1

Konu: 1- Öğretiler-1

Don Juan’la ilk oturumumuz sırasında tuttuğum notlar 23 Haziran 1961 tarihli. Öğretilere o gün başlamışız. O güne dek onu birçok kez salt bir gözlemci olarak izlemiştim. Her dengine getirişimde, bana peyote üzerinde bilgi vermesini ister dururdum. O da bu isteklerimin her birine kulak tıkar, ama, konuyu tümden boşlamazdı da. Ben de bunu, duraksamasının üzerine daha da varırsam bilgisini açıklamaya yanaşabileceği anlamına çekiyordum.
Bu ilk oturumumuzda, ona sorduklarımı duru bir us gücüyle ve içtenlikle izleyecek olursam isteğimi göz önünde tutabileceğini belli etmişti. Böyle bir koşulu yerine getirmeme olanak yoktu; çünkü bana peyoteye ilişkin bilgi vermesini yalnızca onunla bir ilişki kurayım diye istemiştim. Bu konudaki bilgisinin, onu daha açık ve istekli bir biçimde konuşmaya anık kılacağını, böylece onun bitkilerin özelliklerine ilişkin bilgilerinden yararlanmama olanak sağlanacağını düşünmüştüm. Oysa, don Juan benim isteğimi harfi harfine almış ve peyoteyle ilgili bilgi istememdeki amaç onu kaygılandırmıştı.
23 Haziran 1961, Cuma
“Peyoteyi öğretir misin bana, don Juan?”
“Neden istiyorsun böyle bi öğrenime girişmeyi?”
“İçimden öğrenmek geliyor da ondan. Salt istemiş olmak yeterli bir neden değil midir?”
“Değildir! Yüreğini bi yokla bakalım, senin gibi bi delikanlı böyle bi öğrenime neden girmek istermiş, önce bunu yanıtla.”
Sen kendin neden öğrendin öyleyse, don Juan?”
“Niçin soruyorsun?”
“Olasıdır ki ikimizin de nedenlerimiz birdir.”
“Hiç sanmam. Ben Kızılderiliyim. Yollarımız bi olamaz.”
“Öğrenmek isteyişimin tek nedeni, bilgi edinmektir. İnan bana don Juan, kötü bir amacım yok.”
“Sana inanıyorum. Dumanını çekmiştim.”
“Efendim?!”
“Neyse, önemi yok. Amaçlarını biliyorum.”
“İçimi mi okudun yani?”
“Eh, öyle de denilebilir.” “Demek ki öğreteceksin?” “Hayır!”
“Kızılderili değilim diye mi?”
“Hayır. Kendi yüreğini tanımadığın için! Önemli olan, bi işe neden girmek istediğini kesinlikle bilmendir. Mescalito’yu öğrenmek çok ama çok ağır edimdir. Kızılderili olsaydın, yeterdi istekli olman bi başına. Pek az Kızılderili böyle bi şeyi istemiştir.”
25 Haziran 1961, Pazar
Cuma günü don Juan’la kalmıştım. Akşam üzeri saat 7:00’de ayrılacaktım. Evinin önündeki sundurmanın altında birlikte otururken, öğreti konusunu gene açayım dedim. Soruyu sorarken pek öyle üzerinde durmamış, nasıl olsa gene tersler diye geçirmiştim. Ona, sanki bir Kızılderiliymişim gibi, öğrenme isteğimi onaması için bir yol olup olmadığını sordum. Yanıtlamadan önce uzun uzun düşündü. Bir karara ulaşır gibi göründüğünden sonucu beklemek zorunda kaldım.
Sonunda bir yol bulunduğunu söyledi ve bir soruna değindi. Yerde öyle oturup durmamın beni çok yorduğunu ve yapılacak şeyin o taban üzerinde yorgunluk duymadan oturabileceğim bir “nokta” (sitio) bulmak olduğunu belirtti. Dizlerim kalkık, çeneme dayalı, kollarımı baldırlarıma dolayarak, kenetlemiş oturmaktaydım. Yorgun olduğumu söyleyince, sırtımın ağrıdığını, bitkin durumda olduğumu ayrımsadım.
