Konu: Bölüm 5
Üç Ekim 1968’de sırf Eligio’nun peyoteye başlamasıyla ilgili durumları sorabilmek amacıyla, don Juan’ın evine dönmüştüm. Eligio’nun peyoteyi ilk kez yemiş olduğu zaman tuttuğum notları gene okurken, bir sürü soru gelmişti aklıma. Çok kesin ve açık yanıtlar almayı kurduğumdan, sorularımı, en uygun sözcükleri seçerek, önceden bir liste halinde hazırlamıştım.
Don Juan’a önce şunu sordum: “O gece ben görmüş müydüm?”
“Gördün sayılır.”
“Eligo’nun hareketlerini görmüş olduğumu görüyormuydun?”
“Evet. Mescalito Eligo’nun aldığı dersin bi bölümünü senin de görmene olur vermişti. Yoksa orda oturan ya da kıvrılıp yere yatan bi adam falan görmezdin. En son mitotede, oturumdakilerin herhangi bi şey yaptığını falan görmemiştin, di mi?”
Son mitote sırasında, oturumdakilerin dikkate değer bir devinimde bulunduklarını görmüş değildim. Don Juan’a, notlarımda yazılı olduğuna göre, kimilerinin öbürlerinden daha sıkça kalkarak çalılığa gittiklerini gözlemlemiş olduğumu anlattım.
Don Juan, “Ama Eligio’nun dersini nerdeyse bütünüyle g ö r d ü n diye sürdürdü. “Düşün bi kez! Mescalito’nun sana karşı ne denli cömert davrandığını şimdi anlıyor musun? Mescalito’nun kimseye böyle sevecence davrandığını anımsamıyorum. Hiç kimseye! Gel gör ki, onun bu yakınlığına aldırdığın yok senin. Nasıl çevirebiliyorsun sırtını ona bu denli pervasızca? Ya da, daha doğrusu, ne geçiyor eline, Mescalito’ya sırt çevirmekle?”
Don Juan’ın gene beni köşeye sıkıştırmakta olduğunu seziyordum. Sorusunu yanıtlamama olanak yoktu. Her zaman, çömezliği, kendimi kurtarmak amacıyla bıraktığımı düşünegelmekteydim; oysa, kendimi neden yahut ne için kurtarmış olduğuma ilişkin herhangi bir fikrim yoktu. Konuşmamızın akışını hemen değiştirivermek amacıyla, önceden inceden inceye tasarladığım soruları bir yana iterek en önemli soruma geçiverdim.
“Şu bile bile saçmalıklar etmen konusunu açıklayabilir misin?”
“Bilmek istediğin ne ki?”
“Don Juan, bile bile saçmalamak ne demektir, bunu anlatır mısın lütfen?”
Don Juan gülmesini tutamadı ve elini kalçasına şaklatarak vurdu.
“İşte, bile bile saçmalık etmek budur!” diyerek kalçasını gene şaklattı.
“Nasıl yani?”
“Bunca yıldan sonra çıkıp, bile bile saçmalıklar etmem konusunda soru sorman beni öyle mutlu etti ki, sorma gitsin! Ama sormamış olsaydın da, hiçbi fark etmezdi hani. Ne var ki, şu anda mutlu olmayı yeğlemekteyim; sanki umurumdaymış gibi-yani senin sorman... Yani umurumda olmasının önemi varmış gibi. İşte, bile bile saçmalamak budur’
İkimiz de yüksek sesle gülmekteydik. Ona sarıldım. Açıklamaları çok hoşuma gitmişti; ama pek bir şey anlayamamıştım.
Her zamanki gibi, evinin kapısının hemen önündeki açıklıkta oturmaktaydık. Öğleye iki saat vardı. Don Juan’ın önünde bir küme tohum vardı. Çöplerini ayıklamaktaydı. Ona yardım edeyim dedim, ama bırakmadı. Orta Meksika bölgesindeki bir arkadaşına göndereceğini, onlara dokunacak güçte olmadığımı söyledi.
Uzun bir sessizliğin ardından, “Bu saçmalıkları kime yaparsın don Juan?” diye sordum.
Kıs kıs güldü.
“Herkese yaparım!” diye bağırdı.
“Ne zaman yaparsın böyle bir şeyi?”
“Her edimim sırasında yapmış olurum bunu.”
Bu aşamada, sorumu yeni baştan sormam gerektiğini görerek, bile bile saçmalık etmesinin, edimlerinin içten olmadığını, buna karşılık bir aktörün rol yapması gibi olduğu anlamına mı geldiğini sordum.
