Don Juan Matus'un, bildiği kadarıyla, o ışıltılı kozanın dışındaki parlak farkındalık tabakasını taşıyan tek türün insan olduğunu söylediğini sanki bir rüyadaymışım gibi dinliyordum. Bu yüzden, farklı bir tür farkındalık için, örneğin yağmacının ağır farkındalığı için insanın kolay bir av haline geldiğini anlatıyordu.
Ardından, o ana dek anlattıklarının içindeki en yıkıcı cümleyi duydum. İnsanın çaresiz bir şekilde yakalandığı yer olan o dar farkındalık saçağının, özün-yansıtılmasının merkezi olduğunu söyledi. Yağmacılar, bize kalan tek farkındalık noktamız olan özün-yansıtılması üzerinde oynayarak, amansızca, vahşice tüketmeye devam ettikleri farkındalık parlamaları yaratıyorlardı. Bizi farkındalık parlamalarımızı yükseltmeye zorlayan anlamsız sorunlar oluşturuyorlar, ve bu yolla, uydurma kaygılarımızın enerji alevlenmeleriyle beslenmek için bizi canlı tutuyorlardı.
Don Juan'ın söylediklerine karşı yapılacak bir şey olmalıydı; bunlar beni öyle yıkmıştı ki, o noktada midem altüst oldu ve kusmaya başladım.
Kendimi toparlayacak kadar bir süre geçtikten sonra, don Juan'a sordum; "Peki neden eski çağ Meksika’sının büyücüleri ve günümüz büyücülerinin tümü yağmacıları gördükleri halde hiçbir şey yapmıyorlar?"
"Senin benim yapabileceğimiz bi şey yok," dedi don Juan, ciddi, hüzünlü bir sesle. "Tüm yapabileceğimiz, bize dokunamayacakları noktaya ulaşıncaya dek kendimizi disipline etmek. Dostlarından disiplinin o güç koşullarından geçmelerini nasıl isteyebilirsin? Gülüp alay ederler seninle, daha saldırganları da seni bi temiz pataklar. Ve aslında inanmadıkları için de yapmazlar bunu. Her insanoğlunun ta içindeki derinliklerde, yağmacıların varlığına dair atalardan kalma içsel bi bilgi bulunur."
Çözümsel zihnim bir yo-yo gibi gidip gelmekteydi. Beni terk ediyor, sonra geri geliyor, ardından gene terk edip tekrar geri geliyordu. Don Juan'ın anlattığı akıl almaz, inanılmaz bir şeydi. Aynı zamanda en mantıklı şeydi de; öylesine basitti ki. Düşünebildiğim her çeşit insani çelişkiyi açıklıyordu. Ama insan bütün bunları nasıl ciddiye alabilirdi? Don Juan beni öyle bir çığın altına sürüklüyordu ki sonsuza dek içinden çıkamayacaktım.
Başka bir korku dalgasına kapıldım. Bu dalga benden kaynaklanmamıştı, ama gene de bana aitti. Don Juan bana bir şey yapıyordu, anlaşılmaz bir şekilde olumlu, ve aynı zamanda korkunç şekilde olumsuz bir şey. Bana yapışık gibi duran ince bir zarı kesmeye çalışıyordu sanki; hissettiğim şey buydu. Hiç kırpmadığı gözleri, sabit bir bakışla gözlerime dikilmişti. Sonra gözlerini çevirdi ve artık bana hiç bakmadan konuşmaya devam etti.
"Kuşkular seni tehlikeli bi noktaya sürükleyecek kadar başına bela olduğunda," dedi, "pratik bi şekilde hallet bunu. Işığı söndür. Karanlığı yarıp içine bak; ne görebileceğini keşfet."
Kalkıp ışığa yöneldi. Onu durdurdum.
"Hayır, hayır, don Juan," dedim, "ışıkları söndürme. İdare ediyorum ben."
