1

Konu: Bölüm 5

Üç Ekim 1968’de sırf Eligio’nun peyoteye başlamasıyla ilgili durumları sorabilmek amacıyla, don Juan’ın evine dönmüştüm. Eligio’nun peyoteyi ilk kez yemiş olduğu zaman tuttuğum notları gene okurken, bir sürü soru gelmişti aklıma. Çok kesin ve açık yanıtlar almayı kurduğumdan, sorularımı, en uygun sözcükleri seçerek, önceden bir liste halinde hazırlamıştım.
Don Juan’a önce şunu sordum: “O gece ben görmüş müydüm?”
“Gördün sayılır.”
“Eligo’nun hareketlerini görmüş olduğumu görüyormuydun?”
“Evet. Mescalito Eligo’nun aldığı dersin bi bölümünü senin de görmene olur vermişti. Yoksa orda oturan ya da kıvrılıp yere yatan bi adam falan görmezdin. En son mitotede, oturumdakilerin herhangi bi şey yaptığını falan görmemiştin, di mi?”
Son mitote sırasında, oturumdakilerin dikkate değer bir devinimde bulunduklarını görmüş değildim. Don Juan’a, notlarımda yazılı olduğuna göre, kimilerinin öbürlerinden daha sıkça kalkarak çalılığa gittiklerini gözlemlemiş olduğumu anlattım.
Don Juan, “Ama Eligio’nun dersini nerdeyse bütünüyle g ö r d ü n diye sürdürdü. “Düşün bi kez! Mescalito’nun sana karşı ne denli cömert davrandığını şimdi anlıyor musun? Mescalito’nun kimseye böyle sevecence davrandığını anımsamıyorum. Hiç kimseye! Gel gör ki, onun bu yakınlığına aldırdığın yok senin. Nasıl çevirebiliyorsun sırtını ona bu denli pervasızca? Ya da, daha doğrusu, ne geçiyor eline, Mescalito’ya sırt çevirmekle?”
Don Juan’ın gene beni köşeye sıkıştırmakta olduğunu seziyordum. Sorusunu yanıtlamama olanak yoktu. Her zaman, çömezliği, kendimi kurtarmak amacıyla bıraktığımı düşünegelmekteydim; oysa, kendimi neden yahut ne için kurtarmış olduğuma ilişkin herhangi bir fikrim yoktu. Konuşmamızın akışını hemen değiştirivermek amacıyla, önceden inceden inceye tasarladığım soruları bir yana iterek en önemli soruma geçiverdim.
“Şu bile bile saçmalıklar etmen konusunu açıklayabilir misin?”
“Bilmek istediğin ne ki?”
“Don Juan, bile bile saçmalamak ne demektir, bunu anlatır mısın lütfen?”
Don Juan gülmesini tutamadı ve elini kalçasına şaklatarak vurdu.
“İşte, bile bile saçmalık etmek budur!” diyerek kalçasını gene şaklattı.
“Nasıl yani?”
“Bunca yıldan sonra çıkıp, bile bile saçmalıklar etmem konusunda soru sorman beni öyle mutlu etti ki, sorma gitsin! Ama sormamış olsaydın da, hiçbi fark etmezdi hani. Ne var ki, şu anda mutlu olmayı yeğlemekteyim; sanki umurumdaymış gibi-yani senin sorman... Yani umurumda olmasının önemi varmış gibi. İşte, bile bile saçmalamak budur’
İkimiz de yüksek sesle gülmekteydik. Ona sarıldım. Açıklamaları çok hoşuma gitmişti; ama pek bir şey anlayamamıştım.
Her zamanki gibi, evinin kapısının hemen önündeki açıklıkta oturmaktaydık. Öğleye iki saat vardı. Don Juan’ın önünde bir küme tohum vardı. Çöplerini ayıklamaktaydı. Ona yardım edeyim dedim, ama bırakmadı. Orta Meksika bölgesindeki bir arkadaşına göndereceğini, onlara dokunacak güçte olmadığımı söyledi.
Uzun bir sessizliğin ardından, “Bu saçmalıkları kime yaparsın don Juan?” diye sordum.
Kıs kıs güldü.
“Herkese yaparım!” diye bağırdı.
“Ne zaman yaparsın böyle bir şeyi?”
“Her edimim sırasında yapmış olurum bunu.”
Bu aşamada, sorumu yeni baştan sormam gerektiğini görerek, bile bile saçmalık etmesinin, edimlerinin içten olmadığını, buna karşılık bir aktörün rol yapması gibi olduğu anlamına mı geldiğini sordum.
“Edimlerim içtendir, gerçektir; ne var, önünde sonunda bi aktörün rol yapmasından öte bir şey olamazlar,” yanıtı aldım. “O halde, senin yaptığın her şey bile bile isteyerek saçmalık etmek oluyor!” diye şaşkınlığımı belirttim.
“Evet, yaptığım her şey...” dedi don Juan.
“Ama doğru olamaz bu,” diye karşı çıktım, “Her davranışına bile bile saçmalama diyemeyiz.”
