1

Konu: Bölüm 6

Beş Ekim 1968’de Orta Meksika bölgesine bir yolculuğa çıkmak için tam arabaya binerken, don Juan beni durdurdu.
Ağırbaşlı bir biçimde, “Daha önce de söylemiştim sana,” dedi, “bi büyücünün adını da nerde oturduğunu da kimseye açıklamamamız gerekir. Benim adımı, gövdemin bulunduğu yeri kimseye söylememen gerektiğini anlamışsındır sanırım. Şimdi de aynı şeyi bir arkadaşımla ilgili olarak yapmanı istiyorum senden; Genaro adlı arkadaşımla... Onun evine gidiyoruz. Orada epey kalacağız.”
Ağzımdan bir şey kaçırmayacağıma değin güvence verdim don Juan’a.
Ağırbaşlılığını sürdürerek, “Biliyorum,” dedi. “Ama bi düşüncesizlik etmeyesin diye...”
Karşı çıkayım dedim, ama don Juan, amacının yalnızca, bu büyücülük işlerinde dikkatsiz davranmanın birden ve pisi pisine ölüvermeyi göze almak demek olduğunu, oysa düşünceli ve bilinçli olarak davranılırsa böyle bir ölümün savulabileceğini anımsatmak olduğunu söyledi.
“Artık bu konuyu bi yana bırakalım,” diyerek, şunları ekledi: “Yola çıkar çıkmaz artık Genaro’dan falan söz etmeyeceğiz; düşünmeyeceğiz bile onu. Haydi bir an önce toparla düşüncelerini. Onunla karşılaştığın zaman zihninin açık olması; hiçbi kuşkunun kalmaması gerekir.”
“Hangi kuşkulardan söz ediyorsun, don Juan?”
“Kuşku, canım... Her türlü kuşku işte! Onunla karşılaştığında zihnin berrak olsun. Seni görecek de!”
Bu yabansı uyarılar beni epey tasalandırmıştı. Arkadaşıyla karşılaşmasam da, don Juan’ı onun evine götürüp orada bıraktıktan sonra, oralarda beklesem deyiverdim don Juan’a.
“Takma kafana o kadar canım,” dedi o da, “hiç büyücü görmemiş değilsin ki! Vicente’yi gördün ya! Az kalsın öldürecekti seni! Ama bu kez dikkat et!”
Orta Meksika’ya vardıktan sonra, arabamı bıraktığım yerden don Juan’ın arkadaşı bizi izlemişçesine kapıda bekliyordu. Hemen tanıdım onu. Kitabımı don Juan’a götürmüş olduğum zaman, kısa da olsa, görmüştüm onu. O ilk karşılaşmamızda, şöyle bir bakmıştım ona, ve don Juan’la yaşıt sanmıştım onu. Ama onu evinin kapısında görünce, çok daha genç olduğunu gördüm. Altmış yaşlarında kadar vardı. Boyu don Juan’dan daha kısaydı. İnce, esmer, sırım gibi bir adamdı. Gür kırçıl saçları uzamış, alnını, kulaklarını örtüyordu. Değirmi, sert bir yüzü vardı. Koca burnuyla, ufak kara gözleriyle yırtıcı kuşları andırıyordu.
Önce don Juan’a bir şeyler söyledi. Don Juan başını olumlu biçimde eğmekteydi. Kısa bir görüşme yaptılar. İspanyolca konuşmadıklarından, ne dediklerini çıkaramıyordum. Sonra, Genaro bana döndü.
İspanyolca olarak, “Hoş gelmişsiniz bu kırık dökük yuvamıza,” dedi özür dilercesine.
Meksika’nın birçok kırsal bölgesinde konuşulan, İspanyolcanın saygı gösteren biçimini kullanmaktaydı. Ama, sözü biter bitmez yok yere neşeli bir kahkaha patlatıverdi; bile bile saçmalık ettiğini çakmıştım. Evinin derme çatma olmasına aldırdığı falan yoktu gerçekte. Çok sevmiştim Genaro’yu.
İzleyen iki gün boyunca dağlara çıkıp kimi bitkiler toplamıştık. Don Juan, don Genaro ve ben, her sabah gün ağarırken yola koyuluyorduk. İki yaşlı adam beni bütün gün ağaçlık bir yerde tek başıma bırakıp, dağın, yalnız kendilerinin bildiği belli bir yerine gidiyorlardı. Çok hoşuma gidiyordu orda olmak. Vaktin nasıl geçtiğini anlamıyor, yalnız geçirdiğim o güzel deneyimim kuşkusuz, kendimi, don Juan’ın toplamamı istediği bir tür bitkiyi büyük bir dikkatle arama işine vermemden kaynaklanıyordu.
Akşama doğru eve yollanıyorduk; her iki gün de öyle yorgundum ki, eve döner dönmez uyuyuvermiştim.
Ama üçüncü gün farklı olmuştu; üçümüz birlikte çalışmıştık. Don Juan Genaro’dan, bana kimi bitkilerin nasıl seçileceğini öğretmesini istedi. Öğleyin eve döndük. Onların evin önünde saatlerce, çıt çıkarmadan, kendilerinden geçmişçesine, dalınç içinde oturuştular. Ne var, uyuklamakta falan değillerdi. Birkaç kez aralarında dolaşmıştım, don Juan’ın da, don Genaro’nun da beni gözleriyle izlediklerini görmüştüm.