Hissettiğim, benim için son derece olağandışı bir karanlık korkusuydu. Düşüncesi bile yüreğimi ağzıma getiriyordu. İçsel olarak bildiğim bir şey olduğu kesindi; ama ona dokunmaya ya da yüzeye çıkarmaya hayatta cesaret edemezdim, bir milyon yıl geçse bile!
"Ağaçların orda uçuşan gölgeleri gördün," dedi don Juan, oturup arkasına yaslanarak. "Bu fena değil. Onları odanın içinde görmeni istiyorum. Bi şey görüyor değilsin. Sadece uçuşan imgeler seçiyorsun. Buna yetecek enerjin var.”
Don Juan'ın gene de kalkıp ışıkları söndüreceğinden korkuyordum, ve yaptı da. İki saniye sonra, avazım çıktığı kadar bağırmaktaydım. O uçuşan gölgeleri seçmekle kalmamış, kulaklarımın dibinde vızıldamalarını duymuştum. Don Juan ışıkları açarken gülmekten iki büklümdü.
"Ne uyumsuz mizaçlı adam bu!" dedi. "Bi yanda tam bi itimatsızlık örneği; öte yanda gerçek bi pragmatist. Bu iç savaşı bi hali yola koyman lazım. Yoksa koca bi kurbağa gibi şişip patlayacaksın."
Don Juan kancasını daha derinlerime batırmayı sürdürdü. "Eski çağ Meksika'sı büyücüleri," dedi, "yağmacıyı gördüler. Ona uçucu dediler; çünkü havada zıplıyor. Hoş bi görüntü değil. Büyük bi gölge; zifiri karanlık, kapkara bi gölge havada zıplıyor. Sonra yayılarak yere konuyor. Eski çağ Meksika'sı büyücüleri onun yeryüzünde ilk kez ne zaman belirdiği konusunda epey kararsızdılar. İnsanın bi zamanlar muazzam sezgilere sahip, günümüzde efsanevi destanlar gibi anlatılan farkındalık hünerleri gösteren eksiksiz bi varlık olduğu düşüncesine varmışlardı. Sonra her şey sanki kaybolup gidivermişti; ve elimizde kalan uyuşturulmuş insandı artık."
Öfkelenmek, ona paranoyak olduğunu haykırmak istiyordum, ama genelde varlığımın hemen yüzeyinde taşıdığım o doğruculuğum yok oluvermişti nedense. İçimde bir şey, favori sorumu— ya söylediklerinin hepsi doğruysa?— sorma noktasının ötelerine geçmişti. O gece don Juan benimle konuşurken, söylediklerinin tümünün doğru olduğunu kalbimin ta derinliklerinde hissettim, ama aynı zamanda, ve aynı güçte hissediyordum ki saçmalığın ta kendisiydiler.
"Neler söylüyorsun sen, don Juan?" dedim, zayıf bir sesle. Boğazım sıkılıyordu sanki. Güçlükle nefes alıyordum.
"Söylediğim, karşımızdakinin basit bi yağmacı olmadığı. Çok akıllı, ve örgütlü. Bizi işe yaramaz kılmak için düzenli bi sistem izliyor. Kaderi sihirli bi varlık olmak üzere çizilmiş insan, artık sihirli değil. O artık sıradan bi et parçası. Eti için yetiştirilmiş beylik, sıradan, bön bi hayvanın düşlerinden başkaca düşleri kalmamış artık."
Don Juan'ın sözleri üzerimde bulantıya benzer garip bir bedensel tepki yaratmaya başlamıştı. Yeniden kusacak gibiydim. Ama bulantı varlığımın derinliklerinden, iliklerimin içinden geliyordu. İstem dışı kasılıyordum. Don Juan omuzlarımdan tutup beni kuvvetle sarstı. Kavrayışının gücüyle boynumun öne arkaya yalpaladığını hissettim. Bu hareket beni anında sakinleştirdi; artık daha kontrollüydüm.
