Bu doğruydu. Çok yakın arkadaşlarımdan bir başkası, lakabı Çılgın Çoban olan bir çocuktu. Bir keresinde sel sırasında bir adada mahsur kalmıştık ve kimse bize ulaşamamıştı. Kasabadakiler selin adayı kaplayıp ikimizi de öldüreceğini düşünüyorlardı. Sepetlere yiyecek koyup, bize ulaşmalarını umarak akıntıya bırakmışlardı, ve sepetler gerçekten bize kadar gelmişti. Bu şekilde açlıktan ölmemizi engellemiş ve sular çekilince salla gelip bizi ırmağın karşısına çekmişlerdi.
"Hayır, bu başka bir olay," diye devam etti Sho Velez, her zamanki allame tavrıyla. "Ben bir yeraltı nehrine salla girmekten bahsediyorum."
Bölgedeki bir ırmağın büyük bölümünün bir dağın içine girdiğini hatırlattı. Irmağın yeraltındaki bölümü her zaman çok fazla merakımı uyandırırdı. Dağın içine giriş yerinde kötü şeyler çağrıştıran büyük bir mağara vardı, burası her zaman yarasalarla doluydu ve amonyak kokuyordu. Yörenin çocuklarına, bu kükürt dumanları ve pis kokularla dolu sıcak deliğinin cehennemin ağzı olduğunu söylerdi büyükler.
"Git işine, Sho Velez, iyi bildin, oraya hayatta gitmem!" diye bağırdım. "On tane canım olsa gene gitmem. Böyle bir şeye kalkışmak için gerçekten kaçık olman lazım."
Sho Velez'in ciddi suratı büsbütün karardı. "Eh," dedi, "o zaman tek başıma yapmam gerek. Sanki seni de kandırırım gibi gelmişti, bir an. Yanılmışım. Kaybettim."
"Hey, Sho Velez, n'oluyor sana? O cehennem gibi yere gitmeye ne zorun var?"
"Buna mecburum," dedi, o boğuk, kısık sesiyle. "Biliyor musun, babam da senin kadar çılgın, yalnız o bir aile babası. Baktığı altı kişi var. Yoksa o da tam bir çılgın olurdu. İki kız kardeşim, iki erkek kardeşim, annem ve ben, hepimiz onun eline bakıyoruz. Her şeyimiz o bizim."
Sho Velez'in babasını tanımıyordum. Hiç görmemiştim onu. Sho Velez babasının ticaretle uğraştığını ve sahip olduğu her şeyin, deyim yerindeyse pamuk ipliğine bağlı olduğunu açıkladı.
"Babam bir sal yaptı ve gitmek istiyor. Bir sefere çıkmak istiyor. Annem bunun sadece lafta kalacağını söylüyor ama ben babama güvenmiyorum," diye devam etti. "Gözlerindeki o çılgın bakışı gördüm. Bugünlerde yapacak bunu, ve eminim ki ölecek. Bu yüzden salı alıp ben gireceğim o nehre, biliyorum öleceğim; ama hiç değilse babam ölmemiş olacak."
Ensemden elektrik akımı gibi bir şeyin geçtiğini hissettim, ve son derece coşku dolu bir sesle şöyle dediğimi duydum, "Yapacağım, Sho Velez. Yapacağım bunu. Evet, evet, harika olacak! Geleceğim seninle!"
Sho Velez'in suratında zoraki bir tebessüm belirdi. Beni kandırmayı başardığı için değil de, onunla birlikte gideceğim için sırıttığını hissettim. Bir sonraki cümlesi bunu açığa vuruyordu. "Benimle gelirsen, ordan sağ çıkmayı başarabilirim, biliyorum," dedi.
Onun sağ kalıp kalmayacağı tasam değildi. Beni harekete geçiren, cesareti olmuştu. Sho Velez'in söylediğini yapacak kadar yürekli olduğunu biliyordum. O ve Çılgın Çoban, kasabadaki en gözü pek çocuklardı. Eşsiz ve olağandışı addettiğim bir şey vardı onlarda: yiğitlik. O koca kasabada başka hiç kimsede yoktu bu özellik. Sınamıştım hepsini. Bana göre hiç birinin ölüden farkı yoktu; bunlara hayatımın aşkı büyükbabam da dahildi. Daha on yaşımdayken, hiçbir kuşku kırıntısı taşımadan biliyordum bunu. Sho Velez'in gözü pekliğini görmek sarsmıştı beni; onunla sonuna kadar birlikte olmak istiyordum.