Do Juan, “Otları koparmadan önce onlarla konuşmalısın.” dedi. Durup dururken söyleyivermişti bunları; hem de üç kez yineleyerek... Dikkatimi çekmek istediği belliydi. Gene konuşana dek, kimseden ses çıkmadı.
“Bi otu görmek için, konuşmalısın onunla,” diye sürdürdü, “teker teker tanışmalısın onlarla; ancak o zaman anlatabilir bi bitki, ona değin öğrenmek istediğin şeyi.”
Akşam yaklaşmıştı. Don Juan, yüzü batıdaki dağlara dönük, düz bir kayanın üstüne oturmuştu. Don Genaro, onun yanında, bir hasır yaygının üzerinde, yüzü kuzeye dönük, oturmaktaydı. Don Juan, daha oraya vardığımız gün, bu yerlerin onların “yerleri” olduğunu, benim de onların karşısında herhangi bir yere oturabileceğimi söylemişti. Bu yerlerimiz de otururken, yüzüme güneydoğuya dönük tutmalı, ve onlara ancak şöyle bir göz değdirerek bakmalıymışım.
Don Juan, “Evet, otlara böyle davranılır, di mi?” diyerek don Genaro’ya döndü; o da don Juan’ı doğrularcasına başını salladı.
Bitkilerle konuşurken kendimi biraz aptala benzettiğim için bu yönergesine uymamış bulunduğumu açıkladım.
Katı bir sesle, “Bi büyücünün dediklerinin dalga geçme olmadığını anlayamadın bi türlü,” dedi. “Bi büyücü görmek isteyince, önce güç kazanmaya bakar.”
Don Genaro bana bakmaktaydı. Not tutmaktaydım; bu da epey şaşırtmıştı onu. Gülümseyerek başını iki yana salladı ve don Juan’a bir şeyler söyledi. Don Juan omuzlarını silkti. Beni yazır görmek don Genaro’nun çok tuhafına gitmiş olacaktı. Don Juan, herhalde, not tutmama alışıktı. O konuşurken benim yazı yazmam tuhaf gelmiyordu ona artık. Ne yaptığıma bakmadan konuşmasını sürdürebiliyordu. Baktım, don Genaro habire gülmekte. Konuşmanın akışı kesilmesin diye bıraktım not tutmayı.
Don Juan, büyücülerin edimlerini boşu boşuna yapmadıklarını bir kez daha belirtti. Bir büyücünün her an ölümle burun buruna yaşamak zorunda bulunduğunu vurguladı. Ardından, don Genaro’ya bir gece ölüm ışıklarının beni nasıl izlemiş olduğunu gördüğünü anlattı. Bu öyküyü çok gülünç bulmuş olacaklar ki, don Genaro yerlerde yuvarlanarak gülmeye başladı.
Don Juan benden özür dileyerek, arkadaşının böyle kahkahalar koyuvermeye pek düşkün olduğunu açıkladı. Şöyle göz ucuyla hâlâ yerde yuvarlandığını sandığım don Genaro’ya bir bakayım dedim. Ne göreyim! Adam, aklımın ucundan bile geçiremeyeceğim bir durumda değil mi! Kollarının, bacaklarının desteği olmadan başı üstünde durmaktaydı. Üstelik bacaklarını, oturuyormuş gibi, kavuşturarak... Öyle beklenmedik bir görüydü ki bu, yerimden fırladım. Gövdesinin mekanik açıdan, olanaksız denilebilecek bir hareket yapmış olduğu kafama dank ettiğinde, o çoktan olağan oturuş durumuna geçmişti bile. Don Juan, geçenlerin ayrımında olduğunu kanıtlarcasına, don Genaro’nun bu başarısını yüreğinden kopup gelen bir kahkahayla kutladı.
Don Genaro şaşkınlığımı sezmiş gibi, ellerini bir iki kez birbirine vurdu ve gene yuvarlandı yerde. Kendisine bakmamı istediği belliydi. Yerde yuvarlanma gibi gördüğüm durum, gerçekte oturma durumundayken öne eğilerek başıyla yere değme gibi bir duruştu. Bu mantıksız görünen duruşa, birkaç kez öne doğru yaylana yaylana eğilerek kazandığı hızla geçebiliyordu besbelli; gövdesindeki dinginlik (atalet) onu dik bir duruşa geçiriyor ve bir an için ‘başının üstünde oturuyordu.’
Gülmeleri geçince, don Juan konuşmasını sürdürdü; sesi oldukça sertti. Oturuşumu değiştirerek onu daha rahatça izleyebilecek bir duruşa geçtim. Özellikle, dikkatimi ona verdiğimi belirten bir harekette bulunduğum zamanlarda olduğu gibi, artık alıştığım biçimde gülümsemiyordu. Don Genaro sanki gene not tutmamı beklermiş gibi bana bakıp duruyordu. Ama not almayı bırakmıştım. Don Juan, topladığım bitkilerle onun istediği gibi konuşmamış olduğum için beni paylamaktaydı. Öldürdüğüm bitkilerin beni öldürmüş olabileceklerini, er geç beni hasta edeceklerinden emin bulunduğunu söylüyordu. Bitkileri incitmiş olmam nedeniyle hastalanırsam, belki de bunu, üşütmüş olduğuma, ya da başka bir şeye vereceğimi de ekledi.
