1

Konu: 17 - Dönüş Yolculuğu

BELLİ BELİRSİZ FARKINDA olduğum bir gürültü vardı; durduğu yerde tam gaz çalışan bir motorun çıkardığı sese benziyordu. Büro-evimin bulunduğu binanın arkasındaki park yerinde bir arabayı onarıyorlar diye düşündüm. Gürültü öyle yoğunlaştı ki en sonunda beni uyandırdı. Yatak odamın penceresinin tam altında araba tamir ettikleri için park yerindeki çalışan çocuklara içimden sövdüm. Sıcaktan bunalmış, terli ve yorgundum. Kalkıp yatağımın kenarına oturmamla birlikte baldırlarımda çok ağrılı kramplar başladı. Biraz ovdum. Öyle kötü kasılmışlardı ki berbat bereler oluşacağından korktum. Bir merhem aramak için kalkıp banyonun yolunu tuttum. Yürüyemiyordum. Başım dönüyordu. Yere düştüm, ilk kez başıma geliyordu böyle bir şey. Kontrolümü biraz kazanınca, baldırlarımdaki krampların beni hiç endişelendirmediğini fark ettim. Oysa her zaman bir hastalık hastası olmuşumdur. Baldırlarımda böylesi olağandışı bir ağrının içimi kaygılarla doldurması gerekirdi.

Sonra pencereyi kapamaya gittim, gerçi gürültü de duyulmaz olmuştu. Pencerenin kapalı olduğunu, ve dışardaki karanlığı fark ettim. Geceydi! Oda çok havasızdı. Pencereleri açtım. Onları niye kapadığımı anlayamamıştım. Gece havası serin ve temizdi. Park yeri boştu. Park yeriyle oturduğum binanın arasındaki meydanda çalıştırılan bir arabadan gelmiş olmalıydı o ses. Artık üzerinde düşünmeyi bıraktım ve uykuma devam etmek üzere yatağıma geri döndüm. Yanlamasına uzanıp ayaklarımı yere sarkıttım. Çok kötü ağrıyan baldırlarımdaki dolaşıma yardımcı olmak için bu pozisyonda uyumayı istiyordum, ama onları aşağıya sarkıtmak mı yoksa bir yastıkla yukarı kaldırmak mı gerektiğinden emin değildim.

Rahatça yerleşip uykuya geçmeye başlarken, bir düşünce öyle bir şiddetle zihnime hücum etti ki, tek bir refleksle sıçrayıp kalkıverdim. Meksika'da bir uçuruma atlamıştım ben! Bir sonraki düşüncem, sözde-mantıklı bir çıkarsamaydı: bilerek, ölmek için bir uçuruma atlamış olduğuma göre, artık bir hortlak olmuşum demekti. Ne garip, diye düşündüm, öldükten sonra bir hortlak olarak Los Angeles'a, Westwood'la Wilshire'ın kesiştiği köşedeki büro/evime dönmüştüm. Ama eğer bir hortlaksam, diye mantık yürüttüm; temiz havanın yüzüme çarpmasını, ya da baldırlarımdaki acıyı nasıl hissedebilirdim ki?

Yatağımın çarşaflarına dokundum, bana gerçek gibi geldiler. Madeni somya da öyleydi. Banyoya gittim. Aynada kendime baktım. Görünüşüme bakılırsa, kolaylıkla bir hortlak olabilirdim. Korkunç görünüyordum. Gözlerim çukura kaçmıştı, altlarında kocaman siyah halkalar vardı. Ya susuz kalmıştım, ya da ölüydüm. Otomatik bir refleksle musluğa ağzımı dayayıp su içtim. Suyu yutabildiğimi fark ettim. Günlerdir içmemişim gibi, ardı ardına yudumluyordum suyu. Derin soluklarımı hissettim. Hayattaydım! Tanrım, hayattaydım! Hiç kuşkusuz anlamıştım bunu, ama gerektiği gibi neşelendirmedi bu beni.

