1

Konu: 15 - Çamur Gölgeler

DON JUAN'LA SESSİZLİK içinde oturmak en sevdiğim şeylerden biriydi. Orta Meksika'da, dağlardaki evinin arka tarafında, koltuklara rahatça yerleşmiş oturmaktaydık. Akşam üstüydü. Hoş bir meltem esiyordu. Güneş evin arkasında, sırtımızdaydı— solmaya başlayan ışıkları arka bahçedeki büyük ağaçlar üzerinde yeşilin harika tonlarını yaratıyordu. Don Juan'ın evinin dört bir yanı büyük ağaçlarla çevriliydi; bunlar yaşadığı kentin görüntüsünü gözlerden gizlemekteydiler. Bu bana hep ıssız bir yerde olduğum izlenimini verirdi; buranın ıssızlığı çıplak Sonora çölündekinden farklı olsa da, ıssızdı gene de.

"Bugün, büyücülüğün en ciddi konularından birini tartışacağız," dedi don Juan birdenbire, "ve buna enerji bedenini konuşarak başlayacağız."

Bana enerji bedenini sayısız kereler tanımlamış, onun bir enerji alanları kümeleşmesi—evrende akıp duran enerji olarak görüldüğünde fiziksel bedeni meydana getiren enerji alanları kümeleşmelerinin ayna görüntüsü— olduğunu söylemişti. Ayrıca, onun, fiziksel bedenin ışıltılı küresinden daha küçük, daha yoğun, ve daha ağır bir görünümde olduğunu da anlatmıştı.

Don Juan'ın açıklamasına göre, beden ile enerji bedeni, birbirine acayip bir yapıştırıcı güçle bitiştirilmiş iki enerji alanı kümeleşmesi idiler. Don Juan, o grup enerji alanlarını birbirine bağlayan gücün, eski çağ Meksika büyücülerine göre, evrenin en akıl almaz gücü sayıldığını da özellikle vurgulamıştı. Kişisel fikrine göre bu güç tüm evrenin özü, var olan her şeyin nihai bir toplamıydı.

Onun iddiasına göre fiziksel beden ile enerji bedeni, biz insanoğullarının âleminde birbirlerini dengeleyen yegâne enerji biçimlenmesiydi. Bu yüzden bu ikisinin dışında hiçbir ikiciliği kabul etmiyordu. Beden ile zihin, ruh ile ten ikiciliğin enerji bağlamında hiçbir dayanağı bulunmayan, sadece zihin kaynaklı sıralamalar olduğunu düşünüyordu.

Don Juan, herkesin disiplin yoluyla enerji bedenini fiziksel bedenine yaklaştırmasının mümkün olduğunu söylemişti. Normalde ikisinin arasındaki mesafe muazzamdı. Enerji bedeni belli bir alana girdi mi—ki bu her birey için farklıydı— herkes disiplinle onu fiziksel bedeninin tam bir kopyasına, yani üç boyutlu, katı bir varlık haline dönüştürebilirdi. Büyücülerin öteki, ya da çift kavramı buydu işte. Aynı şekilde, ve aynı disiplin süreciyle herkes üç boyutlu, katı fiziksel bedenini enerji bedeninin tam bir kopyası haline; yani enerjinin tümü gibi insan gözüne görünmeyen, eterik bir enerji akımı haline dönüştürebilirdi.

Don Juan bana bütün bunları anlattığında, efsanevi bir önermeyi mi tanımlamakta olduğunu sordum. Yanıtı, büyücülere ilişkin hiçbir şeyin efsanevi olmadığıydı. Büyücüler pratik varlıklardı, ve betimlediklerinin hepsi daima gayet aklı başında ve uygulanabilir türden şeylerdi. Don Juan'a göre büyücülerin yaptıklarını anlamanın zorluğu, onların farklı bir bilişsel sistemden yola çıkmalarından kaynaklanmaktaydı.

O gün orta Meksika'daki evinin arkasında otururken, don Juan hayatımda olup bitenlerle ilgili olarak en önemli kilit önemi taşıyan şeyin enerji bedeni olduğunu söyledi. Enerji bedenimin normalde olacağı gibi benden uzaklaşmak yerine, bana doğru büyük bir hızla yaklaştığını bir enerji gerçeği olarak görmüştü.

"Bana doğru mu yaklaşıyor, bu ne anlama geliyor, don Juan?" diye sordum.

"Bi şeyin aklını başından alacağı anlamına geliyor," dedi gülümseyerek. "Muazzam ölçüde bi kontrol girecek yaşamına; ama senin kontrolün değil bu; enerji bedeninin kontrolü."

"Bir dış gücün beni kontrolüne alacağını mı söylemek istiyorsun, don Juan?" diye sordum.

"Şu anda seni kontrol eden yığınlarla dış güç var," diye yanıtladı don Juan. "Benim sözünü ettiğim kontrol, dilin etkinlik alanının dışında. O hem senin kontrolün, hem değil. Sınıflandırılmaz, ama kesinlikle yaşanabilir. Ve hepsinden öte, kesinlikle manipüle edilebilir. Bunu unutma: manipüle edilebilir; tümüyle senin yararına elbette; ve gene söz konusu olan senin yararın değil, enerji bedeninin yararıdır. Bununla beraber enerji bedenin de sen olduğuna göre, bunu tanımlamakla uğraşırken kuyruğunu kovalayan köpek gibi sonsuza dek dönüp durabiliriz. Bütün bu deneyimler sözdiziminin ötesindedir."

Cvp: 15 - Çamur Gölgeler

Karanlık büyük bir hızla çökmüştü; ağaçların az önceki pırıltılı yeşil yaprakları şimdi koyu ve kederli bir renge bürünmüştü. Don Juan, gözlerimi odaklamadan, gözümün ucuyla ama aynı zamanda dikkatle yapraklara bakarsam, görüş alanımı hızla kat eden bir gölge göreceğimi söyledi. "Yapmanı istediğim şey için şimdi günün uygun vaktindeyiz," dedi. "Yapabilmen için gerekli dikkati toplamak bi dakika alır. O uçuşan kara gölgeyi seçene kadar durma." Ağaçların yapraklarına yansıyan garip, hızlı, siyah gölgeyi gerçekten gördüm. Gördüğüm ya ileri geri giden tek bir gölgeydi, ya da soldan sağa, sağdan sola yahut dümdüz yukarıya doğru hareket eden değişik gölgeler vardı. Şişman, kara balıkları çağrıştırdılar bana; koskocaman balıklar gibiydiler. Devasa bir kılıç balığı havada uçuyordu sanki. Görüntüye dalıp gitmiştim. En sonunda ürküttü beni. Yaprakların seçilemeyeceği kadar karanlık olmuştu, oysa uçuşan siyah gölgeleri hâlâ görebiliyordum.