Gizemli bir bakış atarak, “Neden diyemezmişiz ki?” diye yanıtladı.
“Bu, hiçbir şeyi takmadığın, kimseyi önemsemediğin, hiçbir şeye aldırmadığın anlamına gelir o zaman. Örneğin beni... Yani sen benim bilgi adamı olmamı önemsemiyor musun; yaşamışım, ölmüşüm, ya da başka bir şey yapmışım, farketmez mi senin için?”
“Bildin! Farketmez benim için. Sen de Lucio gibisin yani, ya da yaşamımdaki herkes gibisin, bile bile saçmalamamın ürünleri...”
Yabancı bir boşluk duygusu sarmıştı benliğimi. Kuşkusuz, don Juan’ın beni kayırması, önemsemesi için herhangi bir neden olamazdı; ama, öte yandan kişisel olarak beni önemsediğine değin kesin bir kanı vardı içimde. Başka türlü olabileceğini düşünmem olanaksızdı; çünkü, onunla birlikte olduğum zaman boyunca her anını benim çıkarlarım uğruna harcayagelmişti. Bir an, don Juan’ın benden usanmış olduğu için böyle bir şey söylemiş olabileceği geliverdi aklıma. Onun öğretilerini bırakıp giden ben değil miydim?
“Sanırım aynı şeylerden söz ettiğimiz yok bizim,” dedim. “Kendimi bir örnek olarak ele almamam gerekirdi. Asıl söylemek istedğim şey şöyle ki, bu dünyada önem verdiğin bir şeyler olmalıdır-yani bile bile saçmalamanın ötesinde bir şeyler... Hiçbir şeyi önemsemeden yaşamak olası mıdır, bilmem ki!”
Don Juan, “Bu senin düşüncen,” dedi. “Sen önemseyebilirsin birçok şeyi. Sen, bana, bile bile saçmalamamdan söz açtın; ben de sana, kendime ya da başkalarına ilişkin her ne yaparsam yapayım, hepsinin bile bile saçmalıklar etmekten başka bi şey olmadığını söyledim; çünkü hiçbi şeyin önemi yoktur benim için.”
“Ben de diyorum ki, don Juan, senin için hiçbir şey önem taşımıyorsa, nasıl sürdürüyorsun bu yaşamını?”
Don Juan güldü ve beni yanıtlayıp yanıtlamamaya karar vermeye çalışıyormuş gibi bir an sustuktan sonra ayağa kalktı; evin arka yanına gitti. Onu izlemekteydim.
“Dur, dur bi dakka, don Juan,” dedim, “muhakkak bilmem gerek; ne demek istediğini anlatman gerek bana.”
“Ola ki yoktur bi yolu anlatmanın.” diye yanıtladı don Juan. “İnsan, yaşamındaki kimi şeylere önem verir, çünkü önemlidir bu şeyler de ondan. Senin edimlerin sana göre önem taşırlar; ama artık hiçbi şeyin önemi kalmadı benim
için. Ne benim edimlerim, ne de başlarınınkiler... Ama sürdürüyorum işte yaşamımı; çünkü istencim var benim. Çünkü tüm yaşamım boyunca istencimi tavlamış durmuşumdur... Çelik gibi... Ve hiçbi şeyin önemi kalmaması da ırgalamıyor beni. Yaşamımın saçmalıkları istencimin buyruğundadır artık benim.”
Don Juan çömelerek parmaklarıyla, güneşte kurusun diye bir çulun üzerine sermiş olduğu kimi otları okşarcasına karıştırdı. Uzun süren bir sessizlikten sonra aklıma ilginç bir şey geldi. Don Juan’a, kanımca kimi insanların edimlerinin büyük önem taşımakta olduğunu söyledim. Bir nükleer savaşı böyle bir edimin en çarpıcı bir örneği olarak gösterebileceğimi belirttim. Yeryüzündeki yaşamı yıkmanın, öldürümün, en büyük kötülük olduğuna inandığımı söyledim.
Don Juan, gözleri parıltılı, “Böyle inançların var, çünkü düşünmektesin,” dedi. “Yaşamı düşünüyorsun sen. Görmüyorsun.”
“Yani görseydim, daha mı farklı olacaktı inançlarım?” diye sordum.
Don Juan, bana bir bilmece gibi gelen, şu sözeri söyledi: “Bi kez görmeye başlamasın kişi, yapayalnız buluverir kendini bu dünyada; saçmalamaktan başka bi şeycikler yapamaz.”
Sonra bir an susup, sözlerinin bendeki etkisini ölçermişçesine yüzüme baktı.
“Senin edimlerin de, bütün öbür insanların edimleri de genellikle çok önemliymişler gibi görünürler sana; çünkü onların önemli olduklarını düşünmeyi öğrenmişsindir de ondan.”
“Öğrenmişsindir” sözcüğünü öyle yabansı bir ses titremiyle söylemişti ki, bununla ne demek istediğini sormak zorunda kaldım.
