1

Konu: 16 - Uçuruma Atlayış

YASSI DORUĞA GİDEN tek bir yol vardı yalnızca. Üzerine çıktığımızda, burasının uzaktan göründüğü kadar geniş olmadığını anladım. Bitki örtüsünün de aşağıdakinden farkı yoktu: kalın dallı, belli belirsiz ağaçları andıran soluk yeşil çalılıklar.

İlk başta kanyonu görmemiştim. Don Juan beni oraya götürdüğünde fark ettim ki yassı doruk bir uçurumla sonlanıyordu; burası aslında bir masa dağ değil, hatırı sayılır büyüklükte bir dağın doruğundaki düzlüktü. Dağın şekli yuvarlaktı ve doğu ile güney yüzü aşınmıştı, ancak batı ve kuzey tarafları adeta bıçakla kesilmiş gibiydiler. Uçurumun kenarından vadinin belki iki yüz metre derinlikteki tabanını görebiliyordum. Orası da her tarafta büyüyen o kalın çalılarla kaplıydı.

Bu dağ tepesinin güneyine ve kuzeyine düşen bütün küçük dağ silsilelerinin artık var olmayan bir nehir tarafından oyulmuş, milyonlarca yıllık devasa bir kanyonun parçaları olduğu açıkça belliydi. Erozyon kanyonun kenarlarını yok etmişti. Bazı noktalarda yerle bir hizaya kadar inmişlerdi. Bozulmamış tek bölümü üzerinde durduğum yerdi.

"Yekpare bi kaya," dedi don Juan, düşüncelerimi okumuş gibi. Çenesiyle vadinin dibini imledi. "Bi şey burdan aşağı düşse, ordaki kayalığın üzerinde paramparça olur."

O gün, o dağın tepesinde don Juan'la aramdaki ilk konuşma buydu. Oraya gitmeden önce, bana yeryüzündeki zamanının sonuna geldiğini anlatmıştı. Nihai yolculuğuna çıkmak üzereydi. Söyledikleri dayanılmaz şeylerdi benim için. Denetimimi tümüyle yitirmiş, bir çeşit esrik bölünmüşlük haline girmiştim; bu biraz sinir krizi geçiren insanların yaşadıkları türden bir şeyi andırıyordu. Benliğimin bileşik halde kalan tek bölümü çekirdek parçamdı: çocukluğumdaki ben. Gerisi belirsizliklerden, kuşkulardan ibaretti. O denli uzun süre böyle parçalara bölünmüş vaziyette yaşamıştım ki, bir kez daha bölünmek bu dayanılmaz durumdan çıkmam için tek çare oluyordu.

Bunun ardından değişik farkındalık düzeylerim arasında son derece garip bir etkileşim gerçekleşti. Don Juan, yoldaşı don Genaro, iki çömezi Pablito ile Nestor ve ben o dağın tepesine tırmanmıştık. Pablito, Nestor ve ben çömezler olarak son görevimizi yerine getirecektik: bir uçuruma atlamaktı bu; don Juan'ın bana çeşitli farkındalık düzeylerinde açıkladığı, ancak bugüne kadar benim için bir muamma halinde kalmış olan son derece akıl ermez bir olay.

Don Juan not defterimi çıkarıp birlikte geçireceğimiz son dakikalar hakkında not tutmaya başlamamı söyleyerek dalga geçti benimle. Göğsümü hafifçe dürtüp gülmesini gizlemeye uğraşarak, savaşçı-gezginin yoluna da not tutarak girmiş olduğum için en uygununun bu olduğu konusunda güvence verdi.

Don Genaro araya girip, bizden önceki savaşçı-gezginlerin de bilinmeyene yolculukları öncesinde aynı düz dağ doruğunda durduklarını söyledi. Don Juan bana döndü ve yumuşak bir sesle, çok yakında kendi kişisel erkimin gücüyle sonsuzluğa gireceğimi, ve don Genaro'yla kendisinin sadece bana elveda demek için orada olduklarını belirtti. Don Genaro gene araya girip, benim de onlara aynı şeyi yapmak üzere orada bulunduğumu söyledi.

"Bi kez sonsuzluğa girdiğinde," dedi don Juan, "seni geri getirmemiz için bize bel bağlayamazsın. Artık senin kararın gereklidir. Dönüp dönmemeye yalnızca sen karar verebilirsin. Aynı zamanda seni uyarmalıyım ki savaşçı-gezginlerin pek azı sonsuzlukla bu türden bi karşılaşma sonunda hayatta kalmıştır. Sonsuzluk inanılmaz ölçüde baştan çıkarıcıdır. Bir savaşçı-gezgine bu karışık, zorlayıcı, gürültücü ve acı dolu dünyaya dönmek hiç de cazip gelmez. Kalma ya da dönme konusundaki kararının mantıklı bi seçim yapma meselesi değil, bi niyetlenme meselesi olduğunu bilmelisin.

"Dönmemeyi seçersen," diye devam etti, "yeryüzü seni yutmuşçasına gözden kaybolacaksın. Ama geri gelmeyi seçersen eğer, o zaman dişini sıkıp görevin her ne ise başarı ya da başarısızlıkla sonuçlanana dek gerçek bir savaşçı-gezgin gibi beklemen gerek."

Cvp: 16 - Uçuruma Atlayış

Ardından farkındalığımda anlaşılması çok zor bir değişme başladı. Birtakım insanların yüzlerini anımsamaya başlamıştım, ama onları tanıdığımdan emin değildim; oysa garip bir keder ve sevgi yükseliyordu içimde. Don Juan’ın sesi artık işitilmez olmuştu. Karşılaştığımdan bile içtenlikle kuşku duyduğum insanların hasretini çekiyordum. Kim idilerse, bu insanlara karşı içim birdenbire dayanılmaz bir sevgiyle dolmuştu. Onlar için hissettiklerim tüm sözcüklerin ötesindeydi, oysa kim olduklarını çıkaramıyordum bile. Varlıklarını sezinliyordum yalnızca, sanki daha önce bir başka hayat daha yaşamışım gibiydi; ya da bir rüyada yer alan kişiler için duygulanmaktaydım. Dış görünüşlerinin değişmekte olduğunu sezinledim; ilk başta uzundular, sonra ufak tefek kaldılar. Değişmeden kalan öz varlıklarıydı, bu da duyduğum dayanılmaz özlemi yaratan şeyin ta kendisiydi.

Don Juan yanıma geldi ve şöyle dedi, "Anlaşma senin gündelik dünyanın farkındalığında kalman üzerine yapılmıştı." Sert ve amirane bir tonda konuşuyordu. "Bugün somut bi görev ifa edeceksin, uzun bi zincirin son halkası bu, ve bunu en mantıklı ruh halinde yapman gerekiyor."

Don Juan bana hiç bu ses tonuyla hitap etmemişti. O anda farklı bir adamdı, oysa benim için tümüyle bildikti de. Uysal bir şekilde itaat ettim ve günlük yaşam dünyasının farkındalığına geri döndüm. Ancak bunu yaptığımı bilmiyordum. O gün, don Juan'a korku ve saygıdan dolayı gönülsüzce boyun eğmişim gibi geliyordu bana.

Don Juan bunun ardından benimle alışık olduğum tonda konuştu. Söyledikleri de çok bildik şeylerdi. Bir savaşçı-gezginin omurgasının alçakgönüllülük ve çalışkanlık olduğunu, hiçbir şey beklemeden edimde bulunmak ve onu bekleyen her şeye başarıyla karşı koymak olduğunu söylüyordu.

O anda farkındalık düzeyimde tekrar bir değişime girdim. Zihnim bir düşünceye, kederli bir duyguya odaklandı. Birtakım insanlarla birlikte ölmek üzere bir anlaşma yaptığımı anımsamıştım, ama kim olduklarını çıkaramıyordum. Yalnız ölmemin yanlış olacağını biliyordum, bundan hiç kuşkum yoktu. Istırabım dayanılmaz bir hal aldı.

Don Juan benimle konuştu. "Yalnızız," dedi, "hep öyleyiz, ama yalnız ölmek tek başına ölmek demek değildir."

Gerginliğimi atmak için havayı bütün gücümle içime çekiyordum. Derin nefesler aldıkça zihnim berraklaştı.