İkisi birden bir cümbüş daha, başlattılar. Don Juan gene ağırbaşlılığını takınarak, ölümümü düşünmezsem, tüm yaşamımın tam bir kargaşaya dönüşeceğini söyledi. Dik dik bakmaktaydı bana.
“Ölümüyle yaşamından başka nesi var ki bi insanın?” dedi.
O anda not almadan edemeyeceğimi anladım ve gene yazmaya başladım. Don Genaro bana bakıyor, gülümsüyordu. Sonra başını hafifçe arkaya kaldırarak burun deliklerini açtı. Belli ki burun deliklerini çalıştıran kaslarına iyice hâkimdi. Onları olağan durumlarının iki katı kadar açabiliyordu.
Onun bu soytarılığının bana en gülünç gelen yanı yaptığı şeylerden çok, bu yaptıklarına karşı olan kendi tepkimeleriydi. Burun deliklerini genişlettikten sonra gülerek yere yıkılıverdi ve gövdesini gene o acayip tepetakla-baş üstünde-oturma duruşuna getirdi.
Gülmekten, yaşlar boşanıyordu don Juan’ın yanaklarına, Gülmeye çalıştım, ama aslında sıkılıyordum.
Don Juan, açıklarcasına, “Genaro yazı yazılmasını sevmez de,” dedi.
Not defterimi bıraktım; bu kez don Genaro, yazı yazabileceğimi, bunun hiçbir sakıncası olmadığını söyledi. Defterimi alıp gene yazmaya başladım. Don Genaro aynı şaklabanlıkları sürdürüyor, ardından ikisi de kahkahayı basıyorlardı.
Don Juan, gülmesini sürdürerek, arkadaşının bana öykünmekte olduğunu anlattı. Ben, yazarken burun deliklerimi açarmışım da; benim not tutma yoluyla büyücü olmaya çalışmam don Genaro’ya çok tuhaf gelmiş de; benim bu hareketimi, insanın kafası üstünde durması denli anlamış bulunduğundan, gülünç olsun diye öyle tepetaklak başının üstünde oturma duruşuna geçmiş.
Don Juan, “Sana tuhaf gelmiyordur,” dedi, “ama baş üstünde oturma duruşunu yalnız Genaro yapabilir, yaza yaza büyücülük öğrenmeyi de ancak sen düşünebildin.”
İkisi birden patlayarak gürültülü kahkahalarını savurdular; don Genaro gene o inanılmaz hareketini yaptı.
Çok sevmiştim don Genaro’yu. Davranışlarında öyle bir dolaysızlık, öyle bir incelik vardı ki!
“Özür dilerim, don Genaro,” dedim, defterimi göstererek. “Olsun, önemi yok,” diyerek kıs kıs güldü.
Artık yazamıyordum. Onlar uzun süre bitkilerin insanı gerçekten nasıl öldürebildiğinden, büyücülerin bitkileri bu amaçla nasıl kullandıklarından söz ettiler. Konuşurlarken ara sıra bana bakıyorlar, sanki yazmamı bekliyorlardı.
Don Juan, “Carlos, eyerlenmekten hoşlanmayan atlara benzer,” dedi. “Yavaş yavaş yaklaşmalısın yanına. Onu ürküttün bak, şimdi de yazmıyor işte!”
Don Genaro burun deliklerini genişletti, yapmacık bir yavarıyla, kaşlarını çatarak, ağızını büzerek, “Hadi, Carlos, yaz! Başparmağın düşene dek yaz, olur mu?” dedi.
Don Juan ayağa kalktı, kollarını açıp sırtını arkaya bükerek gerindi. İleri yaşına karşın gövdesi güçlü ve esnekti. Evin yanındaki çalılığa doğru yürüdü; don Genaro’yla yalnız kalmıştım. Don Genaro bana bakmaktaydı; gözlerimi çevirip öte yana baktım, çünkü bakışlarından sıkılıyordum.
Burun deliklerini açarak, burnunun kanatlarını titretmeye başladı; sonra da ayağa kalktı ve kollarını açıp sırtını arkaya bükerek don Juan’ın gerinme hareketlerinin tıpkılarını yaptı. Ama bunu öyle gülünç bir biçimde yapıyordu ki! Ancak çok usta bir pandomimciden beklenebilecek ince hareketlerle maskaralığın daniskası denilebilecek hareketlerin betimlemesi olanaksız bir birleşimiydi bu yaptıkları. Sanki büyülenmiştim. Don Juan’ın, çok ustaca çizilmiş bir karikatürüydü karşımdaki.
O anda don Juan geri gelmiş, onun bu yaptığını görmüştü; ne anlama geldiğini de anlamıştı... Gülerek yerini aldı.
Don Genaro, durup dururken, “Yel ne yöne esiyor?” diye sordu. Don Juan başının bir devinimiyle batıyı imledi.
Don Genaro, ağırbaşlı, “Yelin estiği yöne gitmesi daha iyi olacak,” diye mırıldandı.
Sonra bana dönüp parmağını yüzüme doğru salladı.