Gün ağarırken buluşmayı planlamıştık; öyle de yaptık; babasının yaptığı hafif salı kasabanın üç-dört mil dışına, ırmağın yeraltına indiği mağara ağzının bulunduğu alçak yeşil tepelerin oraya kadar birlikte taşıdık. Yarasa dışkılarının kokusu dayanılacak gibi değildi. Sala tırmanıp kendimizi akıntıya bıraktık. Salın içinde fenerler vardı, hepsini hemen yaktık. Dağın içi zifiri karanlık, rutubetli ve sıcaktı. Suyun derinliği sala uygundu ve yeterince hızlı akıyordu, bu yüzden kürek çekmemiz gerekmemişti.
Fenerler garip gölgeler yaratıyordu. Sho Velez bakmamamızın belki daha iyi olacağını, çünkü gerçekten dehşet verici olduklarını fısıldadı kulağıma. Haklıydı; ortalık midemizi alt üst edecek kadar korkunçtu. Işıklar yarasaları rahatsız etmişti, kanatlarını amaçsızca çırparak etrafımızda uçmaya başladılar. Mağaranın içlerine doğru ilerledikçe, yarasalar da kayboldu, kötü kokulu hava solunamayacak kadar ağırlaştı. Bana saatler sürmüş gibi gelen bir yolculuktan sonra bir çeşit havuza vardık; burada su son derece derin ve hareketsizdi. Ana akıntının önü kesilmiş gibiydi sanki.
"Sıkıştık kaldık," diye fısıldadı yine, Sho Velez. "Salın burdan geçmesi imkânsız, geri dönmemizin de yolu yok."
Dönüş yolculuğuna kalkışmamız mümkün değildi; akıntı çok kuvvetliydi. Oradan bir çıkış yolu bulmaya karar verdik. Salın içinde ayağa kalksak tavana değebileceğimizi fark ettim sonra, bu da suyun nerdeyse mağaranın tavanına kadar yükselmiş olduğunu gösteriyordu. Girişi bir katedrali andırıyordu oysa, yüksekliği yaklaşık on beş metreydi. Varabildi ğim tek sonuç, aşağı yukarı on beş metre derinliğinde bir havuzun üstünde olduğumuzdu.
Salı bir kayaya bağladık, suya dalıp dibe doğru yüzmeye başladık; suda bir hareket, bir akıntı arıyorduk. Suyun yüzeyinde her şey nemli ve sıcakken, bir metre aşağısı buz gibiydi. Bedenim ısı değişikliğini hissetti ve korkuya kapıldım; daha önce hiç duymadığım hayvansı bir korkuydu bu. Yüzeye çıktım. Sho Velez de aynı şeyi hissetmiş olmalıydı. Suyun yüzeyinde birbirimize tosladık.
"Sanırım öleceğiz," dedi ciddi ciddi.
Onun ciddiyetini ve ölüm arzusunu paylaşmaya niyetim yoktu. Çılgınca bir çıkış yolu arıyordum. Sel suları kayaları taşıyıp bir tür baraj yapmış olmalıydı. On yaşındaki bedenimin sığabileceği bir delik buldum taşların arasında. Sho Velez'i aşağı çekip deliği gösterdim. Salın o delikten geçmesi olanaksızdı. Giysilerimizi saldan alıp sıkı bir çıkın yaptık ve onlarla birlikte dalıp deliği bulduk, içinden geçtik.
Lunaparklarda bulunan cinsten bir su kaydırağında bulduk kendimizi. Liken ve yosunlarla kaplı kayalar, uzun bir mesafeyi yaralanmadan kayarak inmemizi sağlamıştı. Ardından katedrale benzeyen muazzam bir mağaraya vardık, burada akıntı devam ediyordu ve su belimize geliyordu. Mağaranın sonundaki gün ışığını gördük ve suda yürüyerek dışarı çıktık. Tek kelime konuşmadan giysilerimizi güneşte yayıp kuruttuk ve kasabaya döndük. Sho Velez babasının salını yitirdiği için son derece üzgündü.