"Biz erkeklerin sorunu, zayıflığımız," diye devam etti. "Bizim farkındalığımız gelişmeye başladığında, bi sütun gibi büyür; ışıltılı varlığımızın tam orta noktasında yerden yukarıya doğru yükselir. Ona bel bağlayabilmemiz için bu sütunun hatırı sayılır bi boya erişmesi gereklidir. Hayatının bu döneminde, bi büyücü olarak, yeni farkındalığının kontrolünü kolayca elinden kaçırıyorsun. Böyle olduğunda yaptığın her şeyi, savaşçı-gezginin yolunda gördüğün her şeyi unutuyorsun, çünkü bilinçliliğin günlük yaşamın farkındalığına geri kayıyor. Her erkek büyücünün görevinin, savaşçı-gezginin yolunda yaptığı ve gördüğü her şeyi, yeni farkındalık düzeylerinde bulunduğu sırada da kullanıma elverişli hale getirmek olduğunu açıklamıştım sana. Her erkek büyücünün sorunu, farkındalığının yeni düzeyini yitirip yere çakılması an meselesi olduğundan, her şeyi kolayca unutmasıdır."

"Ne demek istediğini çok iyi anlıyorum, don Juan," dedim. "Belki de şu anda ilk kez, her şeyi unutup da sonradan hepsini anımsamamın nedenini tam olarak anladım. Bendeki bu kaymaların hep kişisel bir bozukluktan kaynaklandığına inanırdım; şimdi bunların neden olduğunu biliyorum, ama ne bildiğimi ifade edemiyorum."

"İfadeler konusunda kaygılanma," dedi don Juan. "Vakti gelince her şeyi ifade edeceksin. Bugün içsel sessizliğinin üzerinde, nasıl olduğunu bilmeden bildiğin şeyin üzerinde edimde bulunmalısın. Ne yapman gerektiğini mükemmelen biliyorsun, ama bu bilgi henüz düşüncelerinde biçimlenmiş değil."

Somut düşünceler ve duyumlar düzeyinde bütün bildiğim, zihnimin parçası olmayan bir şey bildiğime dair belirsiz bir duyguydu. Ardından, aşağı doğru kocaman bir adım atmışım gibi hissettim, çok net bir duyguydu, sanki içimde bir şey aşağıya düşmüştü. Nerdeyse bir darbe gibiydi. O anda başka bir farkındalık düzeyine girdiğimi anlamıştım.

O zaman don Juan bana, bir savaşçı-gezginin arkada bıraktığı tüm insanlara veda etmesinin bir zorunluluk olduğu söyledi. Vedasını yüksek ve açık bir tonla dile getirmeli, böylece bağırışının ve duygularının o dağlarda ebediyen kalmasını sağlamalıydı.

Uzun süre duraksadım; sıkılganlıktan değil, teşekkürlerimin kimleri kapsayacağına karar veremediğim içindi bu. Büyücülerin bir savaşçı-gezginin kimseye borçlu olamayacağı görüşünü tümüyle özümsemiştim.

Don Juan büyücülerin bir belitini kafama iyice sokmuştu:

Savaşçı-gezginler, kendilerine sunulan her yardım ya da hizmetin karşılığını zarafetle, cömertlikle ve eşsiz bir kolaylıkla öderler. Böylece gönül borcu duymanın yükünden kurtulmuş olurlar.

Beni ilgi ve ihtimamları ile onurlandırmış olan herkese borcumu ödemiş, ya da ödemekteydim. Hayatımı öyle derinlemesine özetlemiştim ki, kaldırılmadık tek taş bırakmamıştım. Kimseye hiçbir borcum olmadığına o günlerde gerçekten inanıyordum. Bu inancımı ve duraksamamı don Juan'a dile getirdim.

Don Juan hayatımı gerçekten mükemmel özetlediğimi söyledi, ama borçlardan azade olmanın çok uzağında olduğumu da ekledi.

"Ya hayaletlerin?" diye devam etti. "Artık dokunamayacakların?"

Ne dediğini biliyordu. Özetlemem sırasında ona yaşantımdaki her olayı aktarmıştım. Anlattığım yüzlerce olayın içinden üç tanesini yaşamımın ilk yıllarında girdiğim gönül borçlarına örnek olarak ayırmış, bunlara bir de kendisiyle tanışmamda aracılık eden arkadaşıma olan gönül borcumu eklemişti. Arkadaşıma gönül dolusu teşekkür etmiş, ve uzaklarda bir yerlerde teşekkürlerimin kabul edildiğine dair duyumlar hissetmiştim. Öbür üçü ise yaşamımdan olaylar olarak kalmıştı; bana inanılması güç birer armağan veren, ve kendilerine asla teşekkür edemediğim insanların öyküleriydi onlar.

Bu öykülerden biri, çocukken tanımış olduğum bir adam hakkındaydı. Adı Leandro Acosta'ydı. Büyükbabamın baş düşmanı, başının belasıydı. Büyükbabam defalarca bu adamı tavuk çiftliğinden tavuk çalmakla suçlamıştı. Bir serseri değildi adam; ama kalıcı, düzgün bir işi de yoktu. Bağımsız biriydi, bir kumarbazdı ve bir sürü işin de ustasıydı; kerameti kendinden menkul bir şifacıydı, avcıydı, bölgedeki şifalı bitki satıcıları için bitki ve böcek örnekleri, doldurulmuş hayvan yapımcıları ya da evcil hayvan mağazaları için her cins kuş ya da memeli türleri toplardı.

İnsanlar onun yığınla para kazandığına, ama bunları biriktirmeyi ya da bir işe yatırmayı beceremediğine inanıyorlardı. Aleyhinde konuşanlar da, dostları da onun en iyi bildiği işi yaparak—bitki toplayıp hayvan avlayarak—bölgedeki en başarılı işi kurabilecekken, kendisini yerinde duramayan, hiçbir şeyde yeterince sebat edemeyen biri haline getiren garip bir hastalıkla lanetlenmiş olduğunu söylerlerdi.

Bir gün büyükbabamın çiftliğinin sınır boyunda gezinirken, ormanın kıyısındaki sık çalılığın içinden birinin beni gözetlediğini fark ettim. Bay Acosta'ydı. Balta girmemiş ormanın kıyısındaki çalılıkların içinde çömelmiş duruyordu, ve sekiz yaşımın keskin gözleri olmasaydı farkına varılması mümkün değildi.

"Büyükbabamın, adam tavuk çalmaya geliyor diye düşünmesine şaşmamalı," dedim kendi kendime. Benden başka hiç kimsenin onu göremeyeceğini düşünüyordum, kıpırtısızlığıyla gözlerden o kadar iyi gizlenmişti ki. Çalılıklarla adamın silüeti arasındaki ayrımı gözlerimden çok duygularımla yakalamıştım. Ona yaklaştım. İnsanların bazıları onu acımasızca reddederken öbürlerinin onu tutkuyla sevmeleri müthiş merakımı uyandırıyordu.

"Ne yapıyorsunuz orda, Bay Acosta?" diye sordum, bir cesaret.

"Büyükbabanın çiftliğini seyrederek sıçıyorum," dedi, "onun için ben kalkmadan toz olsan iyi olur, bok kokusunu seviyorsan başka tabii."

Azıcık uzaklaştım. Gerçekten söylediğini mi yapıyor diye merak etmiştim. Öyle yapıyordu. Kalktı. Çalılıklardan çıkıp büyükbabamın arazisine gireceğini ve belki yol boyunca yürüyeceğini ummuştum, ama öyle yapmadı. Ormanın içine doğru yöneldi.

"Hey hey, Bay Acosta!" diye seslendim. "Sizinle gelebilir miyim?"

Durduğunu fark ettim, bu da gene açık görüntüden çok duygulara dayanıyordu, çünkü çalılık çok sıktı.

"Çalılığın içine bir giriş bulabilirsen gelebilirsin tabii," dedi.

Bu zor değildi benim için. Aylak aylak dolaşırken giriş yerlerinden birini kocaman bir kayayla işaretlemiştim. Bitmez tükenmez deneme yanılmalardan sonra sürünerek girilebilecek bir açıklık keşfetmiştim; üç-dört metre kadar ilerleyince ayağa kalkıp yürüyebileceğim bir patikaya açılıyordu bu aralık.