Son derece olağandışı bir düşünce geçti o zaman aklımdan: daha önce de ölmüş ve dirilmiştim ben. Alışıktım buna, benim için hiçbir şey değildi. Ancak düşüncenin berraklığı onu bir sözde-anıya dönüştürdü. Yaşamımın tehlikeye girdiği durumlardan kaynaklanmıyordu bu sözde-anı. Hiç olmamış, ve düşüncelerimde yer alması için hiçbir neden olmayan bir şeyin belirsiz bilgisi gibiydi, daha çok.

Cvp: 17 - Dönüş Yolculuğu

Meksika'da bir uçuruma atlamış olduğum konusunda hiç bir kuşku yoktu kafamda. Atladığım yerden üç bin mil uzakta, Los Angeles'taki evimdeydim, ve dönüş yolculuğuna ilişkin hiçbir şey hatırlamıyordum. Otomatik hareketlerle küvete su doldurup içine oturdum. Suyun ılıklığını hissetmiyordum; iliklerime kadar donmuş durumdaydım. Don Juan bunun gibi kriz anlarında suyun arıtıcı etmen olarak kullanılması gerektiğini bana öğretmişti. Bunu hatırlayınca duşun altına girdim. Yaklaşık bir saat boyunca ılık suyu bedenimin üzerinden akıp gitmeye bıraktım.

Soğukkanlı ve mantıklı bir şekilde bana olanları anlamaya çalışıyor, ama yapamıyordum. Zihnimdeki tüm düşünceler silinmiş gibiydi. Düşüncelerden yoksundum; ancak üzerime salvolar halinde gelen ve irdeleyebilmekten âciz olduğum duygularla tepeden tırnağa doluydum. Bütün yapabildiğim, hamlelerini hissedip, içimden geçmelerine izin vermekti. Tek bilinçli tercihimi giyinip çıkma konusunda yaptım. Günün ve gecenin her saatinde yapmaya alışık olduğum gibi, Wilshire'da, evime bir blok mesafedeki Ship's Restoran'a kahvaltı etmeye gittim.

Büromdan Ship's'e o kadar çok kez yürümüştüm ki, yolun her adımını ezberlemiştim. Aynı yürüyüş bu kez alışılmadık bir şey oldu benim için. Adımlarımı hissetmiyordum. Ayaklarımın altında yastıklar varmış, ya da kaldırım halıyla kaplanmış gibiydi. Kayarak hareket ediyordum. Sadece iki-üç adım attığımı zannederken birden bire lokantanın kapısında buldum kendimi. Yiyecekleri yutabileceğimi biliyordum, çünkü evde su içebilmiştim. Konuşabildiğimi de biliyordum, çünkü suyun altında boğazımı temizlemiş ve sövmüştüm. Her zaman yaptığım gibi lokantaya girdim. Bankoya oturdum ve beni tanıyan kadın garson yanıma yaklaştı.

"Bugün iyi görünmüyorsun, canım," dedi. "Gribe mi yakalandın?"

"Hayır," diye yanıtladım, keyifli görünmeye çalışarak. "Çok yoğun çalışıyordum. Bir tez yazmak için tam yirmi dört saattir uyumadım. Bu arada, bugün günlerden ne?"

Saatine baktı ve tarihi söyledi, bu arada saatinin özel olduğunu, takvimi bulunduğunu, kızının armağanı olduğunu da anlattı. Saati de ekledi: sabah 3:15'di.

Biftek ve yumurta, patates ve tereyağlı tost ekmeği söyledim. Siparişimi getirmek üzere uzaklaştığında, yeni bir dehşet dalgası zihnimi sarmıştı bile: Bir önceki gün, akşam inerken Meksika'daki o uçuruma atlayışım bir hayalden mi ibaretti? Fakat atlayışım bir hayal olsa bile, o kuş uçmaz kervan geçmez yerden Los Algeles'a yalnızca on saatte nasıl dönmüş olabilirdim ki? On saat boyunca uyumuş muydum? Yoksa Los Angeles'e kadar uçmuş, kaymış, süzülmüş, ya da her ne yapmışsam, o mu on saat sürmüştü? Uçuruma atladığım yerden Los Angeles’a geleneksel araçlarla dönmüş olmam söz konusu bile değildi; çünkü o yerden sadece Mexico City'e gelmek bile iki gün sürerdi.