"Babam orada ölürdü," diye kabul etti sonunda. "Onun vücudu bizim geçtiğimiz delikten sığmazdı. Bunun için fazla iri, o. Babam iri yarı, şişman bir adam," dedi. "Ama geri dönüp girişe yürüyebilirdi; o kadar güçlüdür."
Bundan kuşkuluydum. Hatırladığıma göre, arazideki meyilden ötürü akıntı bazen son derece süratleniyordu. İri yarı bir adamın, başka bir umudu kalmayınca, iplerin yardımıyla ve çok büyük çaba sarfederek geriye yürümeyi belki de başarabileceği sonucuna vardım.
Sho Velez'in babası orada ölür müydü, ölmez miydi meselesi o zaman çözülmeden kalmıştı ama bana dert değildi bu. Benim içim önemli olan, hayatımda ilk kez kıskançlığın sızısını duyuşumdu. Sho Velez, yaşamım boyunca gıpta ettiğim tek varlıktı. Uğruna öleceği birine sahipti o, ve bunu bana kanıtlamıştı; benimse uğrunda öleceğim kimsem yoktu, böylece kanıtlamış olduğum bir şey de yoktu.
Simgesel biçimde, tüm onuru Sho Velez’e bıraktım. Zaferi eksiksizdi. Ben çekildim. Kasaba onun kasabasıydı, insanlar onun insanlarıydı, ve bildiğim kadarıyla onların arasında en iyi olan oydu. O gün ayrıldığımızda, sonradan köklü bir gerçeğe dönüşen çok basmakalıp bir laf ettim, "Onların kralı ol, Sho Velez," dedim. "En büyük sensin."
Onunla bir daha hiç konuşmadım. Arkadaşlığımızı kasıtlı olarak bitirdim. Beni ne kadar derinden etkilediğini göstermek için yapabileceğim en iyi jest buymuş gibi geliyordu.
Don Juan benim Sho Velez'e olan gönül borcumun ebedi olduğuna inanıyordu; uğrunda yaşanacak bir şeyimiz olduğuna karar vermeden önce, uğrunda ölünecek bir şeyimiz olması gerektiğini bana öğretmiş olan tek kişiydi o.
"Uğruna ölünecek bi şeyin yoksa," demişti don Juan bir zamanlar, "yaşamak için bi nedenin olduğunu nasıl ileri sürebilirsin ki? İkisi iç içedir; ama dümendeki ölümdür."
Don Juan’ın yaşamımın ve ölümümün ötesinde borçlu olduğumu düşündüğü üçüncü insan, anneannemdi. Büyükbabama—erkek modelime—duyduğum körü körüne sevgi yüzünden, o evdeki gerçek güç kaynağının benim çok eksantrik büyükannem olduğu gerçeğini gözden kaçırmıştım.
Ben evlerine gelmeden yıllarca önce, büyükannem bölgenin yerlisi bir Kızılderiliyi linç edilmekten kurtarmıştı. Adamı büyücülük yapmakla suçluyorlardı. Öfkeli bir kalabalık Kızılderiliyi büyükannemin arazisinde asmaya kalkmıştı. Bü yükannem üzerlerine gelmiş ve linçi durdurmuştu. Kalabalıktakilerin tümü onun vaftiz çocuklarıydı; kendisine karşı çıkmaya cesaret edemediler. Yerliyi ipten indirdi ve tedavi etmek için evine götürdü. İp adamın boğazında derin bir yara açmıştı.
Adamın yaraları iyileşti, ama o büyükannemin yanından bir daha ayrılmadı. Yaşamının linç günü sona erdiğini, ve yeni ömrünün artık kendisine değil, büyükanneme ait olduğunu iddia ediyordu. Sözünün eri bir adam olarak hayatını büyükanneme adadı. Büyükannemin özel uşağı, vekilharcı ve danışmanıydı. Teyzelerimin anlattığına göre, son derece içerledikleri bir şey yaptırmıştı büyükanneme; yetimhaneden yeni doğmuş bir oğlan çocuğu alıp evlat edinmesini öğüt vermişti ona.