“Alışılmadık sesler duyarsan pek aldırış etmezsin,” dedi. “Genaro sıçınca, dağlar yerinden oynar.”
Der demez, hoplaya zıplaya çalılığa koştu ve daha bir saniye geçmişti ki, son kerte yabansı bir gürültü, derin, doğaüstü diyebileceğim bir gümbürtü işittim. Ne anlam vereyim, bilemiyordum. Bir şey sezinlemek için don Juan’a baktım-iki kat olmuş tepinerek gülmekteydi.

Cvp: Bölüm 6

17 Ekim 1968
Don Genaro’nun, kendi deyimiyle, “öteki dünya” düzeninden ne diye söz açmış olduğunu anımsayamıyorum. Usta bir büyücünün bir kartal olduğunu, ya da kendisini bir kartala dönüştürebileceğini anlatmıştı. Öte yandan, bir kara büyücü “tecolete”, yani baykuş olurmuş. Don Genaro, kara büyücülerin gecenin çocukları olduğunu, bu kimselere en yararlı hayvanların dağ aslanları, öbür yabanıl kediler ya da gece kuşları, özellikle baykuş olduğunu açıkladı. Lirik büyücülerin brujos-liricos-yani büyücülüğü bir sanat uğraşı olarak alan büyücülerin, başka hayvanları, örneğin kargaları yeğlediklerini söyledi. Sessizce bizi dinlemekte olan don Juan, gülmeye başlamıştı.
Don Genaro, ona doğru dönerek, “Gerçekten öyle, biliyorsun, Juan,” dedi.
Sonra da, usta bir büyücünün, çömezini birlikte yolculuğa götürebileceğini, öteki dünyanın on katını da aşırtabileceğini söyledi. Eğer bu usta, bir de kartal olursaymış, en alttaki kattan başlayarak bütün dünyaları birbiri arkasından geçer doruğa ulaşırmış. Kara büyücülerle, lirik büyücüler, yalnızca üç katı aşabilirlermiş.
Don Genaro bu aşamaların neler olduğunu şöyle açıkladı: “Önce en aşağıdan başlanır; öğretmenin seni yanına alıp uçuşa geçer, ve çok geçmeden, bumm! İlk katı geçersiniz. Az sonra, bakarsın, gene bumm!.. İkinci katı geçmişsiniz. Ve bumm!. Üçüncü kat...”
Don Genaro bumlaya bumlaya onuncu katı da geçtikten sonra, susunca, don Juan bana bakıp göz kırptı.
“Genaro’nun konuşmakla arası pek hoş değildir,” dedi. “Ama öğrenmek istersen, nesnelerin dengesine değin öğretiler sunabilir sana.”
Don Genaro başıyla doğrulayarak, ağzını büzmüş, gözlerini kısmıştı.
Onun bu duruşu, çok hoşuma gitmişti.
Don Genaro kalktı, don Juan da onu izledi.
Don Genaro, “Pekâlâ,” dedi, “gidelim öyleyse. Gidip Nestor’la Pablito’yu bekleyebiliriz. Herhalde çıkmışlardır. Perşembeleri erken çıkıyorlar.”
İkisi de arabama bindi; don Juan önde oturdu. Onlara hiç bir şey sormadan arabayı çalıştırdım. Don Juan, Nestor’un evine yöneltiyordu beni. Oraya varınca, don Genaro eve girdi, ve çok geçmeden kendi çömezleri olan iki delikanlıyla, Nestor ve Pablito’yla dışarı çıktı. Hepsi de arabaya doluştular; ve don Juan batıdaki dağlara doğru gitmemi söyledi.
Arabayı bir toprak yolun kıyısına bırakıp, arabanın bulunduğu yerden görülebilen bir çağlayana doğru akan beş altı metre genişliğindeki bir ırmağın kıyısını izleyerek yürüdük. Akşam yaklaşıyordu. Manzara çok etkileyiciydi. Tam tepemizde, koskoca, koyu, mavimsi bir bulut uçan bir çatı gibi durmaktaydı. Kıyıları keskince biten dev bir yarım daire biçiminde bir buluttu bu. Batımızda, yüksek Cordillera Central dağlarının yamaçlarına yağmur yağıyora benziyordu. Yeşil tepelerin üzerine beyazımsı bir perde iniyormuş izlenimini veriyordu. Doğu yanımızda upuzun, derin bir vadi vardı; vadinin üzerinde dağınık bulut parçaları asılı duruyor, üzerlerine güneş vuruyordu. Bu iki yanın arasındaki çelişki, görkemliydi. Çağlayanın altında durduk. Elli metre kadar bir yükseklikte akıyordu sular, kulaklarımızı sağır edercesine gürleyerek.
Don Genaro beline bir kemer doladı. En azından yedi tane nesne sarkıyordu kemerinden. Ufak sukabaklarını andıran nesneler... Şapkasını çıkarıp, boynuna asılı bir kordonla arkasına sarkık durumda tuttu. Kalın yün kumaştan yapılmış bir keseden bir saç bantı çıkardı. Bu bant da alaca renkli bir yün kumaştandı. En belirgin rengi parlak bir sarıydı bu bantın. Banta üç telek geçirdi. Kartal tüyüne benziyorlardı. Tüyleri geçirdiği yerlerin bakışımlı (simetrik) olmadığını gördüm. Tüylerden biri, sağ kulağının arka kıvrımı üzerindeydi; öbürü birkaç santimetre kadar onun önünde; üçüncüsü de sol şakağının üzerindeydi. Sonra, çarıklarını çıkardı ve pantalonunun beline bağladı ya da astı. Kemerini de pançosunun üzerinden sıkarak tutturdu. Deri şeritlerden örme bir kemerdi bu. Kemeri, bağlayarak mı yoksa tokayla mı tutturduğunu görememiştim. Don Genaro çağlayana doğru yürüdü.