“Edimlerim içtendir, gerçektir; ne var, önünde sonunda bi aktörün rol yapmasından öte bir şey olamazlar,” yanıtı aldım. “O halde, senin yaptığın her şey bile bile isteyerek saçmalık etmek oluyor!” diye şaşkınlığımı belirttim.
“Evet, yaptığım her şey...” dedi don Juan.
“Ama doğru olamaz bu,” diye karşı çıktım, “Her davranışına bile bile saçmalama diyemeyiz.”
Gizemli bir bakış atarak, “Neden diyemezmişiz ki?” diye yanıtladı.
“Bu, hiçbir şeyi takmadığın, kimseyi önemsemediğin, hiçbir şeye aldırmadığın anlamına gelir o zaman. Örneğin beni... Yani sen benim bilgi adamı olmamı önemsemiyor musun; yaşamışım, ölmüşüm, ya da başka bir şey yapmışım, farketmez mi senin için?”
“Bildin! Farketmez benim için. Sen de Lucio gibisin yani, ya da yaşamımdaki herkes gibisin, bile bile saçmalamamın ürünleri...”
Yabancı bir boşluk duygusu sarmıştı benliğimi. Kuşkusuz, don Juan’ın beni kayırması, önemsemesi için herhangi bir neden olamazdı; ama, öte yandan kişisel olarak beni önemsediğine değin kesin bir kanı vardı içimde. Başka türlü olabileceğini düşünmem olanaksızdı; çünkü, onunla birlikte olduğum zaman boyunca her anını benim çıkarlarım uğruna harcayagelmişti. Bir an, don Juan’ın benden usanmış olduğu için böyle bir şey söylemiş olabileceği geliverdi aklıma. Onun öğretilerini bırakıp giden ben değil miydim?
“Sanırım aynı şeylerden söz ettiğimiz yok bizim,” dedim. “Kendimi bir örnek olarak ele almamam gerekirdi. Asıl söylemek istedğim şey şöyle ki, bu dünyada önem verdiğin bir şeyler olmalıdır-yani bile bile saçmalamanın ötesinde bir şeyler... Hiçbir şeyi önemsemeden yaşamak olası mıdır, bilmem ki!”
Don Juan, “Bu senin düşüncen,” dedi. “Sen önemseyebilirsin birçok şeyi. Sen, bana, bile bile saçmalamamdan söz açtın; ben de sana, kendime ya da başkalarına ilişkin her ne yaparsam yapayım, hepsinin bile bile saçmalıklar etmekten başka bi şey olmadığını söyledim; çünkü hiçbi şeyin önemi yoktur benim için.”
“Ben de diyorum ki, don Juan, senin için hiçbir şey önem taşımıyorsa, nasıl sürdürüyorsun bu yaşamını?”
Don Juan güldü ve beni yanıtlayıp yanıtlamamaya karar vermeye çalışıyormuş gibi bir an sustuktan sonra ayağa kalktı; evin arka yanına gitti. Onu izlemekteydim.
“Dur, dur bi dakka, don Juan,” dedim, “muhakkak bilmem gerek; ne demek istediğini anlatman gerek bana.”
“Ola ki yoktur bi yolu anlatmanın.” diye yanıtladı don Juan. “İnsan, yaşamındaki kimi şeylere önem verir, çünkü önemlidir bu şeyler de ondan. Senin edimlerin sana göre önem taşırlar; ama artık hiçbi şeyin önemi kalmadı benim
için. Ne benim edimlerim, ne de başlarınınkiler... Ama sürdürüyorum işte yaşamımı; çünkü istencim var benim. Çünkü tüm yaşamım boyunca istencimi tavlamış durmuşumdur... Çelik gibi... Ve hiçbi şeyin önemi kalmaması da ırgalamıyor beni. Yaşamımın saçmalıkları istencimin buyruğundadır artık benim.”
Don Juan çömelerek parmaklarıyla, güneşte kurusun diye bir çulun üzerine sermiş olduğu kimi otları okşarcasına karıştırdı. Uzun süren bir sessizlikten sonra aklıma ilginç bir şey geldi. Don Juan’a, kanımca kimi insanların edimlerinin büyük önem taşımakta olduğunu söyledim. Bir nükleer savaşı böyle bir edimin en çarpıcı bir örneği olarak gösterebileceğimi belirttim. Yeryüzündeki yaşamı yıkmanın, öldürümün, en büyük kötülük olduğuna inandığımı söyledim.
Don Juan, gözleri parıltılı, “Böyle inançların var, çünkü düşünmektesin,” dedi. “Yaşamı düşünüyorsun sen. Görmüyorsun.”