"Nedir bu, don Juan?" diye sordum. "Her tarafta uçuşan siyah gölgeler görüyorum."

"Ah, bu evrenin ta kendisi işte," dedi, "ölçülemeyen, tek yönlü olmayan, sözdizimi âleminin dışında kalan. Eski çağ Meksika'sı büyücüleri o uçuşan gölgeleri gören ilk kişilerdi, ve onları her yerde izlediler. Onları hem senin gördüğün gibi gördüler, hem de evrendeki akışı içindeki enerji halinde gördüler. Ve deneyüstü bi keşifte bulundular."

Konuşmayı kesti ve bana baktı. Duraklamalarının yeri mükemmeldi. Beni hep pamuk ipliğine bağlı bırakıp keserdi konuşmasını.

"Ne keşfettiler, don Juan?" diye sordum.

"Ömürlük bi eşlikçileri olduğunu keşfettiler," dedi, tane tane. "Kozmosun derinliklerinden gelip yaşamlarımızın hâkimiyetini eline geçiren bi yağmacımız var. İnsanoğulları onun tutsakları. Yağmacı bizim sahibimiz ve efendimiz. Uysal ve çaresiz hale getirmiş bizi. Karşı çıkmak istesek, isyanımızı bastırır. Bağımsız hareket etmeye kalksak, aksini buyurur bize."

Çevremiz çok karanlıktı, ve bu, kendimi ifade etmemi kısıtlıyor gibiydi. Gündüz olsaydı, gülmekten katılırdım. Karanlık epeyce ketler gibiydi beni.

"Zifiri karanlık oldu," dedi don Juan, "ama gözünün ucuyla bakarsan, uçuşan gölgelerin hâlâ dört bi yanında zıplayıp durduklarını göreceksin."

Haklıydı. Onları hâlâ görebiliyordum. Hareketleri başımı döndürdü. Don Juan ışığı açtı, ve bu her şeyi dağıttı sanki.

"Eski çağ Meksika'sı şamanlarının konuların konusu dedikleri şeye salt kendi gayretinle varmış bulunuyorsun," dedi don Juan. "Bu kadar zamandır bi şeyin bizi esir tuttuğunu sana sezindirerek lafı dolandırıp duruyordum. Gerçekten esir tutuluyoruz! Eski çağ Meksika'sı büyücüleri için bi enerji gerçeği idi bu."

"Bu yağmacı neden anlattığın gibi idareyi ele geçirmiş ki, don Juan?" diye sordum. "Mantıklı bir açıklaması olmalı."

"Bi açıklaması var," diye yanıtladı, "dünyanın en basit açıklaması bu. İdareyi ele aldılar, çünkü biz onlar için besiniz, onları beslediğimiz için bizi acımasızca sıkıyorlar. Tıpkı bizim tavuk çiftliklerinde, gallinerolarda tavukları yetiştirdiğimiz gibi, yağmacılar da insanero çiftliklerinde, bizi yetiştiriyorlar. Böylece, yiyecekleri her zaman ellerinin altında."

Başımın iki yana çılgınca sallanmaya başladığını hissettim. Duyduğum derin rahatsızlığı ve huzursuzluğu ifade edemiyordum ama bedenim hareketleriyle onu yüzeye çıkartmaktaydı. Tepeden tırnağa istençdışı titriyordum.

"Hayır, hayır, hayır, hayır," dediğimi duydum. "Bu saçmalık, don Juan. Söylediğin canavarca bir şey. Bunun doğru olması imkânsız; ne büyücüler için, ne de sıradan insanlar için; hiç kimse için doğru olamaz bu."

"Neden olmasın?" diye sordu don Juan, sakin sakin. "Neden olmasın? Seni çıldırttığı için mi?"

"Evet, beni çıldırtıyor," diye atıldım. "Bu iddialar canavarca!"

"Eh," dedi, "daha hepsini işitmedin. Az daha sabret de neler hissedeceğini gör. Öyle bi yıldırım çarpacak ki seni. Yani öylesine saldıracağım ki aklına, ama sen kalkıp gidemeyeceksin, çünkü yakalanmışsın bi kere. Ben seni tutsak ettiğimden değil, senin içindeki bi şey seni gitmekten alıkoyacak; başka bi yanın da bu arada öfkeden tam anlamıyla kudurmuş olacak. Onun için hazır olsan iyi olur!"

İçimde eziyet meraklısı bir yan vardı; hissediyordum bunu. Don Juan haklıydı. Evi hayatta terk etmezdim. Ama ortaya döktüğü saçmalıklardan hiç mi hiç hoşlanmamıştım.

"Çözümsel zihnine hitap etmek istiyorum," dedi don Juan. "Bi an düşün, ve bana mühendislik tasarımları yapan insanın zekâsı ile aynı insanın inanç sistemlerinin ya da tutarsız davranışlarının ahmaklığı arasındaki çelişkiyi nasıl izah edebileceğini söyle. Büyücüler, inanç sistemlerimizi, iyilik ya da kötülük kavramlarımızı, ahlak kurallarımızı bize yağmacıların vermiş olduğunu söylerler. Umutlarımızı, beklentilerimizi, başarı ya da başarısızlığa ilişkin hayallerimizi içimize yerleştiren, onlar. Bize tamahkârlık, açgözlülük, yüreksizlik vermişler. Yağmacılar bizi kendini beğenmiş, sıradan ve aşırı bencil hale getirmiş."

"Ama bunu nasıl yapabilirler ki, don Juan?" diye sordum, gittikçe daha fazla öfkelenerek. "Biz uyurken kulağımıza mı fısıldıyorlar bütün bunları?"