Don Juan yuvarlakça bir kayayı eliyle durağan bir duruma getirdikten sonra, üzerine oturdu. Öbür iki genç adam da birer kaya bulup don Juan’in sol yanında oturdular. Don Juan, sağ yanındaki yeri göstererek, bir kaya bulup oturmamı söyledi.
Üçünün de yan yana oturmakta olduklarını göstererek, “Yüzümüz bu yana bakacak biçimde oturacağız,” dedi.
O sırada don Genaro, çağlayanın dibine ulaşmış, suyun düştüğü yerin hemen yanındaki bir keçiyolundan tırmanışa geçmişti. Oturduğumuz yerden bakınca, çok dik görünüyordu bu keçiyolu. Çıkarken tutunduğu bitkilerle kaplıydı orası. Bir ara ayağı kayıverdi, az kalsın, aşağılara kayacaktı; çok kaygandı çünkü bastığı çamurlu yer. Az sonra gene aynı şey oldu da, don Genaro’nun tırmanacak yaşı çoktan geçmiş olduğu düşüncesi geçiverdi aklımdan. Keçiyolunun sonuna varana dek birkaç kez daha kaydığını, sendelediğini görmüştüm.
Don Genaro kayalığa tırmanmaya başladığında bir tür korkuya kapılmıştım. Ne yapmak istediğini anlayamamıştım bir türlü.
Fısıldayarak, “Ne yapıyor?” diye sordum don Juan’a.
Don Juan başını bana çevirmeden, “Tırmanıyor işte!” dedi.
Don Juan gözlerini don Genaro’ya dikmiş, sürekli ona bakmaktaydı. Gözlerini kısmıştı. Kayanın ucuna dik oturmuş, ellerini bacaklarına yaslamıştı.
Nestor’la Pablito’nun yüzlerine bakmak için biraz eğildim. Don Juan elini sertçe sallayarak kıpırdamamamı belirtti. Hemen çekildim. Şöyle bir görebilmiştim delikanlıları. Onlar da don Juan gibi dikkat kesilmiş bakıyorlardı.
Don Juan eliyle bir başka işaret yaparak çağlayanı gösterdi.
Gene baktım. Don Genaro, bir duvar gibi yükselen dimdik kayalığın üzerinde epey yol almıştı. Baktığım sırada, bir çıkıntıya basmış milim milim ilerleyerek koca bir kayanın çevresini dolanmaya çalışıyordu. Kollarını kayayı kucaklarcasına açmıştı. Yavaş yavaş sağa doğru ilerlerken, birden gövdesi havada asılı kaldı. Düştü artık, derken, baktım, hâlâ orda durmakta... Sağ eliyle bir şeyi kavrayıvermiş ve ayağı çok çevikçe o çıkıntıya yeniden basıvermiş... Don Genaro, kayaya gene yapışınca başını çevirip bize bakmıştı. Kısa bir bakıştı bu. Başını şöyle bir çeviriverişde öyle bir biçemleme vardı ki, düşünmeye başladım. Onun her kayışında, dönüp öyle bize bakıverdiğini anımsadım. Beceriksizliğine sıkılarak, bakıp bakmadığımızı görmek için dönmüş olacak diye düşünmüştüm.
Tepeye doğru biraz daha tırmandıktan sonra bir kez daha kayıp aşağı doğru sarkan bir kayaya tehlikeli bir biçimde asılı kalıverdi. Yalnızca sol eliyle tutmaktaydı tüm gövdesini. Dengesini yeniden bulunca dönüp gene bize baktı. Tepeye varana dek iki kez daha yitirmişti dengesini. Oturduğumuz yerden, çağlayanın dökülmeye başladığı yerin eni sekiz metre kadar görünüyordu.
Don Genaro bir an kıpırdamadan durdu. Don Juan’a, don Genaro’nun orda ne işi var diye sormak istedim, ama don Juan kendisini, bakmasına öyle kaptırmıştı ki, onu tedirgin etmeyi göze alamadım.
Don Genaro birden suya atladı. Öylesine beklenmedik bir hareketti ki bu, karnımın ta içinde beni yutar gibi bir boşluk duyumsayıverdim. Görkemli, düş gibi bir atlayıştı bu. Çağlayanın ortasına doğru kesik kesik uçmakta olan gövdesinin üst üste bir dizi imgesini açık seçik görmüş gibiydim. Şaşkınlığım yatışınca, don Genaro’nun, çağlayanın kıyısında bulunan ve oturduğumuz yerden zorlukla görülebilen
bir kayanın üzerine inmiş olduğunu gördüm.