“Yani görseydim, daha mı farklı olacaktı inançlarım?” diye sordum.
Don Juan, bana bir bilmece gibi gelen, şu sözeri söyledi: “Bi kez görmeye başlamasın kişi, yapayalnız buluverir kendini bu dünyada; saçmalamaktan başka bi şeycikler yapamaz.”
Sonra bir an susup, sözlerinin bendeki etkisini ölçermişçesine yüzüme baktı.
“Senin edimlerin de, bütün öbür insanların edimleri de genellikle çok önemliymişler gibi görünürler sana; çünkü onların önemli olduklarını düşünmeyi öğrenmişsindir de ondan.”
“Öğrenmişsindir” sözcüğünü öyle yabansı bir ses titremiyle söylemişti ki, bununla ne demek istediğini sormak zorunda kaldım.
Ellerini otlardan çekerek yüzüme baktı.
“Her şeyi düşünmeyi öğreniriz biz,” dedi. “Sonra da gözlerimizi, baktığımız şeylere düşündüğümüz gibi bakmaya alıştırırız. Kendimize baktığımızda, önemli olduğumuzu düşünerek yaparız bunu. Onun içindir kendimizin önemli olduğumuza inanmamız! Ne var ki, insan görmeyi öğrenice, baktığı şeyleri artık düşünemediğini çakar; baktığı şeyleri düşünemeyince de, bütün her şeyler önemlerini yitiriverirler.
Don Juan şaşkın şaşkın baktığımı görmüş olacak ki, bu sözlerini beynime çivilercesine üç kez yineledi. Anlattığı şeyler önce çok anlamsız gelmişti bana; ancak, iyice düşününce, bu anlattıkları, sezgiye ilişkin kimi gerçeklerin karmaşık bir anlatımı olarak belirmeye başlamıştı.
Bu görünüşümü açıklayabilmesi için usturuplu bir soru sormayı geçirdiysem de, bir türlü beceremedim. Hiçbir şey gelmiyordu aklıma. Birdenbire bir bitkinlik bastırıvermişti; düşüncelerimi toparlamakta güçlük çekmekteydim.
Don Juan yorgun olduğumu görerek sevecence sırtımı sıvazladı.
“Ayıklasana şu otları!” dedi. “Sonra da koparıp koparıp şu kavanozun içine koy.”
Elime büyücek bir kahve kavanozu tutuşturdu ve çekti gitti.
Don Juan, akşama doğru eve dönmüştü. Otları parçalamayı bitirmiş, notlarımı yazabilecek yeterli zamanım olmuştu. Hemen birkaç soru yöneltmek istedim. Ama don Juan pek oralı görünmüyordu. Açlıktan ölmek üzere olduğunu, önce bir şeyler yemesi gerektiğini söylemişti. Kil sobasını yakıp, üzerine bir tencere et suyu yerleştirdi. Getirmiş olduğum paketlerden kimi sebzeler çıkararak, ince ince kıydı ve tencerenin içine atıverdi. Sonra şiltesine uzandı, çarıklarını ayağından fırlatttı ve ateşe bakmam için sobaya yakın oturmamı söyledi.
Hava kararmak üzereydi; oturduğum yerden göğün batısını görebiliyordum. Kimi koca bulut kümelerinin kıyıları koyu sarı bir renge bürünmüştü. Bulutların ortalarıysa kapkara görünüyordu.
Ben, tam bulutların ne güzel göründüklerini söyleyecektim ki, don Juan konuşmaya başladı.
“Uçları tüy gibi yumuşak, göbeği kalın mı kalın!” deyiverdi parmağıyla bulutları göstererek.
Aklımdan geçenleri olduğu gibi okumuşçasına söyleyiverdiği bu sözleri duyunca, gözlerim fal taşı gibi açılıverdi.
“Şimdi ben sana söylecektim bulutları,” dedim.
Çocuklara özgü bir içtenlikle gülerek, “Seni yendim öyleyse,” dedi.
Kimi sorularımı yanıtlamak ister mi diye sordum.
“Neyi bile bile saçmalık etme konusuna değin anlatmış olduğun şeyler beni epey tedirgin etti de...” dedim. “Ne demek istediğini pek anlayabilmiş değilim.”
“Elbette anlayamazsın,” dedi. “Çünkü düşünmeye çabalıyorsun da, ondan! Oysa, benim dediklerim, senin düşüncelerine uymaz.”
“Düşünmeye çalışıyorum; çünkü bir şeyi anlayabilmem için tek çare budur benim için. Örneğin, don Juan, yani bir kimse görmeyi öğrenirse, bu dünyadaki her şey ona değersiz mi gelir artık?”