Bir “nokta” ile demek istediğini açıklamasını bekledimse de, bu konuyu aydınlatacak hiçbir şeye yeltenmedi. Belki de oturuş biçimimi değiştirmem gerekiyordur diye, kalkıp ona biraz daha yakın bir yere oturdum. Bu hareketime karşı çıkıp, bir “nokta” demekle bir insanın doğal bir mutluluk içinde ve dipdiri bir durumda olacağı bir yeri anlatmak istediğini iyice vurguladı. Oturduğu yere eliyle vurarak orasının kendi yeri olduğunu söyledi, daha fazla tartışmaya girmeden bu bilmeceyi kendi başıma çözümlemem gerektiğini ekledi.
Çözümlemek üzere verdiği bu sorun da ne bilmeceydi ya! Nasıl başlayacağımı bir türlü kestiremiyor, onun ne düşünüp de bu sorunu çıkardığını anlayamıyordum. Mutlu, dipdiri olacağım bir noktayı aramakta tutulacak yola ilişkin bir ipucu versin, bir şeyler çıtlatsın diye birkaç kez asıldım. Sorunu kavrayamadığımdan ötürü, ne istediğini anlamanın olanaksızlığını anlatmaya çalışıp durdum. Don Juan, o yeri bulana dek biraz gezinmemi söyledi.
Kalkıp sahanlığı arşınlamaya başladım. Durumumu çok gülünç buluyordum.
Don Juan sinirlenerek, beni, anlattıklarını dinlememekle suçladı; belki de öğrenmek istemediğimi söyledi. Bir süre sonra durgunlaşarak, her yere oturmanın doğru olmadığını, sundurmanın altındaki bu sahanlıkta benzersiz tek bir noktanın varlığını, en iyi durumuma o noktada kavuşacağımı anlattı. Benim görevim o noktayı bütün öbür yerlerden ayırt etmekti. Yapmam gereken iş orada var olan bütün noktaları duyumsayıp, hangisinin doğru yer olduğunu belirlemekti.
Oturduğumuz sahanlığın pek geniş olmamasına karşın (4 x 25 metre), olası nokta sayısının ürkünçlüğünü, hepsini denememin çok uzun süreceğini, üstelik bu nokta denilen şeyin boyutlarının da verilmediğini sayıp dökerek böyle bir işin olanaksızlığını sergilemeye uğraştım. Hiçbirini dinlemedi. Ayağa kalkarak, çok katı bir biçimde, o noktayı bulmamın günlerce sürebileceği, ama sorunu çözümlemek istemiyorsam çekip gitmemin daha iyi olacağı, çünkü artık bana diyecek bir şeyi kalmamış olacağı uyarısında bulundu. Benim noktamın nerede olduğunu bildiğini, bu bakımdan ona yalan söyleyemeyeceğimi de vurguladı. Mescalito’yu öğrenme isteğimi onaması için geçerli tek nedenin bu yol olduğunu belirtti. Bu dünyada hiçbir şeyin armağan gibi verilmediğini, her şeyin zorluklarla öğrenildiğini de ekledi.
İşemek için evin arkasındaki çalılığa gitti. Eve arka kapıdan girdi.
O sözde mutluluk noktasını bulma görevini, beni kovmak için verdiğini düşünüyordum. Sonra kalkıp sahanlığı bir aşağı bir yukarı adımlamaya başladım. Hava açıktı. Sahanlıktaki ve çevresindeki her şeyi görebiliyordum. Bir saate yakın öyle gezinmiş olmalıydım. Ama noktamın bulunduğu yeri gösterecek hiçbir şey olmamıştı. Yürümekten yorulup, oturdum. Birkaç dakika sonra bir başka yere oturdum, sonra bir başka yere, derken tüm sahanlık tabanını yarı-dizgesel bir biçimde tarayarak oturmayı sürdürdüm. Oturduğum yerler arasında bile bile farklı duyumsamaya çalıştımsa da bu farkların ölçütlerini bilmiyordum ki! Saçma şeylerle uğraştığımı düşünüyordum, ama kaldım. Ta uzaklardan sırf don Juan’ı görmeye geldiğimi ve nasıl olsa başka yapacak bir şey bulunmadığını düşünerek yaptıklarımı usa uygun görmeye çalışıyordum.
