1

Konu: 10- Öğretiler-10

1964 yılının Aralık ayında don Juan’la birlikte tüttürüm harmanı yapmak için gerekli birkaç bitkiyi toplamaya gitmiştik. Bu, dördüncü dönem oluyordu. Don Juan işleri bana yaptırıyor, kendisi yalnızca beni gözlüyordu. Bitkileri koparırken acele etmememi, önce iyice bakmamı, uzun uzadıya düşünmemi söylemişti. Harmana girecek bitkileri topladıktan, bohçaladıktan sonra hemen dostuyla yeniden karşılaşmamı istedi.
31 Aralık 1964, Perşembe
Don Juan, “Şeytan otunu ve dumanı şimdi biraz tanımış durumdasın. Hangisini daha çok beğendiğini söyle bakalım!” dedi.
“Duman çok korkutuyor beni, don Juan. Nedendir bilemiyorum, ama pek olumlu sayılmaz ona karşı duygularım.”
“Yaltaklanılmaktan hoşlanıyorsun da ondan; şeytan otu yaltaklanıyor sana. Bi kadın gibi, sana zevk vermeye çalışıyor. Oysa duman, en soylu erktir; en temiz yürek onunkisidir. İnsanı ayartmaz, tutsak etmez; aşk ve nefret de bulunmaz onda. Tek isteği, güçlü olmandır. Evet, şeytan otu da güçlülük ister, ama başka tür bi güçlülük o. Kadınların erkekte aradığı türden bi güçlülük. Oysa dumanın aradığı güç, yürek gücüdür. O da sende yok! Çok az kimsede bulunur o. Bu yüzden istiyorum dumanı biraz daha öğrenmeni. Yüreği berkitir duman. Şeytan otu gibi tutkularla, kıskançlıklarla, şiddetle dolu değildir. Duman oynak değildir, insana bağlı kalır. Bi şey unuttum diye tedirgin olman gerekmez onunla ilişkin sürdükçe.”
20 Ocak 1965, Çarşamba
19 Ocak Salı günü sanrılandırıcı karışımı gene içtim. Don Juan’a dumandan çok korktuğumu, kuruntularımı yenemediğimi söylemiştim. O da, bana, dumanı hakçasına değerlendire bilmek için bir kez daha içmemi söylemişti.
Don Juan’ın odasına gittik. Saat, öğleden sonra iki falandı. Pipoyu çıkarttı. Ben de kömürleri getirdim. Sonra yere karşılıklı oturduk. Don Juan önce pipoyu ısıtması, onu uyandırması gerektiğini söyledi. Dikkatlice bakarsam piponun nasıl ışımakta olduğunu görebileceğimi de ekledi. Pipoyu bir kaç kez dudaklarına götürerek emdi. Onu sevecence okşadı. Sonra birden, piponun uyanışına dikkatimi çekmek için, bana ve pipoya baktı. Pipoya baktım, ama bir şey göremedim.
Pipoyu elime verdi. Piponun ağzını kendi hazırladığım harmanla doldurdum. Daha önce bir tahta maşayla bir kor kömür aldım. Don Juan tahta maşama bakarak gülmeye başladı. Bir an sendeledim. Kömür maşaya takılmıştı. Düşmesi için, maşayı piponun ağzına vurmak istemedim; koru söndürmek için üzerine tükürdüm.
Don Juan başını çevirip elleriyle yüzünü kapadı. Bedeni sallanmaktaydı. Bir an için ağladığını sandım. Ama sessizce gülmekteydi.
Uzun süre yitirmiştim bu nedenle; sonra don Juan parmaklarıyla bir kor parçasını tutup, hızla piponun ağzına yerleştirdi. İçmemi söyledi. Pipoyu ağzıma aldım. Dumanı çekmesi çok zor oluyordu. İçindeki karışım çok sıkıydı herhalde. İlk çekişimde ağzıma ince tozlar gelmişti. Birden ağzımın içini uyuşturmuştu bu tozlar. Ağızlıktaki karışımın yanmakta olduğunu görebiliyordum. Ama sigara içmeye benzemiyordu bu iş. Gene de her çekişte bir şeylerin soluğuma karıştığını, ciğerlerimi doldurduğunu, ardından da bedenimin öbür yanlarına doğru itercesine yayıldığını duyamsamaktaydım.