"Hayır, öyle yapmıyorlar. Öylesi budalaca olurdu," dedi don Juan, gülümseyerek. "Onlar sınırsız ölçüde daha örgütlü ve iyi çalışır. Bizi itaatkâr, yumuşak başlı ve zayıf tutmak için yağmacılar muazzam bi manevra gerçekleştiriyor. Saldırganın stratejisi açısından muazzam, elbette. Acı çekenin açısından ise dehşet verici bi manevra. Bize zihinlerini veriyorlar! İşitiyor musun beni? Yağmacılar bize kendi zihinlerini veriyorlar, ve o bizim zihnimiz oluyor. Yağmacılarınki şatafatlı, çelişkili, marazi bi zihin, ve her an keşfedilme korkusuyla dolu.

"Hiç açlık çekmemiş olmana karşın," diye devam etti, "yiyecek kaygın olduğunu biliyorum; bu duygunun, her an manevrasının açığa çıkıp yiyeceğinin esirgeneceğinden korkan yağmacının kaygısından bi farkı yok. Zihin yoluyla, ki eninde sonunda kendi zihinleri bu, yağmacılar insanoğullarının yaşamlarına kendileri için elverişli olan ne ise onu şırınga ediyorlar. Ve bu yolla, korkularına karşı bi tampon görevi yapacak kadar güvenlik sağlıyorlar."
"Bütün bunları yüzeysel anlamda kabul edemez değilim, don Juan," dedim. "Bunu yapabilirdim, ama öyle iğrenç bir yanı var ki beni gerçekten tiksindiriyor. Karşı koymaya zorluyor beni. Bizi yedikleri doğruysa, nasıl yapıyorlar bunu?"

Don Juan'ın yüzünde kocaman bir tebessüm vardı. Durumun keyfini çıkarıyordu. Büyücülerin, bebek insanoğullarını, baştan aşağıya parlak bir tabakayla, enerji kozalarının üzerine sımsıkı uyan plastik muhafaza gibi bir şeyle örtülü, garip, ışıltılı enerji küreleri olarak gördüklerini açıkladı. Yağmacıların yedikleri şeyin işte bu parlak farkındalık tabakası olduğunu, ve insanoğulları erginliğe eriştiklerinde parlak farkındalık tabakasından geriye kalanın, yerden ayak parmaklarının üstüne kadar ancak çıkabilen dar bir saçaktan ibaret olduğunu söyledi. O saçak, insan soyunun yaşamını ancak güçbela sürdürmesine olanak veriyordu.

Cvp: 15 - Çamur Gölgeler

Don Juan Matus'un, bildiği kadarıyla, o ışıltılı kozanın dışındaki parlak farkındalık tabakasını taşıyan tek türün insan olduğunu söylediğini sanki bir rüyadaymışım gibi dinliyordum. Bu yüzden, farklı bir tür farkındalık için, örneğin yağmacının ağır farkındalığı için insanın kolay bir av haline geldiğini anlatıyordu.

Ardından, o ana dek anlattıklarının içindeki en yıkıcı cümleyi duydum. İnsanın çaresiz bir şekilde yakalandığı yer olan o dar farkındalık saçağının, özün-yansıtılmasının merkezi olduğunu söyledi. Yağmacılar, bize kalan tek farkındalık noktamız olan özün-yansıtılması üzerinde oynayarak, amansızca, vahşice tüketmeye devam ettikleri farkındalık parlamaları yaratıyorlardı. Bizi farkındalık parlamalarımızı yükseltmeye zorlayan anlamsız sorunlar oluşturuyorlar, ve bu yolla, uydurma kaygılarımızın enerji alevlenmeleriyle beslenmek için bizi canlı tutuyorlardı.

Don Juan'ın söylediklerine karşı yapılacak bir şey olmalıydı; bunlar beni öyle yıkmıştı ki, o noktada midem altüst oldu ve kusmaya başladım.

Kendimi toparlayacak kadar bir süre geçtikten sonra, don Juan'a sordum; "Peki neden eski çağ Meksika’sının büyücüleri ve günümüz büyücülerinin tümü yağmacıları gördükleri halde hiçbir şey yapmıyorlar?"

"Senin benim yapabileceğimiz bi şey yok," dedi don Juan, ciddi, hüzünlü bir sesle. "Tüm yapabileceğimiz, bize dokunamayacakları noktaya ulaşıncaya dek kendimizi disipline etmek. Dostlarından disiplinin o güç koşullarından geçmelerini nasıl isteyebilirsin? Gülüp alay ederler seninle, daha saldırganları da seni bi temiz pataklar. Ve aslında inanmadıkları için de yapmazlar bunu. Her insanoğlunun ta içindeki derinliklerde, yağmacıların varlığına dair atalardan kalma içsel bi bilgi bulunur."

Çözümsel zihnim bir yo-yo gibi gidip gelmekteydi. Beni terk ediyor, sonra geri geliyor, ardından gene terk edip tekrar geri geliyordu. Don Juan'ın anlattığı akıl almaz, inanılmaz bir şeydi. Aynı zamanda en mantıklı şeydi de; öylesine basitti ki. Düşünebildiğim her çeşit insani çelişkiyi açıklıyordu. Ama insan bütün bunları nasıl ciddiye alabilirdi? Don Juan beni öyle bir çığın altına sürüklüyordu ki sonsuza dek içinden çıkamayacaktım.

Başka bir korku dalgasına kapıldım. Bu dalga benden kaynaklanmamıştı, ama gene de bana aitti. Don Juan bana bir şey yapıyordu, anlaşılmaz bir şekilde olumlu, ve aynı zamanda korkunç şekilde olumsuz bir şey. Bana yapışık gibi duran ince bir zarı kesmeye çalışıyordu sanki; hissettiğim şey buydu. Hiç kırpmadığı gözleri, sabit bir bakışla gözlerime dikilmişti. Sonra gözlerini çevirdi ve artık bana hiç bakmadan konuşmaya devam etti.

"Kuşkular seni tehlikeli bi noktaya sürükleyecek kadar başına bela olduğunda," dedi, "pratik bi şekilde hallet bunu. Işığı söndür. Karanlığı yarıp içine bak; ne görebileceğini keşfet."

Kalkıp ışığa yöneldi. Onu durdurdum.

"Hayır, hayır, don Juan," dedim, "ışıkları söndürme. İdare ediyorum ben."