Bay Acosta bana doğru yaklaşıp şöyle dedi, "Bravo ufaklık! Becerdin. Evet, istersen benimle gelebilirsin.*

Bay Acosta ile ilişkim böyle başladı. Günlük av seferlerine çıkıyorduk. Nereye gittiğimi kimselere söylemeden şafak vaktinden günbatımına kadar ortalıktan kaybolmaya başlamıştım; bu yüzden ilişkimiz açığa çıktı ve sonunda büyükbabam beni fena halde azarladı.

"Arkadaşlarını iyi seçmelisin," dedi, "yoksa sonunda onlara benzersin. Bu adamın senin üzerinde herhangi bir tesir yapmasına tahammül edemem. Seni de kolaylıkla kendi havasına sokabilir, bunu bilesin. Ve aklını da etkileyip, tıpkı kendininki gibi yararsız hale getirir. Sana söylüyorum, buna bir son vermezsen eğer, ben yaparım bunu. Tavuklarımı çalıyor diye suçlayıp polisleri peşine salarım; sen de bal gibi biliyorsun ki her gün hırsızlığa geliyor."

Büyükbabama bu suçlamasının saçmalığını göstermeye çalıştım. Bay Acosta'nın tavuk çalmaya ihtiyacı yoktu ki. Emrindeki uçsuz bucaksız tropikal orman tümüyle onundu. İstediği her şeyi o ormandan elde edebilirdi. Ama tartışmaya girmem büyükbabamı büsbütün kızdırdı. O zaman büyükbabamın içten içe Bay Acosta’nın özgürlüğüne imrendiğini anladım, ve Bay Acosta gözümde yalnızca iyi bir avcı olmaktan çıkıp, yasak oldukları halde arzulanan şeylerin nihai ifadesi haline geldi.

Bay Acosta’yla geçirdiğim zamanı kısıtlamayı denedim, ama bu birlikteliğin cazibesi karşı koyamayacağım kadar fazlaydı benim için. Sonra bir gün, Bay Acosta ve üç arkadaşı, bana Bay Acosta’nın daha önce hiç denemediği bir şeyi yapmamı önerdiler: bir akbabayı incitmeden, canlı yakalamayı. Bay Acosta bana bölgedeki akbabaların devasa boyutlarda olduğunu, kanat açıklıklarının bir buçuk-iki metre geldiğini, vücutlarında yedi farklı tür et bulunduğunu ve bu etlerin her birinin değişik özelliklerde şifacılık amaçları için kullanıldığını anlattı. Dediğine göre makbul olan akbabanın yaralanmadan yakalanmasıydı. Akbabanın şiddet gösterilmeden, uyutularak öldürülmesi gerekiyordu. Onları vurmak kolaydı, ama o zaman etleri şifa verici özelliklerini yitiriyordu. Yani asıl maharet onları canlı yakalamaktaydı ki bu da yapılmış şey değildi. Bay Acosta ancak benim ve üç arkadaşının yardımıyla bu işi halledebileceğini hesaplamıştı. Bunun, akbabaların davranışlarını incelediği yüzlerce olayın sonucunda varılmış doğal bir sonuç olduğuna dair bana güvence veriyordu.

"Bu işi becermek için ölü bir eşek lazım; o da bizde var," diye bildirdi heyecanla.

Cvp: 16 - Uçuruma Atlayış

Bana baktı, ölü eşekle ne yapılacağı sorusunu bekliyordu. Sorulmayınca kendiliğinden devam etti.

"Bağırsaklarını çıkarıp, karnı yuvarlaklığını korusun diye yerine bir kaç sopa yerleştiririz.

"Hindi akbabalarının sürü başı, kraldır; ondan büyüğü, ondan akıllısı yoktur," diye sürdürdü sözlerini. "Onunkilerden keskin göz olmaz. Onu kral yapan da budur. Ölü eşeği fark edip üzerine ilk inen de o olacak. Sahiden ölü mü diye iyice koklamak için, rüzgârın geliş yönünde hayvanın yakınına konacak. Eşeğin karnından çıkardığımız bağırsakları ve öbür yumuşak organları hayvanın arka tarafına, dışarıya yığacağız. Sanki vahşi kedinin biri daha önce birazını yemiş gibi duracak, böylece. Sonra akbaba ağır ağır ölü eşeğe yaklaşacak. Hiç acele etmeyecek. Yarı hoplayıp yarı uçarak sonunda eşek leşinin sağrısına konacak ve hayvanı sallamaya başlayacak. Hayvanı dört tarafından kazıklarla toprağa çakmasak onu ters çevirir, aslında. Bir süre sağrının üstünde dikilecek; öbür akbabaların gelip yöresine konmaları için bir işaret olacak bu. Ancak sürüsündekilerden üçü dördü yanına konduğunda kral akbaba işine başlayacak."
"Peki bütün bunların içinde ben nerdeyim, Bay Acosta?"
diye sordum.

"Sen, eşeğin içinde saklanıyorsun," dedi ifadesiz bir yüzle. "Çok kolay. Ben sana özel tasarım bir çift deri eldiven veriyorum, sen içerde oturup bekliyorsun; ta ki kral hindi akbabası müthiş güçlü gagasıyla ölü eşeğin kıçının deliğini yırtarak kafasını içeri sokup yemeye başlayana kadar. Sonra iki elinle onu boynundan yakalayıp bırakmıyorsun.

"Üç arkadaşımla ben derin bir vadinin içinde at sırtında saklanıyor olacağız. Ben operasyonu dürbünle izleyeceğim. Senin kral akbabayı boynundan yakaladığını görür görmez dörtnala fırlayıp akbabanın tepesine çökeceğiz ve onu bastıracağız."

"O akbabayı bastırabilir misiniz, Bay Acosta?" diye sordum ona. Maharetinden kuşku duyduğumdan değildi, sadece emin olmak istiyordum.

"Elbette yapabilirim!" dedi, sonsuz bir güvenle. "Hepimiz eldivenler ve deri tozluklar takacağız. Akbabanın tırnakları epeyce güçlüdür. Bir incik kemiğini çırpı gibi kırabilir."

Hiç kaçışım yoktu. Öyle bir heyecan sarmıştı ki beni, kurtulmam mümkün değildi. O anda Bay Acosta'ya sınırsız bir hayranlık duyuyordum. Gerçek bir avcıydı o benim için— becerikli, kurnaz, bilgili.

"Pekâlâ, hadi yapalım öyleyse," dedim.

"İşte benim oğlum!" dedi Bay Acosta. "Ben de senden bunu bekliyordum."

Eyerinin arkasına kaim bir battaniye yerleştirmişti. Arkadaşlarından biri beni kaldırıp Bay Acosta'nm atının üzerine, eyerin hemen arkasındaki battaniyenin üstüne oturttu.

"Eyere tutun," dedi Bay Acosta, ve bu arada battaniyeyi de tut."

Telaşsız bir tırıs tutturduk. Bir saate yakın gittikten sonra kurak ve ıssız düzlüklere ulaştık. Pazardaki işportaçı tezgâhlarını andıran bir çadırın önünde durduk. Düz bir güneşlik tentesi vardı. Altında da kahverengi ölü bir eşek yatıyordu. Pek o kadar yaşlı görünmüyordu, bir sıpaya benziyordu daha çok.

Ne Bay Acosta ne de arkadaşları, eşeği bulmuş mu yoksa öldürmüş mü olduklarına dair bir açıklamada bulunmadılar. Söylemelerini bekliyordum, ama sormaya da niyetim yoktu. Hazırlıkları yaparlarken Bay Acosta bana çadırı oraya koymalarının nedenini açıkladı; akbabalar çok yükseklerde daireler çizerek uzakları sürekli gözlerlerdi, kendileri göze görünmeyecek kadar yüksekte oldukları halde yerde olup biten hiçbir şeyi kaçırmazlardı.

"Bu yaratıklar sırf gözdür," dedi Bay Acosta. "Kulakları berbattır, burunları da gözleri kadar iyi sayılmaz. Leşteki her deliği tıkamamız gerek. Deliklerden dışarıyı dikizlemeni istemiyorum, çünkü gözünü görürler ve hayatta aşağı inmezler. Hiçbir şey görmemeliler."