"Yağmacı," dedi don Juan, "ki elbette bi organik olmayan varlıktır, öbür organik olmayan varlıklar gibi hepten görünmez değildir bizim için. Sanırım çocukken onu görürüz, ve bize öylesine tüyler ürpertici gelir ki onu unutmayı yeğleriz. Çocuklar bu görüntüye odaklanmakta ısrarcı olabilir elbette, ama çevrelerindeki herkes onları bundan caydırmaya çalışır.
"İnsanlık için kalan tek seçenek," diye devam etti, ''disiplindir. Disiplin, oluşturulabilecek tek engeldir. Ama disiplinle kastettiğim insafsız yöntemler değil. Her sabah beş buçukta kalkıp morarana kadar soğuk suyun altında durmaktan bahsetmiyorum. Büyücülerin disiplinden anladığı, beklentilerimiz arasında olmayan olasılıkları dinginlikle karşılama yetisidir. Onlar için disiplin bi sanattır: sonsuzlukla çekinmeden—ama güçlü ve dayanıklı olduğu için değil, huşu içinde olduğu için çekinmeden— yüz yüze gelme sanatı."
"Büyücülerin disiplini nasıl bir engel oluşturuyor ki?" diye sordum.
"Büyücülerin disiplini, parlak farkındalık tabakasını uçucu için yenilip yutulmaz bi hale getirir," dedi don Juan; yüzümü dikkatle gözden geçirerek inançsızlık işaretleri aramaktaydı. "Bu, yağmacıyı şaşkına çevirir. Yenmeye elverişli olmayan bi parlak farkındalık tabakası bilişselliklerinde mevcut değildir, sanırım. Böyle faka bastırılınca, alçakça işlerini yarıda kesmekten başka çareleri kalmaz.
"Eğer yağmacılar bizim parlak farkındalık tabakamızı bi süre yemezlerse," diye devam etti, "o büyümeyi sürdürür. Bu meseleyi en basit şekilde ortaya koymak gerekirse diyebilirim ki, büyücüler disiplinleri sayesinde parlak farkındalık tabakalarının ayak parmaklarının hizasından yukarıya doğru büyümesine izin verecek kadar uzun bi süre yağmacıları uzak tutarlar. O da bi kez ayak parmaklarını geçti mi, doğal boyutlarına kavuşacak kadar büyür. Eski çağ Meksika'sı büyücüleri parlak farkındalık tabakasının bi ağaç gibi olduğunu söylerlerdi. Budanmazsa, doğal boyut ve oylumuna erişecek kadar büyür. Farkındalık ayak parmaklarının üstünde bi düzeye çıktı mı, muazzam algılama hamleleri gerçekleştirmek doğal bi sonuçtur.
"Eski çağ büyücülerinin en büyük hileleri," diye don Juan devam etti, "uçucuların zihnine disiplinle eziyet çektirmekti. Uçucuların zihnini içsel sessizlikle zorladıklarında, yabancı donanımın kaçtığını keşfetmişlerdi; bu da bu manevrayı gerçekleştiren uygulayıcılarda zihnin yabancı kaynaklı olduğuna dair hiç kuşku bırakmamıştı. Yabancı donanım geri gelir, bundan emin olabilirsin, ama eskisi kadar güçlü değildir; ve öyle bi süreç başlar ki uçucuların zihninin kaçışı rutinleşir, sonunda bi gün de tümüyle kaçıp gider. Gerçekten hüzünlü bi gündür bu! Artık kendi başının çaresine bakman gereken gün gelmiştir, ve sen nerdeyse sıfırsındır. Ne yapacağını söyleyecek hiç kimse yoktur artık. Sana alışık olduğun ahmaklıkları buyuracak yabancı kökenli bi zihin yoktur.