Hissettiğim, benim için son derece olağandışı bir karanlık korkusuydu. Düşüncesi bile yüreğimi ağzıma getiriyordu. İçsel olarak bildiğim bir şey olduğu kesindi; ama ona dokunmaya ya da yüzeye çıkarmaya hayatta cesaret edemezdim, bir milyon yıl geçse bile!

"Ağaçların orda uçuşan gölgeleri gördün," dedi don Juan, oturup arkasına yaslanarak. "Bu fena değil. Onları odanın içinde görmeni istiyorum. Bi şey görüyor değilsin. Sadece uçuşan imgeler seçiyorsun. Buna yetecek enerjin var.”

Don Juan'ın gene de kalkıp ışıkları söndüreceğinden korkuyordum, ve yaptı da. İki saniye sonra, avazım çıktığı kadar bağırmaktaydım. O uçuşan gölgeleri seçmekle kalmamış, kulaklarımın dibinde vızıldamalarını duymuştum. Don Juan ışıkları açarken gülmekten iki büklümdü.

"Ne uyumsuz mizaçlı adam bu!" dedi. "Bi yanda tam bi itimatsızlık örneği; öte yanda gerçek bi pragmatist. Bu iç savaşı bi hali yola koyman lazım. Yoksa koca bi kurbağa gibi şişip patlayacaksın."

Don Juan kancasını daha derinlerime batırmayı sürdürdü. "Eski çağ Meksika'sı büyücüleri," dedi, "yağmacıyı gördüler. Ona uçucu dediler; çünkü havada zıplıyor. Hoş bi görüntü değil. Büyük bi gölge; zifiri karanlık, kapkara bi gölge havada zıplıyor. Sonra yayılarak yere konuyor. Eski çağ Meksika'sı büyücüleri onun yeryüzünde ilk kez ne zaman belirdiği konusunda epey kararsızdılar. İnsanın bi zamanlar muazzam sezgilere sahip, günümüzde efsanevi destanlar gibi anlatılan farkındalık hünerleri gösteren eksiksiz bi varlık olduğu düşüncesine varmışlardı. Sonra her şey sanki kaybolup gidivermişti; ve elimizde kalan uyuşturulmuş insandı artık."

Öfkelenmek, ona paranoyak olduğunu haykırmak istiyordum, ama genelde varlığımın hemen yüzeyinde taşıdığım o doğruculuğum yok oluvermişti nedense. İçimde bir şey, favori sorumu— ya söylediklerinin hepsi doğruysa?— sorma noktasının ötelerine geçmişti. O gece don Juan benimle konuşurken, söylediklerinin tümünün doğru olduğunu kalbimin ta derinliklerinde hissettim, ama aynı zamanda, ve aynı güçte hissediyordum ki saçmalığın ta kendisiydiler.

"Neler söylüyorsun sen, don Juan?" dedim, zayıf bir sesle. Boğazım sıkılıyordu sanki. Güçlükle nefes alıyordum.

"Söylediğim, karşımızdakinin basit bi yağmacı olmadığı. Çok akıllı, ve örgütlü. Bizi işe yaramaz kılmak için düzenli bi sistem izliyor. Kaderi sihirli bi varlık olmak üzere çizilmiş insan, artık sihirli değil. O artık sıradan bi et parçası. Eti için yetiştirilmiş beylik, sıradan, bön bi hayvanın düşlerinden başkaca düşleri kalmamış artık."

Don Juan'ın sözleri üzerimde bulantıya benzer garip bir bedensel tepki yaratmaya başlamıştı. Yeniden kusacak gibiydim. Ama bulantı varlığımın derinliklerinden, iliklerimin içinden geliyordu. İstem dışı kasılıyordum. Don Juan omuzlarımdan tutup beni kuvvetle sarstı. Kavrayışının gücüyle boynumun öne arkaya yalpaladığını hissettim. Bu hareket beni anında sakinleştirdi; artık daha kontrollüydüm.

"Yağmacı," dedi don Juan, "ki elbette bi organik olmayan varlıktır, öbür organik olmayan varlıklar gibi hepten görünmez değildir bizim için. Sanırım çocukken onu görürüz, ve bize öylesine tüyler ürpertici gelir ki onu unutmayı yeğleriz. Çocuklar bu görüntüye odaklanmakta ısrarcı olabilir elbette, ama çevrelerindeki herkes onları bundan caydırmaya çalışır.

"İnsanlık için kalan tek seçenek," diye devam etti, ''disiplindir. Disiplin, oluşturulabilecek tek engeldir. Ama disiplinle kastettiğim insafsız yöntemler değil. Her sabah beş buçukta kalkıp morarana kadar soğuk suyun altında durmaktan bahsetmiyorum. Büyücülerin disiplinden anladığı, beklentilerimiz arasında olmayan olasılıkları dinginlikle karşılama yetisidir. Onlar için disiplin bi sanattır: sonsuzlukla çekinmeden—ama güçlü ve dayanıklı olduğu için değil, huşu içinde olduğu için çekinmeden— yüz yüze gelme sanatı."

"Büyücülerin disiplini nasıl bir engel oluşturuyor ki?" diye sordum.

"Büyücülerin disiplini, parlak farkındalık tabakasını uçucu için yenilip yutulmaz bi hale getirir," dedi don Juan; yüzümü dikkatle gözden geçirerek inançsızlık işaretleri aramaktaydı. "Bu, yağmacıyı şaşkına çevirir. Yenmeye elverişli olmayan bi parlak farkındalık tabakası bilişselliklerinde mevcut değildir, sanırım. Böyle faka bastırılınca, alçakça işlerini yarıda kesmekten başka çareleri kalmaz.

"Eğer yağmacılar bizim parlak farkındalık tabakamızı bi süre yemezlerse," diye devam etti, "o büyümeyi sürdürür. Bu meseleyi en basit şekilde ortaya koymak gerekirse diyebilirim ki, büyücüler disiplinleri sayesinde parlak farkındalık tabakalarının ayak parmaklarının hizasından yukarıya doğru büyümesine izin verecek kadar uzun bi süre yağmacıları uzak tutarlar. O da bi kez ayak parmaklarını geçti mi, doğal boyutlarına kavuşacak kadar büyür. Eski çağ Meksika'sı büyücüleri parlak farkındalık tabakasının bi ağaç gibi olduğunu söylerlerdi. Budanmazsa, doğal boyut ve oylumuna erişecek kadar büyür. Farkındalık ayak parmaklarının üstünde bi düzeye çıktı mı, muazzam algılama hamleleri gerçekleştirmek doğal bi sonuçtur.