Eşeğin karnına çaprazlama sopalar yerleştirip benim içeri sürünebileceğim kadar bir yer bıraktılar. O sırada merakından öldüğüm bir konuyu sormayı nihayet göze aldım.

"Söylesenize Bay Acosta, bu eşek mutlaka hastalanıp ölmüştür, değil mi? Hastalığı bana bulaşır mı dersiniz?"

Bay Acosta gözlerini gökyüzüne kaldırdı. "Hadi! Bu kadar sersem olamazsın. Eşeklerin hastalıkları insana geçmez. Bu maceranın tadını çıkaralım ve abuk sabuk şeylere kafayı takmayalım. Daha kısa boylu olsaydım şimdi o eşeğin göbeğinde ben olurdum. Kral hindi akbabası yakalamak ne demek, biliyor musun sen?"

Ona inanıyordum. Eşsiz bir güven duygusunun beni sarıp sarmalaması için sözleri yeterliydi. Hastalanıp da bu müthiş olayı kaçırmaya niyetim yoktu.

Bay Acosta beni eşeğin içine yerleştirdiğinde korkulu an geldi. Deriyi iskeletin üzerine gerdiler ve kapatmak için dikmeye başladılar. Yalnızca alt tarafta, toprağa değen kısımda havanın girebilmesi için büyük bir açıklık bırakmışlardı. Hayvanın derisi kafamın üzerine tabut kapağı gibi kapandığında dehşet verici dakikalar başlamış oldu. Derin derin soluyor, ve sadece akbabaların kralını boynundan yakalamanın ne heyecan verici olduğunu düşünüyordum.

Bay Acosta bana son dakika yönergeleri verdi. Beni durumdan haberdar etmek ve sıkılıp sabırsızlanmamı önlemek için, kral akbabanın çevrede uçtuğunu ve konduğu anı bana kuş sesine benzeyen bir ıslıkla haber vereceğini söyledi. Ardından çadırın tentesini indirip dörtnala uzaklaştıklarını işittim. Dışarı bakabileceğim tek bir delik bile bırakmamakla iyi etmişlerdi doğrusu, çünkü ilk yapacağım şey bu olurdu. Yukarıya, neler olup bittiğine bakmak için dayanılmaz bir arzu duyuyordum.

Uzun zaman hiçbir şey düşünmeden oturdum. Sonra Bay Acosta'nın ıslığını işittim ve kral akbabanın etrafta dolandığını tahmin ettim; güçlü kanatların çırpılma seslerini duyunca da hiç kuşkum kalmadı; ve sonra aniden ölü eşeğin bedeni fırtınaya tutulmuş gibi sallanmaya başladı. Ardından eşeğin üstünde bir ağırlık hissettim ve kral akbabanın hayvanın üzerine konduğunu ve artık hareket etmediğini anladım. Başka kanat çırpma seslerini ve Bay Acosta'nın uzaktan gelen ıslığını duydum. O zaman kendimi kaçınılmaz olana hazırladım. Eşeğin bedeni sarsılmaya başlamıştı, bir şey derisini parçalamakla meşguldü.

Sonra apansız, kırmızı ibikli, kocaman, çirkin bir kafa, ve ardına kadar açık, delici bir göz içeri daldı. Korkuyla haykırdım ve hayvanın boynunu yakaladım. Kral akbabayı bir anlığına afallatmış olmalıydım, çünkü hiçbir şey yapmadı; bu da bana boynunu daha sıkı kavrama fırsatı verdi; ve ardından iş çığrından çıktı. Hayvan şaşkınlığından sıyrıldı ve beni öyle bir kuvvetle çekti ki sopalara yapıştım, bir an sonra da tüm teşkilatla birlikte yarı yarıya eşeğin bedeninin dışındaydım, can havliyle yapıştığım saldırgan canavarın boynunu da hâlâ sıkı sıkı tutuyordum.

Uzaklardan Bay Acosta'nın dörtnala geldiğini duydum. Bağırıyordu, "Bırak, evlat, bırak, havalanıp seni de götürecek!"

Gerçekten de kral akbaba beni ya kaldırıp uçuracak ya da pençeleriyle paramparça edecekti. Bunu yapamamasının nedeni kafasının eşeğin iç organlarına yarı yarıya gömülmüş olmasıydı. Pençeleri de yere yayılmış olan bağırsakların üzerinde kayıyor ve bana dokunamıyordu bile. Beni kurtaran başka bir şey de, akbabanın boynunu ellerimden kurtarabilmek için var gücüyle çabalarken pençelerini beni yaralayacak kadar ileriye uzatamamasıydı. Bundan sonra ilk fark ettiğim, tam da deri eldivenler ellerimden sıyrıldığı anda Bay Acosta'nın akbabanın tepesine çökmesi oldu.

Bay Acosta sevinçten kendinden geçmişti. "Becerdik, evlat, becerdik!" dedi. "Bir dahaki sefere yere daha uzun kazıklar çakarız ki akbaba çekip çıkaramasın; seni de içeriye kayışla bağlarız."

Bay Acosta ile ilişkimiz ancak bir akbaba yakalayıncaya kadar sürmüştü. Bu olaydan sonra onu izleme arzum başladığı kadar gizemli bir şekilde kayboldu ve bana öğrettiği onca şey için ona teşekkür etme fırsatım hiç olmadı.

Don Juan onun bana avcı sabrını en uygun yaşımda öğrettiğini, ve her şeyin ötesinde, avcının gereksindiği tüm rahatlığı bir başınayken nasıl elde edeceğini gösterdiğini söylemişti.

"Yalnız olmakla bi başına olmayı karıştırmamalısın," demişti bir keresinde. "Benim için yalnız olmak psikolojik bi şeydir, zihinseldir. Bi başına olmaksa fizikseldir. İlki güçten düşürücüdür, İkincisi ise rahatlık verir."

Bütün bunlardan dolayı, don Juan, gönül borcunu savaşçı-gezginlerin kabul ettiği biçimde anlasam da anlamasam da Bay Acosta’ya ebediyen borçlu kalmış olduğumu söylüyordu.

Don Juan'ın borçlu olduğumu düşündüğü ikinci kişi, büyüme çağlarımda tanımış olduğum on yaşlarında bir çocuktu. Adı Armando Velez'di. Tıpkı adı gibi son derece ağır başlı, resmi tavırlı, büyümüş de küçülmüş dedikleri cinsten bir küçük adamdı. Onu çok seviyordum, çünkü sert olmasına karşın çok dost canlısıydı. Kolay kolay gözü korkutulacak biri değildi. Gerektiğinde herkesle dövüşebilirdi, ama hiç de kabadayı sayılmazdı.

Birlikte balık avlamaya giderdik. Kayaların altında yaşayan ve ancak elle tutulabilen minicik balıkları yakalardık. Onları çiğ çiğ yemek için güneş altında kurutur ve bazen bütün gün onlardan başka bir şey yemezdik.

Çok yaratıcı ve becerikli olmasının yanı sıra, iki elini de aynı rahatlıkla kullanabilmesi çok hoşuma giderdi. Bir taşı sol eliyle sağından daha uzağa fırlatabilirdi. Her şeyde sürekli yarışırdık, ve beni hüsrana uğratarak her sefer yenen o olurdu. Kazandığı için adeta özür diler gibi, hep şöyle derdi, "Yavaşlayıp da beni yenmene izin verirsem, benden nefret edersin. Erkekliğine dokunur. Onun için daha fazla gayret et."

Aşırı resmi tavırlarından dolayı ona "Señor Velez" derdik, ama "Señor"u kısaltıp, Güney Amerika'nın benim doğduğum yöresinde yaygın olan şekliyle "Sho'ya çevirmiştik.

Bir gün Sho Velez benden epeyce olağandışı bir şey istedi. Ricasına her zamanki gibi bana meydan okuyarak başlamıştı. "Neyine istersen bahse girerim ki," dedi, "denemeyi hayatta göze alamayacağın bir şey biliyorum.

"Neden söz ediyorsun, Sho Velez?"
"Bir ırmağa salla girmeye cesaret edemezsin."
"Hiç de değil. Taşkın bir ırmakta bunu yaptım bile. Sekiz gün bir adada mahsur kaldım. Bana yiyecek atmak zorunda kalmışlardı."