Yirmi çekiş saydım. Sonra bıraktım saymayı. Terliyordum; don Juan gözlerini dikmiş bana bakıyor ve korkmamamı, anlattıklarını olduğu gibi yerine getirmemi söylüyordu. “Peki” demeye çalışıyor, ama yerine yabansı bir inilti çıkarıyordum. Ağzımı kapadıktan sonra bile ortalığı çınlatan bir inilti... Don Juan bu sese çok şaşmıştı; gene gülmeye başladı. Başımla “evet” demek istiyordum. Ama hiçbir yanımı kımıldatamıyordum.
Don Juan, yavaşça ellerimi açtı ve pipoyu çekti. Yere uzanmamı ama uyumamamı söyledi. Bir de kalkıp beni yatıracak mı diye, meraklanmıştım. Ama merakım boşunaymış. Bana, aralıksız bakmaktan başka bir şey yapmadı. Birden odanın tepetaklak döndüğünü gördüm; don Juan’a yandan bakar bir durumda buldum kendimi. İşte o andan başlayarak, tüm görüntüler, bir düşteki gibi bulanıklaştı. Kımıldayamaz durumdayken, don Juan’ın uzun uzadıya bir şeyler anlattığını hayal meyal anımsıyorum.
O durumdayken korktuğum falan yoktu; tedirgin de değildim, ertesi gün kendime geldiğimde, hasta falan da olmamıştım. Tek olağandışı şey, uyandıktan sonra uzun süre düşüncelerimi toparlayamayışımdı. Dört beş saat geçince, o da geçti.
27 Ocak 1965, Çarşamba
Don Juan, deneyimlerimle ilgili bir şey söylemedi; bir şey anlatmamı da istemedi. Tek sözü, hemen uyuyuvermiş olduğumu söylemek oldu.
“Uyanık kalmak için tek çıkar yol, bi kuşa dönüşmektir; ya da bi cırcırböceği, ya da onun gibi bi şeye...” dedi.
“O da nasıl yapılır ki, don Juan?” diye sordum.
“İşte öğretiyorum ya! Dün, sen bedensizken sana anlattıklarımı anımsamıyor musun?”
“Ben bi kargayım. Sana da, karga nasıl olunur, onu öğretiyorum. Bi öğren de bak, nasıl uyanık kalırsın; nasıl özgür olursun! Bunu öğrenemezsen, düştüğün yerde öyle çakılı kalırsın.”
7 Şubat 1965, Pazar
Dumanı ikinci kez çekişim 31 Ocak Pazar günü öğlene rastladı. Ertesi gün akşamüstü uyandım. Deneyimim boyunca don Juan’ın bana anlattığı her şeyi biliyormuşum gibi kendimi olağanüstü erkli hissetmekteydim. Sözleri beynime işlemişti. Olağandışı bir açıklık ve süreklilikle işitip durmaktaydım anlatmış olduklarını. Bu sırada başka bir gerçek çarptı gözüme: Pipoyu her çekişimde ağzıma giren tozları yutmaya başladıktan hemen sonra bütün bedenim uyuşmuştu. Demek, yuttuğum yalnızca duman değildi; bir de toz halinde karışımı yutmaktaydım.
Deneyimimi don Juan’a anlatmaya çalıştım; ama o, yapmış olduğum şeyin önemsiz olduğunu belirtti. Bütün olanları anımsadığımı söyleyince de; kulak falan asmadı. Tüm anılar keskindi, taptazeydi. Dumanı içme süresi tıpkı ilk seferindeki gibiydi. Sanki her iki deneyimim, ara vermemişim gibi, birbirine bitişmişti. İlk deneyimimin bitiminden başlatabiliyordum anımsamayı. Yan üstü yere düştüğümden bu yana duygu ve düşüncelerimi bütünüyle yitirmiş olduğumu açıkça anımsayabiliyordum. Gene de bu açıklık hiçbir biçimde eksilmiyordu. Odanın düşey bir düzlem haline dönüşmesiyle birlikte, düşüncelerimin de sonuncusunu düşündüğümü anımsıyorum: “Başım yere mi yapıştı, ne? Ama ağrı sızı duymuyorum.”
İşte o andan sonra yalnızca görüyor ve işitiyordum. Don Juan’ın her söylediğini sözcüğü sözcüğüne yineleyebiliyordum. Tüm buyruklarını yerine getiriyordum. Bunu yapmak çok açık, mantıklı ve kolay geliyordu bana. Bedenimin yok olacağını, yalnızca başımın kalacağını, ve böyle bir durumda uyanık kalıp dolaşabilmek için tek çarenin karga olmak olduğunu anlatıyordu bana. Gözümü kırpmaya gayret etmemi, ancak göz kırpmaya hazır olduğum takdirde öbür şeylere geçebileceğini söylüyordu. Sonra da bedenimin bütünüyle ortadan kalktığını, yalnızca başımın kaldığını söyledi. Baş, hiç kaybolmazmış; çünkü kargaya dönüşen şey, başmış.