"Öğretmenim nagual Julian, bütün çömezlerini uyarırdı,"diye devam etti don Juan, "dediğine göre bi büyücünün yaşamındaki en zorlu gündü bu, çünkü bize ait olan gerçek zihnimiz, yani deneyimlerimizin toplamı; bi ömür boyu hükmedilmenin sonunda çekingen, güvensiz ve sinsi olmuştur. Kişisel olarak, büyücülerin asıl savaşının o anda başladığını söyleyebilirim. Gerisi sadece hazırlıktır."
Gerçekten altüst olmuştum. Daha fazlasını öğrenmek istiyordum, ancak içimdeki garip bir duygu durmam için feryat ediyordu. Karanlık sonuçlar ve cezalar, Tanrının kendisi tarafından gizlenmiş bir şeyi kurcaladığım için üzerime çökecek Tanrısal gazap gibi şeyler sezindiriyordu. Merakımın galebe çalması için çok büyük çaba sarfetmem gerekti.
"Ne—ne—ne demek istiyorsun," dediğimi işittim, "uçucuların zihnini zorlama derken?"
"Disiplin, yabancı zihni alabildiğine zorlar," diye yanıtladı. "Böylece, büyücüler disiplinleri yoluyla yabancı donanımı alt ederler."
Anlattıkları bunaltmıştı beni. Don Juan ya tımarhanelik bir deliydi, ya da beni iliklerime kadar donduracak dehşette bir şey açıklamaktaydı bana. Ancak bu arada bir şeyin daha farkındaydım; söylediği her şeyi yadsıyacak enerjiyi öyle çabuk toparlıyordum ki. Bir anlık panikten sonra, sanki don Juan şaka yapmış gibi gülmeye başladım. Şunu dediğimi bile duydum: "Don Juan, don Juan, ıslah olmaz birisin sen!"
Don Juan yaşadığım her şeyi anlıyor gibiydi. Başını iki yana sallayıp gözlerini yapmacık bir umutsuzluk ifadesiyle göklere dikti.
"Ben o kadar ıslah olmaz biriyim ki," dedi, "içinde taşıdığın uçucuların zihnini bi daha sarsacağım. Sana büyücülüğün en olağanüstü sırlarından birini ifşa edeceğim. Doğruluğunu kanıtlayıp pekiştirmenin büyücülerin binlerce yılını aldığı bi keşfi anlatacağım sana."
Bana bakıp hınzırca gülümsedi. "Uçucuların zihni sonsuza dek kaçıp gider;" dedi, "bi büyücü bizi bi enerji alanları kümesi halinde bi arada tutan titreşimli gücü yakalayıp tutunabilmeyi başardığı an gerçekleşir bu. Eğer bi büyücü bu baskıyı yeterince sürdürebilirse, uçucuların zihni yenilip kaçar. Senin yapacağın da kesinlikle bu; seni bi arada tutan enerjiye tutunmaya çalışacaksın."
Buna hayal edebileceğim en tuhaf ve açıklanamaz tepkiyi gösterdim. İçimde bir şey tam anlamıyla titredi; sanki ani bir darbe almışım gibiydi. Bana anında dinsel geçmişimi çağrıştıran sebepsiz bir korku bastı.
Don Juan tepeden tırnağa süzdü beni.
"Tanrının gazabından korkuyorsun, değil mi?" dedi. "İçin rahat olsun, bu senin korkun değil. Uçucunun korkusu bu; çünkü senin tam da benim söylediğimi yapacağını biliyor."
Sözleri beni hiç yatıştırmadı. Daha kötü hissediyordum. İstemdışı kasılıyordum, kendime hâkim olamıyordum bir türlü.
"Endişelenme," dedi don Juan, sakin sakin. "Bu nöbetlerin çok çabuk hafiflediğini iyi biliyorum. Uçucunun zihninde konsantrasyon sıfırdır."
