Ama bilişsellik parçalarımın bütünleşmesine ilişkin ne söylersem söyleyeyim, işin gerçekliğine kıyasla sönük kalacak. O meşum sabah, Ship's'deki deneyimim, ilk kez enerjiyi evrendeki akışı içinde gördüğüm o günküne— UCLA kampusundayken kendimi büro/evimde, yatağımda bulmuştum, ve bu olayın gerçek sayılabilmesi için bilişsellik sistemimin gerektirdiği biçimde bir eve dönüş yolculuğu mevcut değildi— kıyasla sınırsız ölçüde daha güçlü ve etkili bir şeydi. Ship's'de varlığımın tüm parçalarını bütünledim. Her birinin içinde mükemmel bir kararlılık ve tutarlılıkla eylemde bulunmuştum, ama bunları yaptığımdan haberim bile yoktu. Ben aslında devasa bir yap-bozdan başka bir şey değildim; ve bulmacanın her parçasını yerine yerleştirmek anlatılmaz bir etki yapıyordu.
Ship's'in bankosunda oturup, ter içinde, saplantılarla dolu, boş yere kafamı patlatarak yanıtı olmayan sorular sorup durdum kendi kendime: Bütün bunlar nasıl mümkün olabilirdi? Bu şekilde nasıl parçalara bölünebilirdim? Biz kimiz aslında? İnanmaya yönlendirildiğimiz insanlar değildik, kuşkusuz. Benliğimin bazı merkezleri söz konusu olduğunda, asla yaşanmamış anılarım vardı benim. Ağlayamıyordum bile.
"Bi büyücü bölünmüş olduğu sürece ağlar," demişti don Juan bir keresinde. "Bütün olduğu zaman öyle bi titreme alır ki onu, bunun yoğunluğu hayatına son bile verebilir."
Öyle bir titremeydi yaşadığım! Yoldaşlarımla tekrar karşılaşabileceğimden kuşkuluydum. Bana hepsi don Juan'la birlikte gitmişler gibi geliyordu. Yapayalnızdım. Bunun üzerinde düşünmek, kaybımın yasını tutmak, hep yapmış olduğum gibi, doyurucu bir hüzne dalıp gitmek istedim. Yapamadım. Yas tutacak, hüzünlenecek bir şey yoktu. Hiçbir şey dert değildi. Hepimiz savaşçı-gezginlerdik, ve hepimiz sonsuzluk tarafından yutulmuştuk.
Don Juan'ın savaşçı-gezgin hakkında anlattıklarını dinleyip durmuştum baştan beri. Bu tanımlamayı çok sevmiş ve onunla yalnızca duygusal temelde özdeşleşmiştim. Ancak bana bunun anlamını kaç kez açıklamış olursa olsun, gerçekte ne anlatmak istediğini kavrayamamıştım bir türlü. O gece Ship’s'in bankosunda otururken neden söz ettiğini anladım. Ben bir savaşçı-gezgindim. Yalnızca enerji gerçekleri anlam taşıyordu benim için. Bütün geri kalanlar hiç önemi olmayan aksesuarlardan ibaretti.
O gece yemeğimin gelmesini beklerken zihnimde patlayan bir berrak düşünce daha vardı. Don Juan’ın önermeleriyle bir gönüldeşlik, bir özdeşleşme dalgası hissettim içimde. Sonunda onun öğretilerinin amacına ulaşmıştım. Daha önce hiç olmadığım kadar bir olmuştum onunla. Benim tek yanlı Batılı fikirlerime uygun olmadıkları için benim açımdan devrimci nitelikler taşısalar da, hiçbir zaman don Juan’a ya da onun kavramlarına salt karşı çıkmış değildim aslında. Daha ziyade, onun kavramlarını sunuşundaki isabetlilik beni hep ölesiye korkutmuştu. Verimliliğinin tartışma götürür tarafı yoktu. Bu durum beni baştan beri açıklamalar aramaya zorlamış, sanki inancım gönülsüzmüş gibi davranmaya itmişti.
Evet, o uçuruma atladım, dedim kendi kendime, ve ölmedim, çünkü dibe varmadan farkındalığın karanlık denizinin beni yutmasına izin verdim. Korkular ve pişmanlıklar olmadan ona teslim oldum. Ve o karanlık deniz bana ölmeyip kendimi L.A.'daki yatağımda bulmam için ne gerekiyorsa onu sağladı. İki gün öncesi, bu açıklamanın benim için hiçbir anlamı olmazdı. Şimdi Ship’s'de, sabahın üçünde, benim için her şey demekti.
Orada yalnızmışım gibi elimi gürültüyle masaya indirdim. İnsanlar bana bakıp anlayışla gülümsediler. Umurumda değildi. Zihnim çözümsüz bir açmaza odaklanmıştı: on saat önce ölmek üzere bir uçuruma atlamış olduğum gerçeğine karşın hayattaydım. Böyle bir açmaz asla çözülemezdi, biliyordum bunu. Benim normal bilişselliğim tatmin olmak için tek yönlü bir açıklama gereksiniyordu, ama tek yönlü açıklamalar olası değildi. Bu olanlar, süreklilikteki kesintinin dönüm noktasıydı. Don Juan, kesintinin büyücülük olduğunu söylemişti. Becerebildiğim kadar açıklıkla anlamıştım bunu artık. Geride kalmak için tüm gücüme, tüm sabrıma, ve her şeyin ötesinde savaşçı-gezginin çelikten yüreğine ihtiyacım olduğunu söylerken don Juan ne kadar haklıydı.