Don Juan gözümü kırpmamı buyurdu. Bu buyruğu ve bütün öbür buyruklarını birçok kez yineleyip durmuştu. Hepsini de çok açıkça anımsıyordum. Gözümü kırpmış olacağım ki, hazır olduğumu bildirdi ve başımı kaldırıp tüm dikkatimi çeneme vermemi buyurdu. Karganın bacakları çenede olur dedi. Bacakları duyumsamaya çalışmamı ve onların yavaş yavaş çıkışlarını izlememi istedi. Ardından da daha karga olmadığımı, kuyruk çıkartmamı söyledi. Kuyruğun enseden çıkacağını belirtti. Kuyruğu yelpaze gibi açmamı, yerleri tarayışım hissetmemi buyurdu.
Sonra da karganın kanatlarına geçti. Kanatlar çok uzun olmalıymış, onları iyice germeliymişim. Yoksa uçamazmışım. Az sonra don Juan kanatlarımın çıktığını, uzun ve çok güzel olduklarını, gerçek kanatlara dönüşene dek onları çırpmamı söyledi.
Sıra başımın tepesine gelmişti. Don Juan başımın üst yanının çok geniş ve ağır olduğunu, bu oylumuyla uçmayı engelleyeceğini söyledi. Başımı küçültmek için gene gözlerimi kırpmamın gerektiğini; her göz kırpışta başımın azar azar küçüleceğini anlattı. Rahatça uçabilmem için, üst yanın ağırlığı yok oluncaya dek gözümü kırpmamı buyurdu. Sonra da, başımın bir karga başı kadar küçülmüş olduğunu bildirdi ve kaslarım gevşeyene dek ortalıkta dolaşıp sekmemi istedi.
Don Juan, uçmadan önce, son olarak değiştirmem gereken bir şey daha kaldığını söyledi. Bu da değiştirmesi en güç olan şeymiş; bunu başarabilmek için de uysal olmam, bana söylediklerini harfi harfine yerine getirmem şartmış. Bir karga gibi görmeyi öğrenmeliymişim. Ağzımla burnum, iki gözümün arasında güçlü bir gaga oluşturana dek uzayacakmış. Kargalar yanlarına bakarlarmış; don Juan da başımı çevirip ona tek gözle bakmamı buyurdu. Öbür gözümle bakmak istersem, gagamı aşağıya doğru sallamalıymışım. Bu hareket, öbür gözümle bakmama yol açarmış. Bakışımı bir gözümden öbürüne geçirerek çalışmayı sürdürmemi buyurdu. Sonra, artık uçuşa hazır olduğunu belirtti; uçabilmek için de onun beni havaya fırlatması gerekirmiş.
Buyruklarının her birini istenen biçimde yerine getirmek güç olmamıştı. Önceleri biraz zayıf ve sendeliyor olsalar da kuş bacakları çıkardığımı algılamıştım. Ensemde bir kuyruk, elmacık kemiklerimden de kanatlar çıktığını hissetmiştim. Kanatlar, katlanmış olarak ve azar azar çıkıyorlardı. Zor bir süreçti bu ama ağrı vermiyordu. Sonra göz kırpışlarımla başımı, karga başı büyüklüğüne düşürdüm. Ama en şaşırtıcı şeyi gözlerimle başarmıştım. Kuş görüşü yani!
Don Juan, gaga çıkartmamı buyurduğunda, havasız kalmışçasına tedirgin olmuştum. Sonra bir şişkinlik çıktı ortaya, ve önümü kapatırcasına öyle kaldı. Don Juan’ın beni yanal olarak görmem için yönetmesinden sonradır ki, yanımı tam olarak görebilme yetisine kavuşabilmiştim. Her seferinde gözlerimden birini kırpıyor ve bakışımı bir gözümden öbürüne geçirebiliyordum. Ne var ki, odanın ve içindeki eşyaların hiçbiri alıştığım görüntüde değildi. Gene de hangi bakımlardan değişik göründüklerini söyleyebilmem olası değildir. Don Juan çok büyümüş ve kızarmıştı. Erinç veren, güven veren bir şeyler vardı havasında. Sonra bu imgeler bulanıverdi; ana hatlarını yitirdiler ve bir süre titreşip duran köşeli soyut biçimlere dönüştüler.