"Eski çağ büyücülerinin en büyük hileleri," diye don Juan devam etti, "uçucuların zihnine disiplinle eziyet çektirmekti. Uçucuların zihnini içsel sessizlikle zorladıklarında, yabancı donanımın kaçtığını keşfetmişlerdi; bu da bu manevrayı gerçekleştiren uygulayıcılarda zihnin yabancı kaynaklı olduğuna dair hiç kuşku bırakmamıştı. Yabancı donanım geri gelir, bundan emin olabilirsin, ama eskisi kadar güçlü değildir; ve öyle bi süreç başlar ki uçucuların zihninin kaçışı rutinleşir, sonunda bi gün de tümüyle kaçıp gider. Gerçekten hüzünlü bi gündür bu! Artık kendi başının çaresine bakman gereken gün gelmiştir, ve sen nerdeyse sıfırsındır. Ne yapacağını söyleyecek hiç kimse yoktur artık. Sana alışık olduğun ahmaklıkları buyuracak yabancı kökenli bi zihin yoktur.

"Öğretmenim nagual Julian, bütün çömezlerini uyarırdı,"diye devam etti don Juan, "dediğine göre bi büyücünün yaşamındaki en zorlu gündü bu, çünkü bize ait olan gerçek zihnimiz, yani deneyimlerimizin toplamı; bi ömür boyu hükmedilmenin sonunda çekingen, güvensiz ve sinsi olmuştur. Kişisel olarak, büyücülerin asıl savaşının o anda başladığını söyleyebilirim. Gerisi sadece hazırlıktır."

Gerçekten altüst olmuştum. Daha fazlasını öğrenmek istiyordum, ancak içimdeki garip bir duygu durmam için feryat ediyordu. Karanlık sonuçlar ve cezalar, Tanrının kendisi tarafından gizlenmiş bir şeyi kurcaladığım için üzerime çökecek Tanrısal gazap gibi şeyler sezindiriyordu. Merakımın galebe çalması için çok büyük çaba sarfetmem gerekti.

"Ne—ne—ne demek istiyorsun," dediğimi işittim, "uçucuların zihnini zorlama derken?"

"Disiplin, yabancı zihni alabildiğine zorlar," diye yanıtladı. "Böylece, büyücüler disiplinleri yoluyla yabancı donanımı alt ederler."

Anlattıkları bunaltmıştı beni. Don Juan ya tımarhanelik bir deliydi, ya da beni iliklerime kadar donduracak dehşette bir şey açıklamaktaydı bana. Ancak bu arada bir şeyin daha farkındaydım; söylediği her şeyi yadsıyacak enerjiyi öyle çabuk toparlıyordum ki. Bir anlık panikten sonra, sanki don Juan şaka yapmış gibi gülmeye başladım. Şunu dediğimi bile duydum: "Don Juan, don Juan, ıslah olmaz birisin sen!"

Don Juan yaşadığım her şeyi anlıyor gibiydi. Başını iki yana sallayıp gözlerini yapmacık bir umutsuzluk ifadesiyle göklere dikti.

"Ben o kadar ıslah olmaz biriyim ki," dedi, "içinde taşıdığın uçucuların zihnini bi daha sarsacağım. Sana büyücülüğün en olağanüstü sırlarından birini ifşa edeceğim. Doğruluğunu kanıtlayıp pekiştirmenin büyücülerin binlerce yılını aldığı bi keşfi anlatacağım sana."

Bana bakıp hınzırca gülümsedi. "Uçucuların zihni sonsuza dek kaçıp gider;" dedi, "bi büyücü bizi bi enerji alanları kümesi halinde bi arada tutan titreşimli gücü yakalayıp tutunabilmeyi başardığı an gerçekleşir bu. Eğer bi büyücü bu baskıyı yeterince sürdürebilirse, uçucuların zihni yenilip kaçar. Senin yapacağın da kesinlikle bu; seni bi arada tutan enerjiye tutunmaya çalışacaksın."

Buna hayal edebileceğim en tuhaf ve açıklanamaz tepkiyi gösterdim. İçimde bir şey tam anlamıyla titredi; sanki ani bir darbe almışım gibiydi. Bana anında dinsel geçmişimi çağrıştıran sebepsiz bir korku bastı.

Don Juan tepeden tırnağa süzdü beni.

"Tanrının gazabından korkuyorsun, değil mi?" dedi. "İçin rahat olsun, bu senin korkun değil. Uçucunun korkusu bu; çünkü senin tam da benim söylediğimi yapacağını biliyor."

Sözleri beni hiç yatıştırmadı. Daha kötü hissediyordum. İstemdışı kasılıyordum, kendime hâkim olamıyordum bir türlü.

"Endişelenme," dedi don Juan, sakin sakin. "Bu nöbetlerin çok çabuk hafiflediğini iyi biliyorum. Uçucunun zihninde konsantrasyon sıfırdır."

Bir an sonra, tıpkı don Juan'ın dediği gibi, hepsi bitmişti. Ama içinde bulunduğum şaşkınlığı tanımlayacak sözcük yoktu. Don Juan'la birlikteyken olsun, yalnızken olsun, ömrümde ilk kez ipin ucunu tam anlamıyla kaçırmıştım. Yerimden kalkıp dolaşmak istiyor, ama bundan ölesiye korkuyordum. Hem hiç durmadan mantık yürütüyor, hem de aynı anda çocukça korkular içinde boğuluyordum. Derin nefesler almaya başladım ve buz gibi bir ter bütün vücudumu kapladı. Nasıl yapmışsam, en felaket görüntüyü salıvermiştim üstüme; nereye dönersem döneyim, uçuşan siyah gölgeler dört bir yanımda zıplayıp duruyordu.

Gözlerimi kapatıp başımı koltuğun koluna yasladım.

"Ne yana döneceğimi bilmiyorum, don Juan," dedim. "Bu gece gerçekten yolumu şaşırtmayı başardın."