Bir süre tüner gibi kaldı o kayanın üstünde. Hızla düşen suların baskısına karşı koyabilmek için didinmekteydi. İki kez uçurumun kıyısına sürüklenmişti. Nereye tutunmakta olduğunu göremiyordum. Dengesini bularak kayanın üzerinde çömeldi. Sonra, bir kaplan gibi fırlayıverdi. Bu kez üzerine indiği kayayı çok az seçebiliyordum. Çağlayanın tam kıyısın da duran koni biçiminde bir kayaydı bu.
En azından on dakika kadar kalmıştı bu kayanın üzerinde-hiç devinmeden... Onun böyle kımıldamadan durması bana öyle etkileyici gelmişti ki, titremeye başladım. Kalkıp yürümek geliyordu içimden. Don Juan, bu sinirli halimi görerek kesinlikle yerimden kımıldamamamı buyurdu.
Don Juan’ın öyle heykel gibi kıpırdamadan duruşu içimde gizemli bir yılgı yaratmıştı. Oturduğu yerde öyle tünemeyi biraz daha sürdürürse, artık kendimi tutamayacağım gibi geliyordu.
Don Genaro gene zıpladı birden. Bu kez çağlayanı enlemesine geçmiş, öbür yakaya inivermişti. Tıpkı bir kedi gibi dört ayağının üzerine... Bir an çömelik kaldıktan sonra ayağa kalkıp çağlayanın öbür yakasına baktı sonra da aşağıda duran bizlere döndü. Orda bir heykel gibi dikilip bize bakmasını sürdürüyordu. Elleriyle yanlarında görünmeyen parmaklıklar tutuyormuşçasma duruyordu.
Bu duruşu gerçekten çok güzeldi. Gövdesi çevikti, çıta gibiydi. Başını saran tüylü bantıyla, koyu renkli pançosuyla, yalınayak öyle duran don Genaro’ya baktım-böylesine güzel bir insan görmüş olduğumu anımsamıyordum.
Don Genaro birden kollarını ve başını kaldırıverdi, ve sol yanına doğru, hızla, bir perende attı. Üzerinde durmuş olduğu kaya yuvarlaktı. Perende attıktan sonra, kayanın arkasında kayboluverdi.
O anda bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başlamıştı. Don Juan kalktı, yanındakiler de onu izledi. Birden yapıverdikleri bu hareket şaşırtmıştı beni. Don Genaro’nun o ustaca işi bende derin bir çoşku uyandırmıştı. Hemen ona koşup, yetkin sanatına karşı duyduğum hayranlığı belirtmek, onu kutlamak istiyordum.
Dikkatle çağlayanın sol yanına bakarak, don Genaro’nun inip inmediğini görmeye çalıştım; ama görünürlerde yoktu. Nereye gittiğini merak ediyordum. Don Juan’a sorduysam da, bir yanıt alamadım.
Don Juan, “Bir an önce kaçalım burdan,” dedi. Yoksa sırılsıklam olacağız. Nestor’la Pablito’yu evlerine bırakalım, sonra da dönüş yolculuğumuza başlarız.
“Don Genaro’yla vedalaşmadım henüz,” diye yakındım.
Don Juan, sertçe, “O vedalaştı senle,” diye yanıtladı.
Bir süre yan gözle beni süzdükten sonra, yumuşayarak gülümsedi.
“Ayrıca, selam da söyledi sana,” dedi, “seni çok beğenmiş.”
“Dönmesini bekleyemez miyiz?”
Don Juan kesin bir sesle, “Hayır!” dedi. “Bırak artık onu. Nereye gittiyse gitti işte! Belki de kartal olmuş, öbür dünyada uçmaktadır. Ölmüş de olabilir orda. Artık farketmez...”
23 Ekim 1968
Don Juan, laf arasında, yakında Orta Meksika’ya bir yolculuk daha yapacağını söylemişti.
“Don Genaro’ya mı gideceksin?” diye sordum.
Yüzüme bakmaksızın, “Belki.” diye yanıtladı.
“Esaslı adam, değil mi don Juan? Yani çağlayanın tepesinde bir şey olmadı ona.”
“Olmaz elbette; sağlam adamdır.”
Bir süre, tasarladığı yolculuktan söz ettik. Sonra, don Genaro’yla birlikte olmaktan zevk aldığımı, şakalarından çok hoşlandığımı söyledim. Don Juan, gülerek, don Genaro’nun bir çocuk gibi olduğunu söyledi. Uzun süre susuştuk. Don Genaro’nun nasıl bir ders vermiş olduğunu sormak için uygun bir sözcük arıyordum. Don Juan bana bakarak, yaramaz çocuklara özgür bir biçimde, “Don Genaro’yla ilgili sormak için, için gidiyor di mi?” dedi.
Sıkılarak güldüm. O çağlayanda olanlara iyice takmıştım kafamı. Anımsayabildiğim tüm ayrıntıları eviriyor çeviriyor, ve inanılmaz bir cesaret gösterisine tanık olduğum sonucuna varıyordum. Kuşkusuz, don Genaro, eşsiz bir denge ustası, bir cambaz olmalıydı. Tüm devinimleri, teker teker ele alındığında, dinsel bir törendeki davranışları andırıyor, akıl ermez simgesel anlamlar taşır görünüyordu.
“Evet.” dedim. “Nasıl bir ders vermiş olduğunu öğrenmek için yanıp tutuşuyorum.”