Garip bir düşünce daha belirdi zihnimde. Daha önce de ölüp dirilmiş olduğuma ilişkin sözde-anıyla aynı berraklığı taşıyordu bu düşünce, aynı zamanda bana tümüyle yabancı olma özelliğini de: sürekliliğim onulmaz biçimde kırılmıştı artık. Öyle ya da böyle, o vadinin dibinde gerçekten ölmüştüm. Canlı oluşumu, Ship's'de kahvaltı ediyor oluşumu anlayabilmek mümkün değildi. Geçmişime dönüp, geriye baktığımızda hepimizin gördüğü kesintisiz olaylar zincirini görebilmek benim için imkânsızdı.

Benim için tek olası açıklama, don Juan'ın yönergelerine uyarak, birleşim noktamı ölümümü önleyecek bir konuma kaydırmış, ve içsel sessizliğimle Los Angeles'a dönüş yolculuğu yapmış olduğumdu. Tutunabileceğim başka bir gerekçe yoktu. Hayatımda ilk kez bu düşünce zinciri tamamen kabul edilebilir bir şeydi benim için, ve tamamen yeterliydi. Gerçek anlamda bir şey açıkladığı söylenemezdi; ama daha önce bir kere, kararlaştırdığımız o kasabada don Juan'la buluştuğumda daha ılımlı biçimde denemiş olduğum uygulama yöntemini çağrıştırdığına kuşku yoktu; ve bunu düşünmek tüm varlığımı rahatlatmıştı.

Zihnimde birtakım berrak düşünceler belirmeye başladı. Meseleleri açıklığa kavuşturmak gibi eşsiz bir özelliğe sahiptiler. İlk patlayan düşünce, bana baştan beri dert olan bir olguya ilişkindi. Don Juan bunun erkek büyücüler için sıradan bir olgu olduğunu söylemişti: yükseltilmiş farkındalık durumlarında bulunduğum sırada meydana gelen olayları hatırlamaktaki yetersizliğimdi bu.

Don Juan bana ileri farkındalığı açıklarken, bunun birleşim noktamda çok küçük bir yer değişimi olduğunu, bunu kendisini her görüşümde sırtımdan kuvvetle iterek elde ettiğini söylemişti. Bu değişimlerle, normalde farkındalık alanımın dışında kalan enerji alanlarını yakalamam için bana yardım ediyordu. Başka bir deyişle, genelde birleşim noktamın kenarında bulunan enerji alanları bu değişim sırasında onun merkezinde yer almış oluyordu. Bu türden bir değişimin üzerimde yarattığı iki sonuç vardı: düşünce ve algı alanımda olağandışı bir keskinlik, ve normal farkındalığıma geri döndüğüm anda, öbür durumda yaşadıklarımı anımsamadaki yetersizliğim.

Kendi yoldaşlarımla ilişkilerim de bu iki sonuca bir örnekti. Yoldaşlarım vardı; don Juan'ın öbür çömezleri, benim nihai yolculuğumun eşlikçileri. Onlarla yalnızca yükseltilmiş farkındalıkta etkileşimde bulunuyordum. Etkileşimimizin berraklığı ve kapsamı en üst düzeydeydi. Benim sorunum, onların gündelik yaşamımda beni endişe ve beklentilerle dolu bir umutsuzluğa iten, yakıcı sözde-anılardan başka bir şey olmamalarıydı. Normal yaşantımı, birdenbire önümde beliriverecek birini, belki bir işhanından çıkıp karşıma dikiliverecek, ya da köşeyi dönerken bana toslayıverecek birini sürekli gözetleme halinde sürdürüyordum dersem yanlış olmaz. Nereye gidersem gideyim, gözlerim isteğim dışında hiç durmadan çevreyi tarıyordu; var olmayan, ama aynı zamanda herkesten daha yoğun biçimde var olan insanları arıyordum.