Sırtüstü uzanarak ellerimi yastık gibi başımın altına koydum. Ardından yuvarlanıp bir süre yüzükoyun uzandım. Bu yuvarlanma eylemini tüm tabanı kapsayana dek yineledim. İlk kez, belirsiz bir ölçütü yakalar gibi olmuştum. Sırtüstü yatarken daha bir ılıklık duyuyordum içimde.
Gene yuvarlanarak tüm tabanı kapsadım. Ama bu kez ilk dönüştekinin tersine, yüzükoyun değil de sırtüstü yata yata duraklıyordum. Yüzükoyun ya da sırtüstü duruşuma göre bir serinlik ya da ılıklık duymam sürüyordu ya, değişik noktalar arasında herhangi bir ayrım sezemiyordum.
Sonra parlak bulduğum bir düşünce geldi aklıma: don Juan’ın noktası! Oraya oturdum, ardından yattım, önce yüzükoyun sonra sırtüstü; ne var ki öbür yerlerden bir farkı yoktu bu yerin. Ayağa kalktım. Artık burama gelmişti! Don Juan’a gideceğimi söylemek istiyordum, ama onu uyandırmaya çekiniyordum. Saatime baktım. Sabahın ikisi olmuştu! Altı saattir yuvarlanıp durmuşum.
O anda don Juan çıkageldi, arka çalılığa doğru gitti. Dönünce, kapının önünde durdu. Karamsarlığım sonsuzdu. Öfkemi boşalttıktan sonra çekip gitmek istiyordum. Ama onun suçu olmadığını da seziyordum; bütün o saçmalıkları kendi isteğimle yapmamış mıydım? Bütün gece alıkçasına orada yuvarlanıp durduğumu, daha bilmecesinden bir anlam bile çıkaramadığımı, kısacası bu işi beceremediğimi söyledim.
Gülerek, hiç şaşmadığını, çünkü doğru yol tutmamış olduğumu söyledi. Gözlerimi kullanmıyormuşum. Haklıydı.
Ama duyumsayarak ayırt etmeye çalışmamı söylemiş olduğunu çok iyi biliyordum. Bunu ileri sürmek istediysem de, insanın bir şeye gözlerini dikerek bakmadan da gözleriyle duyumsayabileceğini söyleyerek beni susturdu. Bu problemi çözmek için olanaklarımı— yani gözlerimi kullanmaktan başka bir çarem olmadığını ekledi.
Don Juan sözünü bitirdikten sonra içeri girdi. Beni gözetleyip durmuş olacaktı kuşkusuz. Yoksa gözlerimi kullanmamış olduğumu başka nasıl bilebilirdi?
Yuvarlanmaya başladım gene. Bu yöntem bana en kolay geleniydi. Ama bu kez çenemi ellerime dayayıp her türlü ayrıntıya bakıyordum.
Bir süre sonra çevremdeki karanlık değişti. Bakışlarımı tam önümdeki noktada yoğunlaştırdığımda, görüş alanımın çevresindeki alan pasparlak ve yeknesak bir yeşilimtırak sarı renge büründü. Şaşırıp kalmıştım. Gözlerimi önümdeki noktaya dikmeyi sürdürerek ve karnımın üzerinde sürünerek azar azar yana doğru ilerlemeye başladım.
Birden döşemenin ortalarında bir yerde değişik bir renklenme gördüm. Sağ yanımda, gene görüş alanımın çevresindeki yeşilimtırak sarılık bu kez kopkoyu ama parlak bir morluğa dönüşmüştü. Dikkatle bakmayı sürdürdükçe de, renk öyle kalıyordu.
Ceketimi koyarak o noktayı imledim ve don Juan’ı çağırdım. Sahanlığa çıktı. Çok heyecanlıydım; renklerdeki değişimi öyle açıkça görmüştüm ki! Don Juan pek önemsemedi bunu. Yalnızca o noktada oturmamı ve neler hissettiğimi ona anlatmamı söyledi.
Oturdum. Sırtüstü uzandım. O, yanımda duruyor ve boyuna neler hissettiğimi soruyordu; ama bir şey duyduğum yoktu! On beş dakika kadar bir şeyler duyumsamaya ya da kimi ayrıntıları görmeye çalıştım. O da sabırla yanımda dikildi durdu. Bıkkınlıktan, tiksintiden başka duyduğum şey yoktu. Ağzımda metalimsi bir tat vardı. Başım zonklamaya başlamıştı. Midem bulanıyordu. Bu manyakça çabalar beni çıldırtacaktı herhalde. Kalktım.
