütün bunların sonucunda okuldaki çalışmalarımda da çok büyük güçlükler çekmeye başlamıştım. İpin ucunu kaçırmak üzereydim. Akademik çabalarımı mazur gösterecek bir gerekçe bulmaya umutsuzca çabalıyordum. Bu konuda bana destek verecek ve okulla aramda bir bağ kuracak tek fikir pek sudan bir şeydi; don Juan'ın bir zamanlar bana vermiş olduğu bir öğüttü bu; savaşçı-gezginlerin bilgiyle—sunulan ne tür bilgi olursa olsun—aşk serüveni yaşamaları gerektiğini söylemişti.
Savaşçı-gezgin kavramını, savaşçı olan ve farkındalığın karanlık denizinde yolculuk eden büyücüler olarak tanımlıyordu. İnsanoğullarının bir zamanlar farkındalığın karanlık denizinin gezginleri olduklarını, bu dünyanın yolculuklarının duraklarından sadece biri olduğunu eklemiş, ve o sırada ifşa etmek istemediği dış nedenler yüzünden gezginlerin yolculuklarını kestiklerini söylemişti. İnsanoğullarının bir tür burgaca, dairesel bir akıma yakalandıklarını, ve aslında durağan oldukları halde bunun onlarda devinme izlenimi yarattığını anlatmıştı. İnsanoğullarını tutsak eden bu güç her ne ise, karşısında sadece büyücülerin durabildiğini ileri sürüyor, onların disiplinleri ile bu gücün pençesinden kurtulup farkındalık yolculuklarını sürdürdüklerini söylüyordu.
Benim için zerre kadar anlam ifade etmeyen antropolojik sorunlar üzerine ilgimi odaklamaktaki yetersizliğim, okul hayatımdaki son karmaşık buhranımı körüklemekteydi; ilgisizliğim bu konuların cazibeden yoksun olmalarından kaynaklanmıyordu, sözcüklerin ve kavramların tıpkı bir yasal belgedeki gibi teamül oluşturmak üzere değiştirilmiş olmasıydı bunun nedeni. Tüm insan bilgisinin bu yöntemle oluşturulduğu, ve her bireyin çabasının, bir bilgi sisteminin inşasında bir yapı taşı olduğu savunuluyordu. Önüme konan örnek, içinde yaşadığımız ve bizim için paha biçilmez bir önem taşıyan hukuk sistemiydi. Ancak o zamanlar sahip olduğum romantik kavramlar kendimi antropolojinin avukatlığını yapar durumda düşünmekten alıkoyuyordu. Her şeyiyle benimsemiş olduğum kavram, antropolojinin tüm insani çabaların, ya da insanlığın ölçütleri için matris oluşturması gerekliliğiydi.
Mükemmel bir pragmatist, bilinmeyenin gerçek bir gezgin-savaşçısı olan don Juan, bana budalalık ettiğimi söyledi. Bana sunulan antropolojik konuların sözler ve kavramlar manevraları biçiminde olmaları dert değildi ona göre; önemli olan şey disiplin alıştırması yapmaktı.
"Hiç fark etmez," dedi bir keresinde, "istediğin kadar iyi bi okuyucu ol, kaç tane harika kitap devirmiş olursan ol. Asıl önemli olan, okumak istemediklerini okuma disiplinin olmasıdır. Büyücülerin okula gitme disiplinlerindeki can alıcı nokta, reddettiklerinde yatar; kabul ettiklerinde değil."
Çalışmalarıma biraz ara vermeye karar verdim ve çıkartma imal eden bir firmanın resim bölümünde çalışmaya başladım. Tüm gayretimi, tüm zihnimi vakfetmem gereken bir işti bu. Bana verilen işleri en mükemmel ve hızlı şekilde başarmam gerekiyordu. Serigrafi yöntemiyle çıkartmalara dönüştürülecek figürleri taşıyan plastik sayfaları hazırlamak, hiçbir yeniliğe yer bırakmayan son derece standart bir işlemdi; ve çalışanın verimlilik ölçütü hatasızlığı ve süratiydi. Tam bir iş-kolik olmuştum, yaptığım işe bayılıyordum.
Resim bölümünün müdürü ile hemen dost olduk. Beni nerdeyse kanadının altına almıştı. Adı Ernest Lipton'du. Ona hayranlık ve büyük bir saygı besliyordum. İyi bir ressam ve mükemmel bir sanatkârdı. Tek kusuru yumuşaklığıydı; başkalarının istek ve duygularına karşı pasiflik sınırlarına varan inanılmaz bir anlayış gösteriyordu.
Örneğin, bir gün öğle yemeği yediğimiz lokantanın park yerinden arabasıyla çıkıyorduk. Gayet kibarca durup bir başka arabanın park ettiği yerden çıkmasını bekledi. Arabanın sürücüsü besbelli bizi görmemişti, geriye doğru hızla üzerimize geliyordu. Ernest Lipton pekâlâ korna çalıp adamı uyarabilirdi. Bunun yerine, geri zekâlı gibi sırıtarak, adam bizim arabaya toslayana kadar oturup bekledi. Sonra dönüp benden özür diledi.
"Vay anasını, kornaya basabilirdim aslında," dedi, "ama siktirici şey öyle bir bangırdıyor ki mahçup oluyorum."
Ernest'in arabasına bindiren adam küplere binmişti, onu yatıştırmak zorunda kaldık.
"Kaygılanmayın," dedi Ernest, "Arabanızda hasar yok. Benim de sadece farlarım kırıldı; ben onları değiştirecektim zaten."
Başka bir gün, aynı lokantada öğle yemeğinde Ernest'in konukları olan, çıkartma firmasının müşterilerinden birkaç Japon'la hararetli bir sohbete dalmıştık.Yemekleri getiren garson masadaki salata tabaklarından birkaçını kaldırıp, elindeki kocaman sıcak antre tabakları için dar masada yer açmaya çalışıyordu. Japon müşterilerden biri de kendi önünü boşaltmak istedi. Tabağını öne iterken Ernest'inkine çarptı, ve tabak masanın kenarına doğru kaymaya başladı. Ernest adamı uyarabilirdi, ama yapmadı. Tabak kucağına düşene kadar öylece oturup sırıttı.