O sabah Ship's’de otururken, don Juan'la geçirdiğim bütün o yıllar boyunca yükseltilmiş farkındalıkta başımdan geçen her şey, en ince ayrıntısına kadar kesintisiz, sürekli bir anılar zinciri oldu yeniden. Don Juan, nagual olan bir erkek büyücünün, enerji kütlesinin cüssesinden ötürü ister istemez parçalara bölünmüş olması gerektiği gerçeğinden acı duyduğunu ifade etmişti. Her parçanın ayrı bir tür eylemler alanının sınırları içerisinde yaşadığını, ve her ayrı parçada yaşanan olayların, kişinin tüm ömrünce meydana gelenlerin eksiksiz, bilinçli bir tablosunu oluşturmak üzere günün birinde birleştirilmesi gerektiğini söylüyordu.

Gözlerimin içine bakarak, birleştirmenin tamamlanmasının yıllar sürdüğünü, ve eylem alanlarının tümüne birden bilinçli biçimde asla ulaşamadıkları için parçalara bölünmüş olarak yaşamış naguallar olduğunun da kulağına çalındığını söylemişti.

O sabah Ship's’de yaşadıklarım, en çılgın fantezilerimde hayal edebileceklerimin bile ötesindeydi. Don Juan bana defalarca tekrar etmişti; büyücülerin dünyası her şeyin nihai olduğu, değişmeden kaldığı sabit bir dünya değildi; aksine hiç bir şeyin garanti sayılamayacağı ebedi bir dalgalanma dünyasıydı burası. Bilişselliğim uçuruma atlayışla birlikte öyle esaslı bir değişime uğramıştı ki, inanılması ve tanımlanması olanaksız bir sürü şeyin içeri sızmasına imkân veriyordu artık.

Cvp: 17 - Dönüş Yolculuğu

Ama bilişsellik parçalarımın bütünleşmesine ilişkin ne söylersem söyleyeyim, işin gerçekliğine kıyasla sönük kalacak. O meşum sabah, Ship's'deki deneyimim, ilk kez enerjiyi evrendeki akışı içinde gördüğüm o günküne— UCLA kampusundayken kendimi büro/evimde, yatağımda bulmuştum, ve bu olayın gerçek sayılabilmesi için bilişsellik sistemimin gerektirdiği biçimde bir eve dönüş yolculuğu mevcut değildi— kıyasla sınırsız ölçüde daha güçlü ve etkili bir şeydi. Ship's'de varlığımın tüm parçalarını bütünledim. Her birinin içinde mükemmel bir kararlılık ve tutarlılıkla eylemde bulunmuştum, ama bunları yaptığımdan haberim bile yoktu. Ben aslında devasa bir yap-bozdan başka bir şey değildim; ve bulmacanın her parçasını yerine yerleştirmek anlatılmaz bir etki yapıyordu.

Ship's'in bankosunda oturup, ter içinde, saplantılarla dolu, boş yere kafamı patlatarak yanıtı olmayan sorular sorup durdum kendi kendime: Bütün bunlar nasıl mümkün olabilirdi? Bu şekilde nasıl parçalara bölünebilirdim? Biz kimiz aslında? İnanmaya yönlendirildiğimiz insanlar değildik, kuşkusuz. Benliğimin bazı merkezleri söz konusu olduğunda, asla yaşanmamış anılarım vardı benim. Ağlayamıyordum bile.

"Bi büyücü bölünmüş olduğu sürece ağlar," demişti don Juan bir keresinde. "Bütün olduğu zaman öyle bi titreme alır ki onu, bunun yoğunluğu hayatına son bile verebilir."

Öyle bir titremeydi yaşadığım! Yoldaşlarımla tekrar karşılaşabileceğimden kuşkuluydum. Bana hepsi don Juan'la birlikte gitmişler gibi geliyordu. Yapayalnızdım. Bunun üzerinde düşünmek, kaybımın yasını tutmak, hep yapmış olduğum gibi, doyurucu bir hüzne dalıp gitmek istedim. Yapamadım. Yas tutacak, hüzünlenecek bir şey yoktu. Hiçbir şey dert değildi. Hepimiz savaşçı-gezginlerdik, ve hepimiz sonsuzluk tarafından yutulmuştuk.
Don Juan'ın savaşçı-gezgin hakkında anlattıklarını dinleyip durmuştum baştan beri. Bu tanımlamayı çok sevmiş ve onunla yalnızca duygusal temelde özdeşleşmiştim. Ancak bana bunun anlamını kaç kez açıklamış olursa olsun, gerçekte ne anlatmak istediğini kavrayamamıştım bir türlü. O gece Ship’s'in bankosunda otururken neden söz ettiğini anladım. Ben bir savaşçı-gezgindim. Yalnızca enerji gerçekleri anlam taşıyordu benim için. Bütün geri kalanlar hiç önemi olmayan aksesuarlardan ibaretti.