"İçindeki mücadele seni hırpalıyor," dedi don Juan. "Ta içinde bi yerlerde bilmektesin ki, vazgeçilmez bi parçanın, parlak farkındalık tabakanın akıl almaz varlıklar için akıl almaz bi besin kaynağı oluşturacağına dair anlaşmayı reddetme gücün yok. Ve başka bi parçan da bu duruma bütün gücüyle karşı koymakta.

"Büyücülerin devrimi," diye devam etti, "katılmadıkları anlaşmalara uymayı reddetmelerinde yatar. Değişik bi tür farkındalığa ait varlıklar tarafından yenmeye razı olup olmayacağımı kimse sormadı bana. Annemle babam beni tıpkı kendileri gibi, besin olmak üzere bu dünyaya getirdiler; işte hepsi bundan ibaret."

Don Juan yerinden kalkıp gerindi. "Saatlerdir burda oturuyoruz. Eve girme vakti geldi. Ben yemek yiyeceğim. Beraber yiyelim mi?"

İstemediğimi söyledim. Midem ağzımdaydı.

"Bana kalırsa sen uyu, en iyisi," dedi. "Bu saldırı seni mahvetti."

Daha fazla ısrara gerek yoktu. Yatağıma yığılıp ölü gibi uyuya-kaldım.

Eve dönüşte, zaman içinde, uçucuların düşüncesi yaşamımdaki ana saplantılardan biri haline geldi. Öyle bir noktaya geldim ki, don Juan'ın onlar hakkında tamamen haklı olduğunu hissetmeye başladım. Ne denli uğraşsam da mantığını göz ardı edemiyordum. Bu konuda düşündükçe, kendimi ve dostlarımı inceleyip onlarla konuştukça kanım giderek kuvvetleniyordu; benliği odak noktası olarak almayan her türlü eylemi, etkileşimi ya da fikri gerçekleştirmekte bizi âciz kılan bir şey vardı. Benim için de, tanıdığım ve konuştuğum herkes için de tek önemli olan, benlikti. Böylesi evrensel bir bağdaşıklığa hiçbir açıklama bulamadığım için, bu olguyu açıklığa kavuşturabilecek en uygun düşünce tarzının don Juan'ınki olduğuna inanmaktaydım.

Efsaneler ve destanlar konusunda derinlemesine bir araştırmaya giriştim. Okurken, daha önce hiç hissetmediğim bir şeyin ayırdına vardım: okuduğum kitapların hepsi, efsanelerin ve destanların bir yorumuydu. Kitapların tümünde bağdaşık bir zihin apaçık ortadaydı. Üsluplar farklılık gösteriyordu; fakat sözcüklerin ardındaki amaç hepsinde tamamen aynıydı: Efsaneler ve destanlar kadar soyut konularda bile, yazarlar kendileri hakkında bir şeyleri araya sıkıştırmayı mutlaka beceriyorlardı. Bütün o kitapların ardındaki bağdaşık amaç, kitapta dile getirilen konu değil, kendi benliğine hizmetti. Bunu daha önce hiç fark etmemiştim.

Cvp: 15 - Çamur Gölgeler

Tepkimi don Juan'ın etkisine bağlıyordum. Kendime yönelttiğim kaçınılmaz soru şuydu: bunu görmeme onun etkisi mi sebep oluyor, yoksa bize her yapacağımız şeyi buyuran bir yabancı zihin gerçekten var mı? İster istemez inkâr yoluna saptım gene; ve inkâr, kabullenme, inkâr arasında çılgınca gidip gelmeye başladım. İçimde bir şey Don Juan'ın işaret ettiğinin bir enerji gerçeği olduğunu biliyordu, bir yandan aynı derecede etkili bir şey de bunların hepsinin zırvalık olduğunu söylüyordu. İçimdeki bu savaşın sonucu bir önsezi oldu; tehlikeli bir şeyin hızla üzerime doğru gelmekte olduğu duygusuna kapıldım.

Başka kültürlerde uçucular konusunda geniş antropolojik araştırmalar yaptım, ama hiçbir yerde onlara ilişkin bir şey bulamadım. Bu konuda tek bilgi kaynağı don Juan gibi görünüyordu. Onu tekrar gördüğümde, hemen uçucular hakkında konuşmaya giriştim.

"Bu konuda mantıklı davranmak için elimden geleni yaptım," dedim, "ama başaramadım. Öyle anlar oluyor ki yağmacılar hakkında sana tamamen hak veriyorum."
"Gerçekten gördüğün uçuşan gölgelere odakla dikkatini," dedi don Juan, gülümseyerek.

Don Juan'a o uçuşan gölgelerin benim mantıklı hayatımın sonu olacağını söyledim. Her yerde görüyordum onları. Onun evinden ayrıldığım andan beri, karanlıkta uykuya dalamıyordum. Işıklar açıkken uyumak beni hiç rahatsız etmez olmuştu. Işıkları söndürdüğüm anda ise çevremdeki her şey zıplamaya başlıyordu. Asla bütün figürler ya da şekiller görmüyordum. Tüm gördüğüm, uçuşan kara gölgelerdi.

"Uçucuların zihni seni daha terk etmedi." dedi don Juan. "Ciddi biçimde yara aldı. Seninle ilişkisini yeniden düzenlemek için elinden geleni yapıyor. Fakat senin içindeki bi şey ebediyen koptu. Uçucu bunu biliyor. Asıl tehlike şurda ki, uçucuların zihni kazanabilir; kendi dediğiyle benim dediğim arasındaki çelişki üzerinde oynayıp seni yorarak ve vazgeçmeye zorlayarak yapabilir bunu.

"Görüyorsun ya, uçucuların zihninin hiç rakibi yoktur," diye devam etti. "Bi şey önerdiği zaman, kendi önerisini kabul eder, ve senin değecek bi şey yaptığına inanmanı sağlar. Uçucuların zihni sana Juan Matus'un söylediği her şeyin tam bi saçmalık olduğunu söyleyecek; sonra aynı zihin kendi önerisine hak verecek; 'Evet, tabii, saçmalık bu,' diyeceksin. İşte böyle alt ederler bizi.

"Uçucular, evrenin esas parçalarından biridir," diye devam etti don Juan, "ve oldukları gibi kabul edilmeleri gerekir—tüyler ürpertici, gaddar. Evrenin bizi sınama araçlarıdır onlar.