Don Juan'ı düşünmeye çalıştım, ama yapamadım. Ayrıca don Juan'a aldırmıyordum da. Aramızda dev bir engel oluşmuş gibiydi. Uyandığım andan beri içimde kendini hissettiren o yabancı düşünce doğruydu: ben farklı biri olmuştum. Atlayış anımda bir değişim gerçekleşmişti. Aksi takdirde don Juan'ı düşünmek zevk verirdi bana, ona özlem duyardım. Beni kendisiyle birlikte götürmediği için kırgınlığın sızısını hissederdim içimde. Benim normal benliğim olurdu bu. Gerçekten eskisi gibi değildim. Bu fikir tüm benliğimi istila edinceye dek hız kazandı. Böylece eski benliğimden kalan ne varsa kayboldu.
Yeni bir ruh hali idareyi ele aldı. Yalnızdım! Don Juan beni ajan provokatörü olarak bir rüyanın içine bırakmıştı. Bedenim katılığını azar azar kaybediyor, esnekleşiyordu; sonunda serbestçe derin soluklar almaya başlamıştım. Yüksek sesle güldüm. İnsanların bana bakışlarına ve bu kez gülmüyor olmalarına aldırış etmiyordum. Yalnızdım, ve bu konuda yapabileceğim bir şey yoktu!
Bir dehlize girmenin fiziksel duyumunu hissettim; kendine ait bir gücü olan bir dehlizdi bu. Beni içine çekti. Sessiz bir dehlizdi. Don Juan'dı bu dehliz, sessiz ve uçsuz bucaksız. Don Juan'ın fiziksellikten yoksun oluşunu ilk hissedişimdi bu. Duygusallığa ve özleme yer yoktu. Onu özlemem mümkün değildi, çünkü o beni içine çeken, kişisellikten arıtılmış bir duygu olarak oradaydı.
Dehliz bana meydan okudu. Bir coşku, bir ferahlık duydum. Evet, o dehlizde sonsuza dek yol alabilirdim; yalnız ya da birileriyle birlikte. Ve bu ne bir yükümlülüktü benim için, ne de bir zevk. Bir savaşçı-gezginin kaçınılmaz yazgısı olan nihai yolculuğun başlangıcından da fazla bir şeydi bu; yeni bir devrin başlangıcıydı. O dehlizi bulmuş olduğumu idrak ettiğimde ağlamam gerekirdi, ama ağlamıyordum. Ship’s’de sonsuzlukla yüz yüze gelmiştim! Ne olağanüstü! Sırtımda bir ürperti hissettim. Don Juan'ın evrenin gerçekten de sırrına erişilmez olduğunu söyleyen sesini duydum.
O anda lokantanın park yerine çıkan arka kapısı açıldı ve içeriye garip biri girdi; herhalde kırklı yaşlarının başlarında bir adamdı bu; saçı başı karmakarışık, bir deri bir kemik olmasına karşın oldukça yakışıklıydı. Onu yıllardır UCLA çevresinde, öğrenciler arasında dolaşırken görüyordum. Birisi bana onun yakınlardaki Askeri Hastanenin ayakta tedavi gören hastalarından biri olduğunu söylemişti. Ruhsal açıdan dengesiz gibi görünüyordu. Ship’s'de defalarca rast gelmiştim ona; her zaman bankonun aynı köşesinde, bir fincan kahvenin üzerine kapanmış otururdu. Eğer en sevdiği taburede oturan biri varsa, dışarda dikilip pencereden içeriye bakarak yerinin boşalmasını beklediğini de çok görmüştüm.
Lokantaya girdiğinde her zamanki yerine gidip oturdu, ardından bana baktı. Gözlerimiz karşılaştı. Bundan sonra ilk duyduğum, beni ve içerdeki herkesi iliklerine kadar donduran korkunç çığlığı oldu. İçerdekilerin hepsi yemeklerini bırakıp faltaşı gibi açılmış gözlerle bana baktılar. Benim bağırdığımı düşünmüşlerdi, besbelli. Bankoya vurup ardından yüksek sesle gülerek buna zemin hazırlamıştım. Adam taburesinden fırlayıp lokantadan dışarı koştu, ve ellerini başının üzerinde heyecanla sallayarak dönüp bana baktı.
Ani bir dürtüye karşı koyamayarak adamın arkasından koştum. Bende çığlık attıracak ne gördüğünü sormak istiyordum. Park yerinde yakaladım onu, ve neden çığlık attığını söylemesini istedim. Elleriyle gözlerini kapattı ve daha büyük bir çığlık koyverdi. Gördüğü kâbustan ödü kopmuş, olanca gücüyle bağıran bir çocuk gibiydi tıpkı. Onu bıraktım ve lokantaya geri döndüm.
"Ne oldu sana canım?" diye sordu garson kız, endişeli bir yüzle. "Beni eziyordun nerdeyse."
"Bir arkadaşı gördüm de," dedim.
Garson kızın yüzünde alaylı bir üzüntü ve hayret ifadesi belirdi.
"O adam senin arkadaşın mı?" diye sordu.
"Dünyadaki tek arkadaşım," dedim, ve bu gerçeğin ta kendisiydi; eğer "arkadaş" senin üzerindeki cilanın ardını gören ve aslında nerden geldiğini bilen biri anlamına geliyorsa.