Cvp: 16 - Uçuruma Atlayış

Bu doğruydu. Çok yakın arkadaşlarımdan bir başkası, lakabı Çılgın Çoban olan bir çocuktu. Bir keresinde sel sırasında bir adada mahsur kalmıştık ve kimse bize ulaşamamıştı. Kasabadakiler selin adayı kaplayıp ikimizi de öldüreceğini düşünüyorlardı. Sepetlere yiyecek koyup, bize ulaşmalarını umarak akıntıya bırakmışlardı, ve sepetler gerçekten bize kadar gelmişti. Bu şekilde açlıktan ölmemizi engellemiş ve sular çekilince salla gelip bizi ırmağın karşısına çekmişlerdi.

"Hayır, bu başka bir olay," diye devam etti Sho Velez, her zamanki allame tavrıyla. "Ben bir yeraltı nehrine salla girmekten bahsediyorum."

Bölgedeki bir ırmağın büyük bölümünün bir dağın içine girdiğini hatırlattı. Irmağın yeraltındaki bölümü her zaman çok fazla merakımı uyandırırdı. Dağın içine giriş yerinde kötü şeyler çağrıştıran büyük bir mağara vardı, burası her zaman yarasalarla doluydu ve amonyak kokuyordu. Yörenin çocuklarına, bu kükürt dumanları ve pis kokularla dolu sıcak deliğinin cehennemin ağzı olduğunu söylerdi büyükler.

"Git işine, Sho Velez, iyi bildin, oraya hayatta gitmem!" diye bağırdım. "On tane canım olsa gene gitmem. Böyle bir şeye kalkışmak için gerçekten kaçık olman lazım."

Sho Velez'in ciddi suratı büsbütün karardı. "Eh," dedi, "o zaman tek başıma yapmam gerek. Sanki seni de kandırırım gibi gelmişti, bir an. Yanılmışım. Kaybettim."

"Hey, Sho Velez, n'oluyor sana? O cehennem gibi yere gitmeye ne zorun var?"

"Buna mecburum," dedi, o boğuk, kısık sesiyle. "Biliyor musun, babam da senin kadar çılgın, yalnız o bir aile babası. Baktığı altı kişi var. Yoksa o da tam bir çılgın olurdu. İki kız kardeşim, iki erkek kardeşim, annem ve ben, hepimiz onun eline bakıyoruz. Her şeyimiz o bizim."

Sho Velez'in babasını tanımıyordum. Hiç görmemiştim onu. Sho Velez babasının ticaretle uğraştığını ve sahip olduğu her şeyin, deyim yerindeyse pamuk ipliğine bağlı olduğunu açıkladı.

"Babam bir sal yaptı ve gitmek istiyor. Bir sefere çıkmak istiyor. Annem bunun sadece lafta kalacağını söylüyor ama ben babama güvenmiyorum," diye devam etti. "Gözlerindeki o çılgın bakışı gördüm. Bugünlerde yapacak bunu, ve eminim ki ölecek. Bu yüzden salı alıp ben gireceğim o nehre, biliyorum öleceğim; ama hiç değilse babam ölmemiş olacak."

Ensemden elektrik akımı gibi bir şeyin geçtiğini hissettim, ve son derece coşku dolu bir sesle şöyle dediğimi duydum, "Yapacağım, Sho Velez. Yapacağım bunu. Evet, evet, harika olacak! Geleceğim seninle!"

Sho Velez'in suratında zoraki bir tebessüm belirdi. Beni kandırmayı başardığı için değil de, onunla birlikte gideceğim için sırıttığını hissettim. Bir sonraki cümlesi bunu açığa vuruyordu. "Benimle gelirsen, ordan sağ çıkmayı başarabilirim, biliyorum," dedi.

Onun sağ kalıp kalmayacağı tasam değildi. Beni harekete geçiren, cesareti olmuştu. Sho Velez'in söylediğini yapacak kadar yürekli olduğunu biliyordum. O ve Çılgın Çoban, kasabadaki en gözü pek çocuklardı. Eşsiz ve olağandışı addettiğim bir şey vardı onlarda: yiğitlik. O koca kasabada başka hiç kimsede yoktu bu özellik. Sınamıştım hepsini. Bana göre hiç birinin ölüden farkı yoktu; bunlara hayatımın aşkı büyükbabam da dahildi. Daha on yaşımdayken, hiçbir kuşku kırıntısı taşımadan biliyordum bunu. Sho Velez'in gözü pekliğini görmek sarsmıştı beni; onunla sonuna kadar birlikte olmak istiyordum.

Gün ağarırken buluşmayı planlamıştık; öyle de yaptık; babasının yaptığı hafif salı kasabanın üç-dört mil dışına, ırmağın yeraltına indiği mağara ağzının bulunduğu alçak yeşil tepelerin oraya kadar birlikte taşıdık. Yarasa dışkılarının kokusu dayanılacak gibi değildi. Sala tırmanıp kendimizi akıntıya bıraktık. Salın içinde fenerler vardı, hepsini hemen yaktık. Dağın içi zifiri karanlık, rutubetli ve sıcaktı. Suyun derinliği sala uygundu ve yeterince hızlı akıyordu, bu yüzden kürek çekmemiz gerekmemişti.

Fenerler garip gölgeler yaratıyordu. Sho Velez bakmamamızın belki daha iyi olacağını, çünkü gerçekten dehşet verici olduklarını fısıldadı kulağıma. Haklıydı; ortalık midemizi alt üst edecek kadar korkunçtu. Işıklar yarasaları rahatsız etmişti, kanatlarını amaçsızca çırparak etrafımızda uçmaya başladılar. Mağaranın içlerine doğru ilerledikçe, yarasalar da kayboldu, kötü kokulu hava solunamayacak kadar ağırlaştı. Bana saatler sürmüş gibi gelen bir yolculuktan sonra bir çeşit havuza vardık; burada su son derece derin ve hareketsizdi. Ana akıntının önü kesilmiş gibiydi sanki.

"Sıkıştık kaldık," diye fısıldadı yine, Sho Velez. "Salın burdan geçmesi imkânsız, geri dönmemizin de yolu yok."

Dönüş yolculuğuna kalkışmamız mümkün değildi; akıntı çok kuvvetliydi. Oradan bir çıkış yolu bulmaya karar verdik. Salın içinde ayağa kalksak tavana değebileceğimizi fark ettim sonra, bu da suyun nerdeyse mağaranın tavanına kadar yükselmiş olduğunu gösteriyordu. Girişi bir katedrali andırıyordu oysa, yüksekliği yaklaşık on beş metreydi. Varabildi ğim tek sonuç, aşağı yukarı on beş metre derinliğinde bir havuzun üstünde olduğumuzdu.

Salı bir kayaya bağladık, suya dalıp dibe doğru yüzmeye başladık; suda bir hareket, bir akıntı arıyorduk. Suyun yüzeyinde her şey nemli ve sıcakken, bir metre aşağısı buz gibiydi. Bedenim ısı değişikliğini hissetti ve korkuya kapıldım; daha önce hiç duymadığım hayvansı bir korkuydu bu. Yüzeye çıktım. Sho Velez de aynı şeyi hissetmiş olmalıydı. Suyun yüzeyinde birbirimize tosladık.

"Sanırım öleceğiz," dedi ciddi ciddi.

Onun ciddiyetini ve ölüm arzusunu paylaşmaya niyetim yoktu. Çılgınca bir çıkış yolu arıyordum. Sel suları kayaları taşıyıp bir tür baraj yapmış olmalıydı. On yaşındaki bedenimin sığabileceği bir delik buldum taşların arasında. Sho Velez'i aşağı çekip deliği gösterdim. Salın o delikten geçmesi olanaksızdı. Giysilerimizi saldan alıp sıkı bir çıkın yaptık ve onlarla birlikte dalıp deliği bulduk, içinden geçtik.

Lunaparklarda bulunan cinsten bir su kaydırağında bulduk kendimizi. Liken ve yosunlarla kaplı kayalar, uzun bir mesafeyi yaralanmadan kayarak inmemizi sağlamıştı. Ardından katedrale benzeyen muazzam bir mağaraya vardık, burada akıntı devam ediyordu ve su belimize geliyordu. Mağaranın sonundaki gün ışığını gördük ve suda yürüyerek dışarı çıktık. Tek kelime konuşmadan giysilerimizi güneşte yayıp kuruttuk ve kasabaya döndük. Sho Velez babasının salını yitirdiği için son derece üzgündü.