Bir an sonra, tıpkı don Juan'ın dediği gibi, hepsi bitmişti. Ama içinde bulunduğum şaşkınlığı tanımlayacak sözcük yoktu. Don Juan'la birlikteyken olsun, yalnızken olsun, ömrümde ilk kez ipin ucunu tam anlamıyla kaçırmıştım. Yerimden kalkıp dolaşmak istiyor, ama bundan ölesiye korkuyordum. Hem hiç durmadan mantık yürütüyor, hem de aynı anda çocukça korkular içinde boğuluyordum. Derin nefesler almaya başladım ve buz gibi bir ter bütün vücudumu kapladı. Nasıl yapmışsam, en felaket görüntüyü salıvermiştim üstüme; nereye dönersem döneyim, uçuşan siyah gölgeler dört bir yanımda zıplayıp duruyordu.
Gözlerimi kapatıp başımı koltuğun koluna yasladım.
"Ne yana döneceğimi bilmiyorum, don Juan," dedim. "Bu gece gerçekten yolumu şaşırtmayı başardın."
"İçindeki mücadele seni hırpalıyor," dedi don Juan. "Ta içinde bi yerlerde bilmektesin ki, vazgeçilmez bi parçanın, parlak farkındalık tabakanın akıl almaz varlıklar için akıl almaz bi besin kaynağı oluşturacağına dair anlaşmayı reddetme gücün yok. Ve başka bi parçan da bu duruma bütün gücüyle karşı koymakta.
"Büyücülerin devrimi," diye devam etti, "katılmadıkları anlaşmalara uymayı reddetmelerinde yatar. Değişik bi tür farkındalığa ait varlıklar tarafından yenmeye razı olup olmayacağımı kimse sormadı bana. Annemle babam beni tıpkı kendileri gibi, besin olmak üzere bu dünyaya getirdiler; işte hepsi bundan ibaret."
Don Juan yerinden kalkıp gerindi. "Saatlerdir burda oturuyoruz. Eve girme vakti geldi. Ben yemek yiyeceğim. Beraber yiyelim mi?"
İstemediğimi söyledim. Midem ağzımdaydı.
"Bana kalırsa sen uyu, en iyisi," dedi. "Bu saldırı seni mahvetti."
Daha fazla ısrara gerek yoktu. Yatağıma yığılıp ölü gibi uyuya-kaldım.
Eve dönüşte, zaman içinde, uçucuların düşüncesi yaşamımdaki ana saplantılardan biri haline geldi. Öyle bir noktaya geldim ki, don Juan'ın onlar hakkında tamamen haklı olduğunu hissetmeye başladım. Ne denli uğraşsam da mantığını göz ardı edemiyordum. Bu konuda düşündükçe, kendimi ve dostlarımı inceleyip onlarla konuştukça kanım giderek kuvvetleniyordu; benliği odak noktası olarak almayan her türlü eylemi, etkileşimi ya da fikri gerçekleştirmekte bizi âciz kılan bir şey vardı. Benim için de, tanıdığım ve konuştuğum herkes için de tek önemli olan, benlikti. Böylesi evrensel bir bağdaşıklığa hiçbir açıklama bulamadığım için, bu olguyu açıklığa kavuşturabilecek en uygun düşünce tarzının don Juan'ınki olduğuna inanmaktaydım.
Efsaneler ve destanlar konusunda derinlemesine bir araştırmaya giriştim. Okurken, daha önce hiç hissetmediğim bir şeyin ayırdına vardım: okuduğum kitapların hepsi, efsanelerin ve destanların bir yorumuydu. Kitapların tümünde bağdaşık bir zihin apaçık ortadaydı. Üsluplar farklılık gösteriyordu; fakat sözcüklerin ardındaki amaç hepsinde tamamen aynıydı: Efsaneler ve destanlar kadar soyut konularda bile, yazarlar kendileri hakkında bir şeyleri araya sıkıştırmayı mutlaka beceriyorlardı. Bütün o kitapların ardındaki bağdaşık amaç, kitapta dile getirilen konu değil, kendi benliğine hizmetti. Bunu daha önce hiç fark etmemiştim.