Ben evlerine geldiğimde, büyükannemin evlat edindiği çocuk otuzlu yaşlarının sonlarına varmıştı bile. Büyükannem okuması için Fransa'ya göndermişti onu. Bir öğle sonrası, hiç beklenmedik bir zamanda, son derece zarif giyimli, iri kıyım bir adam evin önünde taksiden indi. Şoför deri valizlerini iç avluya taşıdı. İri yarı adam şoföre yüklü bir bahşiş verdi. Hatlarının çarpıcılığını ilk bakışta fark etmiştim. Uzun, kıvırcık saçları ve uzun, kıvırcık kirpikleri vardı. Güzel sayılmazdı ama müthiş yakışıklıydı. En hoş tarafı, beni anında ele geçiren, ışık saçan kocaman tebessümüydü.
"Adını sorabilir miyim, genç adam?" dedi, hayatımda duyduğum en güzel ses.
Bana genç adam diye hitap edişiyle bir anda gönlümü kazanmıştı. "Benim adım Carlos Aranha, efendim," dedim, "ben de sizinkini sorabilir miyim?"
Yapmacık bir şaşkınlık hareketi yaptı. Gözlerini kocaman açıp, sanki üzerine saldırmışım gibi geriye doğru sıçradı. Sonra kahkahalarla gülmeye başladı. Sesini duyan büyükannem avluya çıktı. İri yarı adamı gördüğü anda küçük bir kız gibi çığlık atarak büyük bir sevgiyle sarıldı ona. Adam onu kuş gibi havaya kaldırıp döndürdü. Çok uzun boylu olduğunu fark ettim. İri kıyımlığı boyunu gizliyordu. Profesyonel dövüşçülerin vücuduna sahipti aslında. Onu gözetlediğimi fark etmiş gibiydi. Pazularını şişirdi.
"Zamanında biraz boks yaptım, efendim," dedi, ne düşündüğümün tümüyle farkında.
Büyükannem onu bana tanıştırdı. Onun oğlu Antoine, canı, gözünün bebeği olduğunu söyledi; dramaturg, tiyatro yönetmeni, yazar ve şair olduğunu ekledi.
Benim hayranlığımı kazanan yanı, atletik yapılı olmasıydı. Evlat edinilmiş olduğunu başta anlamamıştım. Ancak onun ailenin öbür üyelerine hiç benzemediğinin de farkındaydım. Ailemin tüm üyeleri yürüyen cesetlere benzerken, onun canlılığı içinden dışarı fışkırıyordu. Birbirimizle harika bir şekilde kaynaştık. Kum torbasıyla boks çalışmasına bayılıyordum, onu yalnız yumruklamıyor, tekmeliyordu da; boksla tekme sporu karışımı garip bir stili vardı. Vücudu bir kaya kadar sertti.
Bir gün Antoine bana hayattaki en büyük tutkusunun ünlü bir yazar olmak olduğunu itiraf etti.
"Her şeyim var," dedi. "Hayat bana çok cömert davrandı. Sahip olmadığım tek şey, hayattaki tek isteğim: yetenek. Esin perileri beni sevmiyor. Okuduklarımdan hoşlanıyorum, ama okumayı sevdiğim şeylerin benzerlerini yaratamıyorum. Azap veriyor bu bana; esin perilerini baştan çıkartacak disiplin ve cazibeden yoksunum, bu yüzden hayatım öylesine boş ki."
Antoine tek varlığının annesi olduğunu söyleyerek devam etti. Büyükannemin kendisinin dayanağı, desteği, ruh ikizi olduğunu anlattı. Son olarak beni çok rahatsız eden bir şey söyledi. "Annem olmasaydı," dedi, "hayatta olmazdım."
O zaman büyükanneme ne kadar derinden bağlı olduğunu anladım. Şımarık çocuk Antoine hakkında teyzelerimin bana anlattığı bütün o dehşetengiz öyküler zihnimde tam bir açıklığa kavuştu aniden. Büyükannem onu telafisi mümkün olmayan bir şekilde şımartmıştı. Ancak birlikte öylesine mutlu görünüyorlardı ki; Antoine'in elleri hâlâ bir çocuk imişçesine büyükannemin kucağında, saatler boyu başbaşa otururken görüyordum onları. Büyükannemin hiç kimseyle o denli uzun süre konuştuğunu görmemiştim.
Bir gün aniden, Antoine hiç durmadan yazmaya başladı. Bölge tiyatrosunda bir oyun yönetiyordu; kendi yazdığı bir oyundu bu. Sahnelendiğinde büyük bir başarı kazandı. Yerel gazetelerde şiirleri basılıyordu. Yaratıcılık şimşeği çakmış olmalıydı. Fakat bu birkaç ay sürdü sadece, ve ardından her şey sona erdi. Kasaba gazetesinin editörü Antoine'ı kınadığını ilan etti, onu eser hırsızlığıyla suçladı, ve bunun kanıtını gazetesinde yayınladı.