Don Juan, çaresizlik içinde kıvrandığımı görmüş olacak
ki, gülmeden, ağırbaşlılıkla, eğer bir şeyler öğrenmek istiyorsam, kendimi çok esnek tutmam gerektiğini söyledi. Önümde yalnızca iki yol bulunduğunu belirtti: ya vazgeçip evime dönmeliymişim, ki bu durumda öğrenmeyi aklımdan çıkarmalıymışım; ya da bilmeceyi çözmeliymişim.
Don Juan gene içeri girmişti. Hemen orada gitmek istedim, ama çok yorgun olduğumdan araba kullanacak gücüm kalmamıştı; üstelik o renkleri görmek öyle şaşırtıcıydı ki onların bir tür ölçüt olduğuna emindim. Belki de daha başka bir değişiklik olabilirdi. Zaten öyle yorgundum ki, gitmeyi gözüm yemedi. Oturdum, uzattım bacaklarımı, sil baştan başladım.
Bu kez her yeri çabucak bir deneyiverdim. Don Juan’ın yerinden geçip döşemenin eve doğru olan ucuna, sonra da avlu yönündeki ucuna doğru yöneldim. Ortaya varınca renklenmelerde bir değişim daha oldu. Gene görüş alanımın hemen sınırında. Tüm çevremde gördüğüm bu likör yeşili gitgide sağımda bir noktada koyu bir bakır pası yeşiline dönüştü. Bir süre öyle kaldı, sonra birden daha öncekilerden bambaşka bir renge çevrildi ve öyle kaldı. Ayakkabımı çıkarıp o noktayı da imleyerek sahanlığı kapsayana dek yuvarlanmayı sürdürdüm. Renklerde değişiklik olmuyordu artık.
Ayakkabımı koyduğum yere döndüm ve orayı inceledim. Ceketimi koyduğum yerden, güneydoğu doğrultusunda, bir buçuk metre uzaklıkta bir yerdi bu. İrice bir kayanın dibinde bir yer. Bir süre orada uzanıp kaldım, bir ipucu bulmaya çalıştım. Ne kadar ayrıntı varsa hepsini görmeye çabaladım. Ama hissedebildiğim yeni bir şey olmadı.
Başka bir noktayı denemeye karar verdim. Diz çöküp ceketimin üzerine uzanacaktım ki birden içimi tanımsız bir korku kapladı. Sanki bir şeylerin gerçekten karnımı fiziki olarak itmesi gibi bir duyumsama içindeydim. Bir hamlede kendimi geriye fırlattım. Tüylerim diken diken olmuştu. Bacaklarımda hafif bir ağrı vardı; bedenim öne doğru eğildi, kollarım önümde kaskatı uzandı, parmaklarım hayvan pençesi gibi kıvrıldı. Bu cin çarpmışa benzeyen halimi sezinleyerek daha da korkmaya başladım.
Bir robot gibi gerileyerek ayakkabımın bitişiğindeki kayanın dibine çöktüm. Kendimi kayanın dibinden sahanlığa attım. Beni bu denli korkutan şeyi çıkarmaya çalışıyordum. Belki de yorgunluğumun etkisiydi bunlar. Gün ağarmaya başlıyordu. Aptallaşmıştım, utanç duyuyordum. Beni korkutan şeyin ne olduğunu, don Juan’ın ne istediğini bir türlü çıkaramıyordum.
Dişimi sıkıp son bir deneyime girişmeye karar verdim. Yavaşça kalkarak ceketimle imlediğim yere yaklaştım. Korku gene sarmaya başlamıştı. Bu kez kendimi kontrol etmek için son gayretimi kullandım. Oturdum. Sonra yüzükoyun yatmak için dizlerimin üstüne kalktım; ama tüm istencime karşın bunu yapamıyordum. Ellerimle öne yaslandım. Soluk alış verişlerim hızlanmıştı. İçim bulanıyordu. Ürküye kapıldığımı gördüm. Kaçmaktan başka bir şey düşünmüyordum artık. Don Juan o anda beni gözetliyormuş gibi geldi. Yavaş yavaş öbür yana süründüm ve arkamı kayaya yasladım. Biraz zihnim açılsın diye dinlenmek istedim. Ama uyuyakalmıştım.