"Babam orada ölürdü," diye kabul etti sonunda. "Onun vücudu bizim geçtiğimiz delikten sığmazdı. Bunun için fazla iri, o. Babam iri yarı, şişman bir adam," dedi. "Ama geri dönüp girişe yürüyebilirdi; o kadar güçlüdür."

Bundan kuşkuluydum. Hatırladığıma göre, arazideki meyilden ötürü akıntı bazen son derece süratleniyordu. İri yarı bir adamın, başka bir umudu kalmayınca, iplerin yardımıyla ve çok büyük çaba sarfederek geriye yürümeyi belki de başarabileceği sonucuna vardım.

Sho Velez'in babası orada ölür müydü, ölmez miydi meselesi o zaman çözülmeden kalmıştı ama bana dert değildi bu. Benim içim önemli olan, hayatımda ilk kez kıskançlığın sızısını duyuşumdu. Sho Velez, yaşamım boyunca gıpta ettiğim tek varlıktı. Uğruna öleceği birine sahipti o, ve bunu bana kanıtlamıştı; benimse uğrunda öleceğim kimsem yoktu, böylece kanıtlamış olduğum bir şey de yoktu.

Simgesel biçimde, tüm onuru Sho Velez’e bıraktım. Zaferi eksiksizdi. Ben çekildim. Kasaba onun kasabasıydı, insanlar onun insanlarıydı, ve bildiğim kadarıyla onların arasında en iyi olan oydu. O gün ayrıldığımızda, sonradan köklü bir gerçeğe dönüşen çok basmakalıp bir laf ettim, "Onların kralı ol, Sho Velez," dedim. "En büyük sensin."

Onunla bir daha hiç konuşmadım. Arkadaşlığımızı kasıtlı olarak bitirdim. Beni ne kadar derinden etkilediğini göstermek için yapabileceğim en iyi jest buymuş gibi geliyordu.

Don Juan benim Sho Velez'e olan gönül borcumun ebedi olduğuna inanıyordu; uğrunda yaşanacak bir şeyimiz olduğuna karar vermeden önce, uğrunda ölünecek bir şeyimiz olması gerektiğini bana öğretmiş olan tek kişiydi o.

"Uğruna ölünecek bi şeyin yoksa," demişti don Juan bir zamanlar, "yaşamak için bi nedenin olduğunu nasıl ileri sürebilirsin ki? İkisi iç içedir; ama dümendeki ölümdür."

Don Juan’ın yaşamımın ve ölümümün ötesinde borçlu olduğumu düşündüğü üçüncü insan, anneannemdi. Büyükbabama—erkek modelime—duyduğum körü körüne sevgi yüzünden, o evdeki gerçek güç kaynağının benim çok eksantrik büyükannem olduğu gerçeğini gözden kaçırmıştım.

Ben evlerine gelmeden yıllarca önce, büyükannem bölgenin yerlisi bir Kızılderiliyi linç edilmekten kurtarmıştı. Adamı büyücülük yapmakla suçluyorlardı. Öfkeli bir kalabalık Kızılderiliyi büyükannemin arazisinde asmaya kalkmıştı. Bü yükannem üzerlerine gelmiş ve linçi durdurmuştu. Kalabalıktakilerin tümü onun vaftiz çocuklarıydı; kendisine karşı çıkmaya cesaret edemediler. Yerliyi ipten indirdi ve tedavi etmek için evine götürdü. İp adamın boğazında derin bir yara açmıştı.

Adamın yaraları iyileşti, ama o büyükannemin yanından bir daha ayrılmadı. Yaşamının linç günü sona erdiğini, ve yeni ömrünün artık kendisine değil, büyükanneme ait olduğunu iddia ediyordu. Sözünün eri bir adam olarak hayatını büyükanneme adadı. Büyükannemin özel uşağı, vekilharcı ve danışmanıydı. Teyzelerimin anlattığına göre, son derece içerledikleri bir şey yaptırmıştı büyükanneme; yetimhaneden yeni doğmuş bir oğlan çocuğu alıp evlat edinmesini öğüt vermişti ona.

Ben evlerine geldiğimde, büyükannemin evlat edindiği çocuk otuzlu yaşlarının sonlarına varmıştı bile. Büyükannem okuması için Fransa'ya göndermişti onu. Bir öğle sonrası, hiç beklenmedik bir zamanda, son derece zarif giyimli, iri kıyım bir adam evin önünde taksiden indi. Şoför deri valizlerini iç avluya taşıdı. İri yarı adam şoföre yüklü bir bahşiş verdi. Hatlarının çarpıcılığını ilk bakışta fark etmiştim. Uzun, kıvırcık saçları ve uzun, kıvırcık kirpikleri vardı. Güzel sayılmazdı ama müthiş yakışıklıydı. En hoş tarafı, beni anında ele geçiren, ışık saçan kocaman tebessümüydü.

"Adını sorabilir miyim, genç adam?" dedi, hayatımda duyduğum en güzel ses.

Bana genç adam diye hitap edişiyle bir anda gönlümü kazanmıştı. "Benim adım Carlos Aranha, efendim," dedim, "ben de sizinkini sorabilir miyim?"

Yapmacık bir şaşkınlık hareketi yaptı. Gözlerini kocaman açıp, sanki üzerine saldırmışım gibi geriye doğru sıçradı. Sonra kahkahalarla gülmeye başladı. Sesini duyan büyükannem avluya çıktı. İri yarı adamı gördüğü anda küçük bir kız gibi çığlık atarak büyük bir sevgiyle sarıldı ona. Adam onu kuş gibi havaya kaldırıp döndürdü. Çok uzun boylu olduğunu fark ettim. İri kıyımlığı boyunu gizliyordu. Profesyonel dövüşçülerin vücuduna sahipti aslında. Onu gözetlediğimi fark etmiş gibiydi. Pazularını şişirdi.

"Zamanında biraz boks yaptım, efendim," dedi, ne düşündüğümün tümüyle farkında.

Büyükannem onu bana tanıştırdı. Onun oğlu Antoine, canı, gözünün bebeği olduğunu söyledi; dramaturg, tiyatro yönetmeni, yazar ve şair olduğunu ekledi.

Benim hayranlığımı kazanan yanı, atletik yapılı olmasıydı. Evlat edinilmiş olduğunu başta anlamamıştım. Ancak onun ailenin öbür üyelerine hiç benzemediğinin de farkındaydım. Ailemin tüm üyeleri yürüyen cesetlere benzerken, onun canlılığı içinden dışarı fışkırıyordu. Birbirimizle harika bir şekilde kaynaştık. Kum torbasıyla boks çalışmasına bayılıyordum, onu yalnız yumruklamıyor, tekmeliyordu da; boksla tekme sporu karışımı garip bir stili vardı. Vücudu bir kaya kadar sertti.
Bir gün Antoine bana hayattaki en büyük tutkusunun ünlü bir yazar olmak olduğunu itiraf etti.

"Her şeyim var," dedi. "Hayat bana çok cömert davrandı. Sahip olmadığım tek şey, hayattaki tek isteğim: yetenek. Esin perileri beni sevmiyor. Okuduklarımdan hoşlanıyorum, ama okumayı sevdiğim şeylerin benzerlerini yaratamıyorum. Azap veriyor bu bana; esin perilerini baştan çıkartacak disiplin ve cazibeden yoksunum, bu yüzden hayatım öylesine boş ki."

Antoine tek varlığının annesi olduğunu söyleyerek devam etti. Büyükannemin kendisinin dayanağı, desteği, ruh ikizi olduğunu anlattı. Son olarak beni çok rahatsız eden bir şey söyledi. "Annem olmasaydı," dedi, "hayatta olmazdım."

O zaman büyükanneme ne kadar derinden bağlı olduğunu anladım. Şımarık çocuk Antoine hakkında teyzelerimin bana anlattığı bütün o dehşetengiz öyküler zihnimde tam bir açıklığa kavuştu aniden. Büyükannem onu telafisi mümkün olmayan bir şekilde şımartmıştı. Ancak birlikte öylesine mutlu görünüyorlardı ki; Antoine'in elleri hâlâ bir çocuk imişçesine büyükannemin kucağında, saatler boyu başbaşa otururken görüyordum onları. Büyükannemin hiç kimseyle o denli uzun süre konuştuğunu görmemiştim.