Don Juan, “Bak ne diyeceğim.” dedi. “Boşuna harcadın zamanını. Onun verdiği ders, görebilen kimseler içindir. Pablito’yla Nestor, çok iyi görememelerine karşın, gene de çaktılar bunu. Ama sen, bakmak için gittin oraya. Don Genaro’ya senin tam bir bakar kör ahmak olduğunu; vereceği dersin, gözlerini açabileceğini anlatmıştım. Ama öyle olmadı. Ama farketmez. Çok güçtür görmek.
“Sonunda, don Genaro’yla görüşmeni istemedim. O yüzden ayrıldık ordan. Ne yazık! Ama daha da kötü olurdu kalmamız. Genaro sana görkemli bi şeyler göstermek için çok şeyi almıştı göze. Ne yazık ki, sen göremedin!”
“Ola ki, don Juan, o dersin ne olduğunu bana sen anlatırsan, gerçekten ne gördüğümü anlarım.”
Don Juan gülmekten iki büklüm olmuştu.
“Soru sormaktan başka şey bilmez misin sen!” dedi.
Bu konuyu kapatmak istediğini seziyordum. Her zamanki gibi evinin önündeki açıklıkta oturmaktaydık. Don Juan birden kalkarak içeriye girdi. Ben de ardından gidip ne görmüş olduğunu bana açıklamasını istedim, ben anlatırken, don Juan gülümsemekteydi. Sözüm bitince, başını sallayarak, “Çok güçtür görmek,” dedi.
Bu sözlerini açıklaması için yakardım.
Kararlı bir sesle, “Görmek, konuşulacak bi şey değildir,” dedi.
Başkaca bir şey söyleyemeceğini anlamıştım. Ben de gittim, yapmamı istemiş bulunduğu kimi işleri gördüm.
Döndüğümde hava kararmıştı. Bir şeyler yedikten sonra ramadaya gittik. Orada oturur oturmaz, don Juan, don Genaro’nun dersini anlatmaya başladı. Kendimi hazırlamam için zaman bırakmamıştı. Not defterim yanımdaydı. Ama, karanlıkta yazamadım. İçeri gidip gaz lambasını getirebilirdim, ama konuşmasının akışını kesmek istememiştim.
Don Juan, don Genaro’nun bir denge ustası olduğunu, çok karmaşık ve zor hareketler yapabildiğini anlattı. Baş üstü oturması, bunlardan yalnızca birisiymiş ve bununla bana, not tutarak “görme”nin olanaksızlığını anlatmak istemiş. Ellerinin yardımı olmadan baş üstü oturma hareketi, yalnızca bir an süren maskaraca bir gösteriden öte bir şey değilmiş. Don Genaro’ya göre “görme”ye değin yazı yazma da aynı şey demekmiş; yani insanın başı üstünde oturması denli acayip ve gereksiz bir işmiş.
Don Juan karanlığın içinden bana baktı ve büyük bir ağır başlılıkla, don Genaro’nun öyle baş üstü oturup şaklabanlık yaparken benim “görme” durumuna çok yaklaşmış olduğumu söyledi. Don Genaro bunun farkına varmış ve aynı hareketi birkaç kez yinelemiş. Ama, boşuna... Çünkü uzaklaşmışım artık “görme” durumunda.
Don Juan, ardından, don Genaro’nun o cambazlığından söz etti. Daha önceleri bana, insanların, “gören” kimseler için, önden arkaya doğru döneduran ve onlara yumurta biçimini veren bir tür ışık telciklerinden oluşan saydam yaratıklar olduğunu anlatmış bulunduğunu söyledi. Bu yumurta gibi yaratıkların en şaşılası yanının da göbeklerinin çevresinde bir demet uzunca telcik bulunması olduğunu anlatmış olduğunu anımsattı. Don Juan bu telciklerin insan yaşamında son kerte önem taşıdıklarını belirtti. İşte don Genaro’nun dengesinin gizi de bu telciklerdeymiş ve verdiği dersin, çağlayan üzerinde cambazca sıçramalar yapmakla hiçbir ilintisi yokmuş. Onun denge gösterileri, bu “anten-gibi” telcikleri kullanmasından kaynaklanmaktaymış.
Don Juan başladığı gibi, birden konuyu değiştiriverdi ve bambaşka şeyler anlatmaya başladı.

Cvp: Bölüm 6

24 Ekim 1968
Don Juan’ı kıstırarak, bir daha öylesine bir denge dersi alma olanağını bulamayacağımı sandığımı, kendi kendime bulgulayamayacağım için bana bu işin bütün ayrıntılarını açıklamasını söyledim. Don Juan, don Genaro’nun artık bana öyle bir ders vermeyeceğini düşünmemin pek yerinde olduğunu belirtti.
“Neyi bilmek istiyorsun?” diye sordu.
“O anten-gibi telcikler... Nedir bunlar, don Juan?”