28 Mart 1965, Pazar
18 Mart Perşembe günü sanrılandırıcı karşımı gene içtim. Başlarken, kimi ufak ayrıntı farkları dikkatimi çekti. Pipoyu yalnızca bir kez doldurmam gerekiyordu. İlk koyduğum harman bitince, don Juan piponun ağzını bana temizlettirdi. İkinci dolumu kendisi yaptı. Çünkü kaslarımı bu işin üstesinden gelebilecek denli kullanabilecek durumda değildim. Kollarımı oynatmak için büyük çaba harcamam gerekiyordu. Kesemde bir dolumluk harman kalmıştı. Don Juan keseme bakarak, harmanım tükendiğinden, bunun gelen yıla dek dumanı son çekişim olacağını söyledi.
Küçük keseyi ters yüz edip, içindeki tozları, yanan kömürlerin durduğu kaba silkti. Tozlar, portakal rengi kızartılar çıkararak yandı; korların üzerine ince, saydam bir zar serilmişçesine... Sanki bu zar tutuşmuş, sonra da labirentimsi çiz giler oluşturacak biçimde çatlamaya başlamıştı. Çizgilerin içinde bir şeyler hızlı hızlı zikzaklar çizmekteydi. Don Juan, çizgilerdeki devinime bakmamı söyledi. Kızartılı yerlerde ileri geri devinen küçük bir bilyeye benzeyen bir şey gördüm. Don Juan eğilip elini ateşe soktu ve bilyeciği tuttuğu gibi piponun ağzına yerleştirdi. Sonra, pipoyu içmemi söyledi. Küçük topçuğu piponun içine, onu içime çekip yutayım diye koymuş olduğu kanısı vardı zihnimde. Bir anda oda, yatay durumunu yitirdi. Yoğun bir uyuşukluğa, ağırlığa gömüldüm. Uyandığımda sığ bir sulama arkının tabanında sırtüstü yatmaktaydım. Çeneme kadar sulara gömülmüştüm. Birisi başımı tutmuş, kaldırmaktaydı. Don Juan’dı bu. İlk düşüncem, arktaki suyun olağandışı nitelikleri üzerineydi. Soğuk, koyu bir suydu; hafif hafif yüzüme çarpıyor, her devinimi düşüncelerimi biraz daha açıklaştırıyordu. Önce suda parlak yeşil bir ışık halkası ya da bir floresan bir ışıma vardı; ışık, çok geçmeden dağıldı; su, bildiğimiz suya dönüştü.
Don Juan’a saati sordum. Sabah erken bir vakitte olduğumuz yanıtını verdi. Az sonra iyice ayılmıştım; sudan çıktım.
Evine vardığımızda, don Juan, “Bütün gördüklerini anlat bakalım” dedi. Üç gündür “beni geri getirmeye” uğraştığını, başarana dek akla karayı seçtiğini de ekledi. Birkaç kez, gördüklerimi anlatmaya çalıştım. Ne var ki, düşüncelerimi toparlayamıyordum. Biraz aradan sonra, akşama doğru, don Juan’la konuşmaya hazır olduğumu görerek, yan üstü düştüğüm andan beri anımsadıklarımı anlatmaya başladım. Gelin görün ki, dinlemek istemiyordu. Onu ilgilendiren bölümün, “beni havaya fırlattıktan, ve uzaklara uçtuktan” sonra görmüş ve yapmış olduğum şeyler olduğunu söyledi.
Bütün anımsadıklarım, bir dizi düşe benzer imgeler ya da sahnelerdi. Ardışık bir düzende değildi bunlar. Sanki her biri ayrı bir kabarcıkmış da, odağa doğru yüzüyor, sonra da uzaklaşıyormuş gibi geliyordu bana. Bunlar, salt bakılacak görüntüler değildi. İlk kez anımsamaya çalıştığım zaman, onların yayılmakta olan belirsiz ışınlar oldukları duygusuna kapılmıştım; ama düşündükçe her birinin son derece belirli olduğunu, ancak olağan görme eylemiyle hiçbir ilintisinin bulunmadığını anlattım. Bu yüzdendi belrisizlik duygusu. Yoksa imgelerin sayısı çok değildi, hepsi de çok yalındı.
Don Juan, “beni havaya fırlattığını” söyler söylemez son derece belirgin bir sahneyi hayal meyal anımsamıştım. Bu sahnede uzak bir yerden ona doğru bakmaktaydım. Yalnızca yüzüne bakıyordum. Bir anıt kadar kocamandı yüzü. Biraz düz görünüyor ve yoğun bir pırıltı saçıyordu. Saçları sarımtıraktı, ve kımıldamıyordu. Yüzünün her yanı kendi başına oynuyor, kehribar renginde ışıyordu.