Bir gün aniden, Antoine hiç durmadan yazmaya başladı. Bölge tiyatrosunda bir oyun yönetiyordu; kendi yazdığı bir oyundu bu. Sahnelendiğinde büyük bir başarı kazandı. Yerel gazetelerde şiirleri basılıyordu. Yaratıcılık şimşeği çakmış olmalıydı. Fakat bu birkaç ay sürdü sadece, ve ardından her şey sona erdi. Kasaba gazetesinin editörü Antoine'ı kınadığını ilan etti, onu eser hırsızlığıyla suçladı, ve bunun kanıtını gazetesinde yayınladı.

Büyükannem oğlunun yaptıklarını duymak bile istemiyordu, elbette. Yaşananlara getirdiği açıklama, bunun esaslı bir kıskançlık meselesi olduğundan ibaretti. Kasabadaki hiç kimse oğlunun zarafetini, stilini çekemiyordu. Kişiliğini, zekâsını çekemiyorlardı. Adam gerçekten de bir zarafet ve kibarlık örneğiydi. Ama tam bir eser hırsızıydı da; hiç kuşku yoktu buna.

Antoine hiç kimseye açıklamada bulunmaya kalkışmadı. Bu konuda soru soramayacak kadar fazla seviyordum onu. Zaten umrumda da değildi. Kendine göre nedenleri vardır diye düşünmüştüm. Ama bir şeyler kırılmıştı sanki, ve o günlerin ardından yaşamlarımızda çok hızlı değişimler olmaya başladı. Evde her gün öyle esaslı değişiklikler oluyordu ki, en iyisinden en kötüsüne kadar her şeyi beklemeye alışmıştım artık. Bir gece büyükannem dramatik bir edayla Antoine'ın odasına girdi. Gözlerinde daha önce hiç görmediğim sert bir ifade vardı. Konuşurken dudakları titriyordu.

"Korkunç bir şey oldu, Antoine," diye başladı.

Antoine durdurdu onu. Açıklamasına izin vermesi için yalvardı.

Büyükannem hemen onun sözünü kesti, "Hayır, Antoine, hayır," dedi sertçe. "Seninle ilgisi yok bunun. Bu benimle ilgili. Senin bu zor günlerinde, daha da önemli bir şey oldu. Antoine, sevgili oğlum, benim zamanım kalmadı.

"Bunun engellenemeyecek bir şey olduğunu anlamalısın," diye devam etti. "Ben gitmek zorundayım, ama senin kalman gerek. Sen benim bu hayatta gerçekleştirmiş olduğum her şeyin bütünüsün. İyi ya da kötü, Antoine, ben neysem, sen de osun. Yaşama asıl. Sonunda gene birlikte olacağız nasıl olsa. Ama bu arada, Antoine, bir şeyler yap. Bir şeyler yap da, ne olursa olsun."

Antoine'ın bedeninin ıstırapla titrediğini gördüm. Tüm varlığının, bedenindeki bütün kasların, tüm kuvvetiyle adeta kasıldığını gördüm. Kendi sorununu unutmuştu bir anda; sanki bir nehirden çıkıp okyanusa yelken açmış gibiydi.

"Bana ölene dek pes etmeyeceğine söz ver!" diye bağırdı büyükannem.

Antoine başını salladı.

Ertesi gün büyükannem Büyücü-danışmanının öğüdüne uyarak, hatırı sayılır boyutlardaki mal varlığının tümünü paraya çevirdi ve paranın hepsini oğlu Antoine’a teslim etti. Ve bir gün sonra, sabahın erken saatlerinde, on yaşımın gözlerinin tanık olduğu en garip sahne yaşandı önümde; Antoine'ın annesine veda anı. Her şey bir film setindeki kadar gerçek dışıydı; bir öykü kurgulanmış, kâğıda dökülmüş, bir yazarın yapacağı bir dizi ayarlamayla birlikte bir yönetmen tarafından sahneye konulmuştu sanki.

Büyükannemin evinin avlusu, sahneydi. Antoine baş aktör, büyükannem de baş aktristi. Antoine o gün yolculuğa çıkıyordu. Limana gitmek üzereydi. Bir İtalyan yolcu gemisine binecek, Atlantik'i aşıp Avrupa'ya doğru rahat bir yolculuk yapacaktı. Her zamankinden daha da şık giyinmişti. Evin kapısında bir taksi bekliyor, şoför sabırsızlıkla kornaya basıyordu.

Antoine'ın annesi için bir şiir yazmaya umutsuzca çabalayarak ateşler içinde geçirdiği son gecesinin tanığıydım.

"Beş para etmez," demişti bana. "Yazdıklarımın hiçbiri beş para etmez. Ben bir hiçim."

Cvp: 16 - Uçuruma Atlayış

Ona güvence verdim, ben kimdim ki bunu söyleyecek, ama gene de yazdıklarının harika olduğunu söyledim ona. Hatta kendimi kaptırıp çizmeyi aştım.

"Bana baksana, Antoine," diye haykırdım. "Ben senden de beter bir hiçim! Senin bir annen var. Benim hiçbir şeyim yok. Yazdıklarının hepsi iyi."

Gayet kibarca, bana odasından çıkmamı söyledi. Bir hiç olan bir ufaklıktan öğüt dinlemek zorunda kalıp, kendini aptal hissetmesine neden olmuştum. Taşkınlığımdan dolayı acı bir pişmanlığa kapıldım. Onun dostum olarak kalmasını isterdim.

Antoine şık paltosunu itinayla katlayıp sağ omzuna atmıştı. İngiliz kaşmirinden nefis bir yeşil takım vardı üzerinde.

Büyükannem konuşmaya başladı. "Acele etmelisin, canım," dedi. "Zamanın çok kıymetli. Hemen gitmen lazım. Yoksa bu insanlar seni para için öldürecek."

Sözünü ettiği insanlar, kızları ve onların kocalarıydı; annelerinin gizlice kendilerini mirastan mahrum bıraktığını ve o korkunç Antoine'ın, baş düşmanlarının aslında kendilerine ait olan her şeyle sıvışıp gideceğini keşfettiklerinden beri hepsi öfkeden çıldırmış durumdaydılar.

"Sana bütün bunları yaşattığım için üzgünüm," diye özür diledi büyükannem. "Ama bilirsin, zamanı dilediğimiz gibi yönetemeyiz."

Antoine acılı, gayet güzel ayarlanmış sesiyle konuştu. Her zamankinden daha fazla bir tiyatro oyuncusuna benziyordu. "Yalnızca bir dakika sürecek, Anne," dedi. "Senin için yazdığım bir şeyi okumak istiyorum sana."

Bir teşekkür şiiriydi. Okumayı bitirdiğinde, durakladı. Havada öyle bir duygu yoğunluğu, öyle bir ürperti vardı ki.

"Tek kelimeyle harikaydı, Antoine," dedi büyükannem, iç geçirerek. "Söylemek istediğin her şeyi dile getiriyordu. Ve de işitmek istediğim her şeyi. Bir an duraksadı. Sonra çok anlamlı bir tebessümle dudakları aralandı.

"Çalıntı mıydı, Antoine?” diye sordu.

Antoine'ın annesine karşılığı aynı derecede hoş bir tebessümdü. "Elbette, Anne," dedi. "Elbette."

Ağlayarak birbirlerine sarıldılar. Taksinin kornası daha da sabırsızca çalınmaya başlamıştı. Antoine merdiven altında saklandığım yere doğru döndü. "Hoşça kal. Kendine iyi bak," der gibi hafifçe başını eğdi. Sonra arkasını döndü, ve annesine bir daha bakmadan kapıya doğru koştu. Otuz yedi yaşındaydı, ama altmış yaşında gibi görünüyordu, sanki sırtında devasa bir yük varmış gibiydi. Kapıya ulaşmadan, annesinin uyaran sesine son kez kulak vermek için bir an durdu.

"Dönüp geriye bakma," dedi büyükannem. "Asla dönüp geriye bakma. Mutlu ol, ve bir şeyler yap. Bir şeyler yap! Bütün iş bunda. Bir şeyler yap!"