Büyükannem oğlunun yaptıklarını duymak bile istemiyordu, elbette. Yaşananlara getirdiği açıklama, bunun esaslı bir kıskançlık meselesi olduğundan ibaretti. Kasabadaki hiç kimse oğlunun zarafetini, stilini çekemiyordu. Kişiliğini, zekâsını çekemiyorlardı. Adam gerçekten de bir zarafet ve kibarlık örneğiydi. Ama tam bir eser hırsızıydı da; hiç kuşku yoktu buna.
Antoine hiç kimseye açıklamada bulunmaya kalkışmadı. Bu konuda soru soramayacak kadar fazla seviyordum onu. Zaten umrumda da değildi. Kendine göre nedenleri vardır diye düşünmüştüm. Ama bir şeyler kırılmıştı sanki, ve o günlerin ardından yaşamlarımızda çok hızlı değişimler olmaya başladı. Evde her gün öyle esaslı değişiklikler oluyordu ki, en iyisinden en kötüsüne kadar her şeyi beklemeye alışmıştım artık. Bir gece büyükannem dramatik bir edayla Antoine'ın odasına girdi. Gözlerinde daha önce hiç görmediğim sert bir ifade vardı. Konuşurken dudakları titriyordu.
"Korkunç bir şey oldu, Antoine," diye başladı.
Antoine durdurdu onu. Açıklamasına izin vermesi için yalvardı.
Büyükannem hemen onun sözünü kesti, "Hayır, Antoine, hayır," dedi sertçe. "Seninle ilgisi yok bunun. Bu benimle ilgili. Senin bu zor günlerinde, daha da önemli bir şey oldu. Antoine, sevgili oğlum, benim zamanım kalmadı.
"Bunun engellenemeyecek bir şey olduğunu anlamalısın," diye devam etti. "Ben gitmek zorundayım, ama senin kalman gerek. Sen benim bu hayatta gerçekleştirmiş olduğum her şeyin bütünüsün. İyi ya da kötü, Antoine, ben neysem, sen de osun. Yaşama asıl. Sonunda gene birlikte olacağız nasıl olsa. Ama bu arada, Antoine, bir şeyler yap. Bir şeyler yap da, ne olursa olsun."
Antoine'ın bedeninin ıstırapla titrediğini gördüm. Tüm varlığının, bedenindeki bütün kasların, tüm kuvvetiyle adeta kasıldığını gördüm. Kendi sorununu unutmuştu bir anda; sanki bir nehirden çıkıp okyanusa yelken açmış gibiydi.
"Bana ölene dek pes etmeyeceğine söz ver!" diye bağırdı büyükannem.
Antoine başını salladı.
Ertesi gün büyükannem Büyücü-danışmanının öğüdüne uyarak, hatırı sayılır boyutlardaki mal varlığının tümünü paraya çevirdi ve paranın hepsini oğlu Antoine’a teslim etti. Ve bir gün sonra, sabahın erken saatlerinde, on yaşımın gözlerinin tanık olduğu en garip sahne yaşandı önümde; Antoine'ın annesine veda anı. Her şey bir film setindeki kadar gerçek dışıydı; bir öykü kurgulanmış, kâğıda dökülmüş, bir yazarın yapacağı bir dizi ayarlamayla birlikte bir yönetmen tarafından sahneye konulmuştu sanki.
Büyükannemin evinin avlusu, sahneydi. Antoine baş aktör, büyükannem de baş aktristi. Antoine o gün yolculuğa çıkıyordu. Limana gitmek üzereydi. Bir İtalyan yolcu gemisine binecek, Atlantik'i aşıp Avrupa'ya doğru rahat bir yolculuk yapacaktı. Her zamankinden daha da şık giyinmişti. Evin kapısında bir taksi bekliyor, şoför sabırsızlıkla kornaya basıyordu.
Antoine'ın annesi için bir şiir yazmaya umutsuzca çabalayarak ateşler içinde geçirdiği son gecesinin tanığıydım.
"Beş para etmez," demişti bana. "Yazdıklarımın hiçbiri beş para etmez. Ben bir hiçim."