O gece yemeğimin gelmesini beklerken zihnimde patlayan bir berrak düşünce daha vardı. Don Juan’ın önermeleriyle bir gönüldeşlik, bir özdeşleşme dalgası hissettim içimde. Sonunda onun öğretilerinin amacına ulaşmıştım. Daha önce hiç olmadığım kadar bir olmuştum onunla. Benim tek yanlı Batılı fikirlerime uygun olmadıkları için benim açımdan devrimci nitelikler taşısalar da, hiçbir zaman don Juan’a ya da onun kavramlarına salt karşı çıkmış değildim aslında. Daha ziyade, onun kavramlarını sunuşundaki isabetlilik beni hep ölesiye korkutmuştu. Verimliliğinin tartışma götürür tarafı yoktu. Bu durum beni baştan beri açıklamalar aramaya zorlamış, sanki inancım gönülsüzmüş gibi davranmaya itmişti.

Evet, o uçuruma atladım, dedim kendi kendime, ve ölmedim, çünkü dibe varmadan farkındalığın karanlık denizinin beni yutmasına izin verdim. Korkular ve pişmanlıklar olmadan ona teslim oldum. Ve o karanlık deniz bana ölmeyip kendimi L.A.'daki yatağımda bulmam için ne gerekiyorsa onu sağladı. İki gün öncesi, bu açıklamanın benim için hiçbir anlamı olmazdı. Şimdi Ship’s'de, sabahın üçünde, benim için her şey demekti.

Orada yalnızmışım gibi elimi gürültüyle masaya indirdim. İnsanlar bana bakıp anlayışla gülümsediler. Umurumda değildi. Zihnim çözümsüz bir açmaza odaklanmıştı: on saat önce ölmek üzere bir uçuruma atlamış olduğum gerçeğine karşın hayattaydım. Böyle bir açmaz asla çözülemezdi, biliyordum bunu. Benim normal bilişselliğim tatmin olmak için tek yönlü bir açıklama gereksiniyordu, ama tek yönlü açıklamalar olası değildi. Bu olanlar, süreklilikteki kesintinin dönüm noktasıydı. Don Juan, kesintinin büyücülük olduğunu söylemişti. Becerebildiğim kadar açıklıkla anlamıştım bunu artık. Geride kalmak için tüm gücüme, tüm sabrıma, ve her şeyin ötesinde savaşçı-gezginin çelikten yüreğine ihtiyacım olduğunu söylerken don Juan ne kadar haklıydı.

Don Juan'ı düşünmeye çalıştım, ama yapamadım. Ayrıca don Juan'a aldırmıyordum da. Aramızda dev bir engel oluşmuş gibiydi. Uyandığım andan beri içimde kendini hissettiren o yabancı düşünce doğruydu: ben farklı biri olmuştum. Atlayış anımda bir değişim gerçekleşmişti. Aksi takdirde don Juan'ı düşünmek zevk verirdi bana, ona özlem duyardım. Beni kendisiyle birlikte götürmediği için kırgınlığın sızısını hissederdim içimde. Benim normal benliğim olurdu bu. Gerçekten eskisi gibi değildim. Bu fikir tüm benliğimi istila edinceye dek hız kazandı. Böylece eski benliğimden kalan ne varsa kayboldu.

Yeni bir ruh hali idareyi ele aldı. Yalnızdım! Don Juan beni ajan provokatörü olarak bir rüyanın içine bırakmıştı. Bedenim katılığını azar azar kaybediyor, esnekleşiyordu; sonunda serbestçe derin soluklar almaya başlamıştım. Yüksek sesle güldüm. İnsanların bana bakışlarına ve bu kez gülmüyor olmalarına aldırış etmiyordum. Yalnızdım, ve bu konuda yapabileceğim bir şey yoktu!