Bu görüntü içimi bugüne kadar hiç eksilmeden gelen garip bir hüzünle doldurmuştur her zaman—don Juan'ın, zamanımızın bitebileceğini ilk kavrayışım olarak açıkladığı, tanımlanması çok güç bir melankoli duygusuyla.

Ertesi gün büyükannem danışman/kâhya/uşağını yanına alarak Rondonia denilen efsanevi bir yere gitmek üzere yolculuğa çıktı; orada büyücü-yardımcısı tedavisini başlatacaktı. Büyükannem ölümcül bir hastalığa yakalanmıştı, ama bundan benim haberim yoktu o zamanlar. Gittiği yerden dönmedi; don Juan'ın açıklamasına göre, mallarını satıp parasını Antoine'a vermesi danışmanı tarafından gerçekleştirilmiş müthiş bir büyücülük manevrasıydı ve büyükannemi ailesinin bakımından uzak tutmak amacını taşıyordu. Yaptığı şey yüzünden annelerine öyle öfkelenmişlerdi ki, dönmeyişine aldırış bile etmediler. Gittiğinin bile farkında olmadıkları duygusuna kapılmıştım.

O dağın tepesindeki düzlükte, bu üç olayı yalnızca bir dakika önce olmuşlar gibi anımsadım. O üç insana teşekkürlerimi ifade ettiğimde, onları o dağın tepesine geri getirmeyi başarmıştım. Bağırmam bittiğinde hissettiğim yalnızlık duygusu anlatılacak gibi değildi. Kontrolsüz bir şekilde ağlıyordum.

Don Juan bir savaşçıda yalnızlığa yer olmadığını bana büyük bir sabırla açıkladı. Söylediğine göre savaşçı-gezginler bütün sevgilerini, ilgilerini odaklayabilecekleri bir varlığa güvenebilirlerdi: bu harikulade Yeryüzüne, bu rahme, olduğumuz her şeyin ve yaptığımız her şeyin merkez üssüne, hepimizin geri döndüğü biricik varlığa, savaşçı-gezginlerin nihai yolculuklarına çıkmalarını sağlayan biricik varlığa.

Ardından don Genaro benim için bir sihirli niyet gösterisi gerçekleştirdi. Midesinin üzerinde yatarak bir dizi göz kamaştırıcı hareket yaptı. Sanki yer bir havuzmuş gibi, onun üzerinde yüzen bir ışık damlacığına dönüştü. Don Juan'ın söylediğine göre, bu Genaro'nun uçsuz bucaksız yeryüzünü kucaklama biçimiydi; ve boyutları arasındaki farka karşın, yeryüzü Genaro'nun hareketini anlıyordu. Genaro'nun devinimlerinin görüntüsü ve onlara getirilen açıklama içimdeki yalnızlık duygusunun yerini derin bir mutlulukla doldurdu.

"Gidiyor olmanız fikrine dayanamıyorum, don Juan," dediğimi işittim. Sesimin tonunu ve dediklerimi duymak utandırdı beni. Kendime acıma duygularıyla elimde olmadan hıçkırmaya başlayınca, büsbütün sıkıldım. "Neyim var benim, don Juan?" diye mırıldandım. "Genellikle böyle değilimdir."

"Farkındalığın ayak parmaklarına indi gene," diye yanıtladı, gülerek.

Derken kontrolümü son zerresine kadar yitirdim ve kendimi keder ve çaresizlik duygularıma kapıp koyverdim.

"Tek başına kalacağım," diye feryat ettim. "Ne olacak bana? Ne olacağım ben?"

"Şöyle diyelim," dedi don Juan, dinginlikle. "Benim bu dünyayı terk edip bilinmeyenle yüz yüze gelmem için tüm gücüme, tüm sabrıma, tüm şansıma, ve hepsinin ötesinde savaşçı-gezginin çelikten gözü pekliğinin her bi katresine ihtiyacım var. Geride kalıp bi savaşçı-gezgin gibi başarılı olmak için, senin de benim gereksindiğim her şeye ihtiyacın var. Bizim yapacağımız şekilde oralara gitmeyi göze almak, hafife alınacak bi şey değil; ama geride kalmak da öyle."

Bir duygusal patlama yaşadım ve elini öptüm.

"Çüş, çüş, çüş!" dedi. "Utanmasan çarıklarıma türbe yapmaya kalkacaksın!"

Pençesinde olduğum ıstırap kendine acıma duygusundan çıkıp benzersiz bir kayıp duygusuna dönüştü. "Gidiyorsun!" diye mırıldandım. "Tanrım! Ebediyen gidiyorsun!"

O anda don Juan bana onunla ilk karşılaştığım günden beri hep yaptığı bir şeyi yaptı. Yüzü, sanki aldığı derin bir nefesle şişermiş gibi oldu. Sol elinin ayasıyla sırtıma kuvvetle vurdu ve şöyle dedi, "Ayak parmaklarından yukarı çık! Kaldır kendini!"

Bir an sonra, yeniden tutarlı, eksiksiz ve kontrollüydüm. Benden bekleneni biliyordum. Artık içimde hiçbir duraksama, ya da kendim hakkında hiçbir kaygım kalmamıştı. Don Juan gittiğinde bana ne olacağına aldırmıyordum. Ayrılışına çok az kaldığını bilmekteydim. Bana baktı, gözleri her şeyi söylüyordu.

"Bi daha hiç birlikte olmayacağız," dedi yavaşça. "Benim yardımıma ihtiyacın yok artık; sana yardım teklif etmem, çünkü yaraşıklı bi savaşçı-gezgin isen bunu yaptığım için yüzüme tükürürsün. Bi noktadan sonra, bi savaşçı-gezginin tek mutluluğu bi başınalığıdır. Senin bana yardım etmeye çalışmanı da istemem. Ayrıldığım anda, ebediyen gitmişim demektir. Beni düşünme, çünkü ben de seni düşünmeyeceğim. Yaraşıklı bi savaşçı-gezgin isen, kusursuz ol! Dünyanı gözet. Onurlandır onu; yaşamınla himaye et!"

Benden uzaklaştı. Bu an kendine acımanın, gözyaşlarının ya da mutluluğun ötesindeydi. Hoşça kal der gibi, ya da belki hissettiklerimi anlıyormuş gibi başını salladı.

"Benliğini unut ki hiçbi şeyden korkmayasın, kendini hangi farkındalık düzeyinde bulursan bul, böyle yap," dedi.

Şakacılığı üstündeydi. Dünya üzerinde bana son bir kez takıldı.

"Umarım aşkı bulursun!" dedi.

Avucunu bana doğru kaldırıp parmaklarını bir çocuk gibi açtı, sonra avucunu kapattı.

"Ciao," dedi.

Üzüntünün ya da pişmanlığın beyhude olduğunu biliyordum; benim geride kalışımın don Juan'ın ayrılışı kadar zor olduğunu da biliyordum. İkimiz de, hiçbirimizin durduramayacağı, geri döndürülemeyecek bir enerji manevrasına takılmıştık. Gene de ben don Juan'a katılmak, nereye olursa olsun onun peşinden gitmek istiyordum. Ölürsem belki beni de yanına alır, düşüncesi geçti aklımdan.

Ardından, don Juan'ın, nagualın, yoldaşlarına, neşe kaynaklarına, koruması altındakilere, yassı doruğun sisi içinde birer birer kuzeye doğru gözden kaybolurlarken nasıl kılavuzluk ettiğini gördüm. Her birinin nasıl birer ışık damlacığına dönüştüğünü, ve hep birlikte yükselip, tepenin üzerinde, gökyüzündeki hayalet ışıklar gibi nasıl süzüldüklerini gördüm. Dağın üzerinde bir çember çizdiler; don Juan'ın önceden söylemiş olduğu gibi: yalnızca kendi gözleri için son bir bakıştı bu, bu harikulade Yeryüzü'ne son bir bakış. Ve sonra kayboldular.

Ne yapmam gerektiğini biliyordum. Vaktim sona ermişti. Son sürat sarp yamacın kıyısına doğru koştum ve uçurumdan aşağıya attım kendimi. Yüzümde rüzgârı hissettim bir an, ve ardından son derece müşfik bir karanlık, huzur dolu bir yeraltı nehri gibi sarıp yuttu beni.

Cvp: 16 - Uçuruma Atlayış

.