Öbür imgede ise don Juan beni gerçekten ileriye ve bir doğrultuda havaya atıyor, ya da fırlatıyordu. “Kanatlarımı açıp uçtuğumu” anımsıyorum. Acı çekerek havayı yarıp dosdoğru ileri giderken, yalnızlık duymaktaydım. Uçmaktan çok yürümeye benziyordu bu. Bedenimi yoruyordu. Özgürce akış duygusu, çoşkunluk falan yoktu.
Sonra da hareketsiz durduğum bir anı anımsadım; donuk, ürkünç bir ışık yayan bir bölgede yer alan bir yığın keskin, koyu çizgiler... Ardında da bin bir çeşit ışıkla bezenmiş bir alan gördüm. Işıklar oynaşıyor, parlaklıkları azalıp çoğalıyordu. Işıktan çok renge benziyorlardı. Yoğunlukları oldukça şaşırtmıştı beni.
Bir başka anı da şöyleydi: burnumun dibinde bir nesne durmaktaydı. Kalın, sivri uçlu bir şeydi bu; kendine özgü pembemsi pırıltılı... Bedenimin bir yerinde birden bir ürperme oldu ve bir yığın pembe cismin bana doğru gelmekte olduğunu gördüm. Hepsi de üstüme doluştu. Fırlayıp kaçtım.

Cvp: 10- Öğretiler-10

23 Mart 1965, Perşembe
Deneyimimi anlattığım günün ertesinde şu görüşmeyi yaptık: Don Juan: “Karga olmak o kadar zor değil. Bak işte sen de karga oldun. Artık hep karga olarak kalacaksın.”
“Ben karga olduktan sonra neler oldu, don Juan? Üç gün
öyle uçup durdum mu?”
“Hayır, gece bastırınca dönüyordun; öyle demiştim sana.”
"Ama nasıl dönüyordum?"
“Çok yorgun oluyordun hemen uyuyordun. Hepsi o kadar!”
“Yani uçarak mı dönüyordum?”
“Söyledim ya! Buyruğumu dinleyip eve dönüyordun. Ama takma kafanı bu konuya. Önemli değil!”
“Önemli olan ne öyleyse?”
“Yolculuğun boyunca büyük değeri olan yalnızca bi şey vardı—gümüş renkli kuşlar!”
“E, ne varmış bunda? Eninde sonunda, kuş onlar.”
“Kuş, ama ne kuşu? Kargaydı onlar!”
“Beyaz karga mı yani?”
“Karganın kara tüyleri, gerçekte gümüş rengindedir. Kargalar öyle yoğun parlarlar ki, öbür kuşlar onları tedirgin edemezler.”
“Tüyleri neden gümüş renginde görünüyor?”
“Bi karga gibi görüyordun da ondan! Bize koyu renkte görünen bi kuş, kargaya beyaz görünür. Örneğin, beyaz görünenler, kargalara pembe ya da mavimtırak, martılar da sarı görünürler! Haydi, şimdi onlara nasıl katıldığını anımsamaya çalış!”
Biraz düşündüm, ama kuşlar sürekliliği olmayan sönük, kopuk imgeler halindeydi. Ben de don Juan’a, yalnızca, onlarla uçmuş olduğum duygusunu anımyasabildiğimi söyledim. Onlara havada mı yoksa yerde mi katılmış olduğumu sordu. Ama bunu yanıtlamam olanaksız. Don Juan kızar gibi olmuştu. Biraz daha düşünmemi istedi. “Doğru olarak anımsayamazsan, bütün bunların beş paralık değeri kalmaz; çılgınca bi düş olarak kalırlar,” dedi. Anımsamaya zorladım kendimi; ama boşuna...
3 Nisan 1965, Cumartesi
Bugün “rüya”mda gümüş renkli kuşlarla başka bir imgeyi anımsadım. Onbinlerce iğne deliği gibi küçük deliklerden oluşan salkım salkım koyu renkli bir küme görmüş olduğum geldi aklıma. Her nedense, yumuşak bir şey sanıyordum bu yığını. Ben bu kümeye bakıyordum ki, üç kuş üzerime doğru uçtu. Bir tanesi yaygarayı basıyordu; sonra baktım, üç kuşla birlikte yerdeyim.
Bu imgeyi don Juan’a anlattım. O da, kuşların hangi yönden geldiklerini sordu. Bunu belirleyemeyeceğimi söyledim. Bu yanıtım onu sinirlendirmişti. Düşüncelerimde esneklik bulunmadığını söyledi. İstersem, pekâlâ anımsayabileceğimi, kendimi insanlar ve kargalar diye ayrım yaparak düşünmeye zorladığımı, oysa anımsamak istediğim zaman ne insan ne de karga olmadığımı anlattı.