Don Juan’ın tepemde gülerek konuştuğunu işitip uyandım.
“Noktanı bulmuşsun,” diyordu.
Önce ne dediğini anlayamadım. Ama uyuyakaldığım yerin o nokta olduğunu yineledi gene. Orada yatmaktan hoşlanıp hoşlanmadığımı sorunca, ben de pek bir fark duymadığımı söyledim.
Sonra don Juan’ın, bu noktayı öbür noktada yatışımla karşılaştırmamı istemesi, geceleyin nasıl bir korkuya kapıldığımı aklıma getiriverdi. Gidip bir de öbür noktaya oturmamı söyledi. Açıklanması zor bir nedenle öbür yerden korkuyordum ve oraya oturmadım. Don Juan da bunu ayırt edememesi için insanın ahmak olması gerek, diye söyleniyordu.
Bu iki yerin özel adları var mıdır, diye sordum kendisine. İyi olanına sitio, kötü olanına da düşman dendiğini, bu iki yerin özellikle bilgi peşinde koşan bir insanın esenliğinin açkısı olduğunu söyledi. Bir kişinin kendi yerinde sırf oturmuş olması üstün bir güç yaratırmış, öteki yerde ise düşman o kişiyi zayıflatırmış, hatta ölümüne neden olurmuş. Şimdi sabaha dek bol keseden harcadığım enerjimi, kendi noktamda kestirerek tazelemekte olduğumu anlattı.
Bir de bu belirli noktalarda gördüğüm renklenmelerin enerjimi artırmak ya da yok etmek gibi etkilerinin olduğunu ekledi.
Bulguladığım bu iki nokta dışında başka noktalar olup olmadığını, varsa onları nasıl bulabileceğimi sordum. O da, dünyadaki çoğu yerin bu iki noktaya benzediğini, onları belirlemede en doğru yöntemin bunların çıkardıkları renkleri incelemek olduğunu söyledi.
Sorunu çözümlemişim gibi gelmiyordu bana hiç. Bırak çözümü, ortada sorun olduğuna bile inanmış değildim. Bütün bu deneyimlerin zoraki ve yapay olduğunu düşünmekten alıkoyamıyordum kendimi. Don Juan’ın bütün gece beni gözetlediğini, sonra da gelip uyuyakaldığım yerin aradığım nokta olduğunu söyleyerek gönlümü almak istediğini sanıyordum. Ama böyle bir şey yapması için akla uygun bir neden bulamıyordum. Öbür noktaya oturmamı söylediğinde, bunu yapabilmiş miydim!? “Öbür nokta”dan, korku biçiminde ortaya çıkan kendimi kollama durumuyla, olayın tümüne ilişkin ussal düşüncelerim arasında yabansı bir ayrılık vardı.
Oysa don Juan kesinlikle başardığımı, bu başarım karşılığında da peyoteye ilişkin bilgi vereceğini söylüyordu.
“Mescalito’yu öğretmemi istemiyor muydun! Onunla yüz yüze gelmeyi göze alabilecek sağlamlıktamısındır, diye sınadım seni. Çocuk oyuncağı değildir Mescalito. Tüm olanaklarına egemen olmalısın. Artık, istemini, tek başına yeterli bir öğrenme nedeni sayabilirsin.”
“Demek peyoteyi öğreteceksin bana?”
“Mescalito derim ben ona. Sen de öyle de.”
“Ne zaman başlıyoruz?”
“Kolay mı öyle birdenbire? Hazır ol bi bakalım.” “Hazırım ben... Herhalde.”
“Oyun oynamıyoruz burda. Hiçbi kuşkun kalmayana dek beklemen gerekir. Sonra tanışırsın onunla.”
“Kendimi hazırlamam mı gerekiyor?”
“Hayır. Yalnız bekleyeceksin. Belki vazgeçersin bu sevdadan bi süre sonra. Hemen yılıyorsun. Dün gece işler biraz sarpa sarınca kaçıp gidecektin. Mescalito, amaçta sıkılık ister.”

Cvp: 1- Öğretiler-1

Konu ile ilgili sorularınızı yeni başlık açabilirsiniz.