“Bunlar, insanın gövdesinden uzanan antenlerdir; gören büyücülere görünürler. Büyücüler, insanların bu antenlerini görerek, ona göre davranırlar onlara karşı. Zayıf kişilerin antenleri çok kısadır, ha varmış ha yokmuş gibi... Güçlü kişilerin parlak, uzun olur antenleri. Örneğin, Genaro’nunkiler öyle parlaktır ki, bi tür kalınlık verir onlara. Bu telciklere bakarak bi insanın sağlıklı mı ya da kaba mı, ince mi yoksa kötü mü olduğunu anlarsın. Görüp görmediğini de anlarsın insanın, bu telciklerine bakarak. Al sana içinden çıkılmaz bi sorun. Genaro seni gördüğünde, o da arkadaşım Vicente gibi, senin görebildiğini anlamıştı. Ben de seni görünce, görebildiğini görüyorum. Ama, bak şu işe ki, göremediğini de bilmekteyim. Gel de çık işin içinden! Genaro da farkına varmıştı bunun. Ben de senin acayip bi herif olduğunu söylemiştim. Sanırım, bunu görmek için götürmüştü seni çağlayana.”
“Görebildiğim izlenimini vermemin nedeni nedir sence?”
Don Juan yanıt vermedi. Uzun süre öyle sessiz durdu. Başkaca bir soru sormak gelmiyordu içimden. Sonra gene konuştu ve bunun nedenini bildiğini ama nasıl anlatacağını bilemediğini söyledi.
“Bu dünyada her şeyin kolayca anlaşıldığını sanırsın,” dedi, “çünkü yaptığın her şey, anlaşılması kolay alışkılardan ibarettir. Çağlayana bakarken, Genaro’nun suyu nasıl aştığını izlerken, onun usta bi perendeci olduğunu düşünüyordun; çünkü cambazlıktan başka bi şey yapmış olabileceğini aklının ucundan bile geçmez hiç. Oysa, Genaro, suyun üzerine falan atlamış değildi. Atlamış olsaydı, ölürdü. Genaro, kendisini, o görkemli, pırıl pırıl telciklerinin üzerinde dengelemişti. Onları öylesine uzatmış, uzatmıştı ki, onların üzerinden yuvarlanarak çağlayanın öbür yakasına geçmişti diyebiliriz. Antenlerin gerektiği gibi nasıl uzatılacağını, onlarla yanılmadan nasıl devinileceğini sergilemişti.
“Pablito, aşağı yukarı Genaro’nun devinimlerinin tümünü görmüştü. Oysa, Nestor, yalnızca çok belirgin olanlarını görmekteydi. İnce ayrıntıları göremiyordu. Ama, sen... Sen hiçbi şey görmedin!”
“Daha önceleri söyleseydin, don Juan, neye bakmam gerektiğini...”
Don Juan, sözümü keserek, beni yönlendirmenin, don Genaro’yu engellemekten başka bir işe yaramayacağını söyledi. Eğer neler olacağını bilmiş olsaymışım benim kendi telciklerim uyarılmış, don Genaro’nunkilere engel olurmuş.
Don Juan, “Eğer görebilseydin,” diye sürdürdü, “Genaro daha ilk adımını atar atmaz, onun çağlayanın kıyısından yukarı tırmanışı sırasında kaymamış olduğunu anlamış olurdun. Antenlerini gevşetmişti. Onları iki kez kayalara sarıp bi sinek gibi asılmıştı. Tepeye vardığında ve suyu geçmeye hazır ol duğunda, telcik demetini çağlayanın ortasındaki ufak bi kaya üzerine odakladı; onları o kayaya iyice bağladıktan sonra, telciklerin onu çekmesi için, kendini bırakıverdi. Genaro atlamış falan değildi. O yüzden, suyun hemen yanı başındaki ufacık kayaların kaygın yüzlerine inebiliyordu. Çıktığı her kayaya sımsıkı sarılmıştı telcikleri çünkü.
“İlk kayanın üzerinde pek fazla kalmamıştı. Çünkü suyun en çoşkunca aktığı bi yerdeki başka daha ufak bi kayaya uzatmış bulunuyordu teciklerinin bi bölümünü. Telcikleri, onu çektiğinden, bu kez o kayaya konmuştu. Yaptığı en şaşılası şey işte buydu. Kayanın yüzeyi, bir adamın duamayacağı kadar küçüktü; telckilerini kayaya sıkıca sarmamış olsa suyun akışı onun uçuruma sürükleyiverirdi.
“Bu ikinci durakta uzun süre kalmıştı. Çünkü antenlerini çekerek onları suyun öte yanına uzatması gerekiyordu. Öte yandaki kayaya iyice sarınca, bu kez birinci kayaya sarmış olduğu antenlerini çözmesi gerekti. Çok zor bir işti bu. Genaro’dan başkasının, üstesinden gelemeyeceği bir iş! Bir ara düşer gibi olmuştu; belki de bizimle dalga geçmişti. Kim bilir! Ama bana sorarsan, galiba iş ciddiydi. Bundan eminim, çünkü birden katılaşmış ve bir ışın gibi gönderivermişti antenini suyun öte yanına. Sanırım, işte o ışındı onu oraya çeken. Öbür yakaya geçtiği zaman ayağa kalktı da gördük telciklerini bir ışın demeti gibi nasıl parıldattığını. Salt senin için yapmıştı bunu. Eğer görmeyi öğrenseydin, sen de görecektin bunu.
“Genaro orda dikildi; sana bakıyordu. Ama, senin görmediğini anlamıştı.”

Cvp: Bölüm 6

.