Ellerini otlardan çekerek yüzüme baktı.
“Her şeyi düşünmeyi öğreniriz biz,” dedi. “Sonra da gözlerimizi, baktığımız şeylere düşündüğümüz gibi bakmaya alıştırırız. Kendimize baktığımızda, önemli olduğumuzu düşünerek yaparız bunu. Onun içindir kendimizin önemli olduğumuza inanmamız! Ne var ki, insan görmeyi öğrenice, baktığı şeyleri artık düşünemediğini çakar; baktığı şeyleri düşünemeyince de, bütün her şeyler önemlerini yitiriverirler.
Don Juan şaşkın şaşkın baktığımı görmüş olacak ki, bu sözlerini beynime çivilercesine üç kez yineledi. Anlattığı şeyler önce çok anlamsız gelmişti bana; ancak, iyice düşününce, bu anlattıkları, sezgiye ilişkin kimi gerçeklerin karmaşık bir anlatımı olarak belirmeye başlamıştı.
Bu görünüşümü açıklayabilmesi için usturuplu bir soru sormayı geçirdiysem de, bir türlü beceremedim. Hiçbir şey gelmiyordu aklıma. Birdenbire bir bitkinlik bastırıvermişti; düşüncelerimi toparlamakta güçlük çekmekteydim.
Don Juan yorgun olduğumu görerek sevecence sırtımı sıvazladı.
“Ayıklasana şu otları!” dedi. “Sonra da koparıp koparıp şu kavanozun içine koy.”
Elime büyücek bir kahve kavanozu tutuşturdu ve çekti gitti.
Don Juan, akşama doğru eve dönmüştü. Otları parçalamayı bitirmiş, notlarımı yazabilecek yeterli zamanım olmuştu. Hemen birkaç soru yöneltmek istedim. Ama don Juan pek oralı görünmüyordu. Açlıktan ölmek üzere olduğunu, önce bir şeyler yemesi gerektiğini söylemişti. Kil sobasını yakıp, üzerine bir tencere et suyu yerleştirdi. Getirmiş olduğum paketlerden kimi sebzeler çıkararak, ince ince kıydı ve tencerenin içine atıverdi. Sonra şiltesine uzandı, çarıklarını ayağından fırlatttı ve ateşe bakmam için sobaya yakın oturmamı söyledi.
Hava kararmak üzereydi; oturduğum yerden göğün batısını görebiliyordum. Kimi koca bulut kümelerinin kıyıları koyu sarı bir renge bürünmüştü. Bulutların ortalarıysa kapkara görünüyordu.
Ben, tam bulutların ne güzel göründüklerini söyleyecektim ki, don Juan konuşmaya başladı.
“Uçları tüy gibi yumuşak, göbeği kalın mı kalın!” deyiverdi parmağıyla bulutları göstererek.
Aklımdan geçenleri olduğu gibi okumuşçasına söyleyiverdiği bu sözleri duyunca, gözlerim fal taşı gibi açılıverdi.
“Şimdi ben sana söylecektim bulutları,” dedim.
Çocuklara özgü bir içtenlikle gülerek, “Seni yendim öyleyse,” dedi.
Kimi sorularımı yanıtlamak ister mi diye sordum.
“Neyi bile bile saçmalık etme konusuna değin anlatmış olduğun şeyler beni epey tedirgin etti de...” dedim. “Ne demek istediğini pek anlayabilmiş değilim.”
“Elbette anlayamazsın,” dedi. “Çünkü düşünmeye çabalıyorsun da, ondan! Oysa, benim dediklerim, senin düşüncelerine uymaz.”
“Düşünmeye çalışıyorum; çünkü bir şeyi anlayabilmem için tek çare budur benim için. Örneğin, don Juan, yani bir kimse görmeyi öğrenirse, bu dünyadaki her şey ona değersiz mi gelir artık?”
“Değersiz demedim ki! Önemsiz dedim. Her şey birbirine eşittir; öyleyse önemsizdir. Örneğin, benim edimlerim seninkilerden daha önemlidir diyebilir miyim? Ya da bi şeyin bi başka şeyden daha önemli olduğunu söyleyebilir miyiz?.. O halde, her şey birbirine eşittir ve eşit olduklarına göre, önemli değildir.”
Bu söyledikleriyle, “görme” dediği şeyin, aslında salt “nesnelere bakma” yerine “daha iyi bir yöntem” olduğunu vurgulamayı mı amaçladığını sordum. Don Juan, insan gözünün her iki işlevi de yerine getirebileceğini; ama, hiçbirisinin öbüründen daha iyi sayılamayacağını; ancak, gözü yalnızca bakmak için eğitmenin, kanısınca, gereksiz bir uğraş olduğunu belirtti.
“Örneğin, gülmek için gözlerimizle bakmamız gerekir,” dedi, “çünkü nesnelere bakmadan, göremeyiz dünyanın gülünç yanlarını. Oysa, gözlerimiz gördüğü zaman, her şey öyle eşittir ki, hiçbi şey gülünç gelmez bize.”
“Yani, don Juan, gören insan artık hiç gülemez, öyle mi?” Don Juan bir süre sessiz durdu.
“Belki de hiç gülmeyen bilgi adamları vardır,” dedi,
“ama, tanıdığım böyle bi kimse yok. Benim bildiklerim görürler, ayrıca da bakarlar ve böylece gülerler de.”
“Bilgi adamlarının ağladığı da olur mu?”
“Olur herhalde. Bakar ya gözlerimiz! Gülebilelim diye, ağlayabilelim diye... Ben kendim üzüntüden hoşlanmam; onun için beni üzecek bi şeyle karşılaşsam, gözlerimi kaydırıp, ona bakmak yerine onu görmeyi yeğlerim. Ama gülünç bi şeyle karşılaşırsam hemen bakarım ve gülerim.”
“Öyleyse, don Juan, senin kahkahaların gerçek; yani bile bile saçmalama ürünü değil.”
Don Juan bir an bana baktı.
“Seninle konuşmamın nedeni, beni güldürüp durmandır,” dedi. “Sen, öbür fareler korksun kaçsınlar da onların yiyeceklerini çalsın diye, kuyruğunu deliklere sokunca yakalanıveren koca kuyruklu çöl farelerini anımsatıyorsun bana. Soruların ele veriyor seni. Ayağını denk al! Kimi kez bu fareler kurtulmak için birden hızla kaçayım derken kuyrukları kopuverir oracıkta!”
Bu benzetmesi çok hoşuma gitmişti. Gülmeye başladım. Don Juan, bir zamanlar, kuyrukları sincap kuyruğu gibi koskoca olan kimi fareler göstermişti. Bu farelerden birisinin kuyruğunu çekerken, kuyruksuz kalıvermesi imgesi hem üzünçtü hem de ürkünçcesine gülünçtü.
Don Juan, “Benim kahkahalarım da, yaptığım bütün öbür şeyler de, hepsi gerçektir,” dedi. “Ne var ki, bunlar aynı zamanda bile bile saçmalama da oluyorlar-çünkü yok bi yararları. Yok bi şey değiştirdikleri.... Ama gene de yapıyorum işte bunları!”
“Ama, anladığıma göre, don Juan, senin kahkahaların yararsız sayılmaz ha? Mutlu kılıyorlar seni ya!”
“Hayır! Mutlu olmamın nedeni, beni mutlu kılan şeylere bakmamdır. O zaman gözlerim, o şeylerin gülünç yanları yakalayıveriyor, bi de bakmışsın, gülmekteyim. Kaç kez anlatmıştım bunu sana. İnsan yürek taşıyan bi yolu seçmelidir diye. O zaman, işte, en yetkin kılığını bulur bi insan. O zaman, belki de, hep gülebilir.”
Bu söylediklerinden, ağlamanın gülmeye oranla daha değersiz ya da belki de, en azından bizi zayıflatıcı bir edim olduğu anlamını çırakmıştım. Don Juan, aslında bu iki şey arasında bir fark bulunmadığını; ikisinin de önemsiz olduğunu söyledi. Ama ne varmış, kendisi kahkahayı yeğlermiş; çünkü kahkaha atınca, ağladığı zamankinden daha iyi hissedermiş gövdesi.

Cvp: Bölüm 5

Bu noktada, yeğleyebildiğimize göre, eşitlikten söz edilemeyeceğini belirttim. Öyle ya, gülmeyi ağlamaya yeğlediğine göre, gülmenin daha önemli olduğu çıkmaz mıydı ortaya?
İnatla, kendi yeğlemesinin, onların eşit olmadığını göstermeyeceği hususunda diretti. Ben de dayatarak, mantıksal açıdan bu savmanın, mademki her şey eşittir, öyleyse ölümü yeğlememek için de bir neden yoktur, demeye kadar uzatılabileceğini söyledim.
“Çoğu bilgi adamının yaptığı bi şeydir bu,” dedi don Juan. “Bakarsın, yitip gitmişler günün birinde. Herkes, onların, yaptıkları yüzünden saldırıya uğrayıp öldürüldüklerini sanır. Ölümü yeğler onlar; çünkü fark etmez onlar için. Ama ben, yaşamayı, gülmeyi yeğlerim. Ama daha önemli olduğu için sanmayasın. Yaradılışımdaki bir eğilimdir bu yeğleyiş. Yeğlediğimi söylemek istemiyorum; istencim, bütün gördüğüm şeylere karşın gene de yaşamayı sürdürtüyor bana.
“Bakarken düşünmek ve düşünürken düşünmek alışkanlığın yüzünden şimdi beni anlayamıyorsun.”
Bu son sözü çok ilgimi çekmişti. Bununla ne demek istediğini açıklamasını istedim.
En iyi söyleme biçimini ararcasına, tümceyi birkaç kez değişik terimlerle yineledi. Sonunda, asıl diyeceğini açıkladı: “Düşünmek” sözcüğüyle anlatmak istediği şey, kafamızdaki dünyaya değin o değişmez-sürekli fikirler inançlarmış. “Görme”, bu alışkıyı bir yana itermiş; “görme”yi öğrenene dek de ne dediğini anlayabilmem olası değilmiş.
“Ama, don Juan, eğer her şey önemsizse, görmeyi öğrenmem ne diye önem taşıyor?”
“Bi zamanlar sana, insanlar olarak, iyi de olsa kötü de, öğrenmenin yazgımız olduğunu anlatmıştım.” dedi. “Ben görmeyi öğrendim; ve sana hiçbi şeyin önemi yoktur diyorum. Şimdi de sıra senin; ola ki bi gün sen de görürsün ve her şey önemli midir önemsiz midir anlarsın. Bana göre her şey önemsizdir. Bakarsın, sana göre her şey önem taşır. Artık bilmektesin ki bi bilgi adamı eylemleriyle yaşar; eylemleri bittiğinde neler düşüneceğini düşünerek değil. Bilgi adım yürek taşıyan bi yol seçer ve o yolu izler; sonra bakar, kıvanır, güler; ardından da görür ve bilir. Çok geçmeden yaşamının hepten tükenivereceğini bilir; bilir, çünkü görmektedir-yani, hiçbi şeyin hiçbi şeyden daha önemli olmadığını... Bi başka deyişle, bilgi adamında onur yoktur, saygınlık yoktur, aile, san, vatan, yoktur; yalnızca yaşanacak bi yaşam vardır onda. Bu koşullar altında, doğaldır ki, öbür insanlarla tek bağı bile bile saçmalamak biçiminde olacaktır. Bakarsın, bi bilgi adamı çabalamakta, terlemekte, oflayıp poflamaktadır; tıpkı öbür insanlar gibi görünür o da. Şu farkla ki, yaşamındaki saçmalıklar denetimi altındadır. Hiçbi şey bir ötekinden daha önemli olmadığına göre, bi bilgi adamı herhangi bir edimi yeğler; ve önemli bi şeymişçesine uygular o edimi. Ama o bile bile saçmalaması, ona, yaptığı şeyin önemli olduğunu söyletir ve, onun, o biçimde davranmasına yol açar. Oysa, o, bilmektedir bi önemi olmadığını bu şeylerin. Ve yaptığı iş sonuçlanınca, köşesine çekilir, dinginlik içinde. Edimleri iyiymiş, kötüymüş, başarıya ulaşmış ya da ulaşamamış, hiç mi hiç ırgalamaz onu.
“Öte yandan, bi bilgi adamı hepten boşlamayı yeğleyebilir tüm edimleri; bu vurdumduymazlığını, en önemli şeyiymiş gibi gösterebilir. Pek de iyi eder; çünkü bu da bile bile saçmalamanın bi başka biçimidir.”
Bu aşamada büyük çaba harcayıp oldukça karmaşık bir açıklama yaparak don Juan’a, bir bilgi adamının, hiçbir şeyi önemsememesine karşın, belli bir edimi yeğlemesine neden olan şeyin ne olduğunu öğrenmek istediğimi söyledim.
Yanıtlamadan önce yumuşakça güldü.
“Sen kendi edimlerini düşünüyorsun,” dedi. “Elbet, edimlerinin düşündüğün kadar önemli olduğuna inanmaktasın. Gerçekte, hiç kimsenin yaptığı hiçbi şey önem taşımaz. Hiç bi şey! Mademki gerçekte hiçbi şeyin önemi yoktur, senin sorduğun gibi, nasıl oluyor da yaşamımı sürdürüyorum? Daha kolay olurdu ölüvermek; sen böyle diyorsun, buna inanıyorsun. Çünkü senin yaşama değin, düşüncelerin, görmenin nasıl bi şey olacağın değin düşüncelerin gibidir. Bunu sana betimlememi istiyorsun; anlatayım da sen de ona değin kurgularını kurasın diye... Tıpkı öteki şeyleri kurduğun gibi... Oysa görme durumunda, düşünmenin yeri yoktur ki! Bu yüzden, işte, görmenin nasıl olduğunu sana anlatamam ya! Şimdi de kalkmışsın, bile bile saçmalık etmemin nedenlerini açıklamamı istiyorsun. Bile bile saçmalık etmenin, görmeye çok benzediğini söylemekten başka ne diyebilirim ki sana? Üzerinde düşünülmesi olanaksız bi şeydir bu çünkü.”
Don Juan esniyordu.’ Sırtüstü yatıp kollarını, bacaklarını uzattı. Kemiklerinin kütürdediğini işittim.
Sonra, “Uzaklarda çok kaldın,” dedi. “Çok düşünüyorsun, çok!”
Don Juan daha sonra kalkarak evin yanındaki çalılığa doğru gitti. Tencerenin altına birkaç odun daha sürdüm. Gaz lambasını yakacaktım ama, yarı karanlıkta oturmak daha çok hoşuma gitti. Yazabileceğim kadar ışık veren sobanın ateşi, çevremde bir kızartı yaratıyordu. Defterimi yere koyup uzandım. Yorgundum. Don Juan’la yaptığımız bu upuzun görüşmeler arasında beni etkileyen tek şey, beni önemsememesiydi. Çok tedirgin etmişti bu beni. Yıllardır ona bağlanmış, ona güvenmiştim. Ona tam bir güvenim olmasaydı, onun bilgisini öğrenme düşüncesi, beni korkudan kötürüm edebilirdi. Ona olan güvenimin temelinde onun beni kişisel olarak önemsediği varsayımı yatıyordu. Aslında ben korkmuştum ondan. Ama ona güvendiğim için bu korkuma gem vurabiliyordum. Oysa bu temeli altımdan çekiverince, boşlukta, çaresiz kalıvermiştim.
Pek yabansı bir ürküye kapılmıştım. Benliğim altüst olmuştu. Sobanın önünde bir aşağı bir yukarı yürümeye başladım. Don Juan da bir türlü dönmek bilmiyordu. Sabırsızlanarak bekledim.
Bir süre sonra don Juan geri geldi ve sobanın önüne oturdu. Ben de düşünmeden içimden geçenleri sayıp döktüm. Akıntıya kapılmış giderken yön değiştirebilecek gücümün olmadığını söyledim. Ona olan güvencimden başka bir de onun yaşam biçimini aslında kendiminkinden başka daha ussal, en azından çok daha işlevsel olarak görmeye başladığımı anlattım. Sözlerinin, beni ürkünç bir içsel çatışmaya ittiğini, çünkü onlardan, duygularımı değiştirmem gerektiği anlamını çıkardığımı belirttim. Bu görüşümü açıklamak amacıyla don Juan’a kendi ekinimden bir örnek olmak üzere, yaşamında hep gerçekliği arayan varlıklı, tutucu bir avukat olan yaşlı bir adamın öyküsünü anlattım. Otuzlu yılların başlarında, New Deal’in (Yeni Pay Siyasetinin) başlatılmasıyla, kendisini zamanın kaynayan siyasal olaylarının ortasında buluvermişti. Bu değişimin, ülke için kesinlikle zararlı olacağı inancındaydı. Kendi yaşam biçimine olan bağlılığı, haklı olduğuna değin kanısı, onu bir siyasal kötülükle savaşmaya kadar götürmüştü. Ne var, zamanın akımları öyle güçlüydü ki, onu devirivermişti. Gerek siyasal alanda, gerekse kendi özel yaşamında on yıl savaşım verdi; İkinci Dünya Savaşı çıkınca da, tüm çabaları yenilgiyle kapanmış oldu. Siyasal ve düşüngüsel (ideolojik) düşüşü derin yaralar açmıştı onda. Yirmi beş yıl, her şeyden elini eteğini çekmişti. Onu tanıdığım zaman seksen dört yaşındaydı ve son yıllarını bir huzur evinde geçirmek için doğduğu kente dönmüştü. Onca yıl yaşamını acılar küskünlükler içinde çarçur ettiğini düşününce, bu yaşa kadar nasıl yaşayabilmiş olduğunu bir türlü anlayamamıştım. Benim dostluğumu çok iyi karşılamıştı; kendisiyle uzun söyleşiler yapmıştık.
Onunla son buluşmamız sırasında, konuşmamızı şöyle bitirmişti: “Geriye bakıp yaşamımı inceleyecek epey zamanım oldu. Benim zamanımın önemli sorunları, bugün ancak birer öykü olarak kaldılar-ilginç bile olmayan öyküler... Ola ki yaşamımı, bir hiç peşinde koşarak harcamışım. Bütün inandığım o şeyler, maskaralıktan başka bir şey değilmiş, diyorum. Değmezmiş. Anladım artık bunu. Ne var ki, yitirdiğim kırk yılı geri döndüremem ki!”
Don Juan’a, çelişkimin, bile bile saçmalık etmeyle ilgili sözlerinin zihnimde doğurduğu kuşkulardan kaynaklandığını söyledim.
“Hiçbir şeyin önemi yoksa,” dedim, “bilgi adamı olunca ister istemez kendimizi bu yaşlı dostum gibi boşlukta buluruz herhalde.”
Don Juan, acı acı, “Pek öyle değil,” dedi. “Arkadaşın yalnızlık çekiyor; çünkü görmeden ölecek o. Yaşamını sırf yaşlanarak geçirmiş, şimdi de eskisinden daha küskün olması doğaldır. Utkular peşinde koşup yalnızca yenilgiler bulmuş; o yüzden, kırk yılını yele vermiş sanıyor. Utkunun da yenilginin de aynı şey olduğunu hiç bilmeyecek dostun.
“Demek şimdi de benden korkarsın ha!.. Senin de öbür şeylerden bi farkın yok dedim diye... Çocukça davranmaktasın. İnsan olarak yazgımız, öğrenmektir. İnsan, savaşa gider gibi gider bilgiye de. Kaç kez söylemişimdir bunları sana. İnsan bilgiye de, savaşa da korkarak, saygı duyarak, savaşa gittiğinin bilincinde olarak, kendine olan güveni sarsılmadan gider. Sen, kendine güvenmelisin; bana değil.
“Demek, o dostunun yaşamındaki boşluk seni korkutuyor, ha! Ama, bilgi adamının yaşamında boşluk olamaz ki! Bak, söylüyorum sana, her şey ağzına kadar dolup taşmaktadır.”
Don Juan kalktı, kollarını gere gere açtı, havada bir şeyleri yoklar gibiydi.
“Her şey ağzına kadar dolu tıklım tıklım,” diye yineledi, “ve hepsi birbirine eşit, ben, sırf yaşlanmış olan o dostun gibi değilim. Hiçbi şeyin önemi yok dediğim zaman, onun öyle demesinden ayrı bir şeyi anlatmaktayım. O, yenilgiye uğradığından, verdiği savaşımı boşa gitmiş sanıyor; benim için olamaz utku, yenilgi ya da boşluk diye şeyler. Her şey dolup taşmaktadır, her şey eşittir; benim savaşımım, savaşmaya değmiştir.
“Bilgi adamı olmak için, bi savaşçı olması gerekir adamın. Sızlayan bi çocuk değil! Pes etmeden, yakınmadan, çekinmeden, görene dek, hiçbi şeyin hiçbi önemi olmadığını kavrayana dek çabalayıp durmalıdır.”
Don Juan tencereyi bir tahta kaşıkla karıştırdı. Yemek pişmişti. Tencereyi ateşten indirerek, duvara raf ya da masa gibi kullanılmak üzere kurmuş olduğu kerpiçten yapılmış bir dikdörtgen çıkıntıya yerleştirdi. Oturak olarak kullandığı iki sandığı ayağıyla itiverdi. Sırtını, duvardaki destek görevini yapan kirişi de dayayınca, bu sandıklarda oturmak çok rahat ve zevkli oluyordu. Don Juan, oturmamı imleyerek bir çanağa çorba koydu. Gülümsemekteydi; varlığım ona erinç verirmişçesine ışıklı gözlerle bakıyordu bana. Çorba çanağını önüme doğru sevecence uzattı. Davranışlarında öylesine bir ılıklık ve içtenlik vardı ki, sanki sarsılmış olan güvenimi yeniden pekiştirmeye çabalamaktaydı. Ahmaklar gibi öyle kaldım. Bu durumdan sıyrılmak amcıyla kaşığımı aradım; ama kaşık maşık yoktu ortalıkta. Çorba, doğrudan doğruya çanaktan içilemeyecek denli sıcaktı. Çorbanın ılınmasını beklerken, don Juan’a bile bile saçmalık etmenin, bilgi adamının artık kimseyi sevemeyeceği anlamına mı geldiğini sordum.
Yemesini keserek güldü.
“İnsanları sevmek, onlarca sevilmek ne de ilgilendiriyor seni ya!” dedi. “Bi bilgi adamı yalnızca sever; hepsi o kadar. Kimi ya da neyi isterse, sever. Ama, bu işte de bile bile saçmalık ederek, bu sevgisine kaptırmaz kendisini. Yani senin şu anda yaptığının tam tersi. İnsanları sevmek ya da onlarca sevilmekten başka şeyler de vardır bi insan için.”
Başı hafifçe eğik, bir an yüzüme baktı.
“Düşün bunu biraz,” dedi.
“Don Juan, bir şey daha sormak istiyorum. Gülebilmek için gözlerimizle bakmamız gerektiğini söylemiştin. Ama bence, düşündüğümüz için gülmekteyiz. Körler de gülerler pekâlâ.”
Don Juan, “Hayır,” dedi, “körler gülmez. Gövdeleri sarsılır biraz, gülüyor izlenimini vererek... Dünyanın gülünç yanlarına hiç bakmış değillerdir; yalnızca düşlerler bunu. Kahkahaya dönüşemez gülmeleri.”
Artık konuşmuyorduk. Dinginlik, esenlik, mutluluk içindeydim. Sessizce yemeğimizi yedik. Sonra baktım, don Juan gülmekte. Sebzeleri ağzıma götürmek için kuru bir dal parçası kullanıyordum.
4 Ekim 1968
Bugün bir ara don Juan’a “görme” konusunda konuşabilir miyiz diye sordum. Bir an düşündü, ve gülümseyerek, yapma yerine konuşup durma alışkımdan bir türlü geçemediğimi söyledi.
Sözcüklerin üzerine basa basa, “Görmek istiyorsan, dumanın sana kılavuzluk etmesine izin vermen gerekir,” dedi. “Ben artık bu konu üzerinde konuşmayacağım.”
Kimi kurutulmuş bitkileri ayıklamasına yardım etmekteydim. Uzun süre tam bir sessizlik içinde çalıştık. Ne vakit sessizlik biraz uzasa, içim kararıverir; hele don Juan’la birlikte olduğumuzda... Bir an geldi, kendimi tutamayarak saldırganca haykırırcasına bir soru çıkarıverdim.
“Sevdiği biri öldüğünde, bir bilgi adamı bile bile nasıl uygular bu saçmalama yöntemini?” diye sordum.
Sorum, don Juan’ı afallatmıştı; bir süre soran gözlerle baktı yüzüme.
“Örneğin, Lucio,” dedim, “o öldüğü zaman, davranışların bile bile saçmalama mı olurdu?”
Don Juan, durgun bir sesle, “Oğlum Eulalio desen, daha da iyi olur.” dedi. Pan-Amerikan Karayolu yapımında çalışırken kayaların altında kalmış ezilmişti. Onun ölüm anındaki davranışlarım da bile bile saçmalıktı. Kaza yerine vardığımda oğlum can çekişiyordu. Ama çok güçlü biri olduğundan, debeleniyor, tekmeliyordu. Önünde durup, öbür işçilere artık ona dokunmamalarını söyledim. Boyun eğip oğlumun çevresinde dikildiler, onun ezik gövdesine bakıp durdular. Ben de durdum orada, ama bakmıyorum. Oğlumun tükenip giden yaşamını göreyim diye, gözlerimi çevirdim. Görüyordum onun yaşamını; saydam bi sis gibi sınırlarından taşıyormuşçasına... Çünkü yaşamla ölüm böyle karışır birbirlerine ve yayılırlar. İşte böyle yapmıştım oğlumun ölümü sırasında. Yapılacak tek şey buydu. O da bile bile saçmalık... Ona bakmış olsaydım, onun katılaştığını görseydim, onun artık o fidan boyuyla bu yeryüzünde dolaşamayacağını düşünerek, ağlamak zorunda kalırdım. Oysa, ben onun ölümünü gördüm. Üzünç, duygu falan yoktu bu ölümde. Onun ölümü de başka her şeyle eşitti.”
Don Juan bir süre konuşmadı. Üzgün görünmüyordu. Sonra gülümseyerek başıma dokandı.
“Yani, sevdiğim biri öldüğünde, bile bile saçmalamamın, gözlerimi çevirmek olduğunu biliyorsun artık.”
Kendi sevdiğim kimseleri düşündüm; bir üzüntü kaplamıştı benliğimi.
“Ne şanslısın, don Juan!” dedim. “Sen gözlerini çevirebiliyorsun, oysa ben yalnızca bakıp duruyorum.”
Don Juan bu sözlerimi çok gülünç buldu ve güldü.
“Ne şanslısı be!” dedi. “Kolay mı sanıyorsun?”
İkimiz de güldük. Uzun bir sessizlikten sonra, belki de kendi üzüntümü dağıtmak için, gene başladım sorularıma. “Yanılmıyorsam, don Juan,” dedim, “bir bilgi adamının yaşamındaki bile bile saçmalama olmayan edimler, yalnızca dostuyla ya da Mescalito’yla birlikte yaptığı edimler olmaktadır, değil mi?”
“Evet, öyle.” dedi kıkır kıkır gülerek. “Benim dostumla Mescalito’yu, biz insanlarla bi tutamayız. Benim bile bile saçmalıklarım yalnızca bana özgüdürler, ve başka insanlarla birlikte olduğum zamanki davranışlarımla ilgilidirler.”
“Gene de,” dedim, “bir bilgi adamının, kendi dostuyla ya da Mescalito’yla birlikteykenki edimlerini de bile bile saçmalık olarak nitelendirmesine mantıksal bir olasılık diye bakamaz mıyız?”
Bir an yüzüme baktı.
“Gene düşünmeye başladın.” dedi. “Bi bilgi adamı düşünmez; o nedenle böyle bir olasılıkla karşılaşamaz. Bana baksana! Ben, bile bile saçmalamamın, öbür insanlarla birlikte olduğum zamanlara özgü olduğunu söylüyorum; böyle diyorum, çünkü öbür insanları görebiliyorum da ondan. Oysa, dostumun niteliğini göremem ben; bu yüzden anlaşılmaz bi varlık olarak kalır o. Niteliğini göremediğim her şeye karşı nasıl bile bile saçmalık edebilirim ki? Kendi dostumla ya da Mescalito’yla olduğumda, ben yalnızca görmesini bilen ve
gördükleriyle şaşkına dönen bi adamımdır. Çevresinde olup bitenleri hiçbi vakit anlamayacak olan bi adamcağız.
“Bi de sana bakalım. Sen bi bilgi adamı olurmuşsun olmazmışsın, ırgalar mı sanırsın beni! Ama Mescalito’yu ırgalıyor. Yoksa, seninle ilgilendiğini göstermek amacıyla onca şeyi yapar mıydı? Bu ilgisinin farkındayım ve kendimi ona göre ayarlıyorum. Ama neden ilgilenirmiş seninle? Bunlar benim havsalama sığacak şeyler değildir.”

Cvp: Bölüm 5

.