“Değersiz demedim ki! Önemsiz dedim. Her şey birbirine eşittir; öyleyse önemsizdir. Örneğin, benim edimlerim seninkilerden daha önemlidir diyebilir miyim? Ya da bi şeyin bi başka şeyden daha önemli olduğunu söyleyebilir miyiz?.. O halde, her şey birbirine eşittir ve eşit olduklarına göre, önemli değildir.”
Bu söyledikleriyle, “görme” dediği şeyin, aslında salt “nesnelere bakma” yerine “daha iyi bir yöntem” olduğunu vurgulamayı mı amaçladığını sordum. Don Juan, insan gözünün her iki işlevi de yerine getirebileceğini; ama, hiçbirisinin öbüründen daha iyi sayılamayacağını; ancak, gözü yalnızca bakmak için eğitmenin, kanısınca, gereksiz bir uğraş olduğunu belirtti.
“Örneğin, gülmek için gözlerimizle bakmamız gerekir,” dedi, “çünkü nesnelere bakmadan, göremeyiz dünyanın gülünç yanlarını. Oysa, gözlerimiz gördüğü zaman, her şey öyle eşittir ki, hiçbi şey gülünç gelmez bize.”
“Yani, don Juan, gören insan artık hiç gülemez, öyle mi?” Don Juan bir süre sessiz durdu.
“Belki de hiç gülmeyen bilgi adamları vardır,” dedi,
“ama, tanıdığım böyle bi kimse yok. Benim bildiklerim görürler, ayrıca da bakarlar ve böylece gülerler de.”
“Bilgi adamlarının ağladığı da olur mu?”
“Olur herhalde. Bakar ya gözlerimiz! Gülebilelim diye, ağlayabilelim diye... Ben kendim üzüntüden hoşlanmam; onun için beni üzecek bi şeyle karşılaşsam, gözlerimi kaydırıp, ona bakmak yerine onu görmeyi yeğlerim. Ama gülünç bi şeyle karşılaşırsam hemen bakarım ve gülerim.”
“Öyleyse, don Juan, senin kahkahaların gerçek; yani bile bile saçmalama ürünü değil.”
Don Juan bir an bana baktı.
“Seninle konuşmamın nedeni, beni güldürüp durmandır,” dedi. “Sen, öbür fareler korksun kaçsınlar da onların yiyeceklerini çalsın diye, kuyruğunu deliklere sokunca yakalanıveren koca kuyruklu çöl farelerini anımsatıyorsun bana. Soruların ele veriyor seni. Ayağını denk al! Kimi kez bu fareler kurtulmak için birden hızla kaçayım derken kuyrukları kopuverir oracıkta!”
Bu benzetmesi çok hoşuma gitmişti. Gülmeye başladım. Don Juan, bir zamanlar, kuyrukları sincap kuyruğu gibi koskoca olan kimi fareler göstermişti. Bu farelerden birisinin kuyruğunu çekerken, kuyruksuz kalıvermesi imgesi hem üzünçtü hem de ürkünçcesine gülünçtü.
Don Juan, “Benim kahkahalarım da, yaptığım bütün öbür şeyler de, hepsi gerçektir,” dedi. “Ne var ki, bunlar aynı zamanda bile bile saçmalama da oluyorlar-çünkü yok bi yararları. Yok bi şey değiştirdikleri.... Ama gene de yapıyorum işte bunları!”
“Ama, anladığıma göre, don Juan, senin kahkahaların yararsız sayılmaz ha? Mutlu kılıyorlar seni ya!”
“Hayır! Mutlu olmamın nedeni, beni mutlu kılan şeylere bakmamdır. O zaman gözlerim, o şeylerin gülünç yanları yakalayıveriyor, bi de bakmışsın, gülmekteyim. Kaç kez anlatmıştım bunu sana. İnsan yürek taşıyan bi yolu seçmelidir diye. O zaman, işte, en yetkin kılığını bulur bi insan. O zaman, belki de, hep gülebilir.”
Bu söylediklerinden, ağlamanın gülmeye oranla daha değersiz ya da belki de, en azından bizi zayıflatıcı bir edim olduğu anlamını çırakmıştım. Don Juan, aslında bu iki şey arasında bir fark bulunmadığını; ikisinin de önemsiz olduğunu söyledi. Ama ne varmış, kendisi kahkahayı yeğlermiş; çünkü kahkaha atınca, ağladığı zamankinden daha iyi hissedermiş gövdesi.