Ardından, kargaların bana neler söylediğini anımsamamı istedi. Düşünmeye çalıştım; ama, bu konuda başka ne varsa aklıma üşüşüyordu. Bir türlü toplayamıyordum düşüncelerimi istediğim noktada.
4 Nisan 1965, Pazar
Bugün uzun bir yürüyüşe çıktım. Don Juan’ın evine döndüğümde hava kararmıştı. Kargaları düşünüyordum ki, birden çok tuhaf bir “düşünce” geldi aklıma. Düşünceden çok bir izlenime ya da bir duyguya benziyordu bu. Yaygarayı basan karga kuzeyden gelip güneye gittiklerini, yeniden buluştuğumuzda gene aynı yoldan geleceklerini söylemişti.
Don Juan’a düşündüğüm ya da anımsadığım şeyi anlattım. O da, “Bırak düşünmüş müsün, anımsamış mısın, diye incelemeyi! İnsanlar uğraşır böyle şeylerle! Kargaların nesine gerek bunlar? Hele senin gördüğün kargalar... Onlar senin yazgının gizmenleri, yani gizli ajanlarıdır. Artık bi kargasın sen. Bunu değiştiremezsin. Bundan sonra kargalar, uçuşlarıyla, yazgının tüm dönemeçlerini bildireceklerdir sana. Hangi yöne doğru uçmuştun onlarla?”
“Ne bileyim ben, don Juan?”
“Doğru dürüst düşünürsen, anımsarsın. Şimdi yere otur ve kuşlar uçarak sana doğru gelirlerken sen ne yana doğru bakıyordun onu söyle. Gözlerini kapa, yere bi çizgi çiz.”
Dediği gibi yapıp yerde bir noktayı imledim.
Don Juan, “Daha açma gözlerini!” diyerek sürdürdü, “Bu noktaya göre hangi yöne uçmuştunuz hepiniz?”
Yerde bir nokta daha gösterdim.
Don Juan, bu yöneltme noktalarından hareket ederek, kargaların benim kişisel geleceğimin ya da yazgımın önbilisini bana sunmaları için izleyecekleri uçuş yollarını yorumladı. Pusulanın dört doğrultusunu, kargaların uçuşunun ekseni olarak yerleştirdi.
Kargalar, insanın yazgısını anlatırken, hep ana yönleri mi izlerler diye sordum. Yöneltmeyi benim yapacağımı söyleyerek, kargalarla ilk kez buluştuğumda onların yaptıkları şeylerin hayati önem taşıdığını ekledi. Her bir ayrıntıyı anımsamam üzerinde de durdu. “Gizmenlerin” bildiri ve yönlerinin kişisel, özel bir sorun olduğunu belirtti. Anımsamam gereken bir şey daha varmış; o da bu gizmenlerin benden günün hangi vaktinde ayrıldıklarıymış. Don Jun, “uçmaya başlayışımla” gümüş renkli kuşların “benimle uçuşları” arasında geçen zaman içinde çevremdeki aydınlıkta ne gibi değişiklikler olduğunu düşünmemi istedi. Bana acı çektiren o ilk uçuşu yaparken ortalık karanlık gibi gelmişti. Ama kuşlar geldiğinde, hava kızılımsı, açık kırmızı—daha doğrusu turuncu bir renge bürünmüştü.
Don Juan: “Yani akşam üzeriydi; güneş batmamıştı. Kargalar, zifiri karanlıkta beyazlıkları göremezler, oysa koyu renkleri seçerler; biz de öyleyizdir geceleri, bu zamanlandırmaya göre, günün bitiminde gelmişler. Onlar seni çağırınca, tepende uçarlarken gümüş renginde görüneceklerdir. Göğe baktığında, parıldadıklarını göreceksin; bu da sonunun geldiğini gösterir. Öleceğini, karga olacağını gösterir.”
“Ya sabahleyin görürsem onları?”
“Onları sabahleyin görmeyeceksin ki!” “Ama, kargalar bütün gün uçarlar.”
“Senin gizmenlerin değil ama, sersem kafa!” “Ya senin gizmenlerin, don Juan?”