Bir dehlize girmenin fiziksel duyumunu hissettim; kendine ait bir gücü olan bir dehlizdi bu. Beni içine çekti. Sessiz bir dehlizdi. Don Juan'dı bu dehliz, sessiz ve uçsuz bucaksız. Don Juan'ın fiziksellikten yoksun oluşunu ilk hissedişimdi bu. Duygusallığa ve özleme yer yoktu. Onu özlemem mümkün değildi, çünkü o beni içine çeken, kişisellikten arıtılmış bir duygu olarak oradaydı.

Dehliz bana meydan okudu. Bir coşku, bir ferahlık duydum. Evet, o dehlizde sonsuza dek yol alabilirdim; yalnız ya da birileriyle birlikte. Ve bu ne bir yükümlülüktü benim için, ne de bir zevk. Bir savaşçı-gezginin kaçınılmaz yazgısı olan nihai yolculuğun başlangıcından da fazla bir şeydi bu; yeni bir devrin başlangıcıydı. O dehlizi bulmuş olduğumu idrak ettiğimde ağlamam gerekirdi, ama ağlamıyordum. Ship’s’de sonsuzlukla yüz yüze gelmiştim! Ne olağanüstü! Sırtımda bir ürperti hissettim. Don Juan'ın evrenin gerçekten de sırrına erişilmez olduğunu söyleyen sesini duydum.

O anda lokantanın park yerine çıkan arka kapısı açıldı ve içeriye garip biri girdi; herhalde kırklı yaşlarının başlarında bir adamdı bu; saçı başı karmakarışık, bir deri bir kemik olmasına karşın oldukça yakışıklıydı. Onu yıllardır UCLA çevresinde, öğrenciler arasında dolaşırken görüyordum. Birisi bana onun yakınlardaki Askeri Hastanenin ayakta tedavi gören hastalarından biri olduğunu söylemişti. Ruhsal açıdan dengesiz gibi görünüyordu. Ship’s'de defalarca rast gelmiştim ona; her zaman bankonun aynı köşesinde, bir fincan kahvenin üzerine kapanmış otururdu. Eğer en sevdiği taburede oturan biri varsa, dışarda dikilip pencereden içeriye bakarak yerinin boşalmasını beklediğini de çok görmüştüm.

Lokantaya girdiğinde her zamanki yerine gidip oturdu, ardından bana baktı. Gözlerimiz karşılaştı. Bundan sonra ilk duyduğum, beni ve içerdeki herkesi iliklerine kadar donduran korkunç çığlığı oldu. İçerdekilerin hepsi yemeklerini bırakıp faltaşı gibi açılmış gözlerle bana baktılar. Benim bağırdığımı düşünmüşlerdi, besbelli. Bankoya vurup ardından yüksek sesle gülerek buna zemin hazırlamıştım. Adam taburesinden fırlayıp lokantadan dışarı koştu, ve ellerini başının üzerinde heyecanla sallayarak dönüp bana baktı.

Ani bir dürtüye karşı koyamayarak adamın arkasından koştum. Bende çığlık attıracak ne gördüğünü sormak istiyordum. Park yerinde yakaladım onu, ve neden çığlık attığını söylemesini istedim. Elleriyle gözlerini kapattı ve daha büyük bir çığlık koyverdi. Gördüğü kâbustan ödü kopmuş, olanca gücüyle bağıran bir çocuk gibiydi tıpkı. Onu bıraktım ve lokantaya geri döndüm.

"Ne oldu sana canım?" diye sordu garson kız, endişeli bir yüzle. "Beni eziyordun nerdeyse."

"Bir arkadaşı gördüm de," dedim.

Garson kızın yüzünde alaylı bir üzüntü ve hayret ifadesi belirdi.

"O adam senin arkadaşın mı?" diye sordu.
"Dünyadaki tek arkadaşım," dedim, ve bu gerçeğin ta kendisiydi; eğer "arkadaş" senin üzerindeki cilanın ardını gören ve aslında nerden geldiğini bilen biri anlamına geliyorsa.