"Bizler, evrenin yarattığı enerji sahibi araştırıcılarız," diye sözlerini sürdürürken varlığımdan haberli değil gibiydi, "ve farkındalığa sahip enerjimiz olduğundan, evrenin kendisinin farkına varması için araçlarız biz. Uçucular ise, acımasız meydan okuyucular. Başka bi şey addedilmeleri mümkün değil. Bunu yapmayı başarabilirsek, evren devam etmemize izin verir."

Anlatmaya devam etmesini istiyordum. Ama sadece şöyle dedi, "Yıldırım saldırısı geçen gelişinde bitmişti; uçucular hakkında söylenebilecek daha fazla bi şey yok. Artık başka bi hamlenin zamanı."

O gece uyuyamadım. Sabahın ilk saatlerinde hafif bir uykuya ancak dalabilmiştim ki, don Juan gelip beni yatağımdan zorla çıkardı ve dağlara yürüyüşe götürdü. Yaşadığı yerin arazi yapısı Sonora çölündekinden farklıydı, ama kıyaslama yapmaya uğraşmamamı, çünkü çeyrek millik bir yürüyüşten sonra dünyadaki her yerin birbirinin aynısı olduğunu söyledi.

"Manzara seyretmek arabalardaki insanlar içindir," dedi. "Hiç çaba harcamadan büyük bi hızla hareket eder onlar. Manzarayı izlemek yürüyüşçüler için değildir. Örneğin, arabada gitmekteysen, güzelliğiyle seni sarsan devasa bir dağ görebilirsin. Yürürken aynı dağı gördüğünde, görüntüsü seni aynı şekilde değil, farklı bi açıdan sarsar; özellikle ona tırmanmak, ya da çevresini dolanmak zorundaysan."

O sabah hava çok sıcaktı. Kuru bir nehir yatağında yürüyorduk. Bu vadiyle Sonora çölü arasındaki tek ortak nokta, milyonlarca böceğin varlığıydı. Her tarafımı saran pervaneler ve sinekler burun deliklerime, gözlerime ve kulaklarıma dalış yapan bombacılar gibiydiler. Don Juan vızıltılarına aldırış etmememi söyledi.

"Ellerinle kovalamaya çalışma onları," dedi sert bir ifadeyle. "Onları uzaklaştırmaya niyetlen. Çevrende bi enerji engeli oluştur. Sessiz kal, sessizliğinin içinden engel oluşacaktır. Nasıl olduğunu kimse bilmez. Eski büyücülerin enerji gerçekleri dedikleri şeylerden biridir bu. İçsel söyleşini kes. Hepsi bundan ibarettir.

"Sana tuhaf bi fikir önermek istiyorum," dedi don Juan, önümde yürümeyi sürdürürken.

Dediklerinden bir şey kaçırmamak için adımlarımı sıklaştırıp ona yanaştım.

"Bunun senin sonsuz direncinle karşılaşacak tuhaflıkta bi fikir olduğunu vurgulanmalıyım," dedi. "Kolay kolay kabullenmeyeceğini önceden belirtmem lazım. Ama tuhaf olduğu gerçeği caydırıcı olmamalı. Sen bi sosyal bilimcisin. Bu yüzden zihnin her zaman sorgulamaya açıktır, öyle değil mi?"

Don Juan utanmazca dalgasını geçiyordu benimle. Bunun farkındaydım ama bana batmıyordu. Çok hızlı yürüdüğü için bütün gücümle ona yetişmeye çabalamamdan olacak; alaycılığı sıyırıp geçiyordu, içimde didişme arzusu uyandırmak yerine güldürüyordu beni. Bölünmez bir dikkatle söylediklerine odaklanmıştım, ve böcekler ya çevremde bir enerji engeline niyetlendiğim için beni sokmayı bırakmışlardı, ya da don Juan'ı dinlemekle öyle meşguldüm ki etrafımda vızıldamalarına artık aldırmıyordum.

"Tuhaf bi şey bu;" dedi ağır ağır, sözcüklerinin etkisini tartarak, "görünüşe göre bu dünyadaki her insanoğlunun tepkileri, düşünceleri, duyguları kesinlikle birbirinin tıpkısı. Tüm uyarımlara aşağı yukarı aynı biçimde karşılık veriyorlar. Konuştukları diller biraz belirsizleştirici bi etki yapabilir, ama bunu sıyırıp atarsak, yeryüzündeki her bi insanoğlunu kuşatan tepkilerin hepsi tümüyle birbirinin aynı. Bununla ilgilenmeni ve elbette bi sosyal bilimci olarak böyle bi bağdaşıklığın nedenini açıklamanı istiyorum."

Don Juan birtakım bitkiler topladı. Bazıları öyle küçüktü ki zor fark ediliyorlardı. Su ve kara yosunlarını andırıyorlardı, daha çok. Don Juan bitkileri yerleştirsin diye ona çantasını açıyordum; artık başka bir şey konuşmadık. Yeterince topladığında, elinden geldiğince hızla eve yöneldi. Bitkiler çok fazla kurumadan onları ayırıp düzenlemek istediğini söylüyordu.

Bana verdiği görevi düşünmeye dalmıştım. Bu konuda yazılmış makaleler ya da tebliğler var mı diye zihnimi taramakla meşguldüm. Bunu araştırmam gerekecekti, ve araştırmaya "ulusal karakter" hakkında yazılmış tüm çalışmaları okuyarak başlamaya karar vermiştim. Nedense konu hoşuma gitmişti, ve aslında istediğim hemen eve dönmekti; çünkü bu işi iyice benimsemiştim, ama eve varmadan don Juan vadiye bakan yüksek bir kayanın üstüne oturdu. Bir süre hiç konuşmadı. Yorgun değildi. Neden durup oturduğunu anlayamamıştım.