“Benimkiler sabahleyin gelirler. Benimkiler de üç tane. Velinimetim, insanın, ölmek istemiyorsa, bağırarak onları karanlığa doğru çekebileceğini söylerdi. Ama bunun olamayacağını öğrendim artık. Velinimetim bağırmaktan, şeytan otunun patırtısından yeğinliğinden hoşlanmazdı. Duman çok farklıdır; tutku falan yoktur onda. Dürüsttür. Senin gümüş renkli gizmenlerin seni bulunca, onlara bağırman yersiz bi davranış olur. İlk seferindeki gibi onlarla uçman yeterlidir. Onlar seni aldıktan sonra ters yöne uçacaklardır; o zaman dört karga olarak gideceklerdir.”
10 Nisan 1965, Cumartesi
Kısa sürelerle kişiliğimin çözüldüğünü, ya da yüzeysel olağandışı gerçeklik durumlarını algılamaktaydım. Bu algılamalar birden çakıp yiten kıvılcımlar gibiydi.
Mantarlarla yaptığım sanrılandırıcı deneyimlerimin bir öğesi, zihnimi kurcalayıp duruyordu: yumuşak, koyu renkli, iğne deliği gibi deliklerle dolu o küme. Ben onu, beni ta ortasına çekmeye başlayan bir yağ kümesi ya da yağ kabarcığı biçiminde imgelemeyi sürdürüyordum. Sanki ortası açılacakmış da beni yutacakmış gibi geliyordu bana, ve çok kısa sürelerle olağandışı gerçeklik durumlarına benzer bir şeyler algılamaktaydım. Bunlar, kısa da sürseler, derinlemesine bir sarsıntı ve tedirginliğe sürüklüyordu beni. Bu nedenle, bu durumlar başlar başlamaz, bütün istencimle onlardan kurtulmaya çabalıyordum.
Bugün, don Juan’la bu konuyu görüştüm. Kendisinden öğüt istedim. Oysa, don Juan pek ilgilenmiş görünmedi; bu durumlara pek aldırmamamı, çünkü pek bir anlam taşımadıklarını, yani önemsiz olduklarını söyledi. Deneyimlerim arasında yalnızca içinde bir karga gördüklerim üzerinde çaba harcamamı ve onlarla ilgilenmem gerektiğini anlattı. Öbür türlü “sezi”lerimin hepsi salt korkunun ürünleriymiş. Dumana başlayan kişinin güçlü, dingin bir yaşam sürdürmesinin gerekliliğini anımsattı bir kez daha. Çekinceli bir evreye girmek üzereydim herhalde. Don Juan’a, artık bu işi sürdüremeyeceğimi anlattım; bu mantarlarda gerçekten ürkütücü bir şeyler vardı.
Sanrılı deneyimlerimden anımsadığım imgeleri gözden geçirdiğimde, dünyayı olağan görünümümden farklı bir yapıda görmüş olduğum sonucuna kesinlikle varıyordum. Daha önce algılamış bulunduğum öbür olağandışı gerçeklik durumlarında, gözlerimin önünde canlanan biçimler ve görüntüler hep, dünyayı görsel algılayışıma koşut biçimde olmuşlardı. Oysa sanrılandırıcı duman karışımının etkisi altında gördüğüm imgeler bambaşka oluyordu. Bütün gördüklerim, önümde, doğru bir görüş çizgisindeydi; onun üzerinde ya da altında hiçbir şey bulunmuyordu.
Bütün imgelerde sinir bozucu bir yavanlığın yanında şaşırtıcı biçimde bir derinlik de bulunuyordu. Belki de imgelerdeki son kerte bir keskinlikte yer alan bu ayrıntıların değişik ışık alanlarına yerleşik bulunduğunu söylemek daha doğru olur. Bu alanlardaki ışık deviniyor, bir döngü izlenimi veriyordu.
İncelemelerimi sürdürüp, kendimi, “görmüş” olduğum şeyleri “anlamak” amacıyla, anımsamaya zorladıkça bir dizi örneksemeler ya da benzetmeler yapmaya itiliyordum. Örneğin, don Juan’ın yüzü suya gömülmüş gibi görünmüştü. Su, yüzünün ve saçlarının üzerinde sürekli akıp durur gibiydi. Onları büyüteç altındaymışçasına kocaman gösteriyordu; dikkatimi toplayarak bakınca, derisindeki gözenekleri, saç tellerini ayrı ayrı görebiliyordum. Öte yandan birtakım çok kenarlı madde yığınları da görmekteydim; ama çıkardıkları ışınlarda titreşim olmadığından, devinmiyorlardı.
Don Juan’a, bu gördüğüm şeylerin ne olduklarını sordum. Bir karga olarak ilk kez görmekte olduğum için, imgeleri iyice göremediğim, zaten bunların önemi olmadığı, ileride alıştırmalar yapa yapa her şeyi tanıyabileceğim yanıtını verdi.
