Konu: Bölüm 6
Beş Ekim 1968’de Orta Meksika bölgesine bir yolculuğa çıkmak için tam arabaya binerken, don Juan beni durdurdu.
Ağırbaşlı bir biçimde, “Daha önce de söylemiştim sana,” dedi, “bi büyücünün adını da nerde oturduğunu da kimseye açıklamamamız gerekir. Benim adımı, gövdemin bulunduğu yeri kimseye söylememen gerektiğini anlamışsındır sanırım. Şimdi de aynı şeyi bir arkadaşımla ilgili olarak yapmanı istiyorum senden; Genaro adlı arkadaşımla... Onun evine gidiyoruz. Orada epey kalacağız.”
Ağzımdan bir şey kaçırmayacağıma değin güvence verdim don Juan’a.
Ağırbaşlılığını sürdürerek, “Biliyorum,” dedi. “Ama bi düşüncesizlik etmeyesin diye...”
Karşı çıkayım dedim, ama don Juan, amacının yalnızca, bu büyücülük işlerinde dikkatsiz davranmanın birden ve pisi pisine ölüvermeyi göze almak demek olduğunu, oysa düşünceli ve bilinçli olarak davranılırsa böyle bir ölümün savulabileceğini anımsatmak olduğunu söyledi.
“Artık bu konuyu bi yana bırakalım,” diyerek, şunları ekledi: “Yola çıkar çıkmaz artık Genaro’dan falan söz etmeyeceğiz; düşünmeyeceğiz bile onu. Haydi bir an önce toparla düşüncelerini. Onunla karşılaştığın zaman zihninin açık olması; hiçbi kuşkunun kalmaması gerekir.”
“Hangi kuşkulardan söz ediyorsun, don Juan?”
“Kuşku, canım... Her türlü kuşku işte! Onunla karşılaştığında zihnin berrak olsun. Seni görecek de!”
Bu yabansı uyarılar beni epey tasalandırmıştı. Arkadaşıyla karşılaşmasam da, don Juan’ı onun evine götürüp orada bıraktıktan sonra, oralarda beklesem deyiverdim don Juan’a.
“Takma kafana o kadar canım,” dedi o da, “hiç büyücü görmemiş değilsin ki! Vicente’yi gördün ya! Az kalsın öldürecekti seni! Ama bu kez dikkat et!”
Orta Meksika’ya vardıktan sonra, arabamı bıraktığım yerden don Juan’ın arkadaşı bizi izlemişçesine kapıda bekliyordu. Hemen tanıdım onu. Kitabımı don Juan’a götürmüş olduğum zaman, kısa da olsa, görmüştüm onu. O ilk karşılaşmamızda, şöyle bir bakmıştım ona, ve don Juan’la yaşıt sanmıştım onu. Ama onu evinin kapısında görünce, çok daha genç olduğunu gördüm. Altmış yaşlarında kadar vardı. Boyu don Juan’dan daha kısaydı. İnce, esmer, sırım gibi bir adamdı. Gür kırçıl saçları uzamış, alnını, kulaklarını örtüyordu. Değirmi, sert bir yüzü vardı. Koca burnuyla, ufak kara gözleriyle yırtıcı kuşları andırıyordu.
Önce don Juan’a bir şeyler söyledi. Don Juan başını olumlu biçimde eğmekteydi. Kısa bir görüşme yaptılar. İspanyolca konuşmadıklarından, ne dediklerini çıkaramıyordum. Sonra, Genaro bana döndü.
İspanyolca olarak, “Hoş gelmişsiniz bu kırık dökük yuvamıza,” dedi özür dilercesine.
Meksika’nın birçok kırsal bölgesinde konuşulan, İspanyolcanın saygı gösteren biçimini kullanmaktaydı. Ama, sözü biter bitmez yok yere neşeli bir kahkaha patlatıverdi; bile bile saçmalık ettiğini çakmıştım. Evinin derme çatma olmasına aldırdığı falan yoktu gerçekte. Çok sevmiştim Genaro’yu.
İzleyen iki gün boyunca dağlara çıkıp kimi bitkiler toplamıştık. Don Juan, don Genaro ve ben, her sabah gün ağarırken yola koyuluyorduk. İki yaşlı adam beni bütün gün ağaçlık bir yerde tek başıma bırakıp, dağın, yalnız kendilerinin bildiği belli bir yerine gidiyorlardı. Çok hoşuma gidiyordu orda olmak. Vaktin nasıl geçtiğini anlamıyor, yalnız geçirdiğim o güzel deneyimim kuşkusuz, kendimi, don Juan’ın toplamamı istediği bir tür bitkiyi büyük bir dikkatle arama işine vermemden kaynaklanıyordu.
Akşama doğru eve yollanıyorduk; her iki gün de öyle yorgundum ki, eve döner dönmez uyuyuvermiştim.
Ama üçüncü gün farklı olmuştu; üçümüz birlikte çalışmıştık. Don Juan Genaro’dan, bana kimi bitkilerin nasıl seçileceğini öğretmesini istedi. Öğleyin eve döndük. Onların evin önünde saatlerce, çıt çıkarmadan, kendilerinden geçmişçesine, dalınç içinde oturuştular. Ne var, uyuklamakta falan değillerdi. Birkaç kez aralarında dolaşmıştım, don Juan’ın da, don Genaro’nun da beni gözleriyle izlediklerini görmüştüm.
Do Juan, “Otları koparmadan önce onlarla konuşmalısın.” dedi. Durup dururken söyleyivermişti bunları; hem de üç kez yineleyerek... Dikkatimi çekmek istediği belliydi. Gene konuşana dek, kimseden ses çıkmadı.
“Bi otu görmek için, konuşmalısın onunla,” diye sürdürdü, “teker teker tanışmalısın onlarla; ancak o zaman anlatabilir bi bitki, ona değin öğrenmek istediğin şeyi.”
Akşam yaklaşmıştı. Don Juan, yüzü batıdaki dağlara dönük, düz bir kayanın üstüne oturmuştu. Don Genaro, onun yanında, bir hasır yaygının üzerinde, yüzü kuzeye dönük, oturmaktaydı. Don Juan, daha oraya vardığımız gün, bu yerlerin onların “yerleri” olduğunu, benim de onların karşısında herhangi bir yere oturabileceğimi söylemişti. Bu yerlerimiz de otururken, yüzüme güneydoğuya dönük tutmalı, ve onlara ancak şöyle bir göz değdirerek bakmalıymışım.
Don Juan, “Evet, otlara böyle davranılır, di mi?” diyerek don Genaro’ya döndü; o da don Juan’ı doğrularcasına başını salladı.
Bitkilerle konuşurken kendimi biraz aptala benzettiğim için bu yönergesine uymamış bulunduğumu açıkladım.
Katı bir sesle, “Bi büyücünün dediklerinin dalga geçme olmadığını anlayamadın bi türlü,” dedi. “Bi büyücü görmek isteyince, önce güç kazanmaya bakar.”
Don Genaro bana bakmaktaydı. Not tutmaktaydım; bu da epey şaşırtmıştı onu. Gülümseyerek başını iki yana salladı ve don Juan’a bir şeyler söyledi. Don Juan omuzlarını silkti. Beni yazır görmek don Genaro’nun çok tuhafına gitmiş olacaktı. Don Juan, herhalde, not tutmama alışıktı. O konuşurken benim yazı yazmam tuhaf gelmiyordu ona artık. Ne yaptığıma bakmadan konuşmasını sürdürebiliyordu. Baktım, don Genaro habire gülmekte. Konuşmanın akışı kesilmesin diye bıraktım not tutmayı.
Don Juan, büyücülerin edimlerini boşu boşuna yapmadıklarını bir kez daha belirtti. Bir büyücünün her an ölümle burun buruna yaşamak zorunda bulunduğunu vurguladı. Ardından, don Genaro’ya bir gece ölüm ışıklarının beni nasıl izlemiş olduğunu gördüğünü anlattı. Bu öyküyü çok gülünç bulmuş olacaklar ki, don Genaro yerlerde yuvarlanarak gülmeye başladı.
Don Juan benden özür dileyerek, arkadaşının böyle kahkahalar koyuvermeye pek düşkün olduğunu açıkladı. Şöyle göz ucuyla hâlâ yerde yuvarlandığını sandığım don Genaro’ya bir bakayım dedim. Ne göreyim! Adam, aklımın ucundan bile geçiremeyeceğim bir durumda değil mi! Kollarının, bacaklarının desteği olmadan başı üstünde durmaktaydı. Üstelik bacaklarını, oturuyormuş gibi, kavuşturarak... Öyle beklenmedik bir görüydü ki bu, yerimden fırladım. Gövdesinin mekanik açıdan, olanaksız denilebilecek bir hareket yapmış olduğu kafama dank ettiğinde, o çoktan olağan oturuş durumuna geçmişti bile. Don Juan, geçenlerin ayrımında olduğunu kanıtlarcasına, don Genaro’nun bu başarısını yüreğinden kopup gelen bir kahkahayla kutladı.
Don Genaro şaşkınlığımı sezmiş gibi, ellerini bir iki kez birbirine vurdu ve gene yuvarlandı yerde. Kendisine bakmamı istediği belliydi. Yerde yuvarlanma gibi gördüğüm durum, gerçekte oturma durumundayken öne eğilerek başıyla yere değme gibi bir duruştu. Bu mantıksız görünen duruşa, birkaç kez öne doğru yaylana yaylana eğilerek kazandığı hızla geçebiliyordu besbelli; gövdesindeki dinginlik (atalet) onu dik bir duruşa geçiriyor ve bir an için ‘başının üstünde oturuyordu.’
Gülmeleri geçince, don Juan konuşmasını sürdürdü; sesi oldukça sertti. Oturuşumu değiştirerek onu daha rahatça izleyebilecek bir duruşa geçtim. Özellikle, dikkatimi ona verdiğimi belirten bir harekette bulunduğum zamanlarda olduğu gibi, artık alıştığım biçimde gülümsemiyordu. Don Genaro sanki gene not tutmamı beklermiş gibi bana bakıp duruyordu. Ama not almayı bırakmıştım. Don Juan, topladığım bitkilerle onun istediği gibi konuşmamış olduğum için beni paylamaktaydı. Öldürdüğüm bitkilerin beni öldürmüş olabileceklerini, er geç beni hasta edeceklerinden emin bulunduğunu söylüyordu. Bitkileri incitmiş olmam nedeniyle hastalanırsam, belki de bunu, üşütmüş olduğuma, ya da başka bir şeye vereceğimi de ekledi.
İkisi birden bir cümbüş daha, başlattılar. Don Juan gene ağırbaşlılığını takınarak, ölümümü düşünmezsem, tüm yaşamımın tam bir kargaşaya dönüşeceğini söyledi. Dik dik bakmaktaydı bana.
“Ölümüyle yaşamından başka nesi var ki bi insanın?” dedi.
O anda not almadan edemeyeceğimi anladım ve gene yazmaya başladım. Don Genaro bana bakıyor, gülümsüyordu. Sonra başını hafifçe arkaya kaldırarak burun deliklerini açtı. Belli ki burun deliklerini çalıştıran kaslarına iyice hâkimdi. Onları olağan durumlarının iki katı kadar açabiliyordu.
Onun bu soytarılığının bana en gülünç gelen yanı yaptığı şeylerden çok, bu yaptıklarına karşı olan kendi tepkimeleriydi. Burun deliklerini genişlettikten sonra gülerek yere yıkılıverdi ve gövdesini gene o acayip tepetakla-baş üstünde-oturma duruşuna getirdi.
Gülmekten, yaşlar boşanıyordu don Juan’ın yanaklarına, Gülmeye çalıştım, ama aslında sıkılıyordum.
Don Juan, açıklarcasına, “Genaro yazı yazılmasını sevmez de,” dedi.
Not defterimi bıraktım; bu kez don Genaro, yazı yazabileceğimi, bunun hiçbir sakıncası olmadığını söyledi. Defterimi alıp gene yazmaya başladım. Don Genaro aynı şaklabanlıkları sürdürüyor, ardından ikisi de kahkahayı basıyorlardı.
Don Juan, gülmesini sürdürerek, arkadaşının bana öykünmekte olduğunu anlattı. Ben, yazarken burun deliklerimi açarmışım da; benim not tutma yoluyla büyücü olmaya çalışmam don Genaro’ya çok tuhaf gelmiş de; benim bu hareketimi, insanın kafası üstünde durması denli anlamış bulunduğundan, gülünç olsun diye öyle tepetaklak başının üstünde oturma duruşuna geçmiş.
Don Juan, “Sana tuhaf gelmiyordur,” dedi, “ama baş üstünde oturma duruşunu yalnız Genaro yapabilir, yaza yaza büyücülük öğrenmeyi de ancak sen düşünebildin.”
İkisi birden patlayarak gürültülü kahkahalarını savurdular; don Genaro gene o inanılmaz hareketini yaptı.
Çok sevmiştim don Genaro’yu. Davranışlarında öyle bir dolaysızlık, öyle bir incelik vardı ki!
“Özür dilerim, don Genaro,” dedim, defterimi göstererek. “Olsun, önemi yok,” diyerek kıs kıs güldü.
Artık yazamıyordum. Onlar uzun süre bitkilerin insanı gerçekten nasıl öldürebildiğinden, büyücülerin bitkileri bu amaçla nasıl kullandıklarından söz ettiler. Konuşurlarken ara sıra bana bakıyorlar, sanki yazmamı bekliyorlardı.
Don Juan, “Carlos, eyerlenmekten hoşlanmayan atlara benzer,” dedi. “Yavaş yavaş yaklaşmalısın yanına. Onu ürküttün bak, şimdi de yazmıyor işte!”
Don Genaro burun deliklerini genişletti, yapmacık bir yavarıyla, kaşlarını çatarak, ağızını büzerek, “Hadi, Carlos, yaz! Başparmağın düşene dek yaz, olur mu?” dedi.
Don Juan ayağa kalktı, kollarını açıp sırtını arkaya bükerek gerindi. İleri yaşına karşın gövdesi güçlü ve esnekti. Evin yanındaki çalılığa doğru yürüdü; don Genaro’yla yalnız kalmıştım. Don Genaro bana bakmaktaydı; gözlerimi çevirip öte yana baktım, çünkü bakışlarından sıkılıyordum.
Burun deliklerini açarak, burnunun kanatlarını titretmeye başladı; sonra da ayağa kalktı ve kollarını açıp sırtını arkaya bükerek don Juan’ın gerinme hareketlerinin tıpkılarını yaptı. Ama bunu öyle gülünç bir biçimde yapıyordu ki! Ancak çok usta bir pandomimciden beklenebilecek ince hareketlerle maskaralığın daniskası denilebilecek hareketlerin betimlemesi olanaksız bir birleşimiydi bu yaptıkları. Sanki büyülenmiştim. Don Juan’ın, çok ustaca çizilmiş bir karikatürüydü karşımdaki.
O anda don Juan geri gelmiş, onun bu yaptığını görmüştü; ne anlama geldiğini de anlamıştı... Gülerek yerini aldı.
Don Genaro, durup dururken, “Yel ne yöne esiyor?” diye sordu. Don Juan başının bir devinimiyle batıyı imledi.
Don Genaro, ağırbaşlı, “Yelin estiği yöne gitmesi daha iyi olacak,” diye mırıldandı.
Sonra bana dönüp parmağını yüzüme doğru salladı.
“Alışılmadık sesler duyarsan pek aldırış etmezsin,” dedi. “Genaro sıçınca, dağlar yerinden oynar.”
Der demez, hoplaya zıplaya çalılığa koştu ve daha bir saniye geçmişti ki, son kerte yabansı bir gürültü, derin, doğaüstü diyebileceğim bir gümbürtü işittim. Ne anlam vereyim, bilemiyordum. Bir şey sezinlemek için don Juan’a baktım-iki kat olmuş tepinerek gülmekteydi.