"Senin için günün görevi," dedi birden, uğursuz önseziler yaratacak bir sesle, "büyücülüğün en akıl almaz yanlarından biri; dilin ötesinde, açıklamaların ötesinde bi şey. Bugün bi yürüyüşe çıktık, ve sohbet ettik, çünkü büyücülüğün gizemi dünyevi şeylerle hafifletilmeli. Hiçlikten kaynaklanmalı, ve gene hiçliğe dönmeli. Savaşçı-gezginlerin sanatıdır bu: fark edilmeden iğne deliğinden geçmek. Bu yüzden, sırtını bu kaya duvarına yasla ve kenardan mümkün olduğunca uzak durarak kendine çeki düzen ver. Ben yanında olacağım; bayılır, ya da aşağıya düşersin diye."

"Ne yapmayı planlıyorsun don Juan?" diye sordum, telaşım öyle belliydi ki bunu fark edince sesimi alçalttım.

"Bağdaş kurup içsel sessizliğe girmeni istiyorum," dedi. "Diyelim ki akademik çevrende yapmanı istediğim şeyin doğruluğunu ya da yanlışlığını kanıtlamak için ne tür makaleler araman gerektiğini öğrenmek istiyorsun. İçsel sessizliğe gir, ama uykuya dalma. Bu, farkındalığın karanlık denizinde bi yolculuk değil. Bu içsel sessizliğin içinden görme."

Uyuyakalmadan içsel sessizliğe girmek benim için oldukça zordu. Yenilmesi nerdeyse imkânsız bir uyuma isteğiyle savaştım. Başardım, ve kendimi çevremdeki zifiri karanlığın içinden vadinin dibine bakar buldum. Ve ardından, beni iliklerime kadar donduran bir şey gördüm. Gördüğüm devasa bir gölgeydi, bir baştan bir başa yaklaşık beş metre vardı, havada zıplıyor, ve sonra sessiz bir gümlemeyle yere konuyordu. Gümlemeyi işitmiyordum; ama iliklerimde hissediyordum onu.

"Gerçekten ağırlar," dedi don Juan, kulağımın içine. Beni sol kolumdan yakalamış, çok sıkı tutuyordu.

Çamurdan bir gölgeye benzeyen şeyin yerde kıpırdandığını, sonra nerdeyse on beş metre uzunluğunda dev bir adım daha attığını, ve tekrar aynı meşum, sessiz gümlemeyle yere konduğunu gördüm. Konsantrasyonumu kaybetmemek için savaşıyordum. Duyduğum korku, yapabileceğim her türlü mantıklı tanımlamanın ötesindeydi. Gözlerimi vadinin dibinde zıplayan gölgeden ayırmıyordum. Ardından son derece garip bir vızıltı duydum, kanat çırpma sesi ile, bir istasyonu tam yakalayamamış bir radyonun paraziti arasında bir sesti bu, ve bunu izleyen gümleme unutulamayacak bir şeydi. Don Juan'ı da beni de iliklerimize kadar sarstı—kapkara, devasa bir çamur gölge, ayaklarımızın dibine konmuştu.

"Korkma!" diye emretti don Juan. "içsel sessizliğini korursan uzaklaşacaktır."

Tepeden tırnağa titriyordum, içsel sessizliğimi sürdüremezsem çamur gölgenin üzerime bir battaniye gibi kapanıp beni boğacağını gayet iyi bilmekteydim. Çevremdeki karanlığı yitirmeden, avazım çıktığı kadar bağırdım. Hiç bu kadar öfkelenmemiş, böylesine sinirlenmemiştim. Çamur gölge bir sıçrayış daha yaptı, bu kez doğruca vadinin dibine yönelmişti. Ben, bacaklarım titreyerek çığlıklar atmaya devam ettim. Gelip beni yiyecek olan o şeyden kaçıp kurtulmak istiyordum. O kadar korkuyordum ki zaman kavramını yitirdim. Bayılmış olmalıyım.

Kendime geldiğimde, don Juan'ın evindeki yatağımda yatmaktaydım. Alnıma buz gibi suyla ıslatılmış bir havlu konmuştu. Ateşler içinde yanıyordum. Don Juan'ın kadın yoldaşlarından biri sırtımı, göğsümü ve alnımı alkolle ovdu, ama bu beni rahatlatmaya yetmemişti. Hissettiğim ateş içimden geliyordu. Onu yaratan hiddetim ve âcizliğimdi.

Don Juan, bana olanlar dünyanın en komik şeyiymiş gibi gülmekteydi. Kahkahalarının salvosu bitmek bilmiyordu.

"Bi uçucu görmeyi bu denli ciddiye alacağını hiç düşünmemiştim," dedi.

Elimden tutup evin arkasına götürdü ve oradaki kocaman su küvetinin içine soktu beni, tümüyle giyinik vaziyette— ayakkabılarım, saatim, her şeyimle birlikte.

"Saatim, saatim!" diye feryat ettim.

Don Juan gülmekten iki büklüm olmuştu. "Beni görmeye gelirken saat filan takma," dedi. "Mahvettin saatini işte!"

Saatimi çıkarıp küvetin kenarına koydum. Su geçirmez olduğunu yeni hatırlamıştım; bir şey olmazdı. Küvete batırılmak bayağı toparlanmamı sağlamıştı. Don Juan beni buz gibi sudan çıkardığında kontrolümü bir parça kazanmış sayılırdım.

"Akıl almaz bir görüntü bu!" diye tekrarlayıp duruyordum, başka bir şey çıkmıyordu ağzımdan.

Don Juan'ın anlattığı yağmacı iyi niyetli bir şey değildi. Son derece kaba, ağır, ve kayıtsızdı. Bize karşı aldırışsızlığını hissetmiştim. Bizi yamyassı edeli hiç kuşkusuz asırlar olmuştu; don Juan'ın dediği gibi zayıf, savunmasız, halim selim varlıklar haline getirmişti bizi. Islak giysilerimi çıkardım, bir pançoya sarındım, yatağıma oturup kendimi kaybedene kadar ağladım; ama kendim için değil. Benim hiddetim, benim sarsılmaz niyetim onların beni yemesine izin vermezdi. Ben dostlarım için, özellikle de babam için ağlıyordum. Onu bu kadar çok sevdiğimi o ana dek asla anlamamıştım.

"Hiç fırsatı olmadı," diye durmadan tekrarladığımı duyuyordum, sözcükleri söyleyen ben değildim sanki. Zavallı babam, tanıdığım en düşünceli varlıktı, öylesine sevecen, öylesine nazik, öylesine çaresizdi ki.

Cvp: 15 - Çamur Gölgeler

.