Işığın deviniminde gördüğüm değişiklik konusunu da açtım don Juan’a.
Don Juan, “Canlı şeyler içten içe devinirler. Kargalar bi şeyin ölü mü ölmek üzere mi olduğunu kolayca anlarlar. O devinimin durmuş ya da durmak üzere olduğunu görebilirler. Kargalar bi şeyin aşırı hızla devindiğini de anlayabilirler. Bi şey yeterince deviniyorsa, onu da sezebilirler,” dedi.
“Bir şeyin aşırı hızla devinmesi ya da yeterince devinmesi ne demek oluyor?”
“Yani bi karga nelerden kaçınacağını, neleri aradığını doğru olarak kestirebilir. Bi şeyin içinde aşırı hızda bi devinim varsa, bu, o şeyin yeğin bi biçimde patlamak üzere olduğunu, ya da ileri doğru fırlamaya hazırlandığını anlatır. Karga uzaklaşır böyle şeylerden. Ama bi şeyin içindeki devinim yeterliyse, kararlıysa, bu hoş bi görüntü verir; karga da yaklaşır böyle bi şeye.”
“Kayaların içi de devinir mi?”
“Devinmez. Kayalar, ölü hayvanlar, ölü ağaçlar devinmez. Ama çok güzel görünürler bunlar. Bu yüzdendir kargaların ölü şeylerin çevresinde dolaşıp durmaları. Hoşlanırlar böyle şeylere bakmaktan. Işık falan devinmez onların içinde.”
“Bir ceset çürürken, değişime uğramaz mı?”
“Uğramasına uğrar, ama değişik bi devinimdir bu. Karga cesedin içinde milyonlarca şeyin kendi ışınlarıyla devindiğini görür. Karga da işte bunlara bakmaktan hoşlanır. Unutulmaz bi manzaradır bu gerçekten.”
“Sen gördün mü hiç, don Juan?”
“Karga olmayı öğrenen herkes görebilir bunu. Sen de göreceksin.”
Bu noktada don Juan’a kaçınılmaz sorumu sordum:
“Gerçekten karga oldum mu ben? Yani beni gören olsaydı, bildiğimiz bir karga mı görmüş olurdu?”
“Hayır. Dostların erkiyle uğraşırken bu doğrultuda düşünmek olmaz. Anlamsız sorulardır bunlar. Ama gene de karga olmak çok kolay bi iştir. Gülüp eğlenmek gibi, pek yararı olmayan bi iş... Demiştim ya: duman, erk arayanlara göre değildir! Yalnızca, görmek için yanıp tutuşanlar içindir. Ben karga olmayı öğrendim, çünkü bu kuşlar hepsinden daha etkili de, ondan! Hiçbi kuş tedirgin etmez onları; belki onlardan iri olanlar, aç kartallar falan hariç... Ama kargalar toplu halde uçarlar, kendilerini savunabilirler. İnsanlar da dokunmaz kargalara; bu da önemli bi noktadır. Herkes bi kartalı, özellikle büyük kartalları, ya da öbür büyük yırtıcı kuşları merakla izler; ama kim takar bi kargayı? Güven içindedir karga. Boyu da, yapısı da kusursuzdur. Dikkat çekmeksizin her yere girer çıkar. Öte yandan, bi aslan ya da bi ayı olmayı da düşünebilirdik. Ama oldukça çekinceli bi şey olurdu bu, di mi? Çok büyük olur bu yaratıklar; cıcırböceği de olunabilirdi. Ama o zaman başın iyice belaya girerdi. Çünkü büyük hayvanlar küçük hayvanlarla beslenirler.”
Ben bu anlattıklarının, insanın gerçekten bir kargaya, bir cırcırböceğine ya da başka bir şeye dönüştüğü anlamına geldiğini ileri sürüyordum; o da benim yanlış anladığımı ileri sürüyordu.
“Gerçek bi karga olmayı öğrenmek için uzun bi süre geçmesi gerekir”, dedi. “Ama değişmiş değilsin; bi insan olman da değişmiş değil. Başka bi şey oldu.”
“Neymiş bu başka şey, lütfen söyler misin?”
“Ola ki artık sen kendin de bilmektesin bunu! Delirmekten ya da bedenini yitirmekten o denli korkmamış olsaydın, bu görkemli gizi anlamış olacaktın. Ama, ne dediğimi anlaman için belki de korkunu yenene dek beklemen daha iyi olur.”

Cvp: 10- Öğretiler-10

Konu ile ilgili sorularınızı yeni